AKP'nin "Şeytan
Üçgeni" / Sibel Özbudun
“Eskiyecek her
şeye
size="2">‘yeni’ derler.”[1]
size="3">AKP iktidarının kimi Anayasa maddelerini değiştirmek üzere
gündeme getirdiği Referandumu, bir milat kabul etme eğilimindeyiz,
nedense…
size="3">Bilindiği üzere değişiklik paketinin ana
gövdesini Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bileşimi ve yetkileri
oluşturmaktaydı; iktidar partisi, 12 Eylül Referandumu’yla
onaylanan Anayasa değişikliğiyle birlikte, bu kurumlar üzerindeki
denetimi pekiştirerek, belki de “laik” Cumhuriyet rejiminin
“son kale”sine, hukuk sistemine de nüfuz etmenin yolunu
açtı.
size="3">“Laik güçler”, bu değişikliğin
“Hukuk Devleti”ne doğrudan bir saldırı, bir
“suikast”, AKP’nin “gizli ajanda”sını
yürürlüğe sokmasında ileri bir adım olduğunu öne
süredursunlar - ola ki öyledir.
size="3">Ancak bu ülkenin ezilenleri, madunları ve onların yanında
yer alanlar, Kürtler, emekçiler, kadınlar, sosyalistler,
devrimciler açısından 12 Eylül Referandumuyla devreye sokulan
Anayasa değişikliğinin anlamı, ancak yakın bir zaman öncesine
tarihlenen bir başka yasa değişikliğiyle birlikte ele alındığında
gerçek boyutlarıyla ortaya çıkıyor.
size="3">2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda 2
Haziran 2007 tarihinde yapılan değişikliklerden söz ediyorum.
Özellikle de polisin zor ve silah kullanma yetkisini arttıran ve
“zor
kullanma yetkisi kapsamında direnmeyi etkisiz kılmak amacıyla
kullanacağı araç ve gereç ile kullanacağı zorun
derecesini(…) takdir ve tayin” yetkisini bizzat kolluk
gücüne bırakan maddeden. size="3"> Bu değişikliğin ardından bu ülkede devletin kolluk
güçleri tarafından gerçekleştirilen hak
ihlâllerinin zirve yaptığı ve/fakat kovuşturulan, cezalandırılan
polis sayısının ise neredeyse sıfırlandığı biliniyor. Yasa
değişikliğinin, yakın bir tarih öncesine dek her vesilede
“Kahrolsun İnsan Hakları!” sloganıyla gövde
gösterilerine kalkışan kolluk kuvvetlerinin, deyim yerindeyse
“yüreğini soğuttuğu”, onlara kanunun lafzının
ötesinde bir güç/iktidar alanı açtığı da
öyle.
12
Eylül 2010 Referandumu’yla birlikte yeniden yapılandırılan
yargı sistemi, “AKP’nin yargıçları”
kavramını elle tutulur bir olasılık hâline getirdi. Adalet
Bakanı’nın HSYK üzerinde artan yetkisi sayesinde müdahale
ettiği (ve sicil amirliğini elinde tuttuğu) yargıçlar ile
“AKP’nin polisleri” arasında, böylelikle
“verimli” bir işbirliği alanı biçimlenmiş
oldu.
size="3">Elbette, AKP’nin iktidara gelişinden çok
önceleri de, bu ülkenin emniyet ve adalet örgütleri,
“Devletin bekası, rejime yönelik tehdit(ler)” vb.
söz konusu olduğunda mükemmel bir uyum sergilemekteydiler. Emniyet
tutanaklarının -imla ve ifade bozukluklarıyla birlikte- olduğu gibi
savcılık iddianamesine hatta hükümlere geçirilegeldiğini,
bu ülkede “terör”e ilişkin herhangi bir
suçlamayla (üyelik, propaganda, övme, yardım-yataklık,
vb…) yargı önüne çıkmış herkes
“bittecrübe” bilir.
size="3">Ancak PVSK’daki değişiklikler ile 12 Eylül
referandumu sonucu yargı sisteminde gerçekleşen
değişiklikler, “Devletin bekası ve rejim”e yönelen
tehditlerin ne olduğunu tayin yetkisini tek ve tikel bir partinin,
AKP’nin eline verdi. Bir başka deyişle “rejime yönelen
tehdit(ler)” algısını biçimlendirme erki, AKP’nin (ve
gerisindeki cemaatlerin, özellikle de Fethullahçıların) eline
geçmiş oldu. [AKP ile Cemaat(ler) arasındaki olası çatlak ve
yarılmalar, bu yazının konusu değil…] Bu durum, -kimileri
“demokratikleşme”, “ileri demokrasiye
geçiş”, “vesayetçi sistemin
çökertilmesi” olarak alkışlarla karşılansa da- AKP ve
cemaatlerin rövanşist reflekslerini “devlet politikası”
olarak hayata geçirme yolunun açılmasından başka bir anlam
ifade etmemektedir.
size="3">Nitekim, bu mantık, örneğin “açılım
söylenceleri” kapsamında Kandil ve Mahmur’dan gelenleri
sınır kapılarına gönderdiği “seyyar savcılar”la
karşılayarak ifadelerini alıp serbest bırakacak, ardından,
“açılım” duvara toslayınca -durumlarında hiçbir
değişiklik olmamasına karşın- “intikamını” topunu
tutuklatarak alacaktır. Ya da “kafası bozulduğunda”, BDP
yöneticilerini, bileklerinde plastik kelepçeler,
“terör örgütünün şehir yapılanması”
suçlamasıyla Diyarbakır Adliyesi önünde sıraya
dizecektir.
Ya
da Fethullahçılara yakınlığıyla bilinen bir polis
müdürü, Hanefi Avcı’nın, sonradan şu ya da bu nedenle
cemaatle ters düşmesi üzerine, Sosyalist Demokrasi Partisi
Başkanı Rıdvan Turan ve diğer yöneticiler, Oğuzhan Kayserilioğlu
ve Toplumsal Özgürlük Platformu mensupları ile birlikte
(“yandaş medya”da sık sık Ergenekon ile ilişkili olduğu
açık ve örtük biçimde ima edilen) “Devrimci
Karargâh” örgütü operasyonu kapsamında
tutuklanıp Silivri cezaevine sevk edilmesi yine bu türden bir
“rövanş” operasyonudur… Bu arada aynı
örgüt ile ilişkili olarak daha önce tutuklananlar nedense
başka cezaevlerinde tutulduğunu da kaydedelim! Bitmedi, Sosyalist Parti
yöneticilerinden Mahir Sayın’ın uyduruk telefon dinlemelerine
dayanarak- Devrimci Karargâh liderlerinden ilan edilmesi de
cabası…
size="3">Evet, AKP iktidarı, özellikle de onun PVSK ve HSYK
operasyonlarıyla birlikte bu ülkenin ezilenleri ve onların
savunucularının önünde “yandaş polis”,
“yandaş medya” ve “yandaş yargı”dan oluşan yeni
bir “Bermuda Şeytan Üçgeni”
açılmıştır.
size="3"> Bu “Kara Delik”te kaybolmamak, ancak yan yana
durabilme ve yan yana direnebilme yetimizle mümkün
olabilecektir.
1
Ocak 2011 13:40:15, Ankara.
size="3">N O T L A R
size="2">[*] Sosyalist Demokrasi, No:103, 4 Şubat
2011…
size="2">[1] Özdemir Asaf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder