15 Kasım 2010 Pazartesi

Mücella Yapıcı’yla Söyleşi: Sermaye İstanbul’u Gasp Ediyor

Mücella Yapıcı'yla
Söyleşi: Sermaye İstanbul'u Gasp Ediyor

Kapitalizm doğasına uygun davranıyor; 1950’li yıllarda ucuz emek
adına “gel” dediği, gecekondu yapmasına göz yumduğu
insanları İstanbul’dan kovuyor. Çünkü artık
birikimini sanayiden değil, finanstan, şimdilerde de daha çok kent
rantından sağlıyor. Dünün gecekondu bölgelerine, merkezdeki
işçilerin ya da marjinal sektörlerde çalışanların
mahallelerine göz dikmesi de bu yüzden. Deniz manzaralı, depreme
dayanıklı zemine ya da tarihi, kültürel özelliklere sahip,
yani en çok rant sağlayan alanlar bunlar. Şimdi Kentsel
Dönüşüm Projeleri altında sermayeye pazarlanıyorlar.

Bu projeleri meşrulaştıran söylemler ortada: Suç
üretiyorlar, kamu arazisini işgal ettiler, vs…

Oysa gerçeği biliyoruz; bu mahallelerde önce suç
üretiliyor, sonra suça göz yumuluyor, arkasından mahalleli
suçlu ilan ediliyor, ‘güvenlik’ adı altında da
mahallenin devlet ve sermaye tarafından işgali
meşrulaştırılıyor…

İstanbul’a biçilen yeni rol ise tarih kenti, kültür
kenti, finans kenti. Tıpkı projenin adı gibi ‘romantik’,
‘vaatkâr’ ve renkli. Oysa Galata, Haliç,
Tarlabaşı, Tophane, Sulukule, Başıbüyük, Haydarpaşaport,
Galataport, Marmararay, üçüncü köprü gibi
Kentsel Dönüşüm Projeleri sadece yoksulları yersiz yurtsuz
etmekle kalmıyor, kentin tarihi, kültürel dokusunu da yerle bir
ediyor.

Yine biliyoruz ki, bu gasp edilmiş İstanbul’da yoksullara,
işsizlere, eşcinsellere, çöp toplayıcılarına, kiracılara,
evsizlere yer yok. Ortada kentin çeperlerine itilmek gibi bir durum da
yok çünkü o çeperler de korunaklı sitelerle üst
orta sınıfa peşkeş çekilmiş durumda. Yani temelinde bu da bir
sınıf meselesi, alt ve orta sınıflardan kenti sermayeye bırakmaları
isteniyor.

Bu ay Kentsel Dönüşüm Projeleri’ni, sebep ve
sonuçlarını araştırdık. Mimarlar Odası’ndan Mücella
Yapıcı, ekonomist Mustafa Sönmez ve Gülsuyu mahallesi temsilcisi
Ali Rıza Yıldız’la konuştuk. Handan Koç Tophane’yi,
Şirin Alaz gecekondudan siteye geçmeyi, iki yerleşim yeri arasında
beynamaz olmayı yazdı. Aysel Kılıç da Gülşen
İşeri’yle bu yağmalama üzerine yazdığı kitabı üzerine
röportaj yaptı.

Ortaya çıkan soru şu: İstanbul kimin? Bu kenti (elbette projelerin
hedef aldığı diğer kentleri de) sermayeye teslim edecek miyiz, sahip mi
çıkacağız?
Berat Günçıkan
Kentsel dönüşüm sürecinin başlangıcını hatırlatır
mısınız, hangi dinamikler, politikalar bu süreci başlattı?

Biliyorsunuz, 1980’lerde, hatta 1960’lardan sonra kentlerde
sanayileşme yok olmaya başladı. Esnek üretim tarzıyla, ucuz
işgücünden de faydalanmak üzere sanayi üretim alanları
Doğu’ya, özellikle de Çin gibi Uzakdoğu ülkelerine
kaydı.

Bu da boşalan sanayi semtlerinde farklı bir dönüşüme yol
açtı. İngiltere’de hem istihdam yaratmak, hem de o eski sanayi
alanlarına yeni işlevler yüklemek adına kentsel
dönüşüm meselesi ortaya çıktı.

Sanayi toplumunun temelini atan ülke bu konuda da önceliği
taşıyor yani...

Evet. Çağ bilgi çağı, enformasyon çağı oldu,
kültür endüstrileri egemen hale geldi. Üniversitelerde
hazırlanan birtakım kavramlar, burada yapılan dönüşümlerin
de ideolojik örtüsünü sağladı. Yani, bir zihniyet
değişikliği de oldu.

Sonrasında dünyada da özellikle yeni liberal ekonomiler kentlere
farklı bakmaya başladı. Eskinin o üretim kentlerinden farklı olarak,
tüketimin örgütlendiği kentler ağırlık kazandı. Ve
kentsel alanlar yatan mal olarak görülmeye başlanarak,
menkulleştirme sürecine girildi.

Aslında çok eski bir şey değil bu. Baktığınızda ne zaman
kapitalizm krizlere girerse, mutlaka döner kentsel ranttan bir şeyler
elde etmeye başlar ki ADB’de1929 krizinde Mortgage’in ortaya
çıkışından beri bu böyle.

Mortgage 1929’da mı başlıyor?
Evet. Krizle birlikte gayri-menkulu menkulleştirme sürecine girildi ve
topraktan finans sektörü yaratıldı. Dünyada da bu
böyle, ama Türkiye’de bunun 1980’lerden sonra ekonomik
ve sosyal bir politika haline geldiğini görüyoruz.

Dünya Bankası 1990’da bir rapor yayınladı. Bize dedi ki,
küresel ekonomiye entegre olmak istiyorsanız -bir de böyle bir
ideolojik hegemonya var-, ya küresel ekonominin şartlarına
uyacaksınız, ya da ölüm.

Kararınız buna uymaksa o zaman mutlaka bir iki kentinizi küresel
hiyerarşide yarıştırmak durumundasınız. Dönelim, 1970’leri
hatırlayalım; o dönemde İstanbul için Beyrutlaştırma
söylemleri vardı. Arkasından İstanbul’u nasıl satalım,
gündeme geldi.

Yani, 1970’lerden beri İstanbul’u dünyaya pazarlama
politikaları söyleniyor, tartışılıyordu. Hatta Tarlabaşı o
dönemde bu politikanın önemli bir aksının açılması
için yıkılmıştı. Bu, Ayamama Vadisi’nin talan edildiği
dönemdir. 500 bin metrekarelik kamu alanını kat karşılığı
Dünya Ticaret Merkezi’ne verme projeleri başlamıştı.

Ama 1999’da Dünya Bankası bu raporu yayınladığı zaman,
henüz deprem olmamıştı. Anakent belediye başkanı Ali Müfit
Gürtuna, İstanbul vizyonunu gündeme getirdi, orada çok
hoştu, “Artık gelecek küresel kentlerin eseri olacaktır.
Onların trendleri çok önemlidirb” diye de bir aforizması
vardı.

Ona bağlı olarak birtakım projeler öne sürdü. Orada ilk
kez mega-kentsel dönüşüm projeleriyle karşılaştık.
Henüz literatürde de böyle bir kavram yoktu.

İngiltere’de nasıl oldu peki?
İngiltere’de sağlıklaştırma, yeniden canlandırma, yeniden
işlevlendirme yapıldı, transformation yani tam anlamıyla
dönüşüm de var ama neden, neye
dönüştüğü belliydi: Sanayi alanlarından konut
alanlarına dönüştü. Onun için de özel
sektör, kamu, bir takım ortaklıklar ileri sürüldü, şu
kadar kiracı için konut yapılacak dendi.

Ancak orada da başarılı bir model yakalanamadı. Ama bir yöntem
ortaya çıktı: havuç ve sopa. Bu çok önemli,
havuç; orada yaşayan insanlara, buranın rant değerinin
artacağına, kendilerinin de hisse sahibi olacağına dair verilen vaatler
toplamıydı, sopa ise devletin planlama ve kamulaştırma yetkisini
kullanmasıydı. Bu evrensel bir yöntem oldu. Bugün dünyada da
Türkiye’de de sıkı bir şekilde kullanılıyor.

Uygulanan diğer ülkeleri hatırlatır mısınız, başarılı olan
model var mı?

Bizimki gibi bir sosyal entegrasyon, sosyal dönüşüm aracı
olarak, birtakım fakir fukaranın yerlerinden edilip evlerinin yok edilmesi
anlamında çok fazla dönüşüm yaşanmadı. Çin,
Şanghay’da bize benzer bir miktar dönüşüm var ama
orada bile daha insani.

En azından yeni evler yapılmadan kimse evinden çıkarılmıyor. Ya
da bir şey taşınacaksa mutlaka oraya en yakın olan yer seçiliyor.
Endonezya’da da sellerden dolayı, aynı bizim Alibeyköy’de
yapılanlara rastlıyorsunuz, ama Batı örnekleri hiç bizimki
gibi değil, alakası yok.

Başarılı örneklere gelince, bence var. Ruhr vadisinin
dönüşümü bence başarılı bir
dönüşümdür. Hem sanayi alanını yok etmemiştir, orada
durmaktadır, hem de kamusal işlevlerinde yeniden kullanıma sokmuştur.
Fabrika bacalarını tırmanma bacası olarak kullanıyor, yıkmıyor, yok
etmiyor.

Türkiye’ye dönersek...

Bize gelince; bizde inanılmaz bir mülkiyet dönüşüm
aracı haline geldi kentsel dönüşüm. 1999’da Dünya
Bankası’nın hazırladığı rapordan, Gürtuna’nın
İstanbul vizyonundan ve aforizmalarından söz etmiştim.
Mega-kentsel dönüşüm projelerinin hazırlandığı sırada,
1999’da birdenbire deprem oldu, bu çalışmalar bir miktar
ötelendi, fakat çok daha kötü bir biçimde geri
geldi. Bu sefer bütün projeler deprem odaklı olarak pazarlanmaya
başladı.

Yani depremi kullanmaya başladılar...

Evet, bir deprem master planı yayınlandı. Orada da kentlerin deprem
dolayısıyla yenilenmesi, ıslahı gibi konuların hepsinin adı kentsel
dönüşüm oldu. 2005’e gelindiğinde bir kentsel
dönüşüm yasa tasarısı hazırlandı. Bu yasa tasarısı
çok ciddi bir şekilde mülkiyet evrimini içeriyordu, tapu
artık garanti olmaktan çıkmıştı.

Hepimiz çok ciddi eleştirilerde bulunduk, kamuoyu bayağı bir tepki
gösterdi. O yüzden yasa tasarısı bütünüyle
Meclis’ten geçirilmedi, ama şu anda başımıza bela olan, 5366
olarak bilinen kısım, yani kentlerin tarihi bölgelerini içeren
kısım kanunlaştı.

Bugün örnekler bizim iddiamızı doğrulayacak şekilde ortaya
döküldü, somutlaştı. Birlikte görüyoruz.
Tarlabaşı’nı ele alalım. Tarlabaşı’nda dokuz yapı adası
var ve dünyada tek Levanten mimari örneği. Sanıyorum, 267 binadan
210’u tescilli.

Birdenbire burada bir kentsel dönüşüm-yenileme
başlayacağı duyuruldu. Birden özel kurullar, yenileme kurulu diye bir
kurul kuruldu, bir ihale yapıldı. Bu normal olarak dünyanın
hiçbir yerinde rastlayamayacağınız bir yöntem. Ortada proje
yok, plan yok, hiçbir şey yok, mal sahipleri var, mülkiyet
sahipleri var, ama onların da olup bitenden haberi yok.

Burada bizim havuç-sopa yöntemi öyle güzel işletildi
ki! Çalık İnşaat’la proje olmadan bir anlaşma yapıldı.
Alanın yüzde 48’i oradaki insanlara, yüzde 52’si
Çalık inşaata verildi. Kamuya bir şey yok, kamu ne yapıyor, belli
değil.

Yani, kamu burada Ahmet’in malını Mehmet’e verebilmek
için, tam da o elindeki havuç sopa yetkisini, sopanın
gücünü kullanıyor. Bu her yer için geçerli,
mesela şimdi Şerif Ali çiftliği için var, Tozkoparan da
böyle. Buralarda yaşayanlar felaket halde.

Evleri tapulu ama eğer bu malı bize satmazsanız, bizimle anlaşmazsanız
kamulaştıracağız diyorlar. Bu çok çirkin bir şey.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok, kamunun
planlama ve düzenleme yetkisini vatandaşı üzerinde korkutma
aracı olarak kullanması yok.

İşin esasına baktığınızda şunu görüyorsunuz; artık
merkezdeki alanlar uluslararası bir rant olduğu için, rantın
yükselebileceği ya da uluslararası sermayeye hemen sunulabilecek,
özel emlak sermayesinin talip olacağı alanlar -İstanbul için
tarihi, kültür değerlerinin yoğun olduğu alanlar, tarihi
yarımada, Beyoğlu, Pera, Galata gibi- yerler seçiliyor.

Sadece Tarlabaşı, Sulukule gibi yaşam alanlarını hedef alan değil,
başka dönüşüm projeleri de var; limanlar,
köprüler, Marmararay, portlar; Haydarpaşaport, Galataport...

Kazlıçeşme’de, tarihi yarımadanın tampon sınırları
içinde, deniz üzerinde 705 bin metrekare yapılaşma
öngörülüyor. Marmararay yetmiyormuş gibi, alttan bir
tünel daha yapılmak isteniyor. Bunlar görülmemiş şeyler.
Birtakım simgeler yaratılmaya çalışılıyor.

Çamlıca’ya 326 metre yüksekliğinde bir kule dikilmesi
planlanıyor. Emek sinemasının, AKM’nin (Atatürk
Kültür Merkezi) mutlaka yıkılması ve yerine sistemin ikonu
olacak birtakım şeyler yapılması arzulanıyor. Beyoğlu’nda her
türlü yapının altına bir kültür merkezi sokulmaya
çalışılıyor. Bütün bunlar liberal ekonominin kentlere
yansımasının sonucu. Biz şimdi onu yaşıyoruz.

Sözünü ettiğiniz ikinci tünel nerede?

O bir felaket, o başlı başına konuşulmalı. Artık her işi bırakıp
onu konuşmamız lazım. Göztepe’den giriyor,
Sarayburnu’ndan çıkıyor. Sarayburnu’ndan
Yenikapı’ya kadar, sahildeki Mermer Kule’yi de yok eden
dört gidiş yolu yapılmasını öngörüyor. Tarihi
yarımada refüj yolu haline geliyor. Ve devletimiz 25 bin aracın
geçmesini garantilemiş durumda.

Üçüncü köprü de böyle, yap işlet
devret modeliyle veriyor ve araba başına dört dolardan günde şu
kadar aracın da geçişini garanti ediyor, yani cebinizden de para
vereceksiniz. O kadar aracın tarihi yarımadaya boşalmasıysa ayrı bir
dert. Böyle bir kültür katliamıyla karşı karşıyayız.

Bütün bu kent yağmalanmasında özelleştirmelerin payı
ne?

Özelleştirmeler sadece kurumların, kamu mallarının
özelleştirilmesiyle sınırlı değil, sadece Tekel
özelleştirilmiyor, onun elindeki topraklar da el değiştiriyor.
Mesela, Tekel’in Cevizli’deki binası Fethullah
Gülen’in olduğu söylenen, sanırım Şehir
Üniversitesi’nin alanına
dönüştürülüyor. Unkapanı’ndaki deposu bir
başka üniversitenin rektörlük binası oluyor.

Üçüncü köprü daha dillendirilmemişken,
kuzeydeki bir sürü alanın ciddi bir şekilde yapılaşmaya
açılacağı biliniyordu. Köprünün geçeceği
yolları, Riva’daki alanı herkesten önce Galatasaray’ın
saymanı biliyordu. Üçüncü köprü daha ortada
yokken TOKİ Kayabaşı projelerinde onu işlemişti. Böyle bir
süreç yaşıyoruz, kamuoyundan gizli portföyde
bütün projeler var ve peyderpey ortaya çıkıyor.

Bütün bu projelerde çokuluslu şirketlerin payı nedir?

Kâh doğrudan, kâh yerli ortaklarıyla varlar. Birdenbire
türeyen ve bu işleri yapan yeni bir sermaye grubunu da
görüyoruz.
Bu yeni türeyenlere baktığımızda kimler var?

Çok iyi bilemem ama TOKİ’ye baktığınızda bu şirketlerin
çok büyük projeleri olduğunu görüyorsunuz.
Ataşehir’deki inşaatlarda Ağaoğlu, Kuzu, Taşyapı, Varyap gibi
bazı firmaların tabelaları var. İktidara yakındır, uzaktır,
beceriklidir o başka, ama bazı firmaların çok ciddi bir şekilde
kuvvet olmaya başladığını da görüyorsunuz.

Bu dönüşüm yeni bir sermaye grubunu dayatıyor. İşi
üretim olmayan, sadece kentsel ranttan nemalanan ciddi bir grup var ve o
grup diğer alanlara da dalıyor.

Mesela, Çalık Holding kimsenin haberi yokken Haydarpaşa için
üç tane proje yaptırabiliyor, Fener-Balat’taki bilmem
kaç hektarlık dönüşüm alanında ihaleye girip
alabiliyor. Çalık aynı zamanda Tarlabaşı ihalesini de
üstlenebiliyor. Ya da Zorlu diye bir grup bu alana giriyor.

Söz konusu gruplar bir yandan da siyasette de söz sahibi
oluyorlar. Önceleri siyasette Koç ve Sabancı vardıysa,
bugün bu kentsel rantın yarattığı sermaye grubu da siyasette
görülebiliyor.

Bunların işi projesiyle, uygulamasıyla, satışıyla kentsel ranttan
yararlanmak. Giderek sanayiden de uzaklaşılıyor, bir şey
üretilmiyor.

Koç’la Sabancı da artık sanayiden uzaklaşıyor, başka
yatırım alanlarına giriyorlar.
Tabii. Ekonomistlere baktığınızda da, bu, katma değer yaratan alan. Ama
Türkiye’de bunu araştıran doğru dürüst bir ekonomist
de yok. Bu kent ekonomisinin genel ekonomiye etkisi nedir, büyümeye
etkisi vardır ama kalkınmaya ya da gayri safi milli hasılaya nasıl
dönüşüyor, onu bilemiyoruz.

Mesela köprüler -üçüncü köprü
gibi- ekonomiye katkı olarak sunuluyor, ama bunun arkasındaki o doğanın
yitirilmesinin, oradaki borçların maliyeti yapılmıyor. Tamam, bize
varlık olarak dönüyor, ama arkasında bilmem kaç yıl
ödeyeceğimiz borç konuşulmuyor.

Yuvacık barajında çıkartmayacağınız su miktarını garanti
ediyorsunuz şirkete. Hem üçüncü boğaz
köprüsünde hem karayollarında kullanımlar garanti ediliyor.
Onu bırakın, bir yandan kültür ve turizm başkenti diyorsunuz,
bir yandan da kültür turizminin esas değerlerini aslında ekonomik
pay biçmemek lazım, yitirilen kültür varlıklarının
bedeli ödenmez, hesap da edemezsiniz, ama bugünün zihniyetiyle
biçelim- buradaki varlığınızı, kaynağınızı, kültür
hazinesini yok ediyorsunuz.

Tarlabaşı’nda üretilen projelere bir bakın. Olacak gibi
değil. Tarlabaşı’nı Manhattan’a, Champ Elysees’ye
benzeteceğiz diyorlar, ama o başka bir yerin kültürü. Şu an
senin kültürün önemli, buraya onu görmeye
geliyorlar. Küçük bir New York görmek isterlerse, tutar
Manhattan’a giderler.

En sonunda bu ikinci boğazlar... Bütün bunların arkasında
ekonomik olarak dönüşüm, hem mülkiyet hem anlayış
dönüşümü var. Bu kentin yoksulları, emekçileri
kentin para eden merkezinde istenmiyorlar.

Kentin çeperleri de sitelerle çevrili, nereye gidecekler?

Aslında İstanbul’da hiç istenmiyorlar. İşin esasına
baktığınızda bu büyük bir politika.
Bir de kültür dönüşümü var. Bütün
bunlar yapılıyor ve aydın kesimde de, orada burada da bunlar gelişme
olarak sunuluyor. Şöyle bakılıyor: Tarlabaşı
çöküntü bölgesi, orada bu kentin en alt sosyal
grubu, suçlu kesimi yaşıyor. Eee orada karakol var, emniyet var,
suçlularsa neden uğraşmadınız?

Bu da kentsel dönüşüm politikasının bir parçası
değil mi, bile isteye, göz göre göre suç
yarattırmak?

Tabii. Uzaklaştırma politikası, rantı meşrulaştırmanın bir
parçası. İşte bu, kentin aydın çevrelerinde “Canım
kentin göbeğinde de ayıp olmuyor mu” gibi
görülüyor...

Belki Galataport’ta değil ama Fener, Balat, Tarlabaşı,
Galata’ya önce girenler de aydın diye tanımlanan kesim değil
mi? Onlardan sonra bölgeye sermaye girmedi mi?

O çok doğal bir dönüşüm. Bütün kentler
yaptığınız müdahalelerle değişir ve dönüşür, ama
gelip resmen el koymak, devletin planlama ve kamulaştırma yetkisini
kullanıp radikal bir şekilde alıp götürmek başka bir şey.

Öbürü de bir soylulaştırma süreci ama çok
doğal, biraz barış içinde, insanların karşılıklı
anlaşmalarıyla yapılan yerler. Hoş, Cihangir falan öyle olmadı,
travestiler uzaklaştırıldı...

O dönemi düşünün, sermaye kent merkezini istemiyordu,
ormanları tahrip etti, kentin çeperlerinde kendine yerler yaptı,
Kemer Counrty vs... Oradaki sermaye grubunun yatırımı daha
farklıydı.

Ama şimdi öyle değil, şimdi tekrar kent merkezini istiyor,
çünkü bütün doğal, tarihi, kültürel
yerler kentlerin ilk oluştuğu yerdeler, dolayısıyla merkezdeler. Üst
zengin sermaye demeyelim de -kentsel sermaye her yerde aşık atıyor-,
zengin gruplar artık merkezi de yaşamak istiyor, işyerlerinin merkezde
olmasını istiyor. Merkezler bir anlamda moda oldu.

Merkezde yaşama isteği de küresel sermayeyle gelişen bir şey bir
durum değil mi? Kemerburgaz’a gitmesi de üstelik çok eski
bir tarih değil, şimdi merkeze göz dikmesi, buraların tekrar değer
kazanmasıyla bağlantılı...

Gayet tabii... Küresel sermaye niye Kemerburgaz’a gitsin, burada
koskoca bir tarih varken? Neden İstanbul bu kadar değerli? Neden Ankara
pazarlanmıyor da İstanbul pazarlanıyor? Çünkü İstanbul
çağların kültürlerinin üst üste olduğu bir
yer.

Sonunda stratejik olarak da önemli bir coğrafi mekân olduğu
için İstanbul’u bir geçiş koridoru haline getirdiler,
köprü kararlarıyla şunlarla bunlarla uluslararası trafiğin
merkezi yaptılar. Artık o bekledikleri, söyledikleri finans kenti
İstanbul da yok, öyle bir altyapısı yok, öyle bir şansı
kalmadı. Kentsel dönüşüm projeleriyle bütün tarihi
değerleri yok oluyor.

Finans sektörü neden İstanbul’a gelmez?

Londra, Tokyo, New York varken neden gelsin? Burada tamamen kentsel ranttan
yararlanan, kara parayı aklayan, farklı bir sermaye sektörü
gelecek, çünkü finans sektörü artık mekâna
bağlı değil. Siz ancak bunların ihtiyaçlarının
örgütlendiği, gelip geçerken uğranan, çok da
bakılmayan bir kent haline geleceksiniz.

Çünkü özgünlüğünüzü,
değerlerinizi sürekli yitiriyorsunuz. Niçin yitiriyorsunuz?
Hainliğinizden değil belki, çok kısa sürede sıcak para
ihtiyacınızı gidermek için yapıyorsunuz.

Bu Türkiye’de sürekli başvurulan bir yöntem değil mi,
geçmiş uygulamalara da bakıldığında benzer uygulamalar
görüyoruz?

Darbelerle kapitalizmin krizleri kentlerin dönüşümleriyle
çakışır. Mesela, boğaz köprülerinin yapım tarihlerine
bakın, petrol krizleriyle çakışır. İlk boğaz
köprüsü yapılmadan önce dünyada otomobil
sektörü ciddi bir krize girmişti, otomotiv
sektörünü kurtarmak için dünyanın her yerinde
otoyollar yapıldı, bizim de payımıza boğaz köprüsü
düştü.

Gelin 1981’e, otomotiv sektörü krizdeydi. Japonlar
Toyota’yla otomotiv sektörüne girdiler. Bizim sanayimiz de
otomotive yönelince, alın size ikinci boğaz köprüsü.
İkinci köprünün açıldığı dönemde Yaşar
Topçu şöyle demişti: “Birinci boğaz
köprüsünde çok geç kaldık, odalar çok
ses çıkardılar, biraz geç kaldık. Ama bu sefer 12
Eylül’e denk geldiği için muhalefeti
sürdüremediler, o yüzden ikinci köprüyü rahat
yaptık.”

Ertuğrul Bayraktar da bu lafı etti: “Kentsel dönüşüm
yapmak çok iyi, ama demokrasi kentsel dönüşümün
hızlanmasına mani oluyor. Demokrasisi iyi olan memleketlerde
dönüşüm yapılamıyor.”

Yine bir kriz dönemindeyiz, yine kentlere saldırı var. Bu sefer kriz
daha derin. Sadece boğaz köprüleriyle uğraşmıyoruz,
bütün kent mekânı dönüşüme sunuluyor. Bizim
canımızı yakan şu anda gördüğümüz müdahaleler,
halbuki bütün kent bir dönüşüm alanı artık.

Bu dönüşüm planı sadece İstanbul’u da kapsamıyor.
İstanbul’da sanayi tükenmez. Şimdi tekstili buradan
götürmeye çalışıyorsunuz. Tekstilciler kıyamet
koparacak. Fark etmediğiniz ve dağıttığınız o mahallelerde ev
içi emek var. Enformel ya da formel bir hayat var imalat
sanayiinde.

İstanbul’un en önemli gelir kaynağı hâlâ imalat
sanayi. Bunu itiyorsunuz, nereye, Kocaeli’nin yeşil alanlarına. Bu
tarafta da Çatalca, Silivri gibi tarım için çok
ihtiyacınız olan bölgelere gönderiyorsunuz ve diyorsunuz ki;
‘Eee, ne yapalım, İstanbul küreselleşecek, onun istenmeyen
birtakım fonksiyonlarını da siz alacaksınız’.

Neden? İstanbul’la küresel yarışı sürdüreceğiz. Bu
da bir yalan. Kimsenin yarıştığı falan yok. Öte taraftan, başka
küresel projelere çağrıda bulunuyorsunuz. Nükleer
araştırma merkezi, Sinop’ta nükleer santral, HES’ler,
termik santraller... Bunları tarım alanlarının üstüne
kuruyorsunuz.

Dünya diyor ki; önümüzdeki çağ su ve tarımın.
Sizin şu anda yapacağınız en büyük vatanseverlik bu
değerlerinizi korumak. Ama maalesef o kısa süreli açıklar,
kısa süreli para ihtiyacı ve buradaki insanların rant hevesi daha
ağır basıyor. Dünyada da bu böyle ama bizim gibi
açgözlülük yok.

İstanbul’a dönersek, söylemleri hâlâ
kültür başkenti üzerine, 2010’u da böyle
kullandılar. Kenti neye dönüştürecekler peki?

Bir koridor kente. Bunu söylemek çok acı. İstanbul giderek
turizm potansiyelini de yitirecek. Çünkü geldiğinizde ne
göreceksiniz Allah aşkına? Tarihi yarımadaya geldiniz,
Yenikapı’da birkaç transfer merkezi, birbirinden sakil
birtakım gökdelenler, deniz doldurulmuş, üzerine dünyanın
her yerinde rastlayabileceğiniz mimariden bir şeyler yığılmış...
Pazarlanacak bir şey de kalmayacak. Sonuçta Kapalıçarşı,
hanlar, bütün o yerel, tarihi özelikleri yok eden bir
dönüşüm mekanizması var.

Bir yanı bu, bir yanı da burada yaşayan insanlar yok ediliyor. En
acıklı yanı o. Kültür, tarih, insan yok ediliyor, yerine farklı
kullanıcı, farklı kullanma biçimleri, yalancı bir mimari, bazen de
çok fazla taklit var. Aslında dünya kültür
envanterinde hiçbir şey olmaya, yok yer olmaya doğru
gidiyorsunuz.

Fakat şu anda, daha önce de vurguladığım gibi kısa sürede
taze para- bunu ekonomistlerin söylemesi lazım- bulmak için bu
yolu kullanıyorlar. Şu anda ekonominin bütün işleyişi burada,
dikkat edin, başka bir faaliyet yok. Binlerce bina yapılıyor. TOKİ
kanalıyla yapılanları düşünün, bütün yeşil
alanları yok ediyorlar. Her yağmurda sel basıyor bu kenti.

TOKİ’nin sevimli gösterilen bir yanı vardı, en azından
kuruluşunda yoksullar, alt gelir grubu hedef alınmıştı ya da
söylemler bunun üzerineydi. Bugün kentsel rantı elinde tutan
bir kurum haline geldi, bu nasıl oldu?

Dedik ya, neo-liberal politikaların en önemli akslarından birisi,
özelleştirme. TOKİ şu anda Türkiye’deki kamu
topraklarının özel sektöre dönüşmesindeki en
büyük aygıt. TOKİ’ye öyle bakmak lazım. TOKİ
müthiş bir özelleştirme kurumu aslında, görünmeyen
yanı bu.

Yoksullara ev için yola çıktığında böyle bir kuruma
dönüştürülmesi planlanmış mıydı, sizce?
Anayasa’da şöyle bir maddemiz var: Devlet yoksulların konut
sorununu çözmekle yükümlüdür. Anayasa bu
kadar önem verdiği için konuyu yerel yönetimlere değil,
merkezi yönetime bırakmıştır. Onun için TOKİ vardır. Onun
yanında Arsa Ofisi vardı, 775 sayılı yasa vardı.

TOKİ’nin kuruluş amacı, Arsa Ofisi’yle birlikte, kamu
topraklarını üretip yoksul ve dar gelirliye, sadece satılık değil
kiralık olarak da konut sunmaktı. Ama 2004’den Dünya
Bankası’yla ortaklaşa başlatılan ekonomik
dönüşümden itibaren TOKİ’nin de yasaları
değişti.

Bugün TOKİ -yurtdışında da çok büyük işler
yapıyor- kâr etmek durumunda olan bir kuruluş, artık esas amacı
kâr etmek. Maliye’nin, Arsa Ofisi’nin, 775’den
dolayı belediyelerin elinde olan kamu arsaları otomatikman TOKİ’ye
devredildi. Böylelikle mesela Tozkoparan, eski gecekondu önleme
bölgeleri, Karanfilköy gibi kentin rantının ortasındaki
bütün bölgelerin planlama ve söz hakkı TOKİ’ye
geçti.

TOKİ’nin portföyünde müthiş bir kamu arsası birikti.
Ayrıca, elinde 2004’ten sonra tanınan olağanüstü planlama
yetkisi var. Her yıl bir yetki tanınıyor TOKİ’ye. Bütün
arazi mülkiyetleri de elinde. Esas olarak Emlak Bankası’nın
kapatılması çok önemli bir dönüşümdür.

Emlak Bankası’nın bütün varlıkları ve hakları da
TOKİ’ye devredildi. Şimdi TOKİ’yi düşünebiliyor
musunuz, tekelin ötesinde bir şey. Akıl alır gibi bir kuvvet değil.
Bence bugün Erdoğan Bayraktar’ın elindeki yetki gerçekten
başbakanın yetkisinden daha önemli bir yetki. Birlikte
çalışıyorlar o başka, ama müthiş bir şey. TOKİ
özelleştirildiği anda bu iş bitti.

TOKİ’yi bir KİT gibi düşünün, ajans haline geldi.
Mesela, Ataşehir çok önemli bir yerleşmedir. Habitat dünya
yerleşme ödülünü almıştır, yeşil alanları vardır.
Doğal olarak da bütün o yeşil alanlar hazine mülkiyetindeydi
ve TOKİ’ye devredildi. Yeşil alan üzerinden gayrimenkul
geliştirme adı altında bir şirketle anlaşma yapıyor.

Sizin yeşil alan olarak terk ettiğiniz yerin üzerinde bir
gökdelen yükseliyor. Hukuka tamamen aykırı diye dava ediyorsunuz,
davayı kazanıyorsunuz, planı iptal ettiriyoruz, fakat hemen azıcık bir
şey değiştirilerek tekrar yeni bir plan çıkarılıyor. O arada
yürütmeyi durdurma kararı alamadıysanız o inşaat bitiyor ve siz
davayı kazandığınızla kalıyorsunuz.

Böyle kaç dava açtınız?

Sayısız. En son Seyrantepe için açtık. Herkes Ali Sami Yen
stadını dert ediyor, ama o alan İstanbul’un nadir kalmış ekolojik
koridorlardan biri, İstanbul’un havalandırma bacası diyelim.

TOKİ likör fabrikasını bile gecekondu dönüşüm alanı
adı altında planladı, kendi kendine takaslar yaptı, Halbuki Ali Sami Yen
stadı da devlet malıdır, Galatasaray’a tahsislidir. Oraya stat
yapacağım, dedi, diğer tarafı kocaman bir iş merkezine
çevirdi.

Kentin içinde dönüşüm o kadar farklı alanlarda ki!
Bir yandan da Çapa, Şişli Etfal, Cerrahpaşa hastaneleri
kaldırılıyor, İkitelli’ye götürülüyor. Siz bir
kriz geçirdiğinizde, yarım saatte bir hastaneye gitmek
zorundasınız, hastaneler kent dışına taşınınca mecbursunuz kent
merkezinde özel bir hastaneye gitmeye.

Bütün devlet hastaneleri kent dışına taşınıyor. Şişli
Etfal de Seyrantepe’ye taşınıyor, yerine alışveriş merkez
yapılacak. Çapa ve Cerrahpaşa da dönüşüm alanları
ilan edildi.

Dönelim Seyrantepe’ye. O vadinin tabanında kocaman bir stadyum
görüyorsunuz, bir sağlık birimi ve yetmiyormuş gibi bir rant
tesisi, alışveriş merkezi. Korkunç bir yerleşme. Üç
tane fonksiyon. Burada hastane olur mu? Hadi yaptın stadyumu, öbür
ikisi ne arıyor?

Hastanenin acil giriş yolu bile yok, çünkü o kadar yoğun
kullanışları vadinin tabanında çözemiyorsunuz. Bunları iptal
ettiriyorsunuz. Bu sefer ne yapıyor TOKİ? Tekrar plan çıkarıyor.
Bu sefer ticaret merkezini planın dışında bırakıp onaylatıyor, bir ay
sonra ticaret merkezini de aynen onaylatıyor.

Devletin kendi hukukuna karşı yaptığı hukuksuzluklar var. Bu
ahlaksızlık, başka bir şey değil. Hukuku da yanıltıyorsunuz. Bunu
kendi kendine kamu yapıyor. Büyük dönüşüm bu
işte.

Yetmiyor, Kandilli Kız Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Nişantaşı
Kız Lisesi’ni de satıyor. Dolayısıyla ne olacak,
Nişantaşı’nda ya da Çamlıca’da oturan köklü
ama çok da varlıkları olmayan aileler çocuklarını
gönderecek devlet okulu bulamayacak. Dolayısıyla onlar da
dönüşecek. Hem yoksullaşacak hem de oradan taşınacaklar.

Beşiktaş mesela, çok eski bir yerleşim yeridir ama giderek bu
noktasal çözümlerle kendisini iş merkezlerine teslim
ediyor. O zaman ne oluyor, Beşiktaş’ta çok yaşlı insanlar
vardır, çok eski, orta halli İstanbul ailelerinin yaşadığı bir
yerdir, kiralar yükseliyor, güvenlik sorunları çıkıyor.
Gece yaşamayan bir hale getiriliyor Beşiktaş. Maslak filan da öyle,
orada da gece yaşamaya korkarsınız.

Tarlabaşı’nı ele alalım. Tarlabaşı’na önerilen
projeler korkunç, oranın yapısıyla alakası yok. Projenin en
önemli yanı, binalara yeraltından giriyorsunuz. Başbakan
Taksim’i de yeraltına alacağım diyor. Halbuki öyle zaten,
yeraltından giriyor. Neden giriyor?
Çevre daha dönüşmediği için insanlar birbirinden
korkuyor, çevredeki yoksul zengin, zengin yoksuldan korkuyor. O zaman
kentin, biraraya getiren, insanları kaynaştıran o havası tamamen yok
oluyor. Herkesin kamusu kendine, herkesin kamusal alanı kendine gibi,
mekânsal ayrışmaya bağlı kutuplaşma yaşıyorsunuz. Mesela,
Tophane olayları da o kadar da basit olaylar değil.

Galataport’la alakalı bir ayrışmanın sonucu...

Evet, çünkü orada bir dönüşüm var. Buranın
sahipleri kim diye bakarsanız, onlar yok zaten, onları yollamışız.

Varlık vergisi, 6-7 Eylül, 1964...

Tabii... Onları yollamış, sonra bu alanın içinde sanayi, ticaret
yürütmüş, orada hizmet işçisini
konuşlandırmışız. Yaşayanlara bakın, Karaköy’de
çalışanlardır, şunlardır bunlardır... Şimdi biz diyoruz ki Yok
kardeşim, biz kültür sanat yapacağız, sen defol git. Bunu
hissediyor.

Diğer örneklerden de biliyor.

Elbette, Tarlabaşı’nda, Sulukule’de neler olduğunu,
insanların nerelere gittiğini biliyor. Dikkat edin, evsiz
çoğalacak. Bizim ülkemizde evsiz yoktu. Artık tapu garanti
değil, tapunuz da sizi kurtarmıyor, kurtarmayacak.

Çünkü sizin mahallenizde de kamu adına, kamu yetkisi
kullanarak bir rant üretilebilir ve o rant iktidarın istediği bir
sermaye grubuna verilebilir. Şu anda kamunun görevi bu. Bu çok
tehlikeli. Hiçbir sosyal hukuk devletinde devlet, kendi
vatandaşının malını varlığını gasp edemez. Bu gasp, nereye kadar
gider, ne kadar sürer, onu bilemiyorum.

Özellikle bu alanlarda yaşayan yoksulların- aslında mülk sahibi
ama yoksul- durumu içler acısı. Mesela, Tarlabaşı’nda Ermeni
bir teyze üç katlı bir yığma yapının üst katında
kızıyla oturuyor. Alt katları kiraya vermiş, onların kirasıyla
geçiniyor.

Üç katlı bir tarihi yapıya sahip olmak bir zenginlik değil,
ancak bir geçim kaynağı. Bu dönüşümden sonra ona 60
metre kare bir yeni daire verdiler. Kadın perişan oldu, yeni daireyi ne
yapsın, geliri yok, o dairenin aidatını ödeyecek kadar bile geliri
yok.

Tarlabaşı’ndaki kamulaştırma şu an hangi aşamada?

Korkutmak için yapılan o acele kamulaştırma bitti. Şimdi normal
kamulaştırma düzenine geçildi. Satanlar var, satmayanlar
direniyor. Şimdi tescilli olmayan eserleri yıkıyorlar. O yıkımlar ciddi
korkutucu, insanlar ürküyor.
Satmayanın direncini kırmak için üretilen üst politikalar
bunlar. O insanlar marjinal sektörlerde oldukları için -bunu
Sulukule’de de gördüm- devlete kafa tutma şansları yok. Her
seferinde devletle bir şekilde cebelleşmekten korkuyorlar. Öyle olunca
da bazıları Bir an önce satayım, Sulukule’den gideyim
dediler.

Diğer taraftan o koşullar da zor. Orada da cennette yaşamıyorlar. Sizin
koruma yasalarınız orada düzenlemeyi öngörmemiş ya da
kullanmamışsınız. Çünkü Türkiye’nin ve
dünyanın koruma hukuku kaynak yaratan bir hukuk.

İlk Tarlabaşı yıkımlarından önce oranın tümü
için Kültür Bakanlığı’nın çok güzel
projesi vardı. En büyük talan orada oldu. Biz o davaları
kazandık. Ama ne oldu? Yıkıldı. Bilerek arka taraf
çöküntüye bırakıldı. AKM’ye yapılan politika
da bu. Çünkü binayı kullanmadığınızda,
bakmadığınızda çöker. Enteresandır, yapılar, kullanılmak,
bakım isterler.

Kültür Bakanlığı’nın projesi ne
öngörüyordu?

Orada bütün o binalar restore edilerek, pansiyonculukla
İstanbul’un en güzel yeri olacaktı. Fonlar bulundu, bulunacak
derken Dalan bastı gitti.

Bugünkü proje için mi basıp geçti?

Tabii canım. Daha farklı projeler de vardı, gökdelenler falan
düşünülüyordu. Şimdi artık o da bitti, Dolapdere
Okmeydanı’na, daha aşağılara kaydırıldı. Bomonti Bira
Fabrikası’nın üstüne bile iki anten dikildi,
Haliç’in silueti bozuldu. Haliç’in kenarında
bugün duble yol öneriliyor.

Çıldırmak işten değil, bir yandan bu kentin en önemli
vizyonu kültür ve tarih kenti olmasıdır, diyor bir yandan da
tarihin ve kültürün en yoğun olduğu yerler sanki bilerek yok
ediliyor. Bunu anlayamıyorum.

2010 Avrupa Kültür Başkenti hareketliliği de bu politikalara
geçirilmiş bir kılıf mıydı?

Kılıftan öte, kültür endüstrisi dediğiniz şey.
Kaybolan sanayinin, üretimin yerine konan kültürü de,
sanatı da, kenti de, doğayı da, artık mal, endüstriyel mal haline
getirmiş bir anlayışın dekorasyonu.

İlk çıktığı gibi de değil kültür başkentleri. Ortak
bir kültür yaratalım, kültürel alışverişte bulunalım
ise bu yapılar orada ne arıyor? Bakın, Kültür Başkenti
Ajansı’na sunulan bir proje de şuydu, neyse ki sonra kabul edilmedi:
Boğaz Köprüsü’nün altına takılan, hem yatayda
gidip gelen hem de dönüp gelen bir restaurant. İnsanlar artık
çıldırdı.

Her şey rant üzerinden planlanıyor artık...
Evet, ama ekonominin esası da bu. Bu bir seçim. Bakın bugün bu
kadar çok yapı yapılıyor, finans sektörü hızlanıyor ve
herkes borçlanıyor. Adama bakıyorsun, Ayazma’da gecekonduda
yaşıyor, çöp toplayarak geçiniyor. Yani, ne
bugünü belli, ne yarını.

Adam gidiyor, bankadan vadeli kredi alıp TOKİ konutlarından mülk
sahibi oluyor. Sen bunu neyle ödeyeceksin? De ki 300 lira olsun aylık
gelirin, 100 lira da ödemen olsun, yine de nasıl ödeyeceksin?
Ödeyemeyince de el konuyor.

Sulukule’den 333 kişi gitti, 35 kişi kaldı, orada yaşayamadılar.
Bu insanlar, kent merkezinde yaşayanlar kentten besleniyor.
Çöpünden besleniyor, güvenlik sektöründen
besleniyor.

Sulukule’den yaşayan biri göçe zorlandığında,
“Ben bakkalımdan bir liralık peynir alıyorum, başka hangi bakkal
verir?” diye soruyordu.

Haklı, başka yerin bakkalından alamaz. Öyle bir sembiyotik ilişki
var. Kimi sattı evini, şimdi o paralar da bitmiştir. Dönüp
gelenlerse oralarda bir yerde sığıntılar. Böyle olunca da evsiz
çoğalacak. Bu kadar konut üretirken evsizler artacak. Bizim
evsizimiz yoktu ama şimdi kadınlar da var. Kadınlar sokakta yaşamazdı,
bir yere başını sokardı.

Bugün Kadıköy merkezinde ilk bakışta görülen onu
aşkın evsiz kadın var.

Hele Kadıköy’de hiç yoktu. Evsizlik bize ait bir şey
değildi. 1999’da depremden sonra Kanadalılar gelmişti, bir
sürü bilimsel toplantı yaptık. En dikkatlerini çeken evsiz
olmamasıydı. Bir şekilde, gecekondu dediğimiz çözümlerle
herkes kafasını sokacak bir yere sahipti. Şimdi o yok oldu. Ve bir
sürü de boş konut var. Artık ihtiyaca göre konut
üretilmiyor. Her yere kullanıcısı belli olmayan evler
yapılıyor.

Merak ediyorum, sitelerde kim yaşar, televizyon reklamlarındaki konutlar
kimi hedefler?

Bin tane yer alan varmış, plaka alır gibi ev alıyor... Birileri o ucuz
konut ihalelerine bile giriyor. İstanbul’da rakamsal olarak konut
ihtiyacı yok. Konutların nitelik sorunu var. Bu ara işler iyice tuhaf
oldu, deprem bahane ediliyor, çok önemli tarihi alanlar, planlı
alanlar, binalar eskidi diye deprem bahanesiyle yıkılıp bazı şirketlere
peşkeş çekiliyor. Küçükçekmece’de
birdenbire kaçak konutları ucuza güçlendirme planları
yapılmaya başlandı.
Bu neden yapılıyor?

Bu tamamen oradaki potansiyelin değerlendirilmesi. Orada yedi sekiz kat
kaçak yapıyı yıkmayıp güçlendiriyor, ama
öbür tarafta kent içinde el koymak istediği alanlarda
depremi kullanıyor. Orada satması gereken alan o.
Küresel sermayeye nereleri pazarlanacaksa orada
dönüşümler yapılıyor, onun dışında süreç
devam ediyor. Tamamen İstanbul’u pazarlama süreci var.

Peki, depreme karşı ne yapıldı?

Ne yapıldığını bilmiyorum, ama doğru dürüst bir şey yok.
Mikro bölgelendirmeler yapıldı. Bazı kurumlar çok iyi
çalıştı, mesela belediyenin Deprem Araştırma
Müdürlüğü çok iyi çalıştı. Ama o da
başka türlü bir hale geldi. Bakın ne oldu?

Türkiye’de dünyadaki en iyi afet kurumlarına sahiptik, ama
koordinasyonsuzluk vardı ve biz meslek insanları bundan yakınıyorduk. Sen
misin bundan yakınan, bütün sivil savunma
müdürlükleri, afet işleri başkanlığı iptal edildi,
neredeyse TOKİ gibi başbakana bağlı bir kurum haline getirildi. Şimdi
bütün kentsel dönüşüm alanlarına onlar da karar
verecek. Başbakanlığa bağlı inanılmaz kurumlar yaratılıyor.
İnanılmaz bir yapılanma.

Nasıl isimlendiriyordunuz bu yapılanmayı?

Bütün planlama yetkilerinin TOKİ gibi merkezileştiği,
bütün önemli kararların merkezden alındığı ve
yerelleşiyoruz derken halkın hiçbir hakkının olmadığı bir
yapıya geçiyoruz. İşin kötü tarafı, bütün
bunlar katılımcılık, yönetişim bilmem ne adına yapılırken, yerel
katılım kanalları, belediyelerin hakları bile ciddi bir şekilde devre
dışı bırakılıyor. Totaliter bir yapıya kavuşuyoruz.

Başkanlık sistemi tartışılıyor bu arada...

Başkanlık sistemi olmasa bile şu anda bizim alanımızda ciddi bir
totaliterleşme, merkezin ciddi bir hegamonyası var. Bir başbakan
çıkıp, “Ben AKM’yi yaptırmıyorum,” diyor. Bunun
büyükşehri var, kültür kurumları var. Kültür
bakanı “Ben ne yapabilirim?” diye soruyor.

Sen Türkiye’nin başbakanısın, burası sosyal bir hukuk
devleti, her türlü kurum, kurul, yasama, yargı yönetme erki
ayrı. Sen nasıl çıkıp bir başına, koskoca İstanbul için
“benim çılgın bir projem var” diyorsun? Bana sorarsanız
o çılgın proje şu, İstanbul’un kendi başına özerk
bölge haline getirilmesi, bir nevi serbest bölge.

Başbakanlığın bir internet sitesi var, oraya girdiğinizde
göreceksiniz ki, İstanbul’un kültürü için
çok önemli olduğu söylenen Haydarpaşa Galataport gibi
projeler Türkiye’nin en önemli özelleştirme projeleri
olarak sunuluyor.

İkincisi deniyor ki, bize gelin, gelin burada yatırım yapın,
çünkü bizde işgücü ucuz, biz Avrupa’nın en
düşük asgari ücretini veren ve en az örgütlenme
düzeyine sahip ülkesiyiz, işlerinizi çok kısa sürede
halledeceğiz.
Bunun için bölge kalkınma ajansları kuruluyor. Diyelim,
İstanbul serbest bölge oldu. O zaman bütün kararları tek bir
yerden vereceksiniz. Mimarlar Odası tutup da Dubai kulelerini iptal
ettiremeyecek, bilmem neyle uğraşamayacak.

Peki, İstanbul bu kadar dönüşüme doymayacak mı?

Doyacak tabii ve yok olacak. Geçenlerde bir ilan vardı gazetelerde:
İstanbul’da tek kalan İstanbul Kuzguncuk. Ama bu dünyada da
böyle. Liberal ekonomi bir kriz halinde gidiyor. Bu kriz ne zaman
bitecek, bunu iktisatçılar bilecek, ama kent topraklarına
yansıması bu anlayışla sürdürülemeyecek artık.

Dünyada ne olur, kapitalizm tekrar başka bir sürece mi girer,
tekrar sosyal devleti mi yaratır bilemem, ama bizim kentin kaybettiklerinin,
kültür katliamının geri dönüşü yok.

Bizim itirazımız da tam bu noktada. Her şeyi yeniden yaratabilirsiniz ama
tarihi kültür hazinelerini bir daha yapamazsınız. Üstelik
belki sizin gelecekteki ekonomik gücünüz de burada yatıyor.
Kültürün ekonomik olarak karşılığını da
koyamazsınız.

Ama ne yazık ki artık böyle, bir kültürel mekâna
değişim değeriyle anlam veriliyor, yani onun sizin hayatınızda kullanım
değeri belli değil, bunun için de çok iyi motivasyon
kanalları var, medya mesela. Düşünün, medya patronlarının
çok fazlası bu işi yapıyor.

Her gazete ve televizyon kanalının arkasında bir holding var.

Mesela Çalık grubu. Hem iki dönüşüm projesinin hem
de bir medya grubunun başında. Konuyu medyada ne kadar tartışabilirsiniz?
Diğerleri de reklam gelirlerini inşaatlardan sağlıyorlar. Ayazma kentsel
dönüşüm alanı adı altında perişan edildi, Ali Ağaoğlu
şimdi reklamlarda o dönüşüm alanında yapacaklarını
anlatıyor.

Farklı bir tüketim kültürü var, farklı bir toplum
yaratıldı. O tüketim kültürünün sayesinde
bütün bunlar olup bitiyor. Bu 12 Eylül’ün devamı
aslında. 12 Eylül beş generalin haydi oturup bu memleketi kurtaralım
dedikleri bir şey değil, ekonomik planına baktığınızda
bugünün temellerinin atıldığını görüyorsunuz.

Bu kentlere en büyük bela 12 Eylül’le gelmiş,
bütün planlama sistemi yok edilmiştir. Bu sefer de onun birtakım
yapılanmaları -hukuki yapılanması- elden geçirildi,
geçiriliyor...  

Kaynak: Mesele Dergisi Kasım 2010 (Sayı
47), http://www.meseledergi.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder