7 Mayıs 2010 Cuma

Bir "Sevk" Hikayesi

Bir "Sevk"
Hikayesi

BİR "SEVK" HİKÂYESİ

 

SİBEL
ÖZBUDUN - TEMEL DEMİRER

 

Geçenlerde Ercan'dan bir mektup aldık…
Kocaeli'nden Bafra'ya sevk edilmişler.

Cezaevleri, malûm, tıklım tıklım... İçerideki pek
çok dostumuza gönderdiğimiz kartlar, mektuplar, üzerlerinde
"sevk edildi" damgasıyla geri geliyor bugünlerde. Ne
hikmetse, F tiplerinden, alfabenin diğer harflerine doğru sürgün
ediliyor, siyasî tutsaklar… "F-tipi"nin iflasının
örtük bir itirafı mı?

Her ne
hâl ise, Ercan, içerideki "kalemi kuvvetli"
dostlarımızdan biri... "Sevk" öyküsünü
anlatıyor mektubunda. Noktasına, virgülüne dokunmadan
paylaşalım istedik. Tutsak bir devrimcinin iç dünyası,
düşleri, özlemleri ile dışındaki dünyanın hoyratlığı
arasındaki o yaman çelişkiyi başka türlü anlamak,
anlatmak mümkün değil…

Belki
Ercan'ın mektubu, onlar için en büyük
"sürgün"ün, onları akıllarımızdan,
yüreklerimizden "sürgün etmiş" olmaklığımız
olduğunu anımsatır kimilerimize…

En
görkemli değişimler, dönüşümler, aklımıza "Ben
ne yapabilirim?" çentiğinin düşmesiyle başlar, öyle
değil mi?

"(…) Göndermiş olduğunuz küçük,
ama bende karşılığı büyük ve anlamlı olan kartınızı
almıştım. Sürgün sevkler başlamış, hapishane hareketliydi.
Devam edeceğini düşünüyorduk. Ben de kendimi
sürgün edilecekler arasında görüyordum. Bizler hep
hazırız. Fakat yine de bazı şeyleri hazırlamak gerekiyordu. Hazırdım.
İtiraf etmeliyim ki Bafra aklımın ucundan geçmedi, hele T tipi.
Ters köşeye yatırdı bakanlık beni, alacağı olsun. Bu karmaşa ve
belirsizlikten dolayı size yazmakta geç kaldım. Kendimi affettirmek
için güzel olduğunu düşündüğüm bir kart
gönderiyorum.

İçimden size çok daha güzel şeyler
göndermek, sevgimi ifade etmek istiyorum. Fakat koşullarımızı
biliyorsunuz, tahmin ediyorsunuzdur. Buraları, yolculuğu H. anlatmıştır.
Kendisi birkaç gün önce yazmıştı size. Bir de ben
anlatmak istiyorum. (…)

Akşamdan gelip söylemişlerdi, sabah
götürüleceğimi. Sığmıyormuşum Kocaeli'ne. Zaten
hiç sevmemiştim Koca-eli ismini. Ama orada dostlar vardı, yoldaşlar
vardı. Hüzünlü ayrılık yanına hiç girmeyeceğim.
Üç Nisan sabahı saat 07.00'de, gitmeyeceğimi
bildiklerinden kalabalık gelip dayandılar hücre kapısına. Gitmedim,
ayak diredim. Çekip çıkardılar hücreden. Koridorda,
matlada sloganım yankılanırken düşüncemin geçmiş
koridorlarında çocukluğum yankılanıyordu. Çocukken
çömelip öndekinin elleriyle kenetlerdik ellerimizi.
Öndeki bir kağnı gibi, buzun, karın üzerinden kaydırırdı
– kayardık. O, gönüllüydü, neşeliydi. Bu zoraki.
Ayak diremem fayda etmiyordu, kaydırarak götürüyorlardı. O
zaman anladım yerleri neden parlak, kaygan fayanslarla kapladıklarını.

Bütün dostlar kapıları dövmeye, slogan atmaya
başladı. Sesleri ayırt etmeye çalıştım, yapamadım o kargaşada.
Ne fark edecekti ki, yıllardır yan yanaydık. Çok kısa
sürelerle İdare bizden şikâyetçi olduğunda ifade vermek
için götürüldüğümüz savcılıklarda ya
da hastane yolculuklarında birbirimizi görüyorduk.
Açıkçası, hastalığı da, savcılığı da sever olmuştuk.
"Yargılandığımız" o mahkeme salonunda kayıt altına
alınmasını çok istedim. O gülüşlerimizin fotoğrafı
çekilseydi. Ve Nazım Usta görseydi eminim şöyle derdi:
İşte bu mutluluğun resmîdir.

Üst matlada götürülürken, parmaklıklı
camların ardında bir dostu gördüm. Paylaştıklarımızı,
kavgalarımızı, çocuk gibi birbirimize küsmelerimizi,
acılarımızı, sevinçlerimizi… düşündüm.
Götürülüyordum, bir daha birbirimizi görebilecek
miydik? Götürüp kapı altı dediğimiz hücreye attılar.
Peşimden eşyalarımı getirdiler. Aynı yöntemle dostlardan H. ve
C.'yi de getirdiler. Bir adli, beş el kaideciyi de getirdiler.
(…)

Sadece
hapishane değil, ringler de hücreleştirilmişti. Araçta yer
olmadığı gerekçesiyle eşyalarımızın birazı orada belirsizliğe
bırakıldı. Arka üçlü "koltuklar" eşyalara,
ön üçlüler bize tahsis edildi. Fakat yollar çok
kötüydü, eşyalar sık sık kafamıza sortiler düzenledi.
Saat onda titreyerek çalıştı araç. Hedef Karadeniz.

Ilgaz
dağının güzelliğini anlatmada kifayetsiz kalır kelimeler.
Yüksekleri karlı, çam ağaçlarıyla kaplı. Upuzun
çam ağaçları esas duruşa geçmiş, geçişimizi
selamlıyor. Ciğerlerimi patlatırcasına derin derin nefes almama rağmen,
zerre çam kokusu alamadım.

Mükemmel bir zamanlama ile Kastamonu – İnebolu
hapishanesine girdik. Girişte zemin kata alındık. Galiba
ziyaretçilerin bekletildiği yerdi. Camdan baktığımızda
gördüm o muhteşem kızıl renge bürünmüş
güneşi. Tepenin yamacına oturmuş, bizi bekliyor sanki. Aşağılarda
sis denizin üzerine oturmuş. Yolculuk öncesi veya sonrası
dinleniyor. Yarısı battı güneşin. Günlerce
düşündüm, güneşin o kızıl rengini hiçbir şeye
benzetemedim. En yakın, nara benziyordu. Düşündüm. Kimler
nerede hangi duygularla karşıladı. Görüyor güneşin
yarısını. Sanki gökten bir yıldız düşmüş de tepeye
saplanmış. Yavaş yavaş gömülüyor toprağa. Kızıl
renginden birazını bulutlara bırakıp gözden kayboldu. Dünyanın
yarısı yavaş yavaş gözkapağını kapatıyordu. Uzaklarda evlerin
ışığı gittikçe parlıyordu. Karanlık gizledikleriyle beraber,
bazı şeyleri de netleştiriyordu. Evin içindekileri
düşündüm. Bizim evde de ışık yanıyordur şu an, nasıl
bir ışıktır acaba?

Sürgün edildiğim gün telefon günüydü.
Arkadaşlar bizimkileri haberdar edecekti. Şimdi annem telaş ve endişe
içindedir. Babam sağa sola telefon etmeye başlamıştır. Buraya
geldiğimde öğreniyorum sık sık buranın arandığını.
Götürülüyorum. Ailem benden habersiz. Bende
götürüldüğüm yere dair bilgisizlik, merak.
Hapishane diyorum, her yer aynı. Amaçları aynı. En yakın yer olan
Kocaeli'ne gelmede zorlanan annem, artık onca yolu aşıp ziyaretime
gelemeyecek. Hapishanede annemle ilk ziyaretimi hatırlıyorum.
Ağlamıştı. Sonra çocukluğum. Sırtında onca yükle
dağları, tepeleri aşan anam. Artık boşken, araçlarla
aşamıyordu, ovaları bile aşamıyordu. Nasıl geçmişti o yıllar?
Boş muydu gerçekten, yüreğindeki acıların ağırlığı ne
kadardı?

Akşamki vardiya iyiydi, bize akşam yemeği verdi. Hem de porselen
tabaklarda. Kırılır diye endişe etsem de, kaşığı tabağın ortasına,
kenarına vurmadan duramıyorum. Porselen tabak sesi! Meğer ne çok
şeyi özlemişiz? Farkında değiliz ama gördükçe
özlediğimizi anlıyoruz. Öncesinde porselen tabağın sesini
özlediğimi bilmiyordum.

Yemek
sonrası, hapishanenin kuytuluklarına doğru yürüdük dar
koridorlarda. Her adımda pis bir koku çoğalıyordu. Adlilerin
kaldığı bir yere girdik. Böylesi bir giriş daha önce hiç
olmamıştı. Öncesinde girdiğim hücrelerde – koğuşlarda
dostlar, yoldaşlar, gülümseyerek sımsıkı kucaklamış, ilk
olarak banyo suyu hazırlamıştı, yiyecek bir şeyler ve çay
sonrası. Bu defa yoktu böyle bir karşılama. Adlilerin ranza, yatak ve
çarşaf dışında hiçbir şeyleri yoktu. Tuvalet, banyo
berbattı. Yıllardır adlilerle yan yanayım, çok sohbetim de
olmuştur. O akşam anladım ki, ben bu insanları hiç
tanımamışım. Oysa tanıdığımı sanıyordum. Konuşmaları, yaşamları
çok farklı, bize çok çok uzak... Bu kadar olduğunu
düşünmemiştim. Bu insanları tanımak gerekiyor. Yerlere yataklar
atıldı. Biz boş ranzalara uzandık. O koşullarda uyumak güç,
yorgunluğumuzu giderdik…

Sabah
ilk işim yine cama koşmak oldu. Tam karşımda vesikalık bir tepeyle
karşılaştım. Ormanlık, küçük bir tepe. Kuş sesleri
geliyor. Aynı kuş seslerini Kocaeli'de de duyardım, sabahları uzun
uzun öterlerdi. Öten kuşun adında anlaşamadı arkadaşlar. Biri
ardıç ağacı kuşu olduğunu, diğeri tarla kuşu olduğunu iddia
etti. Sonunda şöyle anlaştılar, aynı kuşa farklı yerlerde farklı
isimler takılmış olabilir. Biri Erzincanlı, biri de Amasyalı olduğuna
göre, bu ihtimal olabilir, mantıklıydı.

Karşı
tepenin güzelliği, kaldığım yerin çirkinliği! Yolculuk vakti
geldi. Sabahki vardiya kötüydü. Kuru ekmek dahi vermedi.
Aç aç düştük yollara. Yolları, yolculukları hep
sevmişimdir. Ama bu zorakiydi.

Sinop'a ulaştık. Güzel bir şehir. Tarihi hapishaneyi
geçerken S. Ali'yi andık. Sahilde çay bahçeleri
dolu. Aşıklar el ele, kol kola. Çocuklar dalgalar gibi. Sahilde
dalgalardan kaçar gibi, hızla gidiyor araç. Dursa, elimi
uzatsam, deniz de uzatacak kolunu, el ele olacağız. Dalgalara ses verdim
düşüncemde. Sahilde dolaştım, çıplak ayaklarıma dokunup
dokunup kaçıyor deniz. Yıldızlardan düşmüş
küçük parlak çakıl taşlarını topladım. Yıldız
toplama niyetiyle… Araç zıpladı, taşlarım da,
düşlerim de düştü. Abana adında mükemmel bir sahil
kasabasından geçtik. Bugüne kadar hapishane yolculuklarımın
dönüşü olmadı. Dönüşü olmaya yolculardık.
Bu defa daha özgür koşullarda olur mu, bilmiyorum. Olursa,
koşullar da uygun olursa, bu sahil kasabasında birkaç gün
kalmak isterim. Acemice, bildiğim birkaç ezgiyi flütle
çaldım. Balonu şişirip oynadık. Kelebeğin çiçeğe
konması gibi, kelepçeli ellerimize konuyordu kızıl
balon…

Bahar
Karadeniz'de tomurcuk hâlinde. Her taraf yemyeşil, bir
avuç çıplak toprak yok. Armut ağaçları beyaz
çiçeklere bürünmüş, bilmediğim
ağaçlarsa mor çiçeklere. Derelerde coştukları
zamanların izleri var. Papatya ve sarıçiçekler yan yana
tarlalarda. Topraktan filizlenmiş, yeryüzünün yıldızları,
güneşleri gibiler. Doğa sessiz. Oturup sırtını dayasan bir ağaca.
Tomurcukların patlayacağını duyacakmış gibi bir hisse kapılıyor
insan. Şaşırtmadı beni Karadeniz. Coğrafyası resimlerde
gördüğüm gibiydi. Fakat denizi çok dalgalı
bekliyordum. Öyle değilmiş, en azından geçtiğimiz sahilde
koca koca dalgalar görmedim. Karadeniz. M. Suphi ve y.ş.ları…
Ardılları… Düşlerimiz…

Pazar
günü saat 18.00'de yeni mekânın kapısına ulaştık.
Onca yoldan sonra ne gülen bir yüz, ne de bir bardak çay
karşıladı bizi. Bekliyor muydum? Hayır. Lakin sürpriz
yapılmasını, yapmasını severim. Yıllardır vazgeçmedikleri, o
malum karşılama. Soyun. Soyunmadık. Zorla soyup sözde aramalarını
yaptılar. Ne acı ki bir de duvara madde madde aramanın yöntemini
yazıp asmışlar. Hem soyundurularak arama yapılır deniyor, hem de son
madde olarak insan onuruna aykırı arama yapılmaz deniyor. Dayatılan
soyunma aramanın bir parçası değil. Çünkü elle ve
dedektörle arama yapılıyor, x-ray kapısından geçiyoruz. Bir
de yüksek güvenlikli bir hapishaneden çıkarılıp
getirildiğimiz düşünülürse. Zaten bu yüksek
güvenlikli hapishane tartışılır. Bir mektup, dergi,
çiçek, balon…vb. Kurum güvenliğini tehlikeye
düşürür iddiasıyla bize verilmiyorsa, o kadar da yüksek
güvenlikli değil. Ya da yüksek güvenlikli deyiminin altında
başka şeyler aramak gerekiyor. İnsanî olan her şey tehlikeye
düşer, diyebilir miyiz?

İşlemler bitirilip üçümüz sekiz kişilik
hücreye konulduk. Hücre sayılarını dikkate almayınız,
açıklayacağım. Pazartesi üçümüz de
sürgün sevki protesto etmek için açlık grevine
başladık. (yedi gün yaptık). Akşam bir müdür ve psikolog
olduğunu düşündüğümüz bir bayan geldi.
Üçümüz de müdürü Kocaeli'nden
tanıyorduk. Fakat nedense müdür kendini gizleme ihtiyacı duyup
gizledi. 'Benzetiyorsunuz, beni hep birine benzetirler,' dedi.
Ömrümde, 'beni hep birine benzetirler' gibi bir
cümle duymadım. Oysa daha kapıdan içeri adım atar atmaz
Kocaeli'nden tanıdık personelle de karşılaşmıştık. Onlar
kendilerini gizlemediler. İki gün sonra on altı kişilik yere verdiler
üçümüzü.

Şu an
üçümüz kalıyoruz sadece. Buralar F tipinden çok
dar. Bir önceki sekiz kişilik yerin havalandırması, kare şeklinde
beş metreye beş metre dahi gelmiyor. Buranın havalandırması ise beş
metre eninde, altı metre yetmiş üç santim boyunda. Yatma yeri
olan üst kat ranza ve dolap dolu. İki katlı olan ranzalar arası kırk
santim. Yan dönülse de, ki dönülmek zorunda,
sürtünmeden ilerlemek imkânsız. Aslında sekiz kişilik olan
yer dört kişilik. On altı kişilik olan yer de on kişilik
planlanmış. Fakat hapishaneler dolunca devlet
"çözümü" ranza eklemede bulmuş. Kapasitesi
binin üzerinde, şu an iki yüzün üzerinde insan var.
Bayanlar da kalıyormuş. Müdür, Burdur operasyonundan tanıdık
bir isim. Bizim dışımızda birkaç ay önce Adana'dan
sürgün getirilen Hevaller var, altı-yedi kişi kalıyorlar. Bize
yakınlar, aramızda adlilerin kaldığı bir hücre var.

Eşyalarımızın hemen hepsini aldık, fakat on iki gündür
kitaplarımızdan bir tane dahi verilmedi. Hâlâ incelemedeymiş.
Ders kitaplarımız, T.D.K.'nın çıkardığı
sözlükler, imla kılavuzu kitaplarımız dahi verilmiş değil,
defalarca sözlü-yazılı istememize rağmen, görevliyi
çağırmamıza rağmen, gelen olmadığı gibi, kitaplarımız da
verilmiş değil. Günlük gazetelerin bazıları alınmıyor,
alınmayanların başını Günlük gazetesi çekiyor. Hafta
başı müdürlükle görüşme talebinde bulundum
dilekçeyle. Salı günü görüştürülmek
için hücreden çıkartıldım, fakat yirmi adım
gidebildim. Montumun fermuarını kapatıp saygı göstermem, saygılı
olmam dayatıldı. Kabul etmediğim için hücreye geri getirildim
ve hakkımda tutanak tutulacağını söyledi personel. Hâlâ
müdürlükle görüşebilmiş değilim. İnsanın
kendisine zorla saygı gösterilmesini dayatması ne acı…

Bu
sürgün-sevkler genel bir uygulama. Birçok arkadaşımız
sürgün edildi. Duyduğumuza göre Marmara bölgesi tutuklu
hapishanesi olacakmış. Anlaşılan devlet bahara hazırlık yapıyor.
Bununla beraber, F tipi de amacına ulaşamadı, ulaşamayacak da. Ayrıca
basına da yansıyan platformu dağıtmayı amaçlıyor, diye
düşünüyorum.

Dostlar, bilmelisiniz ki moral ve coşkumuz yerindedir. Nerede olursa
olsun bizler için hapishanelerin amacı bellidir. Sadece bizim
üzerimizden ailelerimiz cezalandırılıyor. Uzak yerlere
sürüldüğümüz için ailemiz ziyarette zorluk
çekecekler… Kısaca buralar, ben, biz böyle
diyelim…"

 

ERCAN
BİNAY

T-TİPİ
HAPİSHANE

A-5

BAFRA -
SAMSUN

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder