12 Ocak 2011 Çarşamba

Barış ve Demokrasi (mi?) Bağlamında Kürt Meselesi / Temel Demirer

Barış ve Demokrasi (mi?)
Bağlamında Kürt Meselesi / Temel Demirer

“Her şey daha önce
söylendi

ama herkes tarafından
değil.”[2]

Barış ve demokrasi (mi?) bağlamında Kürt meselesini irdelemek;
sorunun tarihi, niteliği, girift bağıntıları, uluslararası konumu,
güncel boyutları ve öteki etmenleri nedeniyle kolay
değil…

“Ulusal Sorun” kapsamında ele alınması gereken söz
konusu problematikten söz ederken, tek boyutlu ve aktüel taleplere
kilitlenmiş bir sunumdan, kavrayıştan özellikle uzak durmak
gerekir.

Bütünsel bir kavrayışın eleştirelliğiyle ele alınması
gereken sorunda yapılması gereken detaylı sorular sorarak neyin ne
olduğunu deşifre edebilmektir.

Soruna ilişkin köktenci sorular sormadan, bunların yanıtları ortaya
çıkarılmadan kalıcı, devrimci yanıtla bulunması mümkün
ve muhtemel değildir.

İşin aslını görmezden gelerek verilen yanıtlar meseleyi
çözmek yerine, çözermiş gibi yaparak içinden
çıkılmazca ağırlaştırır; durduğu yerde sayanların anlamsız/
işlevsiz tekrarını devreye sokar.

Örneğin ‘Milliyet’ gazetesinin 10 Aralık 1991 tarihli
nüshasında Nur Batur imzası ve “Türkiye’nin Yeni
Kürt Politikası” başlıklı haberde aynen şunlar deniyor:

“Demirel hükümeti, Türkiye’yi hem içte hem
de uluslararası ilişkilerinde rahatlatacak çağı yakalayan yeni bir
Kürt politikası uygulamaya kararlı olduğunu açıklamış
bulunuyor.

Başbakan Süleyman Demirel’in Güneydoğu gezisi sırasında
yaptığı açıklamaların yanı sıra, Dışişleri Bakanı Hikmet
Çetin’in Milliyet’le yaptığı uzun söyleşisinde
ayrıntılarını dile getirdiği yeni politika adeta,
‘Kültürel alanda Kürtlere özerklik
tanınması’ anlamına geliyor.

Hükümetin yeni politikası ile…

Kürt kimliği tanındı. Kürt enstitüsü kurulabilecek.
İsteyenler özel Kürtçe ders alabilecek. Kürtçe
kitaplar Türkiye’ye sokulabilecek…

Okullardaki dil eğitimi, Türkiye’de resmî dil
Türkçe olacak. Türkiye’nin
bütünlüğü tartışma konusu yapılmayacak. PKK’ya
karşı sert önlemler alınmaya devam edecek…” face="Times New Roman" size="2">[3]

10 Aralık 1991’den bugüne, “yeni” diye sunulan
açısından değişen hiçbir şey yok, her şey bir tekrar veya
egemen(lik) rutini…

Barış bu değil, barış buradan çıkmaz…

Onun için öncelikle soru(n)lara ilişkin köktenci sorular
sorup, devrimci yanıtlar üretmek, politikayı da bu eksene oturtmak
gerekiyor…

Evet, elbette Thomas Fuller’in, deyişiyle “Her soru yanıtı
hak etmez,” bu doğru; ancak asla bu kadar değil…
Çünkü Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Soru
sormak için önce öğrenmek gerekir; Eugene
Ionesco’nun, “İnsanı aydınlatan, yanıt değil,
sorudur”; Jean-Jacques Rousseau’nun, “Soru sormak
sanıldığı kadar kolay bir iş değildir”; Albert
Einstein’ın, “Ortaya yeni sorular, yeni olasılıklar atmak,
eski sorunlara yeni bir açıdan bakmak, yaratıcı bir düş
gücü gerektirir ve bilimde gerçek bir ilerleme
sağlar,” uyarılarındaki üzere bir meseleyi ele alırken;
sorun, çözümü görememekte değil; sorunu
göremeyip, kavrayamamaktadır…

Kürt meselesine ilişkin ilk saptamam bu; diyeceklerimi de bu
saptamamdan hareketle formüle edip irdelerken, “Barış” ve
“Demokrasi”den çokça söz edilen bu
günlerde, geçmişi asla unutmayacağız; Schiller’in,
“Bağışlamak ve unutmak, iyi insanların intikamıdır,”
sözlerine asla itibar etmeyeceğiz.

Aksine Matthew Arnold’un, “Unuturuz, unutacağımızdan değil,
unutmak zorunda olduğumuzdan,” uyarısını göz ardı etmeden;
Plutarkhos gibi, “Unutkanlık, olmuş olan her şeyi olmamışa
dönüştürür,” diyerek; “Barış” ve
“Demokrasi”nin hesap sormak olduğunun altını çizerek,
hatırlatacağız herkese!

Evet, hatırlama ve hatırlatmayı “es” geçemez Kürt
meselesi…

O hâlde bu önemli sorunu; i) Fyodor Dostoyevski’nin,
“En büyük mutluluk, mutsuzluğun kaynağını
bilmektir…” ii) T. S. Eliot’un, “Her vaka
benzersizdir ve ötekilere çok benzer…” iii)
Epiktetos’un, “Önce ne olmak istediğini söyle kendine,
sonra ne yapman gerekiyorsa onu yap…” iv) Publilius
Syrus’un, “Tehlikeyi göze almadıkça tehlikeyi alt
edemezsin…” v) Anatole France’ın, “Coşkunun
ahmaklığını aklın kayıtsızlığına yeğlerim…”
uyarıları ekseninde kavramalı ve sunmalıyız ki, ben de bunu
deneyeceğim…

I. AYRIM: DEMOKRASİ MEVZUU?

O hâlde sorup, sergileyerek ilerlerken şu demokrasi mevzuuyla
başlayalım: Sahi; herkesin dilinden düşürmediği
“demokrasi” nedir?

Hayır, -gerekli olsa da- K. Marx’tan, F. Engels’ten, V. İ.
Lenin’den söz etmeyeceğim…

Mesela Marksist olmayan, eski Yunan’dan Thukydides, “Bizdekine
demokrasi diyorlar, çünkü yönetim azınlığın değil,
çoğunluğun elinde”; Aristoteles, “Bazılarının
düşündüğü gibi, demokrasinin temelinde
özgürlük ve eşitlik olacaksa, buna erişmenin en iyi yolu,
yönetimi herkesin sonuna kadar aynı ölçüde
paylaşmasıdır,” derlerken demokrasinin çoğunluğun iradesi,
egemenliği olduğunun altını çizer…

Bu böyleyken sürdürülemez kapitalizmin oligarşik
iktidarında “demokrasi” denen şey mümkün olabilir
mi?

Biliyorum şu an birisinin aklından “Ya özgür
seçimler?” sorusu geçiyor…

Ancak bakın yine Marksist olmayan Jean-Jacques Rousseau, “İngilizler
kendilerinin özgür olduklarını sanıyorlar, ama yanılıyorlar:
Yalnızca parlamento üyelerinin seçimi sırasında
özgürler” ya da William Penn’in, “Bırakın halk
yönettiğini sansın, o zaman yönetebilirsiniz onu,” derken
“seçmiş olmak” fiilinin “demokrasi” denen
şeyle eşitlenemeyeceğini vurgulamaktadırlar!

Kaldı ki Norman Mailer’in, “Modern demokrasi, sınırları
belirlenmemiş bir zorbalık yönetimidir; insan nereye kadar
gidebileceğini ancak dosdoğru ilerlerken durdurulduğu zaman anlar,”
diye formüle ettiği kapitalizmin dışlayıcı otoriter iktidarlarında
Herbert Marcuse’un ifadesiyle, “Efendilerin serbestçe
seçilmesi, ne efendileri ortadan kaldırır, ne de
köleleri”…

Çok önemli bir şey daha: Kapitalizm koşullarında
“demokrasi” dediniz mi, aynı zamanda ve kaçınılmaz
olarak, kapitalist devletten, iktidardan söz ediyorsunuz…

O hâlde devlet gerçeğini, iktidarın sınıfsallığını
görmezden gelerek demokrasiden, demokratikleşmeden söz
edemezsiniz…

Eğer ederseniz; bu neo-liberallerin düştüğü
yanılgının kendisi olur ki, onlara da hatırlatılması gereken Jean
Dubuffet’nin, “Ben devleti bir tek yüzüyle tanırım;
polis yüzüyle. Bütün bakanlıklar, bütün
resmî daireler benim gözümde sadece bu yüze
sahiptirler,”
size="2">[4] uyarısıdır…

“DEMOKRASİ MÜMKÜN MÜ?”

O hâlde sormalıyız: “Sürdürülemez kapitalizm
koşullarında demokrasi mümkün mü?”

Bu noktada Nuray Mert’in, “Batı dünyası, bir
süredir, bizim gibi ülkelerde, demokrasiyi kendisi için
tanımladığı standartlarda tanımlamaktan vazgeçti. Klasik
oryantalist bakışı yansıtan, “Bon pour l’Orient”
tabiri, yani, bizim için değil ama ‘Doğu için
iyi’ anlayışı, demokrasi konusunda bizden beklediklerini
tanımlamaya başladı…

Bu yeni paradigma çerçevesinde, en temel
özgürlüklerin kısıtlanması bile, ‘kültürel
tercih’ olarak temize çıkabiliyor. Ben buna, politik
doğruculukla takdis edilmiş oryantalizm (veya ‘Politically correct
orientalism’) diyorum,” size="2">[5] vurgusunun altını çizerek
sözü Immanuel Wallerstein’a bırakıyorum:

“Demokrasi bugünlerde çok popüler bir kelime…
Bugünkü dünyada iktidarının demokrasinin iktidarı olduğunu
iddia etmeyen neredeyse hiçbir yönetim yok. Ama aynı zamanda,
bugünün dünyasında neredeyse bütün
hükümetleri diğerlerinin, hem ülke içindekilerin hem
de diğer ülkedekilerin, demokratik olmamakla suçladığı da
doğru.

Bir ülkenin demokratik olduğunu söylediğimizde neyi
kastettiğimiz konusunda çok sınırlı bir anlaşma var gibi
gözüküyor. Aslında kelimenin etimolojisinde bile sorun
oldukça açık. Demokrasi Yunanca iki kelimeden geliyor, demos
yani halk ve kratia yani düzen, karar verecek otorite. Ama düzen
derken neyi kastediyoruz? Halk derken kimi kastediyoruz?” face="Times New Roman" size="2">[6]

Uyarıya eklenmesi gereken i) küreselleşme ve kriz, ii)
derinleşerek yaygınlaşan eşitsizlik, iii) ‘Big Brother’ın
kontrolü gibi noktalar da vardır.

Yani kapitalist “uygarlığın sürdürülemezlik
çıkmazı”nın altını çizerken; küresel krizin
merkezi ABD’de de bölüşümün alarm vericici
olduğunu; keza Avrupa ülkelerinin çoğunda da küreselleşme
bölüşümü iyileştirmediğini, tersine bozduğunu;
yaşanan krizle birlikte, dün geri çevrilemez denen
küreselleşmenin (finansallaşmanın, küresel serbest piyasanın)
geleceğinin konuşulmaya başlandığını dikkate almalıyız.

Bu kapsamda sürdürülemezlik bağıntılarıyla karşımıza
dikilen “Otoriter Kapitalizm”i yani Patrick Dixon’ın,
‘Gelecek 100 Yıl’ başlıklı yapıtında küreselleşmenin
geleceğini çözümlerken, “demokratik gücün
ölümü”ne dikkat çektiğini göz ardı
etmemeliyiz.

KÜRESELLEŞME VE KRİZ

Örneğin küreselleşmenin III. Bunalım ile iç içe
geçmesiyle “demokrasi”nin hayale dönüşerek,
otoriter ve baskıcı eğilimleri güçlendirdiği bir
“sır” değil…

Norveç (1988), Finlandiya (1991), İsveç (1991), Meksika
(1994), Arjantin (1995), Japonya (1995), Tayland (1997), Kore (1997), Rusya
(1998), Brezilya (1999), Türkiye (2000), Arjantin (2002), Uruguay
(2002), ABD (2002) somutlarındaki üzere kriz fazlarının
sıklaşmasıyla birlikte sürdürülemez kapitalizmin tarihteki
en büyük krizi 2008’de patlak verdi.

Söz konusu krizin artık “kapitalizmin en derin krizi”
olduğu, bütün dünyada hiçbir itiraza yer vermeyecek
bir biçimde kabul ediliyor.

Bilindiği gibi 2007’de ABD’de belirtileri görülen,
2008 sonunda patlak veren, sonra derinleşen, oradan Avrupa’ya
sıçrayıp, giderek diğer bütün ülkelere
sıçrayan kriz piyasanın dengeleyici niteliklerine olan
(“Piyasaya karışmayın, piyasa her şeye kadirdir”
şeklindeki!) inancı yıkıp attı.

Krize müdahale için ABD ve Avrupa ülkelerinde,
“serbest” ekonominin yerini ulusal korumacılığa yaslanan model
aldı: Devlet milyarlarca dolarlık sübvansiyonlarla şirketleri
kurtarıyordu, ama bu arada kapitalizmin sembolü olan dev şirketleri de
batırdı.

Mustafa Sönmez’e göre, bu kriz bir milattır. Nasıl
1990’da duvarın yıkılması ile reel sosyalizmin sonu geldiği ileri
sürülmüş ve bu olaya “tarihin sonu” denilmiş
ise, 2008 küresel krizi de bir başka milattır ve “piyasa her
şeye kadirdir” ilkesinin sonudur. size="2">[7]

Bu sürdürülebilir bir süreç değil. Zaten Alan
Greenspan da “Seçeneklerimiz iyi ile kötü arasında
değil, kötü ile çok kötü arasında,” derken
bunun altını çiziyor.

Siz bakmayın “kriz bitti” iddialarına; durum daha da
kötüleşiyor...

“Aslında olan biten küresel krizin doğrudan yapısal
nitelikleriyle ilgilidir ve “ikinci bir dibe vuruş” olgusundan
ziyade, krizin uzun süreli durgunluk konjonktürü içinde
olmasından kaynaklanmaktadır; yani Ergin Yıldızoğlu’nun
ifadesiyle, “Her mali çöküntüyü bir resesyon
hatta bunalımın izlemesi ise, deyim yerindeyse, Allah’ın
emri!”

Bu tabloda “Batıklar kamulaştırıldıkça kriz bitmiyor,
sadece sahibi değişiyor; finans piyasalarının krizi devletin mali krizine
dönüşüyor.” size="2">[8]

Söz konusu kriz ile bir hayalete dönüşen
“demokrasi” eğilimi giderek gerilerken, onun yerini
ırkçılık dolduruyor.

Yani kriz birçok ülkede siyasi eğilimleri, dengeleri de
değiştiriyor. Tarih gösteriyor ki, kriz dönemlerinde siyasi
tercihler merkezden uçlara yönelir, radikalleşir. Böyle
dönemlerde sosyalizme yöneliş kadar, otoriter-dinci siyasete,
faşizme savruluş da mümkündür... Bugün yaşanan
küresel krizde ibre ne yazık ki ikinciden yana.

Özellikle krizi derinden yaşayan Avrupa’da, Almanya, Avusturya,
Fransa, İsviçre, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç,
İtalya, Portekiz, Macaristan, Slovakya ve Bulgaristan’da, son olarak
da İsveç’te çoğu yabancı ve Müslüman
düşmanı aşırı sağcı partiler, seçimlerde
güçlendiler.

Son İsveç seçimleri de gösterdi ki, Avrupalı
seçmende sağa, hatta yer yer faşist partilere yöneliş var.
Küresel kriz ve artan işsizlik, bozulan bütçe dengeleri
karşısında izlenen kemer sıkıcı politikalar, iktidar ya da iktidar
ortağı sosyal demokrat partilere karşı tepkilere yol açtı,
radikal sağdaki partilere de gün doğdu. Artan işsizlik ve azalan
sosyal harcamalar, yabancı düşmanlığını,
“İslâmofobi”yi de azdırdı.

Radikal sağın yükselişine hız veren esas etken,
sürdürülemez kapitalizmin krizidir...

DERİNLEŞEREK YAYGINLAŞAN EŞİTSİZLİK

Ayrıca bir insan(lık) hakları ihlâli olarak
sürdürülemez kapitalist talanın derinleştirdiği eşitsizlik
yaygınlaşırken; devletlerin yoksullara gerekli yardımda
bulunmadığından dünyada son 10 yılda, 4 milyon önlenebilir
çocuk ölümünün meydana geldiği belirtildi.

‘Forbes 400’de yer alanların toplam serveti 2009 yılında 100
milyar dolar artarak 1.27 trilyon dolardan 1.37 trilyon dolara
çıkıp, en zengin 400 ABD’li listesine giren 217 isim, bir
önceki yıla göre servetini arttırırken listede yer alanların
toplam serveti, İspanya ve Kanada’nın Gayri Safi Yurt içi
Hasılası’na (GSYH) denk geliyor; listenin ilk 10’unda yer
alanların toplam serveti 270.8 milyar dolar değerinde bulunuyor.

Bunun yanında dünyadaki aç sayısı 925 milyon dolayındadır.
Bu, gıda krizinin patlak verdiği 2008’deki 850 milyon aç
sayısından daha fazladır. Yine FAO’ya göre yetersiz beslenen
nüfusun yüzde 98’i gelişmekte olan ülkelerdedir.
Gerçek şu ki, azaldı azalmadı tartışmaları bir yana, hâlen
dünyada bir milyar insan açlığın pençesinde
kıvranmaktadır.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın (OECD)
raporuna göre dünyadaki aktif nüfusun yüzde 60’ı
kayıt dışı çalışıyor. Rakamlar, kayıt dışı
çalışmada rekor seviyeye ulaşıldığını gösteriyor. Rapor,
küresel işgücünün yarısından fazlasının (1.8 milyar
kişi) sözleşmesiz ve sosyal güvenlikten yoksun olarak
çalıştığını belirtirken kayıt dışı çalışanların
700 milyonunun mutlak yoksulluk sınırının altında, 1 milyar 200
milyonunun da günde iki doların altında gelirle yaşadıklarını
kaydetti.

Tüm bunlara karşın ‘Foreign Policy’ dergisinin, 1999-2009
kesitinin, “İnsanlığın küresel ölçekte
yaşadığı en barışçı, en sağlıklı en müreffeh 10 yıl
olduğu” yollu zırvasına gelince: BM verilerine göre 1 milyara
yakın insan açlık çekiyor ve bunun 200 milyondan fazlasını
beş yaşın altındaki çocuklar oluşturuyor.

Yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı ise yaklaşık 2
milyar. Temel besinlerin, vitamin ve minerallerin yeterli alınamaması
biçimindeki yetersiz beslenme (buna gizli açlık da denebilir)
3 milyara yakın insanı etkiliyor. Güvenli su tüketim olanağı
bulamayan insan sayısı 1.2 milyar. Sağlık hizmetinden yararlanamayan
insan sayısı da 1 milyardan fazla. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn,
dünyada yükselen gıda fiyatlarının, hükümetlerin
yıkılması ve hatta savaşların patlak vermesi gibi korkunç
sonuçları olabileceği uyarısında bulundu.

Foreign Policy, “Çatışmalarda ölenler azalıyor,”
diyor ancak, dünyanın 33 ayrı bölgesinde sıcak çatışma
ve can kayıpları yaşanıyor. ‘Uluslararası Çatışma
Araştırmaları Enstitüsü’, 2003 yılında yayınladığı
‘Çatışma Barometresi’nin verilerine göre; o
dönemde dünyada 80 çatışma alanın bulunduğunu ve
bunlardan 35’inde yüksek ölçüde şiddet
kullanıldığına işaret etti.

Kuruluş 2009’da yayınladığı raporda ise, dünya genelinde 365
çatışma tespit ederek, bunlardan 7’sinin savaş,
24’nün ağır krizler, 31’nin de yüksek oranda şiddet
olduğu tespitini yaptı.

‘Oxfam’ın verilerine göre, dünyada yaşanan
çatışma ve savaşlar nedeniyle her gün ortalama 2 binden fazla
kişi hayatını kaybediyor. Yani, geçen her dakika birden fazla insan
silahlı şiddet yüzünden ölüyor. Araştırmaya
göre, ölenlerin çoğu, çatışmanın tarafı olmayan
sivil insanlardan oluşuyor. Araştırmaya göre, 2006 yılından bu yana
2 milyon 100 bin dolayında kişi doğrudan ya da dolaylı olarak silahlı
şiddet sonucu öldü.

Örneğin Somali’de, 1990’ların ortalarından bu yana bir
merkezi hükümetin devrilmesinden hemen sonra başlayan
çatışmalar ve iç karışıklık bitmiş değil. Ülkenin
bir bölümü isyancı grupların elinde iken, yaşanan
çatışmalarda yüzlerce insan hayatını kaybetti ve etmeye devam
ediyor. 1.5 milyonun üzerinde insan göç etmek zorunda
kaldı. Asya’nın en uzun savaşlarına ev sahipliği yapan Filipinler
de ise, 40 yılda 40 binden fazla insan öldü. Balkanlar,
Gürcistan, Çeçenistan, Osetya bölgeleri hâlen
çatışma hâlinde. Nepal, Peru, Kolombiya, Özbekistan ve
benzeri çok sayıda coğrafi mekânda hâlen sıcak
çatışma alanları.

Sürdürülemez kapitalizmin beslediği ırkçılık
ile eşzamanlı kesitte ‘Big Brother’ın kontrolü
(Panopticon) devreye sokuluyor…

Tablo bu iken, hangi “demokrasi”den söz ediliyor
acaba?

İMPARATOR’UN -SİYASAL GERİCİLİK İHRACI- GERÇEĞİ

Kaldı ki emperyalizmin siyasi gericiliğe (ve bunun ihracına)
dönüştüğü bir yerkürede yaşarken
“demokrasi” vaadinin ezilenler için kocaman bir yalan
değil ise, bir manipülasyon olduğundan kim şüphe duyabilir
ki?

Bunun en anlamlı verilerini, ABD İmparatorluğu’nun küresel ve
Ortadoğu’daki bölgesel icraatlarında bulabilirsiniz…

“Demokrasi”sinden çokça söz edilen ABD
İmparatorluğu -Pentagon’un açıkladığı üzere- 30
Eylül 2009 itibarıyla 5 bin 113 nükleer savaş başlığına
sahiptir ve John Pilger tarafından şöyle nitelenmektedir:
“Afrika’dan Ortadoğu ve Latin Amerika’ya dek her yerde
birlikleri bulunan ABD ‘3. Dünya Savaşı’nı başlattı.
ABD’nin içinde de demokrasi yalanının ve çarpıtmaya
ayarlı popüler kültürün arkasında, ahtapotvari
şirketlerin ve devlet içinde devlet olmuş ordunun yükselişi
benzersiz bir durum…” size="2">[9]

“Amerikan emperyal gücü, ‘emperyal’
sözcüğünün aforoz edildiği bir medya
kültürü üzerinden akıyor. Pentagon 2009’da sadece
halkla ilişkilere 4.7 milyar dolar harcadı. Amaç Afganların değil,
Amerikalıların zihinlerini ve kalplerini kazanarak ‘enformasyon
hâkimiyeti’ kurmaktır…” size="2">[10]

Ekonomik, askerî, kültürel bir saldırganlık olarak ABD
İmparatorluğu, elbette ilkesiz ve çok standartlı bir pragmatizmden
malûldür…

Örneğin “Gazze filosu konusunda uluslararası soruşturma
istemeyen, UAEK’yla işbirliğine rağmen İran’a yaptırım
dayatan ve Beşir’in yargılanmasını talep eden ABD, İsrail’in
nükleer silahını veya yerleşimlerini gündeme
getirmiyor.” size="2">[11]

Bu yetmezmiş gibi de Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un
ağzından, “ABD’nin İsrail’in güvenliğini sağlama
taahhüdü sarsılmaz,” deyip, Hizbullah’ı
silahlandırmakla suçladığı İran ve Suriye’yi de
“Bölgede savaş çıkar” sözleriyle ikaz
ediyor!

Hayır bunlar Bush (“Cumhuriyet”çiler) döneminde
yapılmıyor; Obama (ve “Demokratlar”) ile hayata
geçiriliyor!

Hem de Amerikalı sol eğilimli entelektüellerin, Amerikan basınına
verdikleri bir ilanla Başkan Obama’yı savaş suçuna ve insan
hakları ihlâllerine ortak olmakla suçladıkları bir
dönemde…

Aralarında Noam Chomsky, James Cromwell ve Mark Ruffalo’nun da
bulunduğu 2 bin imzalı ilanda, Bush ve ardılı Obama’nın resimleri,
FBI’ın suçluları arama ilanlarındaki gibi yerleştirilerek,
“Suç suçtur, kimin işlediğinin pek önemi
yoktur” ifadesi kullanılırken; Obama için “Bir şekilde
Bush’tan daha kötü” değerlendirmesi yapılarak,
“Çünkü Obama, sadece kendi inancından kaynaklanan
şüpheleri veya CIA’nın kuşkuları doğrultusunda, terörist
olduğundan şüphelenilen Amerikan vatandaşlarını ortadan kaldırma
hakkı bulunduğunu savunuyor, Bush hiçbir zaman bu tip bir
uygulamayı açıkça üstlenmedi,” deniliyordu!

Kolay mı? “Obama’nın, selefi George W. Bush gibi ABD’yle
özdeşleşen saldırgan politikaların izinden gittiğini söylemek
için erken değil. Obama’dan beklenen değişim özellikle
de dış politikada gerçekleşmedi; ABD’nin saldırgan ve
küstah politikaları Obama döneminde de tam gaz devam
etti,”[12]
diyen Ali Tahsili sonuna dek haklı…

Örnek mi? Çok, hem de pek çok…

Özetle siyasal gericilik ihracının “USA against rest of the
world/ ABD dünyaya karşı” gerçeği ekseninde
yaşandığı koordinatlarda, barıştan ve imkânlarından söz
ederken çok dikkatli, ayrıca da kılı kırk yararcasına hesaplı
olmak gerek…

Gerçekten de Fehmi Hüveydi’nin, “Doğu haksız
biçimde göz ardı edilirken Batı’ya dünyanın merkezi
gibi bakılıyor. Bu yaklaşım, ‘terör’ gibi kavramları da
Batı tanımıyla sabitliyor. Filistin direnişine ‘terör’
denilirken, terörü İsrail yaptığında adı ‘nefsi
müdafaa’ oluyor,” size="2">[13] dediği kavram kargaşasının orta
yerinde; WikiLeaks sitesinde yayınlanan gizli bir CIA raporunda
“ABD’nin ‘terör ve terörist ihraç eden
ülke’ olarak anılma olasılığı”nın altı
çiziliyor; yani ABD terörist olduğunu biliyor…

Durum buyken; “Terör Söylenceleri”yle “nizama
sokulmaya” kalkışılan (daha doğrusu gerçeği gizlenen!)
yerkürede hâlâ F. Engels’in, “Siyasal şiddet,
tarihin ateşleyicisi değil, yaratıcısıdır,” saptamasının
geçerliliğini koruduğunu unutmadan; terörün ezenlere ait
olduğunun; ezenlerin terörü karşısında ezilenlerin siyasal
şiddetinin meşru müdafaa olduğunun altı özenle
çizilmelidir.

Bunun böyle algılanıp, sunulması; hak ve haksızlık
kavramlarının (soyutlamalarla yetinmeyen!) fiiliyatıyla ortaya
çıkarılması açısından kilit önemdedir…

EVRENSEL İNSAN HAK(SIZLIK)LARI

Tıpkı evrensel insan hak(sızlık)ları örneklerindeki
üzere!

Gerçekten de “İnsan hakları her zaman kazanılmıştır.
Hiçbir zaman yukarıdan bahşedilmemiştir. Bu hâlâ da
böyledir… Elde edilen kazanımlar hakiki olacaksa
mücadelenin bilinçli olması gerekir,” diyen Noam
Chomsky’nin uyarısını göz ardı etmeden; hak ve haksızlık
kavramlarının ekonomi-politik gerçekliğinin altını özenle ve
defalarca çizmeliyiz.

Siz bakmayın İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’in
“Dış politika iç politikanın genelleşmiş hâlidir,
ülke içindeki değerlerimizin sınırı kıyılarımız
değildir. Bu bağlamda Britanya dış politikasında insan haklarına kilit
bir yer ayırarak her yerdeki ihlâlleri gündeme
getireceğiz,” size="2">[14] demesine, bu kocaman bir kuyruklu yalandan
başka bir şey değildir…

Ezenler, emperyalistler hakların savunucusu olmazlar;
çünkü onlar haksızdırlar, hak ihlâllerinin
müsebbipleridirler…

Mesela “Britanya, sömürge döneminde fişlemekten
işkenceye her türlü gaddarlığa maruz bıraktığı
Kenyalılardan bir özür bile dilemedi. İmparatorluğun derslerinin
hazmedilmemesinin sonucu kurbanlara haksızlıktan ibaret değil; dehşet
verici yanlışların hâlâ tekrarlanmasına yol
açıyor,” size="2">[15] der Johann Hari…

Haklıdır da! Çünkü İngiliz şirketleri milyonlar
karşılığında insan hakları sicili kötü rejimlerin imajını
düzeltiyor. ‘The Guardian’ın araştırması,
Londra’daki halkla ilişkiler şirketlerinin, Suudi Arabistan, Ruanda,
Kazakistan ve Sri Lanka dahil olmak üzere insan hakları alanında en
kötü sicile sahip bazı yabancı rejimlere imaj danışmanlığı
yaparak yılda milyonlarca pound kazandıklarını ortaya koydu.

Eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’in bir zamanlar
danışmanlığını yapan Lord Bell’in yöneticisi olduğu Chime,
2009 yılında 67 milyon poundluk kazancının yarısını yabancılarla
yapılan sözleşmelerden elde etti.

Öte yandan İngiliz askerlerinin, Irak’ta tutsaklara işkence
yaptıkları belgeleriyle, basında yer aldı. İngiliz askeri, bağırıp
çağırarak, kafasına çuval geçirilmiş Iraklı bir
tutsağı sürükleyerek kaldırıp duvara dayanmaya zorlarken, bir
diğer tutsağın Michael Jackson gibi dans etmeye zorlandığı,
üçüncü bir tutsağın üzerine idrar yapıldığı
ve tutsakları, cinsel ilişkiye zorlandığı ortaya
çıktı…

Hayır; ne BM ne de AB… Hiçbiri evrensel insan
hak(sızlık)larından muaf değil…

Tekrarlıyorum; hak(sızlık)ların bir ekonomi-politikası vardır; yani
hak(sızlık)lar soyut veya dilek ve temenni değil, somut, hareketli
şeyler, gerçeklerdir; “Soyut devimsiz olandır. Evren ise baş
döndürücü bir devinim içinde. Her şey
geçip gidiyor,” diyen Orhan Hançerlioğlu’nun
işaret ettiği üzre…

ÖRNEKLERLE BARIŞA (VE İSYANA) KARŞI TUTUM(LAR)

“Demokratik olduğu”; “çözüm
örnekleri sunduğu”na ilişkin “şayialar” ile maruf
coğrafyalardan birisi olan AB’nin ve mesela İspanya’sının
“ulusal soru(n)” yani barışa (ve isyana) karşı tutumları ETA
örneğindeki üzeredir!

Örneğin İspanya’nın doğusu ile Fransa’nın
güneybatısında yer alan Bask’ta bağımsızlık için
silahlı mücadele veren ETA, ateşkes çağrılarına olumlu
yanıt verdi. ETA, hedeflerine “barışçıl ve demokratik
yollardan ulaşmak” için ateşkes ilan etti. ETA’nın bu
kararından sonra gözler Zapatero hükümetine
çevrildi.

Evet ETA, bağımsızlık için inatla mücadele etmekte kararlı
olduğunu yineleyerek, “Özgürlüğe kavuşmadan
durmayacağız” diyen bir örgütken; ‘Financial
Times’ın işaret ettiği gibi “İlk kez ateşkes ilan
etti… Ancak İspanyol siyasetçiler ETA’nın attığı bu
adımı ‘yetersiz’ olarak niteledi”;[16] yani “ateşkes”e
olumsuz yanaştı!

ETA’nın ateşkes ilanı, İspanyol ve Bask hükümetleri
tarafından yetersiz bulundu. İspanya İçişleri Bakanı Alfredo
Perez Rubalcaba “Onların bir kelimelerine güvenmiyoruz”
dedi.

ETA, ateşkes ilanı kabul görmeyince, bu kez uluslararası
müzakereci önerisini ortaya atsa da buna da karşılık bulamadı.
İspanyol hükümeti bu teklifi de reddetti. Bask özerk
bölgesinde iktidardaki Bask Sosyalist Partisi (PSE) de ETA’ya
“sıfır hoşgörü” gösterileceğini
açıkladı.

Zapatero hükümetinde başbakan yardımcısı olan Maria Teresa
Fernandez, ETA’nın çoğu Nobel Barış Ödüllü
uluslararası diplomatlar aracılığıyla müzakere önerisinin
“Yeni birşey içermediğini” söyleyip ETA’yı
derhâl silah bırakmaya çağırdı.

Oysa, ETA’nın “ateşkes”inde rol oynayan Sinn
Fein’li Gerry Adams, “Bask partileri, sendikacıları ve
eylemcilerinin yeni bir strateji belirlemesinin ardından ETA’nın da
ateşkes ilan etmesiyle Bask ihtilafı sonlandırılabilir. Hiçbir
çözüm süreci risksiz değildir, fakat başarının
faydalarının yanında başarısızlığın lafı olamaz. Madrid’in
artık ileri görüşlü olması lazım,”[17] diyordu…

Ancak boşuna ve karşılıksız!

O hâlde egemenler ile “barış” ve
“ateşkes”ten söz ederken toptancılık yerine, kırk kere
ölçüp, bir kere biçmek gerekiyor…

EGEMEN(LER)İN MEDYASI = MEDYOKRASİ Mİ?

Egemenler ile “barış”, bir güç ve ezilenler
lehine güçlülük ve dayatma sorunudur
aslında…

Bu durumu egemen medyada, “vasatın yönetimi” olarak
tanımlayabileceğimiz “medyokrasi”de yeterince net olarak
görebiliriz!

Türkiye’de ve medyasında kimse, ama hiç kimse,
Kürtler ve ezilenler için “adil ve onurlu” bir
barıştan yana değil; tam karşısında…

Bundan kuşkusu olan var mı? Hâlâ varsa ne yazık!

Türk(iye) medyasında “barış adına”(?!) telaffuz
edilen her şey Kürtlerin ve ezilenlerin teslimiyeti; teslim alınması
üzerine kurulmuştur!

Kimse inkâra kalkışmasın; kapitalizm koşullarında hemen her şey
dünyada da, Türkiye’de de Robert Fisk’in işaret
ettiği üzeredir:

“Batı bağlamında medya, sadece gazetecilerle iktidarın arasından
su sızmamasıyla değil, kelimelerin ve tarihin kullanımıyla da ilgilidir.
Biz Batılı gazeteciler bugün iktidar dilinin ortağı hâline
geldik.” size="2">[18]

“İktidar ve medya salt gazetecilerle siyasi liderler,
editörlerle başkanlar arasındaki sıkı fıkı ilişkilerden ibaret
değil. Hatta salt; Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon ya da
Downing Sokağı, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı
ya da Amerika ve İsrail arasında var olan iktidar bağlarıyla sözde
onurlu muhabirler arasındaki asalakça-geçişimsel ilişkiden
bile ibaret değil,” size="2">[19] her şeyi kapsar…

Yerkürenin içinden geçtiği gericilik ve tutuculaşma
bire bir egemen medyaya da yansıyor!

Ya Türk(iye) medyası mı?

Ragıp Duran, egemen medyayı değerlendirirken, “Efendinize
bağlıysanız, efendiniz ne söylerse onu tekrarlarsınız”;
Başar Başaran da, “İktidarın her geçen gün
gücünü artırmasıyla birlikte safını orada seçen
gazetecilerin sayısında ve iktidarı övme düzeylerinde dramatik
artışlar yaşıyoruz. Onlar iktidarı övdükçe
yükseliyorlar, yükseldikçe iktidarı
övüyorlar… Bugün için piyasanın buyruğu, ne
pahasına olursa olsun başarı ve yükselmektir. O yüzden şimdi
burada haklının değil yalnızca kazananın esamisi okunur. İlke
dediğiniz böyle durumlarda ayağınızda bağdır,” diyor!

Bu saptamalara kim itiraz edebilir? Ya da Seyfi Öngider’in,
“28 Şubat’ta hedefte Refah Partisi veya Fazilet Partisi olunca
“vicdandan, adaletten” veya “dürüst, namuslu
gazetecilik”ten söz eden yayın organlarının şimdi hedefte SDP
gibi küçük bir sol parti olunca nasıl da vicdanları
kararıyor,” hatırlatmasına…

Türk(iye) medyasında ya ezenin ve savaşın yanında olursunuz; ya da
ezilenin ve barışın…

Ezilenin ve barışın yanındaysanız; mekânınız mahpuslardır!
Örneğin Haziran 2010’da 69’u gazeteci toplam 216 yazar,
yayıncı, karikatürist ve siyasetçi, düşünce ve ifade
özgürlüğü kapsamındaki davalardan yargılanıyor!

II. AYRIM: TÜRKİYE’DE “DEMOKRASİ” Mİ
DEDİNİZ!

Böylesine bir dünyanın parçası olan T.“C”de
“Demokrasi, demokratikleşme, barış, diyalog, uzlaşma” mı
dediniz?!

Görünen köy kılavuz istemese de gelin biraz da bu konular
üzerine konuşalım…

“DERİN” (DENİLEN) DEVLET İÇİN YÜZEYSEL
NOTLAR

Mesela “derin” (denilen) devlet mevzuu…

Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan, “… ‘JİTEM
Gruplar Komutanı’yken 7 bin ruhsatsız silahı kendi adamlarıma
bizzat ben dağıttım. Ben JİTEM Grupları Komutanıyım o zaman. Aynı
zamanda Jandarma İstihbarat Grupları Komutanıyım Türkiye’nin.
Ulan silahlı 10 bin kişi bende var… Bu 10 bin kişi ile her
türlü ayak işini biz kontrol ediyoruz. Komutanım bunlar gavatlık
yapıyor, pezevenklik yapıyor, haraç alıyor,” diyor!

“Ben destek vermesem Eşref Bitlis’i
öldüremezlerdi,” de diyen Arif Doğan, internet sitelerine
düşen ses kaydını doğrulayıp, “JİTEM’i kurduğum
için hiç pişman olmadım. İyi ki kurmuşum.
Öldürdüğüm PKK’lı sayısını hatırlamam bile
söz konusu değil. PKK’nın içinde bile adamlarımız
vardı, bilgiler anında geliyordu... Operasyon dönüşü mermi
hesabı yapardık. Yine Kürtlerden bir grup, leş hesabı yapardı,
primler ona göre dağıtılırdı. İzin derdimiz ve sınır derdimiz
yoktu. Her yol Ankara misali. TV kanallarında, gazetelerde PKK ile ahkam
kesenler masal anlatıyor. Erdal Sarızeybek, Bülent Orakoğlu, Mahir
Kaynak, Osman Pamukoğlu, Hanefi Avcı, bunların anlattıkları masal,
hikâye. Onların eline kâğıt parçası tutuşturup
konuşturuyorlar. Benim kadar mücadeleci olamamışlardır. Onlar
PKK’nın ‘P’sini, JİTEM’in ‘J’sini bile
bilmezler,” diye ekliyordu!

Devam edelim: “1993-1997 yılları arasındaki faili
meçhullerin, devlet politikası” olduğunu söyleyen Emekli
Koramiral Atilla Kıyat, o yıllarda yüzbaşı, üsteğmen olan
kişilerin emir üzerine bu cinayetleri işlediklerini ifade edip,
“Bugün Ergenekon’da faili meçhul cinayetlerden
dolayı suçlanan ve içeride olan kimseler vardır. Bu
arkadaşlar o zaman (şimdi albay bunlar) üsteğmendi,
yüzbaşıydı. Şimdi diyorlar ki ‘Sen Cizre’deyken muhtarı
öldürdün’ ya da muhtarla beraber oldun, filancayı
öldürdün. Sene kaç? 1994, 1995... Lütfen
94’ün, 95’in, 93’ün, 96’nın, 97’nin
başbakanları, cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, OHAL
valileri... Yatağınızda nasıl rahat uyursunuz! Lütfen çıkıp
açıklayın, bu yıllarda işlenen faili meçhuller terörle
mücadele için devlet politikası mıydı ve bu çocuklar
devlet politikası mı uyguladılar? Bir üsteğmen, ‘Ben
Hasan’la Mehmet’i bir hâlledeyim de bu terörizmi
bitireyim’ diyemez. Birileri emir verdi,” dedi Atilla Kıyat,
Habertürk’te katıldığı “Sansürsüz”
programında…

Devam edelim: Özel Harp Dairesi’nin eski başkanlarından emekli
Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, ‘Habertürk Gazetesi’ne
Daire’yle ilgili açıklamalarda bulunurken, “Halkın
mukavemetini artırmak için Kıbrıs’ta cami
yaktıklarını” söyledi.

Bunlar ve daha da fazlası Türkiye’de ve devletin bilgisi
dahilinde oldu!

“Derin” (denilen) devlet, modern kapitalist devletin
özüdür; yani Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle,
“Kapitalist demokrasinin, sosyalist alternatifinin şekillenmesine
paralel olarak tüm devletlerin içinde, halkın iradesinin,
seçilmiş hükümetlerin, rejimi değiştirmesini
engellemekle, kendince uzun dönemli tarihsel bir çizgiyi
savunmakla görevli teknokrat ve bürokratlardan oluşan bir
çekirdek oluştu.

Bu çekirdek (derin devlet) üç beş manyağın yaşam
alanı değil, ülkenin sınıflar matrisi içindeki egemenlik
ilişkilerinin, emperyalizmin egemenlik ilişkileriyle kesiştiği noktada
oluşan ekonomik, ideolojik ve siyasi iktidarın kristalleşmiş ifadesidir.
Diğer bir deyişle bu ‘derinlik’ tüm kapitalist
ülkelerin devletlerine ait, olmazsa olmaz, yapısal bir zorunluluktur.
Günümüzde, devletin ‘derin olmayan’ kısmı,
‘derin devlet’ sayesinde var olmaya devam eder! ‘Derin
devlet’, modern kapitalist devletin özüdür!

Liberal dünya görüşünün devlet anlayışını
benimsiyorsanız, hükümetlerle derin devleti karşı karşıya
koyabilir, derin devletin denetlenebileceğine ilişkin fanteziler
üretebilirsiniz. Ama her kritik noktada sermayenin
‘gerçeği’, bu fanteziyi delerek sizi
‘düş’ kırıklığına uğratmaya devam eder. Aklınız
sürekli karışır...”
size="2">[20]

Siz bu devleti mi “demokratikleştireceksiniz”?!

TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)U

William Shakespeare’in ‘Hamlet’ oyununda bir yerde
şöyle denir: “Danimarka Krallığı’nda kokuşmuş bir
şeyler var.”

Türk(iye) “Cumhuriyeti”nde de kokuşmuş bir şeyler
olduğuna artık kuşku yok; bu kokuşmuşluk burjuva egemenliğin
kaçınamadığı bir gerçektir.

Mesela yargının (sınıfsal) bağımlılığı konusunda
“Türkiye’de yargının savunulur tarafı yok,” diyor
İsmet Berkan bile…

Ortada bir Türk(iye) hukuk(suzluğ)u vardır; ki bu da, bir sınıf
egemenliğidir; ondan bağışık değildir!

Hızla sıralıyorum…

Mesela… Kan, şiddet, baskı... Türkiye’nin kanlı
tarihinden bahsetmek için çok da geriye gitmeye gerek yok.
Tarih, 19 Aralık 2000. Yer, Bayrampaşa, Ümraniye, Çanakkale,
Bursa, Uşak, Ceyhan olmak üzere 20 Cezaevi’ydi. Yüzlerce
asker ve polis hapishane duvarlarını delip, mahkûmlara bombayla,
silahla, tazyikli suyla, ateş püskürten silahlarla müdahale
etti… Operasyonun adı çoktan konmuştu: “Hayata
Dönüş”. Adının aksine 30 tutuklu yakılarak, vurularak,
ezilerek öldürüldü. “Hayata Dönüş”
Operasyonu’nun sorumluları bulunamadı! 10 yıl sonra yargı
önüne çıkartılanlar, sadece operasyona katılan erler
oldu…

Mesela… 21 Kasım 2004 tarihinde Mardin’in Kızıltepe
ilçesinde Uğur ve babası Ahmet Kaymaz evlerinin önünde
polisler tarafından öldürüldü. 12 yaşındaki
Uğur’un bedeninden tam 9 kurşun çıktı. Uğur’u ve
babasını öldüren, Mehmet Karaca, Yaşefettin
Açıksöz, Seydi Ahmet Töngel ve Salih Ayaz adlı polisler
hakkında dava açıldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki
yargılamaları sonucunda polisler meşru müdafaadan beraat etti.
Yargıtay 4 polis hakkında verilen beraat kararını onadı. Kararda
“Eylemin, meşru müdafaa sınırları içinde
kaldığı” vurgulandı…

Sonra da sivil toplum kuruluşları her yıl, Uğur ve babasının
vurulduğu yerde anma etkinliği düzenledi. 2009 yılında da bir anma
vardı. Uğur ve Ahmet Kaymaz’ın posterlerini açan kitle,
Mardin Cumhuriyet Meydanı’nda yürüyüş yaptı.
Mezarlığa gelindiğinde ise bir dakikalık saygı duruşu yapıldı,
Kürtçe marşlar söylendi, kırmızı karanfiller
bırakıldı. Anmaya katılanlar, Uğur’un katillerinin serbest
kalmasına da tepki gösterdi, “Uğurlar mezarda katiller
dışarıda” sloganları attı. İşte o anmaya katılan aralarında
amcası Reşat Kaymaz’ın da bulunduğu 11 kişi hakkında,
“örgüt propagandası” yaptıkları iddiasıyla dava
açıldı!

Özetle T.“C”nin öteki gerçek(ler)i de
“barış” ve “demokrasi” konusunda umut vermekten
çok uzaktır…

KURAL TANIMAYAN YASADIŞILIK

Albert Einstein’ın, “Özel sermaye oligarşisi
demokratik bir biçimde örgütlenmiş bir siyasal toplum
tarafından bile doğru dürüst denetlenemez, çünkü
var olan koşullarda özel sermaye sahipleri haberalmanın ana
kaynaklarını ister istemez dolaylı ya da dolaysız bir biçimde
denetlemektedirler,” uyarısı göz ardı edilmeden ele alınması
gereken kapitalist devletin; T.“C”nin kural tanımayan
yasadışılığı, nihayetinde onun varlık nedenidir!

Mesela… İzmir’de sol görüşlü
çiftçi gazetesi dağıtırken iddiaya göre polise direnen
dört genç kendilerini F Tipi’nde buldu. Haklarında beş-10
yıl hapis cezası isteniyor!

Mesela… Suruç ilçesinde 4 Nisan 2010
günü Öcalan için yapılan korsan gösteride lastik
yaktığı iddiasıyla tutuklanıp Şanlıurfa E Tipi Kapalı
Cezaevi’ne konulan 17 yaşındaki M.B., üç gün
cezaevinde kaldıktan sonra, yapılan yasa değişikliği nedeniyle tahliye
oldu. M.B., adli suçluların bulunduğu koğuşa konulduğunu ve
buradaki çocuklar tarafından “Bu terörist” denilerek
dövülüp üç dişinin kırıldığını
söyledi!

Mesela… YARSAV, ülke genelindeki yasadışı
uygulamaların durdurulması için Adalet Bakanlığı’nı
göreve çağırıp, MİT ve emniyetin 3’er aylık periyotlar
dahilinde aldıkları izleme kararlarının da iptalini istedi!

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, emniyet ve
MİT’e Türkiye genelinde sınırsız izleme ve dinleme yetkisi
veren mahkeme kararlarının iptal edilmesi gerektiğini vurgulayarak,
“Tüm 70 milyon tedirgin. Herkes dinlendiğini ya da
dinlenebileceğini söylüyor. Böyle bir kaos yaratılabilir mi?
Şüpheliler dinlenir. MİT ve emniyete izleme izni veren kararlar
mutlaka kaldırılmalı. Dinleme sınırlı, ölçülü ve
hukuka uygun yapılmalı. Kamu düzenini sağlayacağım derken tüm
toplum huzursuz edilmemeli. Telefon dinlemeyi kullanarak topluma korku
salamazsınız. Dinlemeler Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin belirlediği
çerçeve içinde hukuka uygun yapılmalı,”
dedi!

Eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan,
‘Milliyet’, ‘Radikal’, ‘Posta’ ve
‘Fanatik’ gazetelerinin bağlı olduğu santralın yasadışı
olarak dinlendiğini söylerken, yetkililerden buna itiraz gelmedi;
iddiaya göre 850 gazeteci dinlendi!

Gerçekten de Türkiye’de son yıllarda en fazla
tartışılan konuların başında “yasadışı dinleme” yani
“telekulak” olayları geliyor...

İşte kural tanımayan yasadışılık T.“C”si
böyle!

YAPISAL DEVLET ŞİDDETİ YA DA DERİNLEŞEREK, YAYGINLAŞAN HAKSIZLIKLAR

Kimse inkâr edemez; derinleşerek, yaygınlaşan haksızlıklarla
maruf Türkiye’de; liberallerin “demokrasi getiriyor”
yaygaralarıyla göklere çıkardıkları “AKP işkenceciyi
koruyor”ken; size="2">[21] örneğin izinli asker Osman Aslı,
“yalpalayarak yürüdüğü” için
götürüldüğü karakolda ölü bulundu…
Dağıtım iznine gelen iki aylık asker Osman Aslı, gözaltına
alındıktan sonra götürüldüğü Avcılar
Firuzköy Karakolu’nun avukat görüşme odasında
ölü bulundu. Ailesine, gencin kendisini astığı söylendi.
Ailenin avukatı, morgda gördüğü gencin burnunun kenarında
morluk olduğunu söyledi…

‘Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 2008 yılı verilerine
göre, 2008’in Ocak’ından Kasım’ına dek polis
sorumluluğunda 18 kişinin öldü!

Yine ‘Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın
‘Ülkemizde Yaşam Hakkı 2008 Özel Raporu’ başlıklı,
1 Ocak 2008-13 Ekim 2008 tarihleri arasındaki işkence olaylarını
inceleyen araştırmasına göre, 2008’in 10 ayında
gözaltında ve cezaevlerinde toplam 31 kişi yaşamını yitirdi.
“Dur ihtarına uymadığı” iddiasıyla 2008 yılında 14, 2007
yılında 2, 2006 yılında ise 2’si çocuk toplam 6 kişi
öldürüldü!

Aslı sorulursa ‘2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet
Kanunu’nda 2 Haziran 2007’de kabul edilen ve 14 Haziran
2007’de Resmî Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe giren 5681 sayılı kanunla polis-devleti
anlayışıyla yapılan değişiklikler, hukuk güvenliğini yok edecek
uygulamalara yol açtı. Bu kanun yürürlükte kaldığı
sürece tüm yurttaşlar bundan “nasibini”
almaktadırlar!

“Üç yılda hapishanelerde 29 kişi
öldürülmüş. Polis, yargısız 31 kişiyi
öldürmüş. 35 tane ‘faili meçhul’ var. 11
tane de ‘kayıp’, toplam sayı 107 ediyor derken
Esenyurt’ta Aleaddin Karadağ isimli yurttaşın da polis dayağı
sonucu hayatını kaybetmesi ile oldu rakam 108. Tabii buna daha öncesi
dahil değil, hasıraltı edilenler de... 12 Eylül öncesi ve hemen
sonrasında bunların daha da ‘coştuğunu’
düşünürsek, belki rakam binli sayılara çıkar.
Gelinen aşamada, ‘polis terörüne karşı’ somut ve
kapsamlı adımlar atarak geniş bir kamuoyu oluşturmak ve demokratik
haklarımız için mücadele etmek, zorunluluk hâline geldi.
Baran Tursun, Balıkesir’de Halil Bulut, Adana’da Fevzi Abik,
Antalya’da Çağdaş Gemik polis kurşunu ile
öldürülen ilk aklıma gelen isimler. Keyfi olarak dayak yiyen
ve kayıtlara girmeyen binlerce yurttaş da cabası. bilinen örnekleden
birisi; 2009’un Mart ayında Taksim’de polis şiddetine maruz
kalan Sosyalist Parti üyesi iki gençten birinin burnu diğerinin
ise kolu kırıldı. 5 Mart 2009’da Taksim’den
Fındıklı’ya inen Saray Arkası sokakta, Beyoğlu Emniyeti
Müdürlüğü’ne ait motosikletli polisler kimlik
kontrolü yapmak amacıyla Sosyalist Parti MYK üyesi Ufuk
Göllü, il yöneticisi Ufuk Erhan ve yanlarındaki bir kişiyi
durdurdu. Gençlerin polise kimlik sorması sonrası ise gençler
polis tarafından darp edildi. Göllü’nün burnu,
Erhan’ın ise kolu kırıldı. Polisler tarafından gözaltına
alınan ve ‘polise mukavemet ve halkı isyana teşvik’
suçlamasıyla savcı karşısına çıkarılan gençler
ise mahkemeye sevk edilmeden serbest bırakıldı.

2007: Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu Değişikliği’; Polis
Şiddetinin Artışa Geçtiği Miladdır. ‘Hakları İzleme
Örgütü/ Human Rights Watch’ 2008 yılında
yayımladığı raporda polisin yurttaşlara şiddet uygulamasında artış
olduğunu ve bu eğilimin Türk hükümetinin ihlâlcilerden
hesap sormamasıyla bağlantılı olduğunu söylüyor”du! face="Times New Roman" size="2">[22]

Bu kadarı yeter mi? Şimdi; hangi zeminde, nasıl bir
demokratikleşmeden söz ediyorsunuz?!

III. AYRIM: MUHTELİF AÇI(LAR)DAN KÜRT MESELESİ

Ortadoğu’nun bölgesel dinamiklerinden ve
parçalanmışlık gerçeğinden soyut olarak ele alınması
mümkün olmayan Kürt meselesinin Türk(iye) boyutunu da
buraya kadar değindiğim gerçeklerden soyut ele alamayız ve
almamalıyız da; bu birincisi!

İkinciye gelince: Cengiz Çandar’ın deyişiyle,
“Türkiye, bir ‘Kürt isyanı’ ile karşı
karşıyadır. Adını doğru koyalım. Tarihte görülmedik,
bilinmedik bir olgu da değil bu. Cumhuriyet tarihinde abartmalı bir rakamla
28 Kürt isyanından söz ediliyor. Oysa, çapı ve yol
açtığı siyasal ve toplumsal sonuçlar bakımından
üç büyük isyan var. 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1929-30
Ağrı Dağı İsyanı ve 1937-38 Dersim İsyanı.

Bu isyanların her biri şiddetle bastırıldı ve lider kadroları,
başta 1925’teki Şeyh Sait ve Dersim İsyanı’nın lideri Seyyid
Rıza asılarak yok edildiler. PKK, tarihteki üç büyük
isyanıyla kıyaslandığında, üçünün toplamından
daha büyük, daha yaygın ve daha geniş zamana yayılmış olan
isyanın silahlı omurgası.

Hâlâ tümüyle söndürülememiş,
bitirilememiş olan bu dördüncü ve son isyanın, kendisinden
öncekilerden bir temel farkı da yenilmemiş ve liderlerinin yok
edilmemiş olmasıdır.”

Bu isyan gerçeğini ve Kürt meselesini artık
“ertelemek”, “ötelemek” mümkün
görünmemektedir!

Kolay mı? Tam da bu durumda Hüseyin Yayman da, “Türkiye
gündeminin değişmez maddelerinden biri Kürt meselesi. Yaklaşık
yüzyıldır tartışılmasına rağmen, henüz bir
çözüm formülünün bulunamamış olması,
problemi ‘sürdürülebilir ve yönetilebilir’
olmaktan çıkarıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya
çıkan isyanlar bir yana Kürdistan İşçi
Partisi’nin başlattığı 29. isyan, 32. yılını doldururken,
Kürt meselesi de metamorfoza uğrayarak hızla bir
‘öteki’ sorununa dönüşüyor. Kürt
meselesi, uzun süre ‘devletin yarattığı’ bir sorun olarak
tanımlanırken problemin doğru yönetilememesi ve makul bir
çözümün bulunamaması, sorunu ‘toplumsal’
bir mesele hâline getirdi. Türkiye, çözümü
erteledikçe yapılan düzenlemelerin etkisi azalıyor, zamanında
atılmayan adımlar sorunun daha da derinleşmesine neden oluyor,”
diyorken; müseccel bir sağcı Taha Akyol ekliyor: “Hiçbir
mesele Kürt meselesi kadar kritik değildir.” “Ben
rüyalarımda nicedir yangın kâbusları görüyorum, etnik
yangın! Korkulan ‘Makedonya yangını’ 1984’te
Eruh’ta patlak verdi... Ve yayılıyor”!

“VAHİM DURUM”

Gerçekten de Prof. Dr. Gencay Şaylan’ın, İnegöl, Hatay
olaylarından hareketle “Ayrılık olacaksa inşallah Yugoslavya gibi
olmaz,” dediği “realite”yle yüzyüzeyken;
Kürt sorununda bir “çözüm” girişiminin
daha savaş çığırtkanlığına, bastırmaya tahvil olduğu zor
günlerden geçiyoruz. Bir kez daha sözü silahlar ve
acılı Kürt coğrafyasının sonuçlarını yakından bildiği
“anti-terör söylemi” alıyor. Bir kez daha
ölümün her yerde, dağ geçitlerinde, mezralarda,
büyük kentlerin sokaklarında, alışveriş merkezlerinde
insanların üstlerine apansız çullanacağı uğursuz
günlere yöneldi ülke…

Üstelik bu kez, “etle-tırnak”, “kız
alıp-verme” retoriklerinin boşa çıkacağı bir
düşmanlık atmosferi sarmalıyor iki halkın evlatlarını…
Gidişat, iki halkın birbirini kıracağı bir kavgaya değgin uğursuz
alâmetleri barındırıyor. Böylesi bir sonucun telafisi
mümkün değildir!

Kimse inkâr etmesin; EDP Genel Başkanı Ziya Halis’in,
“Ülkede toplumsal barış giderek bozuldu,” diye
tanımladığı bir güzergâhın gelgitli zeminindeyiz…

Oral Çalışlar’ın dahi, “Kürt sorunu, son derece
büyük toplumsal, kültürel ve psikolojik derinliği olan
bir sorun. Çözümü de siyasetten, uzlaşmadan,
diyalogdan geçiyor… Tren kaçmadan, uçurum daha da
büyümeden,” kaydını düştüğü kaygan bir
zemindeyiz!

Kolay mı? Mustafa Sönmez’e göre, “Kürtler sadece
Güneydoğu ve Doğu’daki 21 ilde değil, tüm Türkiye
illerinde yaşamaktadırlar.

Doğu ve Güneydoğu illerimizde doğan nüfusa isteyen (abartılı
bir ifade olması pahasına) ‘Kürt’ nitelemesinde bulunsun,
isteyen kısaca Doğu doğumlu nüfus desin, 2009 verileri şu
gerçekliği sergiliyor; 2009 Adrese Dayalı Nüfus Sayımı
sonuçlarına göre, 21 Doğu-Güneydoğu ilimiz doğumlu
nüfus 18.5 milyona yakın. Bu, toplam Türkiye nüfusunun
yüzde 25.6’sı demek.

18.5 milyonu aşan Doğulu nüfusun 7.5 milyon ya da yüzde
40.5’e yakını, Doğu ve Güneydoğu illerinde değil, Batı, Orta
ve Güney Anadolu illerinde yaşıyorlar. Yani doğdukları topraklardan
bu coğrafyalara göçmüşler. Daha detaylı bir analiz
yaptığımızda, 7.5 milyondan 7 milyonunun 17 büyük merkezde
yaşadığı anlaşılıyor.

Daha çarpıcı olan İstanbul’un durumudur;
‘bölge’ dışında yaşayan 7.5 milyon Doğulunun 3.2
milyonu İstanbul’da hayatını sürdürüyor. Bu anlamda
‘En büyük Kürt kenti İstanbul!’ tezi hiç
abartılı değil... İstanbul’u takiben Çukurova’nın,
yani Adana ve Mersin’in barındırdığı Doğulu nüfus 850 bini
geçmiş buluyor. G.Antep’i katarsanız sayı 1 milyon 150 bini
buluyor. Bu illerdeki Doğulu nüfus, toplam il nüfuslarının
yüzde 23’ü dolayında.

İzmir’de 750 bini aşkın Doğu ve Güneydoğu doğumlu
nüfus var ve onlar İzmir nüfusunda yüzde 20’ye yakın
paya sahipler.”

Sadece İstanbul mu? Bir de Mersin ve benzerleri!

Bu noktada devlet ne mi yapıyor?

Öncelikle Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı
Tuğgeneral Metin Gürak, “Bazı il ve ilçe merkezlerinde,
özellikle de Yüksekova’da her gün yaşanan sivil
itaatsizlik olayları, bir uzman çavuşumuzun şehit edilmesi, bir
subayımızın el yapımı patlayıcıyla ağır şekilde yaralanması ve
Pervari ilçe merkezinde güvenlik güçlerine yapılan
saldırı, terörün sadece kırsal alanda değil, yerleşim
merkezlerinde de var olduğu ve yayılma eğilimi içinde olduğunu
göstermektedir,” diyor.

SORU(N) NE?

Şimdi burada bir parantez açıp, sormalıyız: “Kürt
meselesi” diye tartışıp, irdeleyerek çözüm
aradığımız soru(n) ne?

Metin Münir’in, “Kürt sorunu körlerle
çevrili bir fildir,” dediği konu; “ama”sız,
“fakat”sız netlikte nihai kertede bir “ulusal sorun”
yani “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” meselesidir…

Kimse bu gerçeği “es” geçerek yol
alamaz!

“ŞİDDET” Mİ DENİYOR! KİM MAZLUM/MAĞDUR, KİM ZALİM/
MÜTEHAKKİM?

Herkesin bilgisi dahilinde olduğu üzere; “ulusal
sorun”lar ya kabullenilip, çözülür; ya
Türk(iye) örneğindeki üzere şiddetle bastırılır…

Geçerken ekleyelim: Hannah Arendt şiddetin olduğu yerde politik
meseleleri tartışamayacağımızı söyler. Çünkü
“söz” ile “şiddet”in karşılaştığı yerde,
söz hükmünü kaydeder. Oysa siyaset, söz ile var
olur. “Bu nedenle şiddet, siyaset dışıdır ve siyaseti
dışlayıcıdır.”

Yakın tarihten örnekler sıralayarak ilerleyelim: 1987-2002
yıllarında İçişleri Bakanlığı verilerine göre
ölü sayısının 28 bin 795, yaralı sayısının ise 17 bin 753
olduğunu, toplam 40 bin 548 ölü ve yaralı bulunduğunu belirten
CHP PM üyesi Mesut Değer, Milli Savunma Bakanlığı verilerine
göre ise, toplam 54 bin 629 ölü ve yaralı olduğuna dikkat
çekiyor.

1984-2009 arasında yaşamını yitirenlerin sayısının ise 63 bin 443
olarak açıklandığını ifade eden Değer, geçmişteki
rakamlarla karşılaştırınca OHAL dönemi dışında kalan 11 yıllık
süreçte 8 bin 814 kişinin yaşamını yitirdiğinin ortaya
çıktığını, ancak bu rakamın da gerçeği
yansıtmadığını ifade etti.

Rakamların gizlendiğini öne süren Değer, 1984-2010 arasındaki
şehit, ölü ele geçirilen terörist, yaralı veya faili
meçhullerin 100 bin civarında olduğunu öne sürdü.

OHAL döneminde 72 bin 754 kişinin gözaltına alınmasına rağmen
DGM’ler de yargılanan sayısının 42 bin 795 olduğunu söyleyen
Değer, bu rakamlar arasındaki çelişkiye işaret ederek, Muş
Emniyet Müdürlüğü’nde, OHAL döneminde
gözaltına alınanların sayısının bilinmediğini anlattı.

Değer, o dönemde yaşanan köy boşaltma, yargısız infaz,
sonradan ortaya çıkan toplu mezarlar, gözaltında kayıplar ve
halk üzerindeki diğer baskılar ile bunların ekonomik
yansımalarının da gözardı edilmemesi gerektiğini ifade etti.

Bir CHP’liye göre “durum bu”!

Tam da bu noktada resmî verilerden hareketle “şiddet”
diyenlere sormak gerek; kim mazlum/ mağdur kim zalim/
mütehakkim?

Evet, evet “şiddet” diyenlere sormak gerek; kim mazlum/
mağdur kim zalim/ mütehakkim?

Bu konuda net biçimde taraf olmadan; soru(n) hakkında yanıt(lar)
bulmak da mümkün gibi görünmüyor…

T.“C”NİN TUTUMU

Zaten “tebalarından fedakârlıklar talep eden”
T.“C”nin tutumu da yanıtsızlık üzerine kurulmuş bir
erteleme, engelleme, bastırmadan başka bir şey değilken; bu da,
“Pirus Zaferi”nden başka bir şey değildir!

Kolay mı? MİT Müsteşarı Hakan Fidan, ABD’de yanında bulunan
MİT’in iki önemli ismiyle birlikte Başkan Obama’nın
güvenlik danışmanlarıyla PKK konusunda çok gizli
görüşmeler yürütüyor. Bağdat
Büyükelçisi Murat Özçelik de eşzamanlı olarak,
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim Başkanı Mesud Barzani ile
aynı konuyu görüşürken; hükümet, PKK’nın
tasfiye edilmesi konusunda tavizsiz adımlar atmaya hazırlanıyor.
Askerî, diplomatik, sosyal ve psikolojik tüm seçenekler
güvenlik zirvesinde masaya yatırıldı.

MİT Müşteşarı Hakan Fidan’ın da bu çevçevede
bir süredir ABD’de gizli temaslarda bulunduğu ve temasların
diplomasi, güvenlik ve istihbarat ayağı konusunda büyük
önem taşıdığı; Fidan’ın Amerikan Merkezi Haberalma
Teşkilâtı CIA’nin Direktörü ve Ulusal Güvenlik
Teşkilâtı yetkilileriyle görüşmeler yaptığı
belirtildi.

Selah Beyaziddi’nin, “PKK’yı ortadan kaldırmak isteyen
Türk siyasi mercileri, Tamil Kaplanları’yla 26 yıllık savaşı
yeni bitiren Sri Lanka’yı yakından inceliyor,”[23] dediği koordinatlarda
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 11 Ekim 2010 tarihinde Suriye’ye
yaptığı günübirlik resmî ziyarette Suriye Devlet Başkanı
Beşar Esad’la PKK’nın silahsızlandırılmasını konuştu.

Necmiye Alpay’ın, “PKK ateşi durdurdum dediğine göre,
güvenlik güçlerinin de ateşi durdurması, sorunun
çözümü için diğer yöntemlere yer
açması gerek,” türünden karşılıksız
beklentilerini bir yana bırakırsak; “durumu” Mahir Sayın
şöyle betimliyor:

“… ‘Yeni anayasa yapacağım’ diye liberalleri
peşine takmış olan iktidarın hazırladığı yepyeni tezgâhlar.
Anayasa seçim sonrasına atıldı. Öcalan’la güya
görüşmeler yapılıyor ama Başbakan ‘anadil, özerlik;
geçin bunları!’ diyor. Bu nasıl ‘açılım’
dediğinde her şey tıkandıysa, barış dediğinde de savaş
çıkacak anlamına geliyor. 1994’ün topyekûn savaş
koşullarına ilerliyoruz…” size="2">[24]

Tüm demogoji ve tavsatma taktiklerine rağmen T.“C”nin
stratejik yönelişi Kürtler’de devletçi olmayan ne
varsa yok etmektir!

Çünkü… Diyarbakır Büyükşehir
Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında başlatılan soruşturmada
“PKK terör örgütü üyesi olmak”la
suçlanan ve örgüte “Bilerek ve isteyerek”
yardım ettiği ileri sürülen Baydemir’in 10 yıl hapsi
isteniyor! Bu da onların
“çözüm”ünün bir
parçasıdır…

Çünkü… AKP’nin açılım
propagandası yaptığı bir dönemde, Türkiye’de tek
Kürtçe yayın yapan gazete olan ‘Azadiya Welat’ın
Yazı İşleri Müdürü Vedat Kurşun’a hapis cezası
verildi. Başta AKP Hükümeti ve onu destekleyen liberal
çevreler Türkiye’de insan hak ve
özgürlükleri ile düşünce
özgürlüğü konusunda çok ciddi adımların
atıldığını belirtirken, Türkiye’de yayınlanan tek
Kürtçe gazete olan ‘Azadiya Welat’ın Eski İmtiyaz
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Vedat Kurşun’a 166 yıl
6 ay hapis cezası verildi. Günlük yayın yapan tek
Kürtçe gazete olan ‘Azadiya Welat’ın Eski Yazı
İşleri Müdürü ve İmtiyaz Sahibi Vedat Kurşun’un 525
yıl hapis istemiyle yargılandığı dava sonuçlandı! Bu da
onların “çözüm”ünün bir
parçasıdır…

Bu kadar değil; fazlası da var ama bu kadarı bile yetmez mi?

AÇILAMAYAN “AÇILIM”: BİR YILAN
HİKÂYESİ Mİ?

Gerçek(ler) bu merkezdeyken; bir “milli birlik”
projesi olarak açılamayan “açılım”, bir yılan
hikâyesinden başka bir şey değildir!

Prof. İlber Ortaylı’nın, “Açılım boş
laftır,” dediği konuda “Açılımın kötü
yönetilmesi ve içeriğinin tanımlanmaması”na dikkat
çeken TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner de, “Konuşmayı
sürdürmeliyiz. Susması gereken yegâne unsur
silahlardır,” diyor.

Özetle “boş laf” karşılığında “silahlar”
istenirken; Vahap Coşkun da, “Hükümet açılım
politikasını yürütemedi. İlk sorunla karşılaştığında
sürece devam etme basiretini gösteremedi, hemen geriye
döndü. Kandil ve Mahmur’dan gelenlerin karşılanmasına
gösterilen milliyetçi tepkilere teslim oldu. Yükselen
Türk milliyetçiliğini teskin etmek için Kürtlerin
gururunu incitecek tavırlar sergiledi,” diyerek “suret-i
haktan” yana bir görüntü vermeye kalkışıyor.

Oysa gerçek çok farklı; çünkü,
“Demokratik açılım, PKK ile mücadelede, silahsızlanma
seçeneğini imha ihtimaline önceleyerek, PKK’nın silah
bırakmaya zorlanmasını veya razı edilmesini
öngörüyor… Demokratik açılım sürecinin
özünü, Kürt meselesi ile PKK’nın birbirlerinden
ayrıştırılarak ele alınması ve her iki unsurla alakalı kısır
politikalar yerine dinamik ve üretken politikaların devreye sokulması
oluşturuyor,” Hatem Ete’nin işaret ettiği gibi…

Durum bu; böyle; ancak, liberal lafoloji gerçekten çok
farklı pasif beklentilerde; dilek ve temenniler de somutlanıyor!

Mesela Özdem Sanberk’in “Demokratik açılım sırf
Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil aynı zamanda
bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm
getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi
ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin
derinleştirilmesiyle mümkün olur,” ifadesindeki gibi kayd-ı
şartlar…

Eski Milli İstihbarat Teşkilâtı Müsteşar Yardımcısı Cevat
Öneş’in, “PKK saldırılarını demokratikleşme konusunda
atılan adımlara bağlaması” halüsinasyonları…

Vd’leri yanında liberal yalakalık hâlâ,
“… ‘Kürt açılımı’ önemli bir
başlangıçtı. Umudumu yitirmiş değilim…”
“… ‘Kürt açılımı’nın doğru
yönde ilerleyebilmesi için AKP ile Barış ve Demokrasi
Partisi’nin iki ana aktör olarak işbirliği yapmaları
gerekiyor…” diyebilmektedir Oral Çalışlar
gibi…

Ama nafile…

‘The Economist’, ‘Bloke Edilen Açılım’
başlıklı analizde, “Güneydoğu’ya yine savaş
gölgesinin düştüğü”nü yazarken; BDP Bitlis
Milletvekili Nezir Karabaş, “Eğer savaşı
sürdürürseniz iddia ediyorum, yemin ediyorum Kürt halkı
yaşamı cehenneme çevirecek” diyordu demesine de; eski
DTP’li Aysel Tuğluk da Nezir Karabaş’a “Biz cennete
çevirmenin yollarını arıyoruz” diye itiraz ediyordu!

AKP’NİN (DEDİKLERİ VE) SORUNU

Liberallerce, “Kürt meselesini çözecek,”
diye göklere çıkartılan AKP’nin (dedikleri ve) sorunu
Türk bağlamlı milliyetçi/devletçiliğidir.

Çünkü Selahattin Kaya’nın işaret ettiği üzere
“AKP, Kürtler için büyük sorun.
Çünkü Türk-İslâm sentezcisi olarak, Kemalistler
gibi o da Türk milliyetçisi. Hatta, arkasına dini alan
milliyetçilikle o, daha tehlikeli.”

Takıye ve yalan(cılık) yani manipülasyon konusunda bir hayli
uzmanlaşan AKP, çifte değil, çok standartlıdır!

Örneğin “PKK, Ergenekon’un uzantısıdır,”
söylenceleri AKP tarafından beslenirken; Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, İsrail’in insanî yardım gemilerine düzenlediği
baskının ardından Hamas-PKK benzetmesi yapanlara da tepki
gösterirken, “Hamas’ı terör örgütü
olarak kabul etmiyorum, tanımıyorum. Hamas, kendi topraklarını koruma
mücadelesi veren direnişçilerdir. PKK’nın askerimize olan
saldırısıyla Hamas’ın saldırısını buna benzetenler var. Bir
defa Hamas’la terör örgütü PKK’nın benzer
hiçbir yanı yoktur. PKK terör örgütünün
üzerinden Türkiye Cumhuriyeti pasaportu çıkar. Hamas kendi
topraklarını koruma mücadelesini veren direnişçilerdir.
Seçim kazandıkları hâlde İsrail cezaevlerinde
yatmaktadırlar. ABD’ye de söyledim. Ben Hamas’ı terör
örgütü olarak kabul etmiyorum, tanımıyorum dedim. Bugün
de böyle düşünüyorum,” diyecek kadar çok
standartlı ve yalancıdır!

Sadece bu kadar mı? Değil!

Mesela Diyarbakır’da BDP’nin Kürtçe
“Boykot” afişleri, AKP’nin teklifiyle yasaklanırken,
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Batman Havaalanı’nın terminal
binasının açılışında yaptığı konuşmada halktan referandumda
Kürtçe “evet” oyu vermelerini isteyip,
“Erê, erê hezar car erê/ Evet, evet, bin kez
evet” dedi; bu, seçim yasasını çiğnemek olsa da
herhangi bir kovuşturmaya konu olmadı…

Oysa, oysa eskiden, Başbakan olmadan önce Recep Tayip Erdoğan
neler, neler demişti…

Mesela Kürt sorununda değişimden yana olduğunu savunan ve BDP
dahil her kesimi ‘statükodan yana olmak’la suçlayan
Erdoğan, 1991’de hazırladığı ‘Kürt Raporu’nda
“Kürt sorunu ulusal bir sorundur,” demişti.

Ancak 2002’de hükümete geldiğinde ise, ilk olarak
“Düşünmezseniz böyle bir sorun yoktur” dedi ve bu
çizgisini “Ya sev ya terk et”,
“Açılım”, “Milli Birlik Projesi” ve
“Sil baştan yaparız” çıkışlarının gelgitleriyle
sürdürdü.

“Erdoğan’ın da bir Kürt Raporu vardı” vurgusuyla
sıralayalım:

Tarih 18 Aralık 1991... Erdoğan, İstanbul İl Başkanlığı
görevinde ve aynı zamanda Refah Partisi’nin MKYK üyesi...
Danışmanı Mehmet Metiner’e hazırlattığı Kürt
Raporu’nu partisinin lideri Necmettin Erbakan’a veriyor...

Bakın orada ne diyordu:

‘Kürt Raporu’nun tespitler bölümünde:
“Bugün ‘Doğu’ veya ‘Güneydoğu
Sorunu’ olarak adlandırılan sorun aslında bir ‘Kürt
sorunu’dur... Sorun gerçekte ulusal bir sorundur. Yani bir
Kürt sorunudur.”

“Kürtler ne mi istemektedirler? Çoklarının zannettiği
gibi Kürtler Türkiye’den kopmak istememektedirler. En
azından Kürtlerin büyük çoğunluğu Türklerle
birlikte eşit ve gönüllü bir birliktelik oluşturmak
istiyorlar. T.C Devleti’nden kopup bir Kürt devletini kurma
düşüncesini marjinal Kürt unsurları savunmaktadırlar.
Gerçeği bunlar da yakın vadede değil, ancak uzun vadede bunun
mümkün olabileceğini söylemektedirler. Kürt halkının
büyük bir çoğunluğu Kürt ulusal kimliğinin
tanınmasını ve Kürt kültürünün geliştirilmesini
istemektedirler.”

‘Kürt Raporu’nun ‘Bizim Görüş ve
Tavrımız Ne Olmalıdır?’ bölümünde:
“Türkiye’de 75 yıldan beridir resmî ideolojinin
Kürt meselesinde inkârcı, asimilasyoncu, baskıcı
davrandığını açık seçik söylemeli ve resmî
ideolojiyi yüksek sesle sorgulamalıyız.”

19 yıl önceki Erdoğan’ın “görüş ve
tavrı” böyle... Peki, 8 yıldan beri başbakan olan
Erdoğan’ın bugünkü “görüş ve tavrı”
nedir?

Erdoğan 1991’de Doğu ve Güneydoğu’nun
“Kürdistan” olduğunu söylemişti. Erdoğan’ın
Başbakanlığı döneminde ise, “Kürdistan” demediği
hâlde bu sözü çağrıştıran sözler sarf ettiği
iddiasıyla Osman Baydemir hakkında dava açıldı, tilkinin ismindeki
“Kurdistanica” ifadesi çıkarıldı.

Özetle Recep Tayip, eleştirdiğinin ta kendisi olduğunu binlerce kez
kanıtlamıştır!

Bu durumda ‘The Economist’, “Kürt sorunu
çözülmedikçe Türkiye’de demokrasi
kırılgan kurumlara dayanacak,” size="2">[25] derken; “PKK’nın ateşkesiyle
birlikte, AKP hükümetinin Kürt sorununa çözüm
bulunması konusundaki sorumluluğu da arttı. Erdoğan bu ateşkesi fırsata
dönüştürüp Kürtlerin bazı taleplerini kabul
etmeli,”[26]
diye ekleyen Muhammed Nureddin’in AKP’den beklentileri
karşılıksız bir aşkın beklentileri olurken; bu konuda
“Hocamız” İsmail Beşikçi’nin kimi tespitleri de
doğru değildir.

Evet, “PKK’nin övgüye değil, eleştiriye ihtiyacı
vardır. PKK’yi ilerletecek olan eleştiridir. Özeleştiri de
şüphesiz önemlidir. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın da,
Barış ve Demokrasi Partisi’nin de, Demokratik Toplum
Kongresi’nin de bu konuyu düşünmesinde yarar vardır,”
diyen İsmail Beşikçi “Hoca(mız)”ın özellikle AKP
hakkında kaleme aldığı “Devlet, AKP, Din, PKK, Kürtler”
başlıklı değerlendirmesinde, “Adalet ve Kalkınma Partisi,
hükümet, Türk siyasal hayatında önemli değişiklikler
gerçekleştirmeye çalışıyor. Ordunun siyasal hayat
üzerindeki ağırlığını azaltmaya gayret ediyor. Bunlar
şüphesiz önemlidir. Bu yönleriyle hükümet,
kendilerinden önceki hükümetlerden önemli farklılıklar
gösteriyor. Fakat, Kürt sorunundaki tutumunda, kendilerinden
önceki hükümetlerden ciddi bir fark göstermiyor,”
değerlendirmesi ‘Taraf’ın beklentilerinden malûl bir
yanılgıdır; tıpkı ‘Taraf’ hakkındaki saptamaları
gibi!

“YENİ” TRUVA ATLARI: BEYAZ KÜRTLER

‘Taraf’, Kürt meselesinde Gülen bulamaçlı
bir neo-liberal müdahale olmaklığıyla, Kürt başkaldırısının
tasfiyesini amaçlayan bir projedir.

Söz konusu projenin ilk eldeki sonuçlarından birisi de,
“yeni” Truva Atları olarak betimlenmesi mümkün olan
“Beyaz Kürtler”dir!

“Onlar da kim” mi? “Silahsız Kürt Sesi’ne
Kulak Verin...” diyen Cengiz Çandar’ın, 28 Haziran 2010
tarihinde Diyarbakır’da Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip
Ensarioğlu’nun 99 STK adına yaptığı açıklamaya değinisi,
yeterince net işaret ediyor “onlar”ı!

Hani Galip Ensarioğlu İnegöl’deki gerginliği
“Seçilmiş bir yer. Senaryonun içinde PKK da var.
Amaç kaos çıkarmak” diye yorumlayanlar!

Sonra Cihan Camcı’nın, “Kürtler, bir bölgede
yaşayan ve etnik olarak, -coğrafi anlamda da- homojen bir toplumun
çok uzağında olduğumuzu kabul etmek zorundadırlar. Kürtler,
her şeyin temize çekileceği beyaz bir sayfayı hiçbir zaman
açamayacağımızı, Arşimetçi bir dayanak noktası gibi
kimliğimizi net ve ayırt edici bir nirengi noktasından
başlatamayacağımızı, bu romantik arayışın gerilla savaşıyla iyi
giden bulanıklığının ortak yaşam olanağımızı sabote ettiğini
anlamak zorundalar,” uyarılarına “muhatap” olanlar!

“Başbuğ ile Öcalan arasında sıkışmaktan” söz
eden ‘Taraf’çı Yıldıray Oğur’un, “Ey sivil
Türkler ve Kürtler… kafamıza dayanmış silahın
kabzasını hissettiniz mi yine?” dedikleridir!

Ya da Oral Çalışlar’ın, “Hapishane arkadaşım,
Diyarbakır’ın önemli işadamlarından, sağduyulu Kürt
aydınlarından, eski gazeteci Raif Türk’ün mermer ocağına
baskın yapıldığını okuyarak güne başladım. Yaşamını
özgürlük davasına adamış sevgili arkadaşım Raif’e
yönelik bu saldırı yüreğimi acıttı. Raif, yıllardır, doğup
büyüdüğü kent olan Diyarbakır’a ve yöresine
büyük çapta yatırımlar yapan, yörenin zenginleşmesi
için emeğini, birikimini en yoğun şekilde kullanan bir
işadamı.

Savaşın ve şiddetin devamının ne anlama geldiğini o yörenin
insanları, özellikle de Raif gibi insanlar, olağanüstü
derecede iyi bilirler. Diyarbakır’a her gidişimde mutlaka
Raif’le buluşur ve yöredeki gelişmelere bir de onun
gözünden bakarım. Raif, sakin ve duyarlı diliyle, yörenin
havasını bana her seferinde aktaran bir sestir.

Raif’in işyerine saldırılıp, iş makinelerinin yakılması,
çözümsüzlüğün yol açabileceği
sonuçlar hakkında ciddi ipuçları veren bir olay. Silahların
konuştuğu yerde sözün hükmünün kalmadığını,
düşüncenin etkisinin olmadığını bir kez daha
görüyoruz,” diyerek arka çıktığı eski
“solcu” yeni patronlar!

Yani Erdal Güven’in, “Bırakalım İmralı’daki ne
demişi, Kandil’deki ne yapmışı... Onlar zaten bildiğini okuyacak.
‘Kürt sorunu’ artık bugüne kadar olduğu gibi
tartışılmayacak çünkü Türkiye’de.
Tartışılmaması gerekir. Bırakalım Öcalan’ı,
Karayılan’ı... Türkiye’yi kurtarırsa Tanrıkulu gibi,
Miroğlu gibi Kürt aydınları kurtaracak,” diye ad ve adresleri
verdikleri… (‘Zaman’ yazarlarından ve hakkında
muhataralı şeyler söz konusu olan Bejan Matur da bunlardandır!)

Evet, “Hangi Kürtler” denince kastedilen; devletin
“beyaz”/ “zengin” Kürtleridir; egemenliğin
parçaları, piyonlarıdır!

ŞAHIN KUŞATMASINDA LİBERAL PİYON(LAR)

Gelelim, “Beyaz Kürtler”in “iş ve aş
arkadaşı” olan ve Christopher Isherwood’ın,
“Bilgiçlik taslamak, bilginin bunaklığıdır,”
sözünü durmadan doğrulayan şahın kuşatmasındaki liberal
piyon(lar)a!

Bilmeyen yok: “Kendini ‘liberal demokrat’ diye
tanımlayanlar bir süredir ‘Kürt partisi’ diye
nitelenen BDP’ye her fırsatta çatıyor...

Gözümüze gözükmeyin muamelesi çekiyor...

Küslük veya husumet şundan çıktı... BDP’li
vekiller bazı AKP’lilerle birlikte parti kapatmayı zorlaştıran
maddeye destek vermeyince, madde düştü...

‘Liberaller’ bunu demokrasiye vurulmuş balta olarak
gördüler... BDP’yi sorumlu tuttular...

Onlara göre bu tavır ihanetti... Bundan sonra herkes kendi yoluna
demekti...

Bu manzara karşısında...

Artık ne hâliniz varsa görün diyenler de oldu, ruhunuzu
sattınız diyenler de...

Kürt politikasını artık ciddiye almayacağız diyenler de oldu,
toplu intiharı seçmenize diyecek fazla bir şey yok diyen
de...” size="2">[27]

AKP aşığı liberallerce “Şöyle bir anlayış
yaygınlaştırılıyor…

AKP’liler gibi düşünüyorsan, daha doğrusu Başbakan
gibi düşünüyorsan iyi güzel…

Farklı düşünüyorsan…

Yanmışın… Anında Ergenekoncusun!

Kendini linç ayininin ortasında buluverirsin... Vur abalıya
bağırışlarının arasında…” size="2">[28]

Evet, liberallerin cadı kazanında durum budur; böyledir!

“Ama”lı yetmez(lik)lerle betimlenen liberallerden Hasan
Cemal’e göre, “Diyarbakır Cezaevi’nin
kapatılması... Yetmez ama evet!”

Cengiz Çandar’a göre, “Diyarbakır konuşması:
Yetmez ama güzel”! “Önce ‘Evet’, sonra
‘barış’ stratejisi” ve bunun içinde
“Kalıcı ateşkesle ve ‘pazarlık’la yol almak”
gerek!

Ya da “BDP giderek sadece ‘acıların partisi’
hâline geldi. Maalesef, Kürt sorununun
çözümünde ‘mağduriyet’ dışında bir
fikri dile getirmekten aciz bir hâldeler,” diyen Ayhan
Aktar’a göre de, “Militanca konuşmalar ve atılan
‘Biji Apo’ çığlıkları, belki BDP’yi
‘örgüt’ yapar. Ama maalesef siyasi parti yapmaz! En
fazla ‘Apo’yu Sevenler Derneği’ olurlar, o
kadar!”

Veya Mehmet Tezkan için de, “Diyarbakır Cezaevi Berlin Duvarı
gibi, ayrılığı, düşmanlığı sembolize ediyor; yıkılmalı. Bizim
hatırlamaya değil, unutmaya ihtiyacımız var.”

Sonra da Bedirhan Ali açısından, “Türkiyeli
Kürtlerin, Kürt sorununda değişim şartıyla referandumda
‘Evet’ demesi boykottan daha yararlı olurdu. BDP’nin
AKP’ye mutlak muhalefet konusunda Kürt düşmanı şovenlerle
aynı tarafta durması korku vericidir.” size="2">[29]

Nihayet “Türkiye’de demokrat olmanın,
özgürlükçü olmanın zor olduğunu biliyoruz. Ama
Türkiye’de bir Kürt olarak demokrat ve
özgürlükçü olmak bundan birkaç misli daha
zor… Savaş beylerine, milliyetçilik bezirgânlarına
karşı Kürt ve Türk tüm demokratların ortak sesine, aynı
zamanda AKP’yi zorlamaya ve BDP’yi sorgulamaya acil ihtiyacımız
vardır,” Ahmet İnsel’e göre!

“Yetmez ama…” kaydı düşülmüş akıl,
çeki düzen ve intizam verme seansları… Liberalleri
betimleyen bu!

Bunlar “Neden” mi? Gerçekle ilişkisi olmayan
beklentiler, dilekler, temenniler için!

Evet, liberallerin aslî görevi, hiçbir güvence ve
kazanım söz konusu olmadan direnenlere “silah
bıraktırmak”tır…

Son sözü yine her şeyi özetlemesi için Cengiz
Çandar’a bırakırsak:

“Ne Kürt sorununun çözümü, ne
PKK’nın silahsızlandırılması, ne o, ne bu. Bunlar, birkaç
günün içinde hâlledilecek şeyler değil.
Önümüzdeki birkaç gün içinde, silahların
suskunluğunu, insanların konuşmasını kalıcılaştıracak adımların
atılması gerekiyor. En acil iş budur. Hükümetin
yükümlülüğü de budur.”

Evet, liberaller tam da bunun (yani devletin istedikleri) için
vardır!

Bu noktada sözü “Liberaller bizi AKP’ye mahkûm
etmek istiyor, biz reddettik,” diyen BDP Eşbaşkanı Gültan
Kışanak’a bırakalım:

“Türkiye son 8 yılını bir kutuplaşma siyaseti
içerisinde götürüyor. Türkiye ak ve kara diye
ikiye ayrılıyor ve böylece ak diye tanımlanan AKP tarafının
bütün eksikleri, yanlışları, hataları tartışılmaz oluyor.
Doğru, bu ülkede statükodan yana olan tek tipçi ve
antidemokratik sistemin devamını isteyen bir seçkin tabaka var. Ama
bunun karşısında çoğulcu demokratik bir yapının oluşmasına da
kimse izin vermiyor. Bunun karşısında sadece tek adres olarak
AKP’nin gösterilmesi, Türkiye demokrasisini demokrasi
olmaktan çıkartan, iki seçenek arasına sıkıştıran bir
durumdur. Biz Türkiye’deki bazı liberal çevrelerin
demokrasiye yaklaşımında bu konuda bir problem görüyoruz.

Bizi de sürekli buraya iten, sürekli AKP’yi destekleyen bir
politik çizgide tutmak isteyen bir yaklaşım bu. Bunun Türkiye
demokrasisine bir faydası yok. Eğer demokrasi ve gerçek anlamda bir
değişim istiyorsak bırakmalılar ki çoğulcu bir zeminde herkes
talep ve beklentilerini ifade etmeli ve değişim isteyen taraflar arasında
bir diyalog ve uzlaşı olmalı. Ama tek bir taraf yaratıp herkesi
AKP’nin siyasetine mahkûm etmeye çalışıyorlar. Bu
zihniyetin kendisi zaten problemli…

Biz liberalleri şu açıdan anlıyoruz. Sonuçta
örgütlü bir güçleri yok. Bir demokrasi cephesini,
gerçek demokratik talepleri temsil edebilecek güçleri yok,
o nedenle AKP’nin arkasından gidelim diyorlar. Ama bizim
gücümüz var. Bizim örgütlü
gücümüz de var, bilincimiz, hazırlığımız da var. Biz bu
nedenle kimsenin arkasında takılmayacağız…”

DİN FAKTÖRÜ (GÜLEN CEMAATİ)

Kürt meselesinde devlet politikalarının
yürütücülerinden bir diğeri de Gülen
Cemaati’nde ifadesini bulan (din faktörü) politik
yoğunluktur!

Örneğin ‘Din-Bir-Sen’ Genel Başkanı Lütfi Şenocak,
“Terörün panzehirinin dindir,” vurgusuyla din
görevlilerine önemli görevler düştüğünü
söylerken; Kırgızistan’daki Gülen cemaati okullarında ve
‘Işık Evleri’nde Kürt kelimesi kullanılmazken; bunun
yerine “Doğudakiler” ya da “Şarklılar” ifadesinin
tercih edildiği asla unutulmamalı…

CHP’NİN “KÜRTSÜZ
ÇÖZÜM”Ü

Ya CHP mi? Onlar da “Kürtsüz
çözüm”ün parçalarıdırlar!

Örneğin “Açılım, açılım diye yola
çıktılar toplumu böldüler, geldiler duvara tosladılar,
ülkeyi bölme noktasına getirdiler.”
“Türkiye’yi ayrışma sürecine sokan o politikaları
lanetliyoruz,” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu;
Tarhan Erdem’in ifadesiyle “Toplantı ve mitinglerde tam 104
konuşma yaptı. 104 konuşmasının içinde bir tane bile Kürt
lafı yok hanımefendi! Bu ne demek. Böyle bir CHP olabilir mi?”
sorusunun da muhatabıdır!

Dediklerini durmadan tashih eden bir “ortacılık”la yol
almaya çalışan Kılıçdaroğlu
, Dersim’de
açıkladığı “genel af” önerisinin PKK’nin
silahlarını koşulsuz bırakması ve terörün bitme noktasına
geldiği konusunda toplumsal mutabakat sağlanması durumunda uygulamaya
sokulabileceğini açıklayarak geri adım atıp, “Barış,
özgürlük, gelişmiş bir demokrasiye ulaşılacak, kardeş
kanı akmayacaksa aftan korkmamak lazım” derken; “Genel af
talebi Öcalan’ı kapsıyor mu” sorusunu da “Benim
söylediklerimde affın Öcalan’ı da kapsayacağı
yönünde en ufak bir söz ya da ima yok” diye
yanıtladı!

ABD VE KÜRT MESELESİ

Geldik tüm bunlarla bağıntılı olarak ABD ve Kürt
meselesine…

Liberaller, Ortadoğu’daki konumu itibariyle ABD’nin (Kuzey
Irak denilen Güney Kürdistan’daki konumu için)
Kuzey’deki Kürt meselesini de bir
“çözüme” kavuşturmak istediğinden söz
ediyorlar…

Hayır! Binlerce kez hayır! ABD, Kuzey’deki Kürt meselesini
de “çözmek” değil, düzen içine
uyarlayarak bastırmak istiyor; Barzani ve Talabani’yi de bunun
için kullanıyor; olan bu!

Örneğin Türkiye’deki Kürtlere karşı baskı olduğunu
belirterek ABD yönetiminin de bu baskılara destek verdiğini
söyleyen Prof. Noam Chomsky, Bilgi Üniversitesi Dolapdere
Kampüsü’nde düzenlenen ‘Düşünce
Özgürlüğü için 7. İstanbul
Buluşması’nın 10 Ekim 2010 tarihinde gerçekleştirilen
oturumundaki konuşmasında, Kürt siyasetine yönelik baskılar
olduğunu belirtip, bu baskılara destek veren ABD yönetimini de sert
dille eleştirip, 1990’lı yıllarda Clinton hükümetinin
Türk ordusunun Güneydoğu’da verdiği mücadeleye
askerî destek sağladığına dikkat çekiyor.

Chomsky, Kürt sorununun çözümüyle ilgili bir soru
üzerine de, öncelikle devletin doğu bölgelerinde
uyguladığı baskıları sona erdirmesi gerektiğini ifade ederek,
“Baskıyı azaltmak, çözüm için hem adil hem de
pratik bir yöntem olacaktır” diye ekliyor.

ABD’nin konumu da, tavrı da çok açık!

Mesela Bağdat’ta göreve başladıktan sonra konuşan
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey,
“Öncelikle, biz PKK’nin silahsızlandırılması gereğine
inanıyoruz. Nokta...” “Bizce, PKK bir ortak düşmanımız.
ABD olarak her türlü desteği veriyoruz, vereceğiz. Bu çok
acılı bir konu, yakından izliyoruz ve Türkiye’nin
yanındayız,” derken; Irak’taki ABD Askerî Kuvvetleri
Komutan Yardımcısı Korgeneral Michael Barbero, PKK ile mücadelede
Türkiye’ye desteklerini sürdüreceklerini belirtiyor.

Deniz Zeyrek de ekliyor: “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri
son derece garip bir hâl aldı. ABD bir tarafta Türkiye’nin
PKK’ya yönelik mücadelesine açık destek veriyor.
Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Başkanı Mesud
Barzani’yi Türkiye ile işbirliğine zorluyor. Ankara’ya
gelen Irak’taki birliklerin komutanı, Bağdat yönetimi sıcak
baktığı sürece Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde
güvenlik şeridi oluşturmasına olumlu yaklaştıklarını
anlatıyor.”

Çok önemli bir şey daha: ‘The Washington Post’,
bir başyazısında, “BM’ye insan hakları ihlâli
şikâyetlerinde bulunması ve Türkiye’yle barış
görüşmeleri yapması için PKK’ya yardım etmek
isteyen İnsancıl Hukuk Projesi’nin talebini yasadışı bulan ABD
Yüksek Mahkemesi fazla ileri gitti. Buna göre şiddeti durdurmak
için PKK’yla birlikte çalışmak yasak,”
face="Times New Roman" size="2">[30] diyor…

Tüm bunlara karşın BDP, ABD’yi (nasihatler almak pahasına!)
“ikna etmeye çabalıyor”!

Soru(n) ve sıkıntı burada; bu konuda da
“böyle”!

EGEMEN MİLLİYETÇİLİK: İĞREÇ ŞÖVENİZM DAHA DA
İĞRENÇLEŞİRKEN…

Bu tabloda tekrar tekrar vurgulamak gerek: Cumhuriyet, tektip bir toplum
yaratmak için, Kürtlerin değerlerine topyekûn bir
saldırı politikası izledi. Dilini yasakladı, coğrafyasının
değiştirdi, varlığını inkâr etti. En temel haklarını
tanımadı, hukuklarını çiğnedi. Hele darbe dönemlerinde
Kürtlere reva görülen zulüm tahammülfersa bir
hâl aldı.

Türk milliyetçiliği adına uygulanan bu katmerli baskı
politikası, ülke içinde bir çatışma yarattı.
Burunlarını sürterek ve onurlarını kırarak Kürtleri yola
getirmeye çabalayanlar, gerçekte uzun ve kanlı bir savaşa
giden yolun taşlarını döşediler. Çok can aldı bu savaş,
çok can yaktı, gözün görebildiği ve ruhun
duyabildiği her alanda dayanılmaz bir tahribat yarattı.

Bunda kilit soru(n); George Bernard Shaw’ın,
“Milliyetçiliği insan soyundan defetmedikçe, huzurlu bir
dünyaya kavuşamayacağız”; H. G. Wells’in,
“Gerçek milliyetimiz, insanlıktır”; Albert
Einstein’ın, “Milliyetçilik bir çocukluk
hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır,” sözleriyle
betimledikleri (giderek de azgınlaşan!) egemen (Türk)
milliyetçiliğidir!

Ulaşılan toplumsal düzlemde durum vahimdir; ya da Oral
Çalışlar’ın tarifiyle, “Batı’da, Kürt
sorununa, ‘Kürt sorunu’ demek bile kolay değil.
Örneğin, hükümet, ‘açılım’
sürecinin başlarında kullandığı ‘Kürt’
sözcüğünü bir daha ağzına almamaya özen
gösteren bir tutum içinde. Batı’daki
‘popüler’ bakış açısına göre,
Türkiye’de ‘Kürt sorunu falan yok’, yalnızca
‘terör sorunu’ var. Kürtlerin en temel insan
haklarının kabulüne karşı bile tahammülsüz ve tepkili olan
‘sosyal psikoloji’, hiç değişmeden varlığını
sürdürüyor.”

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in, “Sermaye
taraflara bölünemez. Anadolu sermayesi, İstanbul sermayesi
ayrılamaz,” diye tarif ettiği toplumsal düzlemde egemen
(Türk) milliyetçiliğinin iğrençleşerek
yaygınlaştığı su götürmez bir gerçektir…

İşte bir örnekler:

“Manisa’da Kadir Sakallı adlı bir ülkücü, ikisi
Kürt 3 çocuğu alıkoydu. Ülkücü zanlı, Türk
olan çocuğu serbest bırakırken, Mardinli 2 çocuğa
tecavüz etti. Sakallı tutuklanırken, hazırlanan iddianameye göre
olay ‘basit tecavüz vakası’ olarak
değerlendirildi”!

Bunlar böyleyken; kimi “Beyaz Türkler” şöven
yaygaralarıyla yangına körükle gitmekten alakoyamıyorlar
kendilerini:

Örneğin Ruşen Çakır, “Kürt
milliyetçiliğiyle yüzleşebilmek”ten söz ediyor;
kendi milliyetçiliğiyle ve T.“C” gerçeğiyle
yüzleşmeden; “Türkiye Cumhuriyeti ve TSK’ya faşist
diyenler, bari Nazi olmasa,” diyen Mine G. Kırıkkanat’ın
mantık(sızlığ)ıyla!

Ya da “Türkiye halkı bugün her zamankinden daha çok
bölünme korkusu yaşıyor ve bu korkunun her zamankinden çok
gerçekleşmeye yakın olduğu algısına sahip. Empatiye
ihtiyaç var,” diyen Hayri Ateş’in Kürtlerin
yıllardır yaşadıklarına gözlerini yumması gibi…

Veya Ertuğrul Özkök’ün, “Ben İmralı’ya,
Apo dışarı” demagojisindeki üzere…

Olmaz böyle şey; oluyorsa da bunun iğreç şövenizmin
daha da iğrençleşmesinden başka bir şey olmadığından kimsenin
kuşkusu olmasın!

“ÇÖZÜM” İLE “DÜZEN İÇİ
DÜZENLEME” HAKKINDA GÖRÜŞLER

Sorunun “çözümü” hakkındaki
görüşler iki parçalıdır: i) Adil ve onurlu
çözüm, ii) “düzen içi
düzenleme”…

“Demokratik çözüm” alt başlığındaki
tartışmaların -farklı versiyonlarıyla- ulaştığı ortak nokta
“düzen içi düzenleme” olurken; adil ve onurlu
çözüm ise devrimci karakter taşımaktadır.

Ancak varılan koordinatlarda -hangi düzlemde olursa olsun!-,
“Barış isteyenlere düşen, PKK ile uğraşmak değil, kendi
devletimizden, kendi hükümetimizden Kürtlerin haklarını
tanımasını ve masaya oturmasını talep etmektir.”[31]

Evet “devrimci” olarak nitelen “Çözüm
Türk ve Kürt halklarının ayağa kalkıp hükümete
siyasal çözümü dayatmasıyla
gerçekleşir,” Mahmut Alınak’ın ifadesindeki
üzere…

Bu kapsamda da “Çözüm konusu Kürt
siyasetçilerin işi olmalı” vurgusuyla hatırlatır İsmail
(Beşikçi) Hoca: “Kürt taleplerinin belirginleşebilmesi
için sorunun temel niteliği üzerinde yoğun, sürekli bir
tartışmanın yapılması gerekir. Ortadoğu’da nüfusu 40 milyonu
aşkın Kürtler, neden küçücük bir siyasal
statünün sahibi olamamışlardır? Kürtler ve Kürdistan,
neden bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır?
Bu süreç nasıl yaşanmıştır? Kürtlere ve komşularına
bu sürecin etkileri ne olmuştur? Bunların tartışılması
gerekir.” size="2">[32]

Söz konusu tartışma özü gereği T.“C”nin (yani
iktidarın) tarihsel ekonomi-politiğinin otopsisinden başka bir anlam ifade
etmez ki, tam da bu bağlamdaki öneri ve pratiğiyle “de
facto” olarak devrimci bir nitelik kazanır…

“Düzen içi düzenleme”ye gelince bu;
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in, tüm siyasi partilere
“acil reform” çağrısı yaptığı şeydir; yani
“Türkiye’nin sorunu olan ama özellikle
Güneydoğu’daki ekonomik gelişmenin önünü tıkayan
Kürt sorununu çözmek zorundayız,” vurgusuyla
Kürtleri (kapitalist) düzene eklemleme çabasıdır!

Bu konuya en iyi örneği TESEV’in, Kürt sorununun
“kalıcı’ ve ‘demokratik yol”la
çözümü için hazırladığı raporda, 17 kanun ve
Anayasa’da yapılmasını önerilen temel değişiklikler
özetler.

TESEV’in önerisini yani “düzen içi
düzenleme”nin ne demek olduğunu, “Bi desta berda, bi linga
ket dû/ “Eliyle bıraktı, ayağı ile ardına
düştü” diyen bir Kürt Atasözü gayet iyi
özetlerken; bir kere daha anımsatalım:

Kürt sorunu bir sosyal sorundur, siyasi sorundur. Ancak böyle
ele alınarak çözüm üretilebilir. Yani Kürt
sorunu, Kürtlerle çözülür...

Kendisini ulus olarak gören bir grubun ulusal taleplerini reddetmek
ve onlara zorla devletin resmî kimliğini giydirmeye çalışmak
şimdiye dek hiçbir ülkede “istenen sonucu” vermedi.
Bu noktada belirleyici olan, Kanadalıların Quebeclileri, İspanyolların
Katalanları, Britanyalıların İskoçları ve Türklerin
Kürtleri nasıl ve ne olarak gördüklerinden çok
Quebeclilerin, Katalanların, İskoçların ve Kürtlerin
kendilerini nasıl ve ne olarak gördükleri ve
istedikleridir...

Yoksa Orhan Bursalı’nın halüsinasyonları değildir!

ABES BİR TARTIŞMA PARANTEZİ: DİL MESELESİ YA DA
KÜRTÇE

Kürtlerin ulusal talepleri, “düzen içi
düzenlemeler”le absorbe edilirken; en doğal konularda bir
“ihsan”mış gibi sunuluyor ki, bunlardan birisi de, abes bir
tartışma özelliği taşıyan dil meselesi ya da
Kürtçe’dir…

Nefes almak ne kadar tartışılmaz ise, dil meselesi ya da
Kürtçe de o kadar tartışılması mümkün olmayan
doğal bir haktır…

Bu konuda AKP’nin, “Anadilde eğitim asla kabul edilemez,”
demesi; AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in,
“Anadilde eğitim” konusuna sıcak bakmadıklarını, ancak
“anadilin öğrenilmesi” konusunda yeni adımlar
atılabileceğini ifade etmesi de sözünü ettiğim abes
kapsamında ele alınmalıdır.

Kaldı ki “Şu an Türkiye okullarında eğitim,
Türkçe başta olmak üzere yedi dilde
veriliyor”ken;
size="2">[33] Kürtçe de, eğitim
yapılacak kadar birikime sahipken; kimse abes ile iştigal edip,
“resmî dil” söylencelerine
sığınamaz…

Öncelikle şunu belirteyim: Her ülkenin bir “resmî
dil”i olması diye bir kural yoktur. Bir ülkede birden fazla
resmî dil olabileceği gibi, resmî dil hiç de
olmayabilir!

Örneğin ABD’de 1987’de 37 eyalet İngilizceyi
resmî dil kabul etme konusunu ele aldı; 13 eyalette bu düzenleme
kabul edildi. 1988’de bu 13 eyalete Teksas, Florida, Arizona ve
Kolorado da katıldı.
size="2">[34] Yani bugün ABD’nin
bütünü kapsayan bir resmî dil yok ve ABD de bu nedenle
yıkılmıyor!

IV. AYRIM: VERİLİ DURUM

“İyi de bunlar, mevcut durumda nelere yol açıyor”
mu?

Gayet basit; i) T.“C” yön duygusunu yitiriyor; ii) egemen
koalisyon parçalanıyor; iii) hegemonya alanında soru(n)lar
oluşuyor; iv) tüm bunlar da ucu açık bir geçiş
sürecini devreye sokarken; v) sonuçta “alışılmış
olan” nihayete eriyor…

Mesela ABD’de “gölge CIA” olarak nitelendirilen
özel istihbarat kuruluşu Stratfor’un ‘Türkiye
Raporu’nda, “AKP ve Gülen cemaatinin, eğitim,
güvenlik, istihbarat, yargı, medya ve iş dünyası gibi
‘güç merkezlerinde’ önemli bir varlık
gösterdikleri”nin altı çizilirken; Delphine Strauss ile
David Gardner de ekliyorlar: “Türkiye’nin bölge ve
Batı’yla ilişkileri arasındaki gerilimler su yüzüne
çıkarken, soru bu ülkenin ekseninin kayıp kaymadığı değil,
eski ve yeni ittifaklar arasında denge kurup kuramadığı
olmalı…”

Birinci şey: ABD-AKP ilişkilerindeki “yeni” tanım
aralığının flu ve gerilimlere gebe olduğudur.

Mesela Ergin Yıldızoğlu, “Washington’un AKP’ye
bakışında bir değişimin başladığı görülüyor,”
derken; Caroline B. Glick de, “AKP genel seçimi kazanırsa
Türkiye, yöneticilerin istediklerini yapma gücü
üzerinde hiçbir etkili iç kontrolün bulunmadığı
İslâmcı bir devlet hâline gelebilir. İran’la
yakınlaşmak için Batı’dan kopan AKP’yi eleştirmeyen
AB, ABD ve NATO artık laik muhalefete destek vermeli,” face="Times New Roman" size="2">[35] uyarısını
dillendiriyor…

Bu basit bir durum değil; hatta çok önemli…

İkincisi de, Türkiye’de (İslâmî eksenli)
muhafazakârlaşmadır.

Örneğin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu,
“Toplumsal huzuru sağlamak için din
özgürlüklerini genişletmek gerekir,” saptamasını
dillendirirken; Nizam Mardini de şu öngörüyü
dillendiriyor: “Türkiye anayasa değişikliklerinin ardından,
Avrupa tarzı laiklikten Amerikan tarzı laikliğe yönelerek
İslâm’ın laik sistemle tarihi kavgasını sonlandırabilir.
Türk halkı da AKP’ye bu açıdan destek
veriyor…” size="2">[36]

AKP konusunda ortak bir objektif oluşturulamadı.

Mesela R. Scott Appleby, “Bugün dini güçler gibi
laiklerin de köktenci bir kesimi barındırdığı gözardı
ediliyor. Türkiye’de de karşımıza çıkan bu kişiler,
hakikâtin tek savunucularıymış gibi davranan, kaynaklarını kimseye
koklatmayan dogmatikler. Batı, AKP devriminin itici gücü olan
Gülen hareketiyle temas kurmalı” size="2">[37] ya da Abdullah El Kağbi, “AKP
anayasal reform sayesinde Türkiye’de yönetim sistemi
üzerindeki bütün zincirlere karşı gerçek bir
demokratik darbe yaptı. Partinin Evren’in yol açtığı utancı
temizlemesi Batı’dan da destek alacaktır,”[38] derken; kimileri de AKP’ye
böylesi bir “açık çek” vermiyor.

Örneğin ‘Jerusalem Post’ da çıkan bir yazıda,
“İslâmcıların yavaş yavaş Türk ekonomisinin
kontrolünü ele geçirdiği”, İslâmizasyonun
güçlendiğinden söz ediliyor!

Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanvekili Hannes Swoboda de, AKP
yönetiminde Türkiye’nin İslâmcılaşması riskinin
hâlâ mevcut olduğundan söz ediyor.

Özetle bu iki eksenli gelişimler, gerilimlerin önünü
çok daha fazla açacakken; Kürt meselesi bu soru(n)ları
daha da ağırlaştırıyor…

V. AYRIM: BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN

Diyeceklerimi sonlarken; onurlu ve adil bir barışa olan ihtiyacımızın
çok büyük olduğundan kuşku duymadığımı ifade etmeme
izin verin…

Ancak “Barış çok tatlı, insanın yüreğini ısıtan bir
sözcüktür; ama barış ile kölelik arasında dağlar
kadar fark vardır,” diyen Marcus Tullius Cicero’nun uyarısını
anımsatarak…

Buna muhtacız… Çünkü soru(n)lar Vedat
Çetin’in, “Kuzey İrlanda, Güney Afrika, Endonezya ve
Nepal… Barışın yolu düz ve kolay değil. Her ülkede
değişik yollardan, değişik görüşmeler, sonunda büyük
sıkıntılar içinden geçerek uzlaşma noktasına varıyor ama
sorunlar da sanıldığı gibi hemen bitmiyor,” saptamasındakinden
daha da grifttir.

Kolay mı? Yaşananlar; Ambrose Bierce’nin, “Barış:
Uluslararası ilişkilerde, iki savaş dönemi arasında bir aldatmaca
dönemi,” saptamasını doğrularken; hem dünyada hem de
Türkiye’de çatışma ve savaşlar devam ediyor.

Yapılan araştırmalara göre; hâlen dünyanın 33 ayrı
bölgesinde sıcak çatışma ve can kayıpları yaşanıyor.
Uluslararası Çatışma Araştırmaları Enstitüsü, 2003
yılında yayınladığı Çatışma Barometresi verilerine göre;
o dönemde dünyada 80 çatışma alanın bulunduğunu ve
bunlardan 35’inde yüksek ölçüde şiddet
kullanıldığına işaret etti. Kuruluş 2009 yılında yayınladığı son
raporda da, dünya genelinde 365 çatışma tespit ederek,
bunlardan 7’sinin savaş, 24’nün ağır krizler,
31’nin de yüksek oranda şiddet olduğu tespitini yaptı.

Yapılan başka araştırmalardaki güncel verilere göre de,
Afrika’daki iç savaşlardan Güneydoğu Asya’daki
ayaklanmalara, Ortadoğu ve Balkanlarda yaşanan çatışma ve
gerginliklerden Kürt coğrafyasında süren şiddet olaylarına
kadar çok sayıda noktada çatışmalar sürüyor. Buna
göre, Doğu Kongo, komşusu Ruanda’da Hutu milisler arasında 1994
yılında başlayan çatışmalar hâlen devam ediyor.

Hindistan ve Pakistan arasında 1947 yılında bölünme sonrasında
başlayan Keşmir merkezli çatışmalar devam ediyor.

Çin’in Şincan bölgesinde Uygurlarla, Çinliler
arasındaki çatışmalar 2009 yılında meydana gelmiş ve çok
sayıda insan hayatını kaybetmişti (en az 150 kişi öldüğü
açıklanmıştı).

İran’da bir yanda iktidar ve muhalefet arasındaki çatışma
ve gerginlikler sürerken, öte yandan İran’ın Kürt
muhalefetine yönelik askerî operasyonları karadan ve havadan
bütün şiddetiyle sürüyor.

Çad’da hükümetle muhalif güçler arasında
süren iç savaş beşinci yılına girdi. Pakistan’da ordu
ile radikal İslâmcılar arasındaki çatışmalar devam ediyor.
Dünya dikkatini Irak ve Afganistan’a çevirirken...
Pakistan, ABD’nin terörle savaşının başarıya ulaşması
için güvenlik ve istikrar açısından en önemli ortak
olarak değerlendiriliyor.

Doğu Afrika ülkesi Somali’de ise, 1990’ların
ortalarından bu yana bir merkezi hükümetin devrilmesinden hemen
sonra başlayan çatışmalar ve iç karışıklık bitmiş
değil. Ülkenin bir bölümü isyancı grupların elinde
iken, yaşanan çatışmalarda yüzlerce insan hayatını kaybetti
ve etmeye devam ediyor. 1.5 milyonun üzerinde insan göç
etmek zorunda kaldı.

Dünyada yaşanan bu tabloya karşılık, Kürt sorunu nedeniyle
başta Türkiye olmak üzere İran, Suriye ve kısmen Irak’ta
çatışmalar yaşanıyor.

1984 yılında fiilen başlayan çatışmalar nedeniyle kimilerine
göre 40 bin kimilerine göre 50 bin insan hayatını kaybetti.
İçişleri Bakanlığı’nın verdiği son verilere göre;
hayatını kaybedenlerin 29 bini PKK militanı. Bunlara 17 bin faili
meçhul cinayet eklendiğinde 30 yıllık çatışmada hayatını
kaybeden Kürtlerin sayısı 46 bini buluyor. Yine çatışmalar
nedeniyle 4 bin köy boşaltıldı, milyonlarca Kürt yerinden
yurdundan edildi. 30 yıldır süren çatışmalar devam ederken,
devlet ve hükümet yetkilileri ise, ölümlere neden olan
silahlı yöntemleri hâlen en etkili silah olarak gündemde
tutmaya devam ediyor.

O halde şimdi hep beraber; savaşa karşı savaşma kararlılığıyla
barışı savunmalıyız; hem de savaşa karşı savaşmanın insan(lık)
için bir özgürlük mücadelesi olduğunu;
Jean-Jacques Rousseau’nun, “Özgürlüğünden
vazgeçmek insan olma niteliğinden, insan haklarından, hatta
ödevlerinden vazgeçmektir”; Epikuros’un,
“Özgürlük, kendi kendine yeterli olmanın en yüce
meyvesidir”; W. Wordsworth’un, “Ya özgür
olmalıyız ya da ölmeliyiz,” uyarıları eşliğinde asla
unutmadan ve unutturmadan!

Şöyle toparlayabilirim dediklerimi:

1980’li yıllardan bu yana dünya ölçeğinde
uygulamaya sokulan neo-liberal kapitalizm, yeryüzü
çehresinde “barış ve demokrasi” adına ne varsa tersine
çevirmektedir.

Neo-liberal politikaların Türkiye’deki acentalığına
soyunan AKP’nin bu bağlamda Kürtler için onurlu bir
barış sağlayabileceği söylenceleri, tam da bundan, yani
söylenceden ibarettir.

Doğrudur, neo-liberal politikalar ulus-devleti, Çokuluslu
şirketler adına hareket eden birer aygıta dönüştürmekle,
onların “ulusal” münderecatını çürümeye
uğratmaktadır. Böylelikle “burjuva demokrasisi” son
durağına, yani örneğin “narko-devlet”lere,
“mafya-devlet”lere, kişisel kaprislere ve yolsuzluklara
belenmiş otokrasilere, tarikat-devletlere dönüşmektedir,
neo-liberal elitlerin elinde.

Ancak böylesi bir aşınma, kendi başına adalet,
özgürlük vb.ni
sağlayamaz.

Adil bir barış, eşitlikçi bir özgürlük ancak
barış ve özgürlükten yana güçlerin
mücadelesi ve müdahalesiyle gerçekleşebilecektir.

Bu ise bu ülkede, kendi kaderlerini tayin hakkı mücadelesi
veren Kürtlerle bu hakkı kayıtsız koşulsuz içine sindirmiş
emek güçlerinin ortak mücadelesiyle
sağlanabilecektir.

15 Ekim 2010 21:58:54, Ankara.

N O T L A R

[1] Mersin Barış
Meclisi’nin 16 Ekim 2010 tarihinde Mersin’de düzenlediği
“Demokratikleşme ve Barış İçin Ne Yapmalı?”
başlıklı panelde yapılan konuşma… 18 Aralık 2010 tarih Ankara
Özgür Üniversite’deki “Cumartesi
Konferansları”nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:117,
Ocak 2011…

[2] Karl
Valentin.

[3] Nur Batur,
“Türkiye’nin Yeni Kürt Politikası”, Milliyet, 10
Aralık 1991.

[4] Jean Dubuffet,
Boğucu Kültür, çev: İsmet Birkan, Dost Yay., 2005,
s.11.

[5] Nuray Mert,
“Demokrasi Bon Pour L’Orient!”, Hürriyet, 27
Eylül 2010, s.23.

[6] Immanuel
Wallerstein, “Demokrasi: Her Yerde mi, Hiçbir Yerde mi?”,
Günlük, 21 Eylül 2010, s.12.

[7] Mustafa Sönmez,
Küresel Kriz ve Türkiye, Alan Yay., 2010.

[8] Barış A.
Özden, “Avrupa Krizi: Uzun Süreli Bir Belirsizlik
Dönemi”, Yeni Yol, No:37-38, Yaz/ Bahar 2010, s.193.

[9] John Pilger,
“ABD 3. Dünya Savaşı’nı Başlattı”, Newstatesman,
25 Mart 2010.

[10] John Pilger,
“ABD Bilgi Savaşına Milyarlar Akıtıyor”, Newstatesman, 8
Temmuz 2010.

[11] Muhammed El Semmak,
“Obama’nın Çifte Standardı Görmesi İçin
Mucize mi Lazım?”, Müstakbel, 12 Temmuz 2010.

[12] Ali Tahsili,
“Obama’nın da Bush’tan Farkı Yokmuş”, İtimad, 1
Mart 2010.

[13] Fehmi Hüveydi,
“Batı’nın ‘Terör’ Tanımı, Doğu’nun
‘Direnişi’…”, Şark, 4 Ekim 2010.

[14] William Hague,
“İnsan Hakları Britanya İçin Kilit Önemde”, The
Daily Telegraph, 31 Ağustos 2010.

[15] Johann Hari,
“Kenya’dan Bir Özür Bile Dileyemedik”, The
Independent, 29 Mayıs 2009.

[16]
“ETA’nın Ateşkesi”, The Financial Times, 6 Eylül
2010.

[17] Gerry Adams,
“Madrid, ETA’nın Pasını Gole Çevirebilir”, The
Guardian, 6 Eylül 2010.

[18] Robert Fisk,
“Batı Gazeteciliği Hükümetlerin ve Silahların Dilinin
Esiri”, The Independent, 21 Haziran 2010.

[19] Robert Fisk ,
“Savaşan Kelimeler: Yeni Propaganda”, Evrensel, 28 Haziran 2010,
s.8.

[20] Ergin
Yıldızoğlu, “Yükselen Şizofreni”, Cumhuriyet, 14 Temmuz
2010, s.9.

[21] Emine Kaplan,
“AKP İşkenceciyi Koruyor”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2009,
s.4.

[22] M. Utku
Şentürk, “Ne Bu Şiddet Bu Celal?”, Radikal, 25 Kasım
2009, s.15.

[23] Selah Beyaziddi,
“Sri Lanka Türkiye’nin Modeli Olamaz”, Kurdishgl
Globe, 17 Temmuz 2010.

[24] Mahir Sayın,
“Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi”, Radikal
İki, 10 Ekim 2010, s.1-4.

[25] “Sırada
Kürt Meselesi Var”, The Economist, 13 Eylül 2010.

[26] Muhammed Nureddin,
“PKK’nın Ateşkesi Türkiye’ye Yeni Bir
Çözüm Fırsatı Sunuyor”, Şark, 22 Ağustos
2010.

[27] Mehmet Tezkan,
“Başbakan’ın Danışmanı Son Noktayı Koydu…”,
Milliyet, 10 Mayıs 2010, s.5.

[28] Mehmet Tezkan,
“Ergenekoncu Kahramanlar!”, Milliyet, 6 Mayıs 2010,
s.6.

[29] Bedirhan Ali,
“Kürtlerin Şovenlerle Paralelliği Korkutucu”, Hayat, 19
Eylül 2010.

[30] “Yüksek
Mahkeme PKK Kararıyla Çok İleri Gitti”, The Washington Post,
22 Haziran 2010.

[31] Roni Margulies,
“Terör Lanet Bir Şey, Ama...”, Taraf, 3 Temmuz 2010,
s.5.

[32] İsmail
Beşikçi, “Çözüm Yaklaşıyor”, Milliyet,
25 Eylül 2010, s.16.

[33] Necmiye Alpay,
“Anadili Söylemleri”, Radikal İki, 17 Ekim 2010,
s.18.

[34] Daniel G. Bates,
XXI. Yüzyılda Kültürel Antropoloji-İnsanın Doğadaki Yeri,
çev: Suavi Aydın-Serpil N. Altuntek-Elif Başak Altınok-N. Işıl
Demirakın-Erhan G. Ersoy-Nurşen Karabulut-Sibel Özbudun-Balkı Şafak,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2009, s.75.

[35] Caroline B. Glick,
“AB ve ABD, Türkiye’yi Kaybetti”, The Jerusalem Post,
20 Eylül 2010.

[36] Nizam Mardini,
“Laiklik-İslâm Kavgasını Türkiye Bitirecek”,
Müstakbel, 6 Ekim 2010.

[37] R. Scott Appleby,
“Laikler, Türkiye’nin Köktencileri”, Open
Democracy, 27 Eylül 2010.

[38] Abdullah El Kağbi,
“Anayasa Reformuyla Orduya Beyaz Darbe Yapıldı”, Vatan, 25
Eylül 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder