9 Ocak 2010 Cumartesi

O Suskun, Yalnız Kadınlar...

O SUSKUN, YALNIZ
KADINLAR…
[*]
 
SİBEL ÖZBUDUN
 
"Konuşmaların en
önemlisi
kendi kendimize olanıdır. Ama
bunu
çoğu zaman ihmal
ederiz."
[1]
 
Ne kadar çokmuşlar… Ve ne kadar
suskunmuşlar ki, o kadar çok olduklarını hiç ama hiç
anlamamışız… Görmemişiz onları. Adlarını, ama
gerçek adlarını ve o geçirimsiz suskunlukları ardında yatan
yaşam öykülerini öğrenme gereğini
duymamışız…
Acıya tanık, hatta mensuplarının çoğu
acının şu ya da bu biçimde faili kuşakların susuş
konspirasyonlarına suç ortaklığı etmişiz, onların o suskun,
kendi kendinin gölgesi bir yaşama yazgılı varlıklarını
sürekli bilincimizin gerilerine kovalamakla.
Bu suç ortaklığını ilk kırmaya cesaret eden,
bastırılmışlıklarımızın duvarlarını tuzla buz eden, Fethiye
Çetin oldu. Yaşı 60'ı aşkın her T. C. yurttaşının
bildiği "sır"rı hepimize haykırıverdi:
Büyükannesi, katliamlardan her nasılsa kurtulup bir
Müslümanla evlendirilmiş bir Ermeniydi! Onun bu keşfini, kısa
süre içinde Türkiye'nin hemen her köşesinde pek
çok "torun" tekrarlayacaktı. Ermeni
"büyükanne"ler (ve sayıca çok daha az olan)
"dede"lerin büyük kısmı suskun ve küskün,
geçip gitmişti bu dünyadan. "Torun"lar şimdi ikinci
kuşağa, Müslüman babalarla Ermeni anaların çocukları
olan kendi anne-babalarına, büyükanne-büyükbabalarına
dönüyordu ağızlarından laf alabilmek için.
Herkesin bildiği, herkesten gizlenen, böylece
döküldü ortalığa…
"Anneannem annesini on yaşına kadar
görmüş. Çok ağlarmış kadın sessiz sessiz.
'Hiç gülmedi, hiç kahkahasını
hatırlamıyorum,'diyor. (…) Anneanneme Ermenice hiçbir
şey öğretmemiş. Kadın da kim bilir nasıl sakladı. Ki o
dönemde iyice saklaması gerekmiş olabilir. Anneannemin babası
hâkim olduğu için Türk kimliğine sokmaları kolay olmuş
sanırım.
"[2]
"(…) Ferman'da, size="2">[3] Kozluk'taki bütün
Ermenileri katletmişler. Onlardan hiç kimseyi sağ bırakmamışlar.
Kocasını ve ailesini de öldürmüşler. Onu da benim
kayınpederim Xalil e Derweş kaçırmış. Böylece
ölümden kurtulmuş. Onu bizim köye, Şat'a
götürüp samanlığa saklamış. Tam altı ay samanlıkta
gizlenmiş. Kayınpederim, geceleri gizlice ona yiyecek
götürüyormuş. Ortalık yatıştıktan sonra onu samanlıktan
çıkarmış. Evine götürüp onunla evlenmiş.
Kayınpederim Xalil e Derweş'in Pire Hatun'la evlenmeden
önce dört eşi daha varmış…
" size="2">[4]

Hem Gülçiçek Günel
Tekin'in Kara Kefen'inde (Belge Yayınları 2008), hem de
Ayşe Gül Altınay ile Fethiye Çetin'in birlikte
hazırladığı Torunlar (Metis Yayınları, 2009)'da derlenen
anlatılar, tek bir trajik öyküyü dillendiriyor bize: o
uğursuz "Tehcir" kararı çıkmadan önce yerlerinde,
yurtlarında, mamur, müreffeh bir yaşam sürdüren,
çevredeki Müslümanlarla bayram ziyaretlerine gidecek,
birbirine ebelik yapacak, düğünlerde omuz omuza halaya duracak,
beraber çalışacak kertede komşu, Ermeniler. "Ferman"
ile birlikte üzerlerine çöken karabasan… Uzak
köylerden yakınlara, kulaktan kulağa "Yola
çıkardıkları kafileleri yol boyunda katlediyorlarmış,"
fısıltıları… Toparlanıp götürülmeler… Yine
de geride birkaç parça eşya, para bırakıp; "ne olur ne
olmaz, belki döneriz" diye…
Sonra öyle bir dönem olmuş ki erkekler
köyden ayrılmışlar. Geceleri gizlice gidip gelenler oluyormuş. Bir
sabah babaannesiyle, annesiyle birlikte uyandıklarını hatırlıyor. Evdeki
kap kacağı falan bahçede bir yere gömüp gidiş
hazırlıklarına başlamışlar. 'Osmanlı bizi sürecek,
İstanbul hükümeti bizi sürecek, geri gelirsek
eşyalarımızı tekrardan çıkarırız,' diyerek
gömmüşler. Orayı örterken bekçi gelmiş. Bekçi
anneannemin ve babaannesinin adını çağırmış. 'Siz ne
yapıyorsunuz, daha tarla mı yapıyorsunuz?' demiş. (…)
'Yapmayın, yapmayın, hepiniz gideceksiniz,' demiş. (…)
Sonra bekçi yanlarına gelmiş, ve anneannemin başını okşamış.
'Bu kızı bana ver ha, bu kıza yazık olmasın.' Anneannemin
annesi de demiş ki, 'Yok ben kızımdan ayrılamam.'
Sonra bir gün herkesi köy meydanında
topluyorlar. Özellikle unutmadığını söylediği bir şey,
belinden aşağıya kadar uzun saçı olan genç halasının
saçlarından sürüklenmesi, kız çocukları arasında
sürüklenerek ilk önce onun ayrılması. Bazı genç
kızlar o sırada askerler tarafından ayrılıyor –anneannem
'güzelleri seçtiler'
diye anlatıyordu-
diğerleri de hemen apar topar yola çıkartılıyorlar.
(…)
Yolda ilk hatırladığı yer Şarkışla istasyonu.
Şarkışla istasyonu, kendisi, annesi, babaannesi ve üç
küçük kardeşi. (…) Bir de kundakta erkek kardeşleri
var. (…)
Şarkışla tren istasyonuna kadar zaman zaman
kağnı arabası gibi bir şeyler bulup yola devam etmişler. Her durdukları
yerde askerlerin, köylülerin, tek tek çocukların,
kadınların arasına girip elbiseleri parçalamaları,
üzerlerinden altın veya benzeri şeyleri almaları, çeşitli
yiyecekleri ekmek karşılığında elbise alışverişleri, altın
istemeleri var. (…)
Annesinin öldürülmesi en çok
aklında kalan olay. 'Annem oldukça gençti, güzel
bir kadındı,' diyor. Sanırım yirmili yaşlarında annesi. Diyor,
'Malatya Akçadağ'da peşimize köylüler
düştü, kaçmaya çalışıyoruz. Babaannem bebeğin
kundağında birkaç tane altın saklamış. (…) O kovalamaca
sırasında arabayla kaçmaya çalıştık ama annemi
köylüler yakaladı. O sıra babaannem hızla yola devam etti ve
hiç bakmayalım diye gözlerimizi kapattı.' 'Bir an
döndüm baktım ki,' diyor, 'annemin üzerinde
tepinen insanlar filan.'"
(Altınay-Çetin,
ss.171-173).
Ya da yola bile çıkarılmaksızın, oracıkta
katledilmeler:
"Sonra bir akşam üstü köy
aniden askerler tarafından basılmış. Kadın-erkek, çoluk
çocuk herkesi köy meydanına toplamışlar. Herkesi ip gibi
sıraya dizmişler. Hepsi tek sıra hâlinde dümdüz sıraya
dizilmiş. Böyle ip çekilmiş gibi, bir çizgi
hâlinde sıralanmışlar. Ferman da annesiyle babasının
arasındaymış. Diğer kardeşleri de onların yanındaymış. Annesiyle
babası da bunların elinden tutuyormuş. Sonra hükümetin silahlı
askerleri bunların tam karşısına geçmişler. Sonra da bunlara
durmadan ateş etmişler. Kendilerine ateş edildiğinde, Ferman kendisini
annesinin arkasına atmış ve sonra da ölü numarası yapmış.
Herkesi öldürdükten sonra askerler çekip
gitmiş."
(Tekin, ss.132-133)
Bazen, çoğu sonuçsuz kalan, kaçma
çabaları.
"Ermeni kırımı zamanında, Gebzel
köyündeki çobanlar dağda koyun güderlerken bir
mağaranın önünde yeni örülmüş bir taş duvar
görüyorlar. Ermeniler buraya hazine gömmüş diye taş
duvarı yıkıyorlar. Orada bir kadınla kucağında çocuğu, iki tane
de kız çocuğu çıkıyor. Anlatılanlara göre, katliamda
öldürülenler öldürülüyor, bunlar da
katliamdan kurtulmak için dağa kaçıyor. Kızlar başka bir
aileden. Bunlar dağa kaçarken koyunlarına bulgur, nohut gibi
yiyecekler dolduruyorlar. Gündüz derelerden su içiyor, ot
yiyorlar, gece de taş oyukların arasında saklanıyorlar. Çobanlar
bunları görünce, 'gidip köye haber verelim'
diyorlar. İşte köyün ileri gelen bir ailesine haber veriyorlar.
Onlar da 'Alın getirin' diyorlar. Çobanlar onları almak
için geri dönüyorlar. Kucağında bebeği olan kadın,
çobanların seslerini duyuyor. O sırada kucağındaki bebeği
ağlıyor. 'İnsanlar çocuğun sesini duyar, bizleri
görürler' diye, çocuğu o anda boğup
öldürüyor…"
(Tekin, ss.36-37).
Kimi zaman dost elini uzatan Kürt ya da Türk,
Müslüman komşular…
"Ama çoğu Aşiret reisleri bu
katliamlara karşı çıktı. Kendi Ermenilerini Hükümetin
eline teslim etmedi. Onları korudu, kolladı. Onların hükümete
gücü yetiyordu. Onlar Çok güçlü
aşiretlerdi. Hiçbiri Ermeni'sini hükümete teslim
etmedi."
(Tekin, s. 141)
İçlerinden en güzellerini seçip
alıyorlar: "Ninem bir din adamı tarafından korunmak için
mi alındı yoksa güzelliğinden mi? Bazıları diyor korumak
için aldı. Ama bakıyorum güzel kızlar alınmış hep.
Güzel olmayanlar alındı mı alınmadı mı benim bir araştırmam yok,
ama bireysel kanaatimi söylüyorum mahallede
gördüklerimden. Ninem de güzel bir kadındı, acaba ondan mı
alındı? Yani madem bunları öldürecekler, bu da güzel bir
kızdır, alalım mı dendi?"
(Altınay-Çetin, s. 44).
"Bir de katliam zamanında bizim Kürtler, Ermenilerin en
güzel kızlarını, en güzel kadınlarını kaçırdılar.
Onları getirip sakladılar. Katliam işi bitip ortalık yatıştıktan sonra
onları evlerine getirip onlarla evlendiler
." (Tekin, s. 143)
Ölen ölüp giden gittikten,
kaçabilen kaçtıktan sonra iş geliyor geride kalanların
talanına:
"Ermeniler katledildikten sonra Kürtler
daha yaygın bir şekilde oraya yerleşiyorlar. Ermenilerin evlerinin tamamı
boşalmış durumda, gelip işgal ediyorlar. (…) Bir tek babaannem ve
birkaç Ermeni sağ. Babaannem kendi mallarını koruyor.
Dedemin de bir karısı ve bir çocuğu var.
Babaanneme, malvarlığından dolayı veya işte güzel bir Ermeni
kadınla beraber olmak için (…) evlenme teklif ediyor.
Birkaç defa elçi gönderiyor. Kadın kabul etmiyor.
'Benim bir oğlum var, bunu büyütmek için sağ
bırakıldım. Bir Müslümanla beraber olmam mümkün
değil,' diyor. Bunun üzerine babaannem dedemin adamları
tarafından kaçırılıyor. Zorla evlendiriliyorlar. Kadın hayır
demesine rağmen imam bunları evlendiriyor.(…)
Evlenir evlenmez mallara el koyma süreci
başlıyor. Normalde kadın evlenince mal ve mülkleri kocaya verir ve
uysal bir kadın olur. Babaannem ise çok inatçıymış. Dedem
bakıyor ki kadın malları kendisine vermiyor, hepsini satıyor. (…)
Bütün mal varlıkları bitince mi, sıkılınca mı bilmem, bir
süre sonra dedem babaannemi babamla birlikte evden atıyor."
(
Altınay-Çetin, ss.54-55).
Hepsi evden atılmıyor, tabii. Büyük
bölümü, yeni ve Müslüman adlarla, suskun,
hüzünlü, çalışkan bir yaşama, her biri birer
Müslüman olan çocuklarına,torunlarına adıyorlar
kendilerini. ["Mesela diğer nineler, Kürt Müslüman
kadınlar yaşlandıktan sonra erkeğin otoritesini alıyor. Diyelim
gelinlere fırça atar, kızlara laf söyler, cigarasını
içer. Bizde ise tam tersi, mazlum bir kadın…
"
(Altınay-Çetin, s. 41.)] Kimliklerini birbirlerinden bile gizleyerek.
["Abisinin karısının ailesi Amerika'da yaşıyormuş, onlar
da Ermeniymiş. Yirmi yıl boyunca birbirlerine hiç
söylememişler. Karşılıklı birbirlerini Türk biliyorlar. Yirmi
yıl boyunca insan bunu söylemeden nasıl gizler?"
(Altınay-Çetin, s. 26)]Çoğu zaman eski
Müslümanlara taş çıkartacak kadar mümin…
[" 'Müslüman nine' tipli kadınlar vardır ya,
öyleydi. Bayağı dindardı. Ama 100 yaşındayken bile cımbızla
bıyıklarını alırdı. Süsüne düşkün, oturmasını
kalkmasını bilen bir kadındı. Hiç bunamadı. Ölene kadar
bilinci o kadar açıktı ki Namazını kılardı, din hakkında
konuşurdu. Birgün 'Abdest aldırın bana,' dedi. Abdesti
aldırdı ve yatağında öldü.
" (Altınay-Çetin,
ss.47-48)…
Yumurtaların kırmızıya boyanıp tokuşturulduğu,
incikli-boncuklu giysilerle konu komşu ziyaretlerine, kiliseye
çıkıldığı günler çok gerilerdedir artık. Kimi zaman
bir şifre gönderilir boşluğa, belki bir anlayan, anlam veren olur
diye… ["Hiç unutmam anam saç ekmeği
pişirirdi. Ekmeği pişirdikten sonra saco ocaktan alır, duvara dik olarak
dayardı. Sonra da ekmeği çevirdiği evirgeç ile, isli ve
küllü sacın ortasına artı işareti çizerdi. (…)
Anam her sac ekmeği pişirdiğinde mutlaka bu + işareti saca çizer,
ben de bunu görür, ama buna hiçbir anlam veremezdim. Bir
seferinde babam, anamın yaptığı bu + işareti gördü ve anama
çok kızdı…"
(Tekin, ss.18-19.)
* * *
Evet, konuşmaya başladı "torunlar". Ve
onlar konuştukça, "gayrıresmî tarih"imizin mahrem
köşe-bucakları, üstü örtülü
gerçekleri, sırları, bir bir saçılmaya başladı ortalığa.
Kabuk tuttu sanılan yaralar, bir kez daha kanamaya koyuldu.
Ama bu kez, yararlı bir kanama bu. Böylelikle,
tehcir edilenlerin, katledilenlerin, birbuçuk milyon, bir milyon,
altıyüzbin, üçyüz bin yani rakamlar değil, bize
değen öyküleri olan insanlar olduğunu görebiliyoruz.
Bazılarımızın "Ermeni dölü" olduğunu
keşfediyoruz. Bu hayırlı bir şey. Çünkü insanın insana
açtığı yarayı, yine insan sıcağı sağaltır. Sağaltabilmek
için ise hem bilmek, hem de empati kurabilmek gerek…
Anneannem'den başlamak üzere hem
Kara Kefen, hem de Torunlar, çok yararlı bir işe
soyunmuş yapıtlar. O uğursuz 1915 yılında komşularımız, toprağımız
"Gökgözlüler"in bu topraklardan hoyratça
çekilip alınışına seyirci kalan, mallarını yağmalayan, altın
bulurum diye evlerini tarumar eden, kadınlarına el koyan,
çocuklarını katledenlerin torunlarına, kendi
gerçeklikleriyle, tarihleriyle yüzleşme olanağı
sunuyorlar.
Böylesi bir yüzleşme, bastırılmış
kolektif suç duygusunun dönüştüğü,
yüreklerimizi kemiren o şövenizm virüsüne deva olabilir
mi, dersiniz?
 
22 Kasım 2009 10:04:40, Ankara.
 
NO T L A R
[*] Esmer, No:58/1, Ocak 2010…
[1] Oxenstiern.
[2] Ayşe Gül Altınay, Fethiye Çetin,
Torunlar, İstanbul, Metis Yayınları, 2009, s. 23.
[3] Ferman-e Fılla: Kürtçe, Tehcir
fermanı.

[4] Gülçiçek Günel Tekin, Kara
Kefen. Müslümanlaştırılan Ermeni Kadınların Dramı.

İstanbul, Belge Yayınları, 2008, s. 78. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder