7 Nisan 2010 Çarşamba

Sakarya TEK-EL Dersleri Ya Da Bir Sınıf Kültürüne Doğru...

Sakarya TEK-EL Dersleri Ya
Da Bir Sınıf Kültürüne Doğru...

SAKARYA TEK-EL
DERSLERİ 
YA DA BİR SINIF KÜLTÜRÜNE
DOĞRU…
[*]

 
SİBEL ÖZBUDUN
 
"Baş kaldırmalar,
halkın depremleridir." size="2">[1]
 
Post-"Elveda-proletarya" döneminin en
büyük sınıf okullarından biri faaliyette Ankara'nın
Sakarya Caddesi çevresinde…
Herkesin aynı anda hem öğreten, hem de
öğrenen olduğu bir okul bu. Trabzon çadırıyla Batman
çadırının, Aydın çadırıyla Adıyaman çadırının
omuz omuza, koyun koyuna durduğu "Direniş Mahallesi"nde
işçilerle öğrenciler, memurlarla ev kadınları, Lazlarla
Kürtler, kadınlarla erkekler, direnişçilerle
destekçiler, gençlerle yaşlılar, ateistlerle müminler,
Alevilerle Sünniler, devrimcilerle AKP'ye, MHP'ye oy
vermişler, doktoralılarla ilkokul diplomalılar birbirlerine öğretip
birbirlerinden öğreniyorlar.
İs kokan, duman kokan, nefes kokan, insan kokan
çadırlarda iç içe oturmuş çaylarını
yudumlayan gençler-yaşlılar, kadınlar-erkekler,
işsizler-işçiler, Kürtler-Türkler, 12 Eylül
buldozerinin yıkıp geçtiği, hemen ardından
yürürlüğe konulan neo-liberal piyasacılığın ise
üzerine beton döktüğü bir şeyi, sınıf
kültürünü eşeleyip gün yüzüne
çıkartıyorlar el birliğiyle.
İnsanlığa "ya tüketim ya
hiç!" çağrısını çıkartan, her türlü
kolektivite düşüncesini berhava edip koşulsuz-sorgusuz bir
bireyciliğe sarılan, insanî olan her şeyi kesif bir sinizm bulutu
ardında yok eden, tarihin en eski ve en insan eylemini, başkaldırıyı
unutulmuşluğa gömen çağdaş kapitalizm
kültürünün "tek ve vazgeçilmez" ilan
edildiği postmodern dünyamızda, Sakarya'ya açılan
sokaklarda olup bitenler, gerçekten de çok önemli. Orada
hep birlikte dokunan "sınıf kültürü"nü
anlamak, geleceği biçimlendirme yetimiz açısından
müthiş bir önem taşıyor.
Peki nedir günümüzde sınıf, daha
doğrusu işçi sınıfı kültürü? Neye/nelere
tekabül ediyor? Nelerden oluşuyor?
Kuşkusuz bu soruların yanıtı, burada "Sakarya
deneyimi" ışığında sadece ilk adımlarını atmaya
kalkışacağım, uzun ve derinlemesine irdelemeleri gerektiriyor.
İki ayı aşkın süredir Ankara'nın
yüreğinde direnenlerin birbirlerinden öğrenip birbirlerine
öğrettiği ilk değer, "dayanışma duygusu". Evet,
fabrikalarından, atölyelerinden, depolarından çıkıp
Ankara'ya sökün eden Tekel işçileri, Ankara'lı
esnaf, mahalle sakinleri, memurlar, öğrenciler, ev kadınları,
devrimciler ile birlikte dayanışmayı (yeniden) keşfetti. Mahallelerinde
kapı kapı dolaşıp battaniye, ilaç, hijyenik ped toplayan,
çorap, atkı ören kadınlar; gecelemeleri ve çeşitli
ihtiyaçları için dükkanlarını işçilere
açan çevre esnafı; imece usulü çamaşırlarını
yıkayıp ütüleyip geri getiren, sazlarını, gitarlarını kapıp
onlara moral vermeye koşan öğrenciler; anaakım medyayı baypas edip
mücadele haberlerini, görüntülerini belgeleyen, ülke
sathına, dünyaya yayan amatör/profesyonel medya emekçileri;
her gün bir-ikisi kumanya dağıtan demokratik kitle
örgütleri, sendikalar; kitaplarını, şiirlerini,
türkülerini, şarkılarını paylaşan ozanlar, yazarlar,
sanatçılar… Bu toplumun 12 Eylül sonrasının zehirli
mirası "kafayı kullan/köşeyi dön"; "gemisini
kurtaran kaptan" "bilgeliğini" geride bırakmakta
olduğunu gösterdi hepimize.
Ama bu, dayanışmanın bir (insanî)
yüzü. Tekel direnişi, dayanışmanın sınıfsal
yüzünü de harekete geçirdi - hem de Hak-İş'in
yan çizmesine [AKP'nin kuruluş çalışmalarının 2001
yılında Ankara'da, "Mustafa Kumlu'nun genel başkanı
olduğu Tes-İş sendikasının Konya Yolu üzerindeki
misafirhanesinde" başladığı;[2]
bunun karşılığında ise, "Mustafa Kumlu'nun
Türk-İş'e başkan olmasında AKP operasyonunun rol
oynadığı"[3]
düşünüldüğünde, buna şaşırmalı mı?]
Türk-İş yönetiminin ayak sürümesine, Kamu-Sen'in
"varmış gibi" yapıp hiçbir şey yapmamasına
karşın… Öyle ki ülkenin dört bir bucağından
emekçiler, hem bulundukları kentlerde iş bırakarak, gösteriler
düzenleyerek, çeşitli eylemlerle sınıf kardeşlerinin yanında
yer aldıklarını gösterdiler, hem de -yer yer sendika
yöneticilerinin duyarsızlıklarını çiğneyerek-
Ankara'ya akıp yüreklerinin sıcağını paylaştılar
onlarla...
Üstelik sınıf dayanışması "ulusal"
sınırlarla da sınırlı kalmadı; dünyanın dört bir yanındaki
emek örgütleri ve aralarında Noam Chomsky'nin de bulunduğu
emekten yana aydınlardan Tekel çadırlarına destek mesajları
yağarken, dünya ölçeğinde 175 milyon işçiyi temsil
eden Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), "Tekel
işçileriyle dayanışma günü"
düzenledi…
Tekel Direnişi'nin açığa
çıkardığı dayanışmayla bağlantılı ikinci önemli
sınıfsal değer, kolektivizm.
Gerçekten de müthiş bir ortaklaşmacılık
ruhunu ortaya çıkardı direniş. Çadırlarda gündelik
yaşamın örgütlenişinden eylem stratejilerine, gelen desteklerin
dağıtımına, tüm kararlar kolektif olarak alınıp kolektif olarak
hayata geçiriliyor. Çadırlar birlikte onarılıyor,
yakacaklar, karavana birlikte taşınıyor, hastalananlar birlikte
yetiştiriliyor hastaneye. Soğukların bastırmasıyla çadırların
sokağa bakan yüzlerinin kapatılmasının her bir çadırın
kendi içine kapanmasına yol açacağı kaygısıyla günde
iki kez toplu eylem kararı almaları dahi, işçilerin bu
kolektivizmin öneminin ne denli bilincinde olduklarını
gösteriyor.
Ve üçüncü "işçi
sınıfı değeri": mücadele kararlılığı
Hakkını yememek gerek; kendi zıddını, Tekel
direnişi karşı cephenin kararlılığını da biçimlendirdi:
"genel grevin tüm işyerlerine ve genel ekonomiye zarar
vereceği" uyarısını yapan Türkiye İşveren Sendikaları
(TİSK)'ndan, daha "zarif" bir üslupla
"Tekel'de taraf değiliz ama esnek çalışma
iyidir,"[4] diyen
TÜSİAD'a, ikide bir işçilere gözdağı veren,
üzerlerine polisi sürmekle tehdit eden Başbakanı, "Tekel
işçileriyle ilgili hükümetin bir hatası varsa o da
merhametli olunmasıdır,"[5]
"Biz çalışmalara başladığımız dönemde, araya
provokatörler girdi, işe şeytan karıştı. PKK'lısı da dahil
bu işe fitne sokmaya başladı," size="2">[6] diyen bakanlarıyla AKP
hükümetine; üzerine biber gazı sıkılıp havuza
dökülen Tekel işçilerine 8 yıl hapis cezası istemiyle
dava açan Cumhuriyet Başsavcılığı'na; Tekel
işçilerine yönelik her destek eylemi için
"suç duyurusu"nda bulunan Ankara Valiliği'ne;
işçilere odun, bank, çadır, naylon vb. yardımı yapan
belediyelere suç duyurusunda bulunan Ankara Emniyet
Müdürlüğü'ne; işçilerin hesaplarına
ilişkin bilgi veren ve haberleri olmadan hesaplarına yatırılan paraları
vadeli hesaba aktaran bankaya; hatta "Türkiye'nin ilk
liberal gençlik örgütlenmesi" (?!) 3 H'nın
düzenlediği (ve fakat emek örgütlerinin
'engeli'ne takılan) "Tekel işçilerini protesto
(?!) gösterisine…
Ama dedim ya, "karşı cephe"nin tüm
saldırıları, işçilerin kararlılığını bilemekten başka bir
işe yaramadı: geceleri -9 dereceye inen Ankara soğuğuna, tehditlere,
şantajlara, tacizlere, Türk-İş yöneticilerinin
kayıtsızlığına… ama en acısı çadırlarda yaşanan
kişisel dramlara rağmen
sürdürdüler/sürdürüyorlar direnişi. Batmanlı
Hüseyin Arslan, Akdeniz anemisi olan kızı Mizgin'in cenazesini
kaldırıp koşa koşa döndü, direnişçi arkadaşlarının
arasına. İzmirli Hüsniye Bayram ve Yasemin Çelenk kardeşleri
babalarının cenazesine, mücadele yoldaşları uğurladı.
Denizli'li Emin İdil, arkadaşıyla birlikte intihar eden 15
yaşındaki kızının acısıyla sürdürüyor
mücadelesini. Ve Abdi İpekçi parkındaki polis saldırısı
sonucu kuyruk kemiği kırılıp sinir damarı zedelenen Muşlu Alican
Akyıl, çadırdaki arkadaşlarını yalnız bırakmıyor. Manisalı
Abdurrahman Akyürek, böbreklerinden rahatsızlanıp
kaldırıldığı hastaneden taburcu edilir edilmez, kaldığı yerden
sarıldı açlık grevine… "Ölmek var, dönmek
yok!" diye haykırıyorlar ve bunu bedenlerini, yaşamlarını,
geleceklerini namlunun ucuna sürerek kanıtlıyorlar
hergün…
Bu ise bizi, Tekel direnişinin açığa
çıkardığı dördüncü "işçi sınıfı
değeri"ne ulaştırmakta: Özdenetim. Gerçekten de
son derece disiplinliler. Nüfusu zaman zaman 2-3 bini bulan direniş
sokaklarında şimdiye kadar bir tek itiş-kakışın olmamasını, kimsenin
burnunun kanamamasını, bir tek camın kırılmamasını nasıl
açıklamalı başka türlü? Ya da kendi gözlerimizle
gördüğümüz, "Size bu kadar getirebildim,"
diye cebindeki 45 lirayı uzatan kadını, iki işçinin koluna girerek
Türk-İş binasına götürüp, bağışını makbuz
karşılığı kabul etmesini? Kumanyalarını sessiz bir sabırla bekleyen
kuyrukları? Hergün tam saatinde başlatılıp tam saatinde bitirilen
basın açıklaması eylemlerini?
Bunların tümü neye mi denk
düşüyor? Yerin yedi kat dibine gömülüp varlığı
unutturulmaya çalışılan "sınıf bilinci"nin
yeniden uyanışına, elbette… "Bu direnişte öyle şeyler
öğrendik ki," diyor işçi Cemalettin Özden,
"bunlar ne kitaplardan ne de okullarda okumakla mümkün. Bu
süreçte sermaye bizleri makinemizin başında bile
parçalara ayırıyordu ama, aşımız, ekmeğimiz, beklentimiz ve her
şeyimiz bir olan kader arkadaşımızla uyutulduğumuzu
öğrendik…"[7]
Evet, özelleştirilen Tekel'in kapı
dışarı ediliveren, taşeron işçi statüsüne
düşürülmeye, özlük hakları ellerinden alınmaya
çalışılan Tekel işçileri, tekil mağdur bireyler değil,
bir SINIF oluşturduklarını, karşılarındakinin de kötü niyetli
bir hükümetin düşmanca ama bireysel bir edimi değil,
neo-liberal kapitalizmin küresel ölçekli bir stratejisinin
adımları olduğunu görüyorlar artık. Mücadelelerinin
yalnız kendileri için değil çocukları için, ama
yalnız çocukları için değil, özelleştirme
kapsamındaki tüm emekçiler için, ama yalnız
özelleştirme kapsamındaki emekçiler için değil,
küresel kapitalizmin işgücünü ucuzlatma yolundaki
küresel saldırısına karşı olduğunu kavrıyorlar yavaş yavaş.
Yazgılarının iş ve sosyal güvenceleri ellerinden alınmakta olan,
marjinalleştirilen, örgütsüzleştirilen, dirençleri
kırılan sınıf kardeşleriyle ortak olduğunun bilincine varıyorlar.
İnsanları karşı karşıya getirenin etnisite, dil, din, ulusal aidiyet
değil, sınıfsal çıkarlar olduğunu anlıyorlar…
Bunların bilincine varırken de kendilerine yıllar
yılı dayatılan korkulardan sıyrılıyorlar: "Marjinal gruplar
dedi, şimdi PKK'li olduğumuzu söylüyor. Biz iki aydır
buradayız, içimizde varsa buyurun diyorum ben. Bütün
sokaklar çevrilmiş, içimizde bir sürü polis var,
evet içimizde marjinal polisler var. Bu hükümet her şeyi
satıyor. Bizim neyimiz kaldı, bir emeğimiz kaldı, bir de onurumuz. Bunu
teslim etmeyeceğiz. Haklarımızı alana kadar buradayız. Neymiş polis
saldıracakmış, saldırsın. Marjinal miyiz, hepimiz marjinaliz. Burada
Halkevleri var, TKP'liler var, ÖDP'liler var. Daha önce
AKP'ye oy vermiş olan işçi arkadaşlar ilk geldiğimizde bu
insanları görünce bana gelip 'Mithat bak seninkiler
geldi' diyordu. Onuncu günden sonra ne oldu? 'Bak bizimkiler
geldi' oldu. Hepsi bizimkiler oldu. Aşlarını, çorbalarını,
neleri varsa bizimle paylaştılar. Bu pazar günü de, bir
dayanışma mitingi düzenliyor TKP, Halkevleri ve ÖDP, TEKEL
işçisi için
,"[8]
diyor örneğin Antakyalı Mithat. "Biz artık horon oynuyoruz,
Trabzonlu arkadaşlar da şemmamme oynuyor. Biz bütün illerin
ismini yazdık ve 'açılım burada' dedik. Halkların
birbiriyle problemi yok. 57 gündür burada ekmeğimizi
bölüşüyoruz. Bu hükümetin yapacağı hiçbir
kışkırtma bizi birbirimizden ayıramaz. Ne yapacaklarını, nasıl
saldıracaklarını da bilmiyorlar artık. Her saldırı ters
tepiyor,
"[9] diye yankılıyor,
Diyarbakırlı Hasan, Sait ve Nedim… Ve her iki ayı aşkın
süredir elinden mikrofonu düşmeyen, Tekel direnişinin bir başka
efsaneleşmiş işçi önderi, Gürsel, her basın
açıklamasından sonra "yoklama"sını yapıyor:
"Adana?" "Burada!", "Adıyaman?",
Burada!"… "Trabzon?" "Burada!",
"Türkiye?" "Burada!", "Siirt?"
"Burada!" "Eniştesi?"
"Yuuuuh!"
Ve nihayet, Tekel direnişinin açığa
çıkardığı son değer: sınıf
yaratıcılığı
Her gün yüzlerce yeni direniş tarzı
çıkartıyorlar dağarcıklarından. Her gün yeni sloganlar icat
ediyor, üzerlerine kendi şiirlerini, öykülerini yazdıkları
yeni pankartlarla donatıyorlar sokaklarını. İki ayı aşkın sinir
savaşına inat, güleç, kendileriyle dalga geçmesini
bilerek… "Yakında kat çıkacağız," diyor bir
işçi, artık evlerine dönüşmüş çadırlarını
göstererek. Bir başkası, kendini muhtar "tayin ediyor" ve
ekliyor: "üç muhtar daha çıkartırsak, belde olmak
için müracaat edeceğiz…"
Diyarbakır çadırının bitişiğindeki
karikatür sergisinde kendi çizimlerini sergiliyor, sevgili
Bilgesu Erenus'un aktardığı tanıklığa göre
çadırlarında doğaçlama oyunlar sahneliyor, günlerini
saz çalıp oynayarak, türkü söyleyerek
geçiriyorlar. Ve şair Mehmet Özer sokağın bir ucunda boy
gösterdiğinde haykırıyorlar bir ağızdan: "Bıçak
kemikteeee! İsyaaaaan!"
Yalnız Tekel işçilerinin mi; iki ayı aşkın
süredir onların mücadelesini kendi mücadeleleri bilen,
onlarla omuz omuza duranlarda da bir "patlama" yarattı bu eylem.
Yüzlerce genç fotoğraf sanatçısı, onlarca
kameraman… Türkiye işçi sınıfı tarihinin belki de en
fazla belgelenen direnişini kaydediyor tarih için… Sokağa
kurulu perdeden naklen kendilerini izliyor direnişçiler; bir internet
sitesi 24 saat canlı yayın yapıyor, dünyadaki emek eylemlerine
ilişkin belgesel filmler izleniyor hep birlikte…
Emekçilerin, yoksulların tahliye edilip
bankaların, çokuluslu şirketlerin, vakıfların temellük
ettiği sanat-kültür alanını yeniden sahipleniyor
direnişçiler.
Yakında o sokaktan çıkacak, hayatımızın
tümüne uzanacaklar… Son otuz yıldır, çokuluslu
şirketlerin, piyasa köktenciliğinin, borsaların, IMF'nin,
Dünya Bankası'nın, ABD emperyalizminin, tüketim
kültürünün, tekbenciliğin, neo-liberal
hükümetlerin, egemen medyanın, ırkçılığın,
GDO'ların… istilası altında, soluk alamadığımız
hayatımıza…
 
21 Şubat 2010 21:17:08, Ankara.
 
N O T L A R
[*] size="2">Odak, No:2010/1 (SN:2), Mart-Nisan 2010…
[1]
Victor Hugo.
[2]
Eyüp Can, "Erdoğan'a Misafirhanesini Açan
Sendikacı",
Hürriyet size="2">, 6 Şubat 2010, s.11.
[3]
Ahmet Hakan, "Kahramanı Buldum",
size="2">Hürriyet, 5 Şubat 2010,
s.4.

[4]
"TÜSİAD Kriz Fırsatını Kaçırmadı: İşsizliğe
Çözüm İçin Esnek Çalışma
Önerdi",
Artı İvme, size="2"> 16 Şubat 2010, href="http://www.ivmedergisi.com/16/02/2010/tusiad-kriz-firsatini-kacirmadi-issizlige-cozum-icin-esnek-calisma-onerdi.ivme"> color="#000000"> size="2">http://www.ivmedergisi.com/16/02/2010/tusiad-kriz-firsatini-kacirmadi-issizlige-cozum-icin-esnek-calisma-onerdi.ivme


size="2">.

[5]
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 26 Ocak 2010.
[6]
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, 8 Şubat 2010.
[7]
Ertuğrul Ünlütürk, "TEKEL İşçisi
Kararlı…"
Evrensel, size="2"> 6 Şubat 2010, s.2.
[8]
"Hepimiz Marjinaliz",
size="2">Cumhuriyet, 12 Şubat 2010,
s.7.

[9]
"Açılımı İşçiler Yaptı",
size="2">Cumhuriyet, 12 Şubat 2010,
s.7.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder