Sivil Toplum? Sivil
Toplumculuk? Sivil Toplum
Örgütleri?
Günümüzün gözde kavramı
"sivil toplum", doksanlı yıllarla birlikte yaygın olarak
kullanılmaya başlansa da aslında tarihsel olarak yeni bir kavram
değildir. Aristoteles, Locke, Rousseau gibi düşünürlerin
yazılarında rastlanan bu kavram, döneme ve yazarın felsefesine
göre anlam değişikliği gösterir.
Kapitalist sistemin topluma yerleşmekte olduğu dönemin
düşünürü olan Hegel, sivil toplumu burjuva toplumu
olarak, ekonomi alanında rekabete girmek için aile birliğini
terkeden (feodal bağlardan kopan anlamında da yorumlayabiliriz) bireylerin
dünyası olarak tanımlar. Sivil toplum, kendi kendini yok etme
potansiyeli taşıyan, kişisel çıkarların,
parçalanmışlığın alanıdır Hegel'e göre. Kapitalist
sistemin içindeki sınıfsal çelişkiyi gören Hegel, Locke
ve Rousseau'nun "sivil toplumun içinde, genel toplumsal
iyiliğe yol açacak bir ussallık doğuştan vardır"
görüşüne katılmaz, ona göre evrensel çıkarı
korumak ve sürdürmek yalnızca devlet aracılığıyla
yapılabilir.
Sivil toplum terimine Marks'ın Alman idealizmini eleştirdiği ilk
dönem yazılarında rastlanır. Marks da bu kavramı burjuva toplumu
anlamında kullanır ve tarihsel olarak şöyle açıklar:
Ortaçağ'da bireyler, loncalar ya da malikaneler gibi, hem
ekonomik işleyişi sağlayan hem de toplumda politik rolleri olan
cemaatlerin bir parçasıydı; ayrıca bir sivil dünya yoktu.
Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla bu
cemaatler parçalandı; toplumda politik bir konumu olmayan, yani
"sivil" kişilerin ekonomiye yön verdiği (başka bir
deyişle sömürünün sivilleştiği), bireyin aşırı
önem kazandığı, eski imtiyaz bağlarının yerini bireyin bencil
gereksinimlerinin aldığı, herkesin herkesle rekabetinin alanı olan bir
toplum ortaya çıktı. Marks'a göre sivil toplum işte
buydu. Bu toplumun bölünmüş, çatışmaya dayalı
doğası, modern devlet yapısını zorunlu kıldı. Hegel'e karşıt
olarak Marks için, modern devletin evrensel çıkarları temsil
ettiği görüşü bir idealizmdir çünkü modern
devletin ahlaki yurttaşı (yani yalnızca kendi çıkarlarını
düşünmeyen yurttaşı) ile kapitalist dünyanın bencil
insanı birbirine taban tabana zıttır. Sivil toplumun yani burjuva
toplumunun getirdiği bu çatışmanın aşılması, hem sivil toplumun
hem de onun ürünü olan politik toplumun ortadan
kaldırılmasıyla, yani hem toplumsal hem politik bir devrimle olasıdır.
Sivil toplum kavramının üstünde duran bir
düşünür de Gramsci olmuştur. Terimi yine devlet dışı
alana gönderme yaparak kullanan Gramsci, Marks'dan farklı olarak,
sivil toplumu, herkesin kişisel çıkarının peşine
düştüğü bir alan olarak değil, bir özgürlük
alanı, kendini düzenleme gizilgücü taşıyan
örgütlenmelerin alanı olarak tanımlamıştır.
İtalya'da işçi ayaklanmalarının şiddetle
bastırıldığı, bu yenilgi ortamında faşizmin geliştiği bir sırada,
hapishanede yazdığı Hapishane Defterleri'nde sivil toplumu şu
biçimde ele alır: "Aile, din, okul, siyasi partiler, basın,
radyo bir bütün olarak ideoloji ve onu üreten aygıtlardır
sivil toplum. Toplumda egemen olan sınıf, hegemonyasını bu mekanizmalar
aracılığıyla kurar. Devlet ise, egemenliğin zor aygıtlarını (ordu,
hapishaneler, polis, yargı ) elinde bulundurur. İktidarı almak
için, devletin zor aygıtlarını tümden felce uğratmak yetmez,
egemen sınıfın bu alanlarda, yani sivil toplumda, hegemonyasına son
verilmelidir". Dolayısıyla Gramsci için sivil toplum bir
toplumsal örgütlenme tarzıdır. Batı'da devletle toplum
arasında uyumlu bir ilişki olduğundan ve devlet sarsıldığı zaman sivil
toplumun dayanıklı yapısı bunu hemen açığa
çıkardığından, Avrupa'da Rusya'daki gibi bir
"manevra savaşı" değil, bir "mevzi savaşı"
yürütülmeliydi Gramsci'ye göre, yani işçi
sınıfı sivil toplum alanında hegemonyasını kurmak için uzun
günlük mücadeleler sürecinden geçmeliydi, devrim
iktidarın yavaş yavaş ele geçirilmesiyle gerçekleşecekti.
Bu yaklaşımın sorunlarını tartışmak bu yazının kapsamında
değildir, ama şunu söylemeliyiz, bugün bu düşünceler,
Gramsci'nin siyasal inancının tam aksine, liberalizmin sosyolojik
karşılığı olarak kurgulanan, reformist solun da medet umduğu sivil
toplumcu yaklaşıma esin vermiştir.
Günümüzde Sivil Toplum Tanımları
Yukarıdaki düşünürlerin sözlerinde de göreceğimiz
gibi, sivil toplum tartışması, doğal olarak devlet tartışmasıyla
birlikte yürümüştür. Bu durumu günümüz
toplumbilimcilerinin ya da sivil toplum savunucularının kavrama ilişkin
tanımlarında da görmek olasıdır. Bunlara birkaç örnek
verelim. Özellikle dış politika ve demokrasi konularında yazılar
yazan, NED (The National Endowment for Democracy) kuruluşunun dergisinde
yardımcı editör olan Larry Diamond'a göre sivil toplum
"örgütlü sosyal hayatın, özgür iradeden
oluşan, büyük ölçüde kendi kendine yeten,
devletten özerk olan ve bir yasaya dayalı düzene ya da genel
geçerli kurallar bütünlüğüne bağlı olan
alanı"dır. Bir toplumbilimci olan Ernest Gellner'e
göre sivil toplum, birey ile devlet arasındaki boşluğu dolduran
tüm ara kurumlardan (sendika, siyasi parti, dernek, dinsel
örgütlenmeler vs.) oluşur ve böyle bir toplumun olabilmesi
için ilk koşul, ekonomi ve siyasal erk yapılarının birbirinden
ayrılmasıdır . Gordon White için sivil toplum "devlet ile
aile arasında, devletten ayrı, devletle ilişkide özerkliğe sahip
olan ve toplumun üyeleri tarafından kendi çıkarlarını ya da
değerlerini korumak ya da yaymak için gönüllü olarak
kurulan örgütlenmelerin oluşturduğu bir birliktelik
alanı"dır . John Keane'e göre ise "En soyut
anlamıyla sivil toplum, üyeleri öncelikle devlet dışı
faaliyetlerde uğraşan –ekonomik ve kültürel üretim, ev
yaşamı ve gönüllü birlikler- ve bu faaliyetler dolayımıyla
devlet kurumları üzerinde her çeşit baskı ve denetimi
uygulayarak kendi kimliklerini koruyan ve dönüştüren
kurumların oluşturduğu bir bütün olarak kavranabilir."
Ülkemizde sivil toplum anlayışının gelişmesine özel bir
önem veren, kendisini de "gönüllü bir sivil toplum
örgütü" olarak tanımlayan TÜSİAD'ın (Bkz.
TÜSİAD başkanı Yalçındağ'ın Ege Bölgesi Sanayi
Odası'nda yaptığı konuşma ), "çağdaş
Türkiye'nin gençlerine uygun tarih ve felsefe kitapları
için düşünce alıştırması yapmak" amacıyla
yayımladığı Felsefe 2002 kitabında bu kavramı nasıl
tanımladığını görelim: "Sivil toplum, az ya da çok
kendiliğinden ortaya çıkan, bir grup insanın ortak bir amaç
ya da çıkar temelinde bir araya geldiği, kapsama alanının
üyeleriyle sınırlı olduğu kuruluş ve hareketleri kapsar. Birey
merkezli bir toplum kavrayışının ürünü olduğundan, esas
olarak bireyi, dolayısıyla toplumu devlete karşı güçlü
kılmak ve devletin gücünü ve işlevini sınırlandırmak
amacıyla ortaya konulmuş bir terimdir... Demokratikleşme talebinin simgesi
olarak sivil toplum anlayışı, otoriter ve baskıcı rejimler altında
kendisini ancak politika dışı alanlarda var edebilen muhalif hareketlerin,
sivil toplum kavramına başvurarak demokratikleşme mücadelelerini bir
yurttaş girişimi olarak tesis etmeye çalışmalarının yarattığı
bu yeni sivil toplum anlayışı, toplumun politik alanı (devlet
kastediliyor) dönüştürme ya da değiştirme mücadelesi
anlamını taşımaya başlamıştır."
Sivil toplum-devlet ayrımındaki sorunlara geçmeden önce,
TÜSİAD'ın tanımındaki "sivil toplumun birey merkezli bir
toplum kavrayışının ürünü olduğu" sözlerine
dikkat çekiyoruz. Sivil toplumculuğun gelişmesiyle bireyciliğin
öne çıkışı arasındaki bağlantıyı ortaya koyan bu
söz, sivil toplum kavramının, sosyalizmin öldüğü, tek
mümkün toplum yapısının kapitalist toplum olduğu
görüşünün beyinlere adeta kazılmaya
çalışıldığı doksanlı yıllarla birlikte öne
çıkışını da açıklamaktadır.
Sivil Toplum ve Devlet
Yukarıdaki tanımlarda da görüleceği gibi, sivil toplum ile
devlet arasında kesin bir ayrım yapılmakta ve sivil topluma devlet
üstünde bir baskı grubu olma işlevi yüklenmektedir. Sivil
toplum, bir toplumu oluşturan tüm kesimlerin birleşerek devleti
denetleyeceği bir yapı olarak tarif edilmektedir. Yani işveren Rahmi
Koç, işçi Recep, memur Ayşe, bakkal Hasan, mühendis
Aysel... hepsi bir olup "ceberrut" devleti dizginlemek ve
dönüştürmek için mücadele edeceklerdir.
Açıktır ki bu tanım, içinde pek çok sorun
barındırmakta, insanın aklına peşpeşe sorular üşüşmektedir.
Daha anlaşılır olması açısından bu sorunlu noktaları maddeler
halinde sıralayalım:
İlk göze çarpan nokta, bu sivil toplum
tanımının, sınıfsız bir toplum algısına dayandığıdır.
Çatışmayı devlet ve toplum arasına koymakla, toplum homojen bir
bütün sayılmakta, sınıflar gerçeği reddedilmektedir.
Tüm yurttaşların birlikte mücadele etmesi yaklaşımı,
kapsayıcı bir mücadele yaklaşımı olduğu yanılsaması
yaratmaktadır. Oysa bu doğru değildir; sınıflı toplumlarda, tanımı
dolayısıyla, sınıflar arası çelişkiler ve çıkar
çatışmaları vardır. Toplumun bir kesimi için iyi olan şey,
bir başka kesim için kötüdür. Dolayısıyla ortak
mücadele konuları azdır. Örneğin işçi maliyetlerini
düşüren bir sosyal sigorta yasası kapitalistler için
iyiyken, prim gün oranı ve emeklilik yaşı yükselen
işçiler için kötüdür. Bu yasayı
çıkaran da devlettir. Şimdi bu noktada sivil toplum, devletin
çıkardığı bu yasa karşısında nasıl ortak bir mücadele
geliştirecektir? Buna benzer birçok örnek sıralanabilir.
Görüldüğü gibi, örgütlülüğü ve
mücadeleyi topluma yayarak genişlettiği ileri sürülen sivil
toplumculuk, aslında mücadelenin ve siyasetin konularını daraltma
işlevi taşımaktadır.
İkinci olarak, sivil toplumun böyle tanımlanması, devletin ne
olduğu konusunda da bilinçleri bulandırmaktadır. Devlet sanki
toplumun ve sınıflarının üstünde bir yapı olarak
gösterilmektedir, oysa bu da doğru değildir, sınıflı toplumlarda
devlet bir sınıfın devletidir, egemen olan sınıfın
(günümüzde kapitalistlerin) çıkarına olan
faaliyetlerde bulunan, yasaları çıkaran, çıkarına olmayan
her çeşit girişime ise gerek hukuk yoluyla gerektiğinde de
hukukdışı yollarla engel olan bir yapıdır (hukuk da aslında devletle
aynı amaca hizmet etmektedir çünkü). Ayrıca toplumu tek
parça olarak gösteren sivil toplumcu yaklaşım, devleti de tek
parça olarak algılar. Devletin içinde de çıkarları
çatışan, çelişkileri olan kesimler vardır. Oysa sivil
toplumculuğun her tür çelişkiyi devletle toplum arasındaki tek
bir ana çelişkiye indirgediği ikili, sığ dünyasında bunlara
da yer verilmez. Karşımıza öncesiz ve sonrasız, yani hep böyle
olan ve olacak, başımıza nasılsa devlet olmuş, eli maşalı ve bu
maşayı sözde toplumun her kesimine birden sallayan, karikatür bir
yapı çıkar.
Sivil toplumcu yaklaşım, sınıf mücadelesini yok saydığından,
sorunların kökeninde mevcut ekonomik sistemin, üretim ve
mülkiyet ilişkilerinin olduğunu da düşünmez. Sistemin
niteliğinde bir sıkıntı yoktur, tek sorunumuz devletin, elbette başta
piyasalar olmak üzere, toplum yaşamına müdahale etmesidir.
Dolayısıyla sistemin kendisinden değil, yalnızca işleyişinden
kaynaklanan kimi sorunlar varsa da bunlar, demokrasinin tek güvencesi
sivil toplum örgütlerinin uzlaşmacı desteğiyle
çözülecektir. Uzun sözün kısası maç
bitmiştir, liberal kapitalist sistemden başka bir sistem olası değildir,
bu sistemi değiştirmek için girişilecek her mücadele boşuna,
komik ve marjinaldir. Sistemi değiştirmek gibi bir sorunu olmayan sivil
toplumculuk anlayışının kurduğu örgütlerin
hiçbirisinde, sömürüye karşı bir mücadele
yapılmamasının nedeni de böylece anlaşılır.
Sivil toplumculuk, demokrasi için sürekli baskı altında
tutulması, sınırlanması gereken "devlet" derken, devlet
olgusunu, dolayısıyla tüm devletleri kasteder. Sivil toplum
örgütlerinin yayınlarında iktidar-erk karşıtı yazılara
sıkça rastlanır. Bu postmodern yaklaşımda iktidarın her
türü kötüdür. Sivil toplumculuğun amaçları
arasında, toplumda, toplumun örgütlenip kendisine karşı baskı
oluşturmasını gerektiren sorunları yaratmış olan devletin yıkılıp,
onun yerine şöyle şöyle nitelikleri, yapısı, işleyişi olan
bir devlet kurmak yoktur. Devlet, ister sosyalist olsun ister kapitalist, her
zaman ceberruttur. Bu yaklaşımın tek amacı toplumsal mücadeleden
iktidar hedefini kazımaktır, sistemden hoşnut olmayanları protestoyla
sınırlamaktır. "Tarihin sonu" ve benzeri tezlerle kapitalizmin
tüm emekçilere, ezilenlere aşılamak istediği
düşünce tam da budur.
Sivil Toplum ve Sermaye
Sivil toplum ile sermaye arasındaki bağı incelemeye,
yukarıda sivil toplum tanımını verdiğimiz kuramcı Gordon
White'ın şu sözleriyle başlayalım: "… Bir başka
ifadeyle, "pazar" ve "demokrasi" ile birlikte
"sivil toplum" 1980'li yıllarda ortaya çıkan ve
1990'larda devam eden hastalıklara deva olan ilacın sihirli
üçlüsünden biri sayılmakta.
Ekonomik alanda "pazar"ın , siyasi alanda
"demokrasi"nin sosyolojik bir karşılığı olarak
görülmektedir." Kapitalizmle sivil toplumculuk arasındaki
bağ işte bu kadar açıktır: Ekonomide pazar neyse, toplumsal alanda
sivil toplum odur. Bir açıklama da TÜSİAD'ın Felsefe
2002 kitabından gelsin: "Sivil toplum özel alanda tesis edilen
bir yapıdır ve politik olmayan bir niteliğe sahiptir. Birey merkezli bir
toplum kavrayışının ürünü olarak sivil toplum terimi
liberal politik ve toplumsal kuramın merkezi bir kavramıdır".
Öncelikle Felsefe 2002'yi hazırlayan, yayın sorumlusu Prof.
Tülin Bumin ve ekibindeki "uzmanlara" basit bir soru sormak
gerekir: Liberal kuramın merkezi kavramı olan bir kavram, nasıl olur
da politik niteliğe sahip olmaz? Liberalizm bir politik öğreti,
politik öğretilerden biri değil midir? Ama yukarıda anlattık ya,
liberalizmden başka politik-ekonomik sistem sivil toplumculara göre
artık mümkün olmadığından liberalizm de bir "doğal
durum" olmuştur, bu nedenle politik sayılmaz. Liberal sistemin
herhangi bir sistem olduğunu, başka sistemlerin de tartışılıp
uygulanabileceğini gizlemek için bilinçli olarak bu dil
benimsenmektedir.
Başta TÜSİAD olmak üzere sermaye sınıfının sivil
toplumculuğu neden bu kadar benimsediği ve önemsediğine ilişkin bir
ipucunu, 2004 yılında İçişleri Bakanlığı, Soros'un
Açık Toplum Enstitüsü, Tarih Vakfı ve dört Alman
vakfının düzenlediği "Türk Sivil Toplum Kuruluşları ve
AB Reform Süreci" konulu uluslararası konferansta, İshak
Alaton'un konuşmasında yakalıyoruz: Sivil toplum örgütleri
bireye devleti yönlendirme gücü vermenin yanısıra devletin
üstünde bir yük olan sosyal sorunları da
çözümleme işlevi görecektir demiş İshak Alaton .
Yani sivil toplum örgütleri devleti sosyal
yükümlülüklerden kurtaracaklar, kapitalistler de sosyal
harcamalar için devlete vergi vermekten kurtulacak, üstelik
bütçeden daha fazla teşvik alabilecekler. Üstelik sivil
toplum örgütlerinin üyeleri zam da istemeyecek, hak diye de
tutturmayacak, grev de yapmayacaklar. Bunları alt alta koyduğumuzda şu
gerçek ortaya çıkar: Aslında kapitalist sınıf için
sivil toplum anlayışının demokratikleşmeyle filan ilgisi yoktur, onları
ilgilendiren devletin ekonomideki ağırlığının en aza indirilmesi,
devletin yükümlülüğünde olan hizmet alanlarının
da piyasalaşmasıdır. Sivil toplumculuğu demokratikleşmeyle
bağdaştıranlar liberal aydınlar ve reformist sol olmuş, yaratılan
bu algı doğal olarak kapitalistlerin de işine gelmiştir.
Sivil Toplum ve Örgütlülük
Sivil toplumculuğun, insanların sivil toplum
örgütleri adı verilen kuruluşlarda bir araya gelmesini, tüm
toplumun yurttaş girişimleri oluşturmak üzere
örgütlenmesini savunduğu halde, apolitikleşme ve
örgütsüzleşme ortamında yeşeren bir yaklaşım olması ve
örgütsüzleşmeye hizmet etmesi ilk anda anlaşılması
güç bir çelişki gibi durmaktadır. Kamuoyunda sesi en
çok duyulan sivil toplum kuruluşlarının yönetimlerine
baktığımızda (örneğin TESEV, başkan Can Paker – Sabancı
Holding yönetim kurulu üyesi, İshak Alaton – Alarko Holding
yönetim kurulu başkanı, Mete Sayıcı – Megavizyon perakende
zincirinin yönetim kurulu başkanı; AÇIK TOPLUM
ENSTİTÜSÜ Danışma Kurulu, başkan yine Can Paker, Ümit
Boyner, Eyüp Can – Doğan Grubu'na ait ekonomi gazetesi
Referans'ın genel yayın yönetmeni, eski dönemlerin
danışma kurullarında: Akademisyen Ahmet İnsel, Eser Karakaş, Bilgi
Üniversitesi kurucusu ve mütevelli heyeti başkanı Oğuz
Özerden, listeyi uzatmaya gerek yok sanırız) bu çelişkiyi
kısmen açıklayacak bir tabloyla karşılaşıyoruz: Kimi
akademisyenler ve gazeteciler, kimi kuruluşların yöneticileri ve
patronlar bir araya gelmişler, toplum ve kamuoyu adını almışlar, durum
budur.
Sivil toplum örgütlerinin çoğunlukla bir kitlesi yoktur.
Mücadele amaçları olmadığı için kitleselleşme gibi
bir dertleri de yoktur. Sıkı bir örgüt yapıları da yoktur. Ama
bol paraları vardır. Devlet kurumlarıyla şirket evliliklerine benzeyen
ortaklıklar oluşturup gelir getirici faaliyetlere de girerler.
Çeşitli uluslararası kuruluşlardan aldıkları fonları ve
kredileri vardır. Bu maddi kaynağı örgütlü bir toplum
yaratmak ya da toplumun dertlerine bir çare üretmek için
kullandıkları pek söylenemez, ama Ukrayna'da,
Gürcistan'da olduğu gibi ülke yönetimlerini devirmek,
neoliberalizmin gereklerini yerine getirecek yeni yönetimler oluşturmak
için kullandıkları olur.
Sivil Toplum ve Mücadele
Sivil toplum kuruluşları devlet üzerinde baskı oluşturma
işlevlerine uygun eylemler yaparlar: Raporlar yazar, sempozyumlar
düzenler, basın açıklamaları yaparlar, temsili eylemler
düzenledikleri de olur.
Yok ve tanımı itibariyle de olması olanaksız ama biz SSGSS'nin
yasalaşmasına karşı olan bir sivil toplum kuruluşu hayal edelim. Bu
kuruluş yukarıda sayılan eylemleri yaparak devlet üstünde baskı
oluşturmaya çalışsın ama devletimiz kaya gibi, baskılara bana
mısın demiyor. Ne yapılacak? Başka bir mücadele biçimine,
"hak verilmez alınır" ilkesine dayanan bir mücadele
biçimine geçmek gerekmez mi? Bunun için bir
örgütlenme çabası, bir kitlesellik gerekmez mi?
İşte toplumda böyle bir hak alma mücadele yürütmesi
gereken kimi sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, asıl
işlevlerini unuttukları, "sivil toplum kuruluşulaştıkları"
eleştirisi tam da bu noktalarda yöneltilmektedir. Bu eleştirilerden
meslek örgütümüz TMMOB de payını almaktadır.
TMMOB İçin
TMMOB, temel ilkelerinde de yazıldığı üzere,
kendini mesleki demokratik kitle örgütü olarak
tanımlamaktadır. Demokratik kitle örgütlerinin başlıca iki
işlevi vardır: Üyelerinin ekonomik-demokratik talepleri için
mücadele etmek ve toplumsal muhalefetin yükseltilmesi için
çaba göstermek. Bu işlevlerini yerine getirebilmesi için
bir demokratik kitle örgütünün, sivil toplum
örgütlerinden farklı olarak, kitleselleşmeyi esas alması,
kararların demokratik mekanizmalarla alındığı fakat işleyişin merkezi
olduğu bir örgüt yapısı kurması, kamuoyunu uyarmakla
yetinmeyen, sonuç alıcı bir mücadele anlayışı benimsemesi,
politikalarını oluştururken sorunların kaynağındaki sistemi
gözardı etmemesi gerekir.
TMMOB'nin son yıllarda,
• gönüllülük esasından çok
profesyonel bir çalışma anlayışı benimsemesi
• üyeleriyle, gelir getirici bir iş olarak
yapılan meslek içi eğitimlere katma üzerinden şekillenen
gevşek bir bağdan ötesini kurma yönünde gözle
görülür bir çaba göstermemesi
• kimi konularda demokratik eleştiri kanallarını
tıkaması
• kararlı bir hak alma mücadelesi yerine
etkinlik ve basın açıklamaları yapmakla sınırlı "akıllı
uslu" bir muhalefet anlayışı benimsemesi
• söylemde kapitalist-emperyalist sisteme karşı
olmayı sürdürürken kapitalist sistemin en
örgütlü kurumlarından biri olan Avrupa Birliği karşısında
IMF ve Dünya Bankası karşısında aldığı net tavrı
takınmaması
• üyelerinin yaşam koşullarını iyileştirmek
için çaba göstermesi gerekirken İMO Yetkin
Mühendislik Yönetmeliği'nde olduğu gibi bir zorunlu staj
dayatmasıyla üyesinin emeğinin değerini düşüren, bu
anlamda sermayenin işine gelen bir uygulamayı hayata geçirmeye
çalışması
• kapitalizmin GATS anlaşması kapsamında meslek
alanlarını düzenleme adı altındaki saldırılarına karşı
üyesini bilinçlendirmesi gerekirken Yetkili Mühendislik yasa
tasarısı gibi bir tasarıyı hazırlayarak "biz meslek
alanlarımızı düzenlemeye çalışıyoruz" savunusunun
ardında aynı çabaya ortak olması
• kimi odaların yönetimler düzeyinde
kişisel çıkar peşine düşmesi, bunu yaparken oda
olanaklarını kullanması ve Birlik'in bu tür çıkar
çevrelerini tasfiye edecek etkili bir denetim uygulamaması
TMMOB'nin demokratik kitle örgütü kimliğinden
uzaklaşarak, sistemin kurumu olan sivil toplum örgütlerine
benzemeye başladığı eleştirilerinin zeminini oluşturmuştur.
/>
Kaynakça
- Marksist Düşünce Sözlüğü, Tom
B. Bottomore, çev. Mete Tunçay, İletişim Yay., İstanbul,
2005
- Alman İdeolojisi, K. Marx F. Engels, çev. Sevim
Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2004
- Marx ve Anarşistler, Paul Thomas, çev. Devrim
Evci, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2000
- Özgürlük ve
Örgütlülük, Haluk Yurtsever, Yordam Kitap, İstanbul
2007
- Hapishane Defterleri, Antonio Gramsci, çev. Adnan
Cemgil, Belge Yayınları, İstanbul, Mart 2007
- Sivil Toplum: Devletin Büyümesi, Metin
Çulhaoğlu, Kemal Okuyan, İlker Maga (hazırlayan), YGS Yayınları,
İstanbul, 2001
- Önde Gelen STK'lar, Proje Yöneticisi
Aydın Gönel - Proje Asistanı Hasan Acılar, Tarih Vakfı, İstanbul,
1998
Sayı 5 TMMOB Sayfa 45-50
İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder