DİSK-KESK-TMMOB-TTB:
EMEKÇİLERİN BİRİKİMİ VE EMEĞİ ÜZERİNDE HÜKÜMETLERİN VE
SERMAYENİN RANT SAĞLAYAMADIĞI BİR SOSYAL GÜVENLİK
Sİ
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, Sosyal
Güvenlik Kurumu`nun 3. Olağan Genel Kurulu öncesi 3 Aralık 2012 Pazartesi
günü İstanbul Tabip Odası`nda bir basın açıklaması
düzenledi.
DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, KESK Genel Başkanı Lami
Özgen, TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı ve TTB Merkez
Konseyi Üyesi Osman Öztürk`ün katıldığı basın toplantısında,
emekçilerin özyönetimine bırakılan, emekçilerin birikimi ve emeği
üzerinde hükümetlerin ve sermayenin rant sağlayamadığı bir sosyal
güvenlik sistemi ve demokratik işleyişe sahip bir kurum oluşturulması
için talepler dile getirildi.
align="center">EMEKÇİLERİN BİRİKİMİ VE EMEĞİ ÜZERİNDE
HÜKÜMETLERİN VE SERMAYENİN RANT SAĞLAYAMADIĞI BİR SOSYAL GÜVENLİK
SİSTEMİ VE KURUMUNUN OLUŞTURULMASINI TALEP EDİYORUZ!
2006
yılında 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Sigortalar
Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı birleştirilmiş, Sosyal Güvenlik
Kurumu oluşturulmuştur. AKP hükümetinin "eşitlik" adı
altında sunduğu bu yapılanmanın ardından geçen 5 yıl içinde söz
konusu eşitliğin sosyal devlet ilkesine uygunluk temelinde daha üst norm
ve standartta eşitlemeyi değil, tüm sigortalıları "en
az"da eşitleyen bir uygulama olduğu herkes tarafından açıkça
görülmüştür.
Bilindiği gibi Türkiye‘de finansmanı ve
fikri altyapısı emperyalizmin kurumları olan Dünya Bankası ve
IMF‘ye ait olan Sağlıkta Dönüşüm Projesi, 2003 yılında AKP
hükümeti tarafından resmi olarak başlatıldı. Temeli özelleştirme ve
piyasalaştırmaya dayanan ve AKP hükümetinin iktidara geçiş tarihi ile
başlayan bu proje, 12 Eylül karanlığında yaklaşık 30 yıldır devam
eden neoliberal düzeninin sağlık hizmetleri üzerindeki bir yansıması
olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk için "yıkım",
AKP ve temsil ettiği sermaye çevresi için "reform"
anlamına gelen bu dönüşüm süreci, sağlık alanındaki yatırımların
kısılması, sağlık hizmetinin özelleştirilmesi, hastanelerin işletme
mantığına göre çalıştırılması ve istihdam biçiminin de kuralsız,
esnek, güvencesiz ve düşük ücretli yapıya uygun hale getirilmesine
dayanmaktadır.
Sosyal Güvenlik Sisteminde dönüşüm
başlatılırken, Dünya Bankası raporları referans gösterilerek nüfusun
yaşlanması sonucu sistemin tüm nüfusu koruyucu bir özellikten yoksun
kaldığı ve sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının
ekonomi üzerindeki olumsuz etkisi gerekçe gösterilmişti. Oysaki Türkiye,
dünya geneline kıyasla genç bir nüfusa sahip olmakla beraber işgücüne
katılım oranı düşük, işsizliğin ve eksik istihdamın boyutlarının
çok yüksek olduğu bir ülkedir. Yanlış tespitlere dayanan hükümetin
gerekçelendirmesi sonucu geçen 5 yılda uygulamanın getirdiği sonuçlara
bakacak olursak, çalışma çağındaki nüfusun istihdama katılamadığı,
sağlık ve eğitim sorunlarının aşılması bir yana çığ gibi
büyüdüğü görülmektedir. Dolayısı ile geçen süre zarfında, sosyal
güvenliğe en çok ihtiyacı olan, gelir düzeyi görece düşük kesimlerin
zorunlu sosyal güvenlik kapsamı dışına itildiği açıkça
gözlenmektedir.
Şüphesiz gerçek amacının sistemin maliyetinin
halka yüklenmesi olan Sosyal güvenlik sistemindeki dönüşüme bir
gerekçe de sosyal sigortalar ve genel sağlık harcamalarının bütçeye
sözde yük getirdiği şeklindeydi. Ne var ki geçen 5 yıla dönüp
baktığımızda, finansman açıklarının giderek arttığı izlenmektedir.
AKP hükümeti sağlık harcamalarındaki artışı bir başarı öyküsü
olarak kamuoyuna sunarken, bu harcamaların en büyük kalemlerinin ilaç
şirketlerine, özel hastanelere, taşeron şirketlere yönelik yapıldığı
ortadadır. Buralara aktarılan kaynak ihtiyacının yüklü faturası da
yoksullara ve giderek yoksullaşan emekçilere çıkartılmakta, halk
tarafından toplanan kaynaklar halka dönmemektedir.
Özel sermaye
birikimine sunulan kaynaklar ilaç endüstrisi ve özel hastanelerin
kullanımına sunularak sağlık harcamalarını suni bir artışa itmekte
fakat sağlığı tümüyle bir sosyal hak kullanımının dışına
çıkarmaktadır. Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığına
yönelik politikaların rafa kaldırıldığı "sağlıkta
dönüşüm" sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha
maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmakta, topluma
dokunmayan bir "sağlık teknolojileri çöplüğü"
yaratılmaktadır.
5502 sayılı yasa ile Sosyal Güvenlik Kurumu adı
altında çatılar birleştirilirken, IMF ve DB direktifleri ve sermayenin
ihtiyaçları gözetilmiş, kazanılmış haklar bir bir gasp edilmiştir.
"Sağlıkta Dönüşüm Programı" adı altında IMF
talimatıyla yapılandırılan Sosyal Güvenlik Kurumu‘nun,
emekçilerin haklarını koruyup, çıkarlarını gözeten bir kurum olarak
işlev görmediği, hükümetin tüm talimatlarını yerine getiren bir
işleyişe sahip olduğu daha kuruluş yıllarından itibaren bellidir.
Günümüze kadar uzanan süreçte milyonlarca vatandaş hâlâ sağlık
güvencesinden mahrum, sosyal güvenlik sistemi altında sağlık hizmetinden
yararlanmak isteyen vatandaş ise yüklü faturalarla karşı karşıya.
Alınan yüksek katkı payları ve özel hastanelere giden hastalara
"ilave ücretlerin" dayatılması, parasız ve eşit bir
sağlık hizmeti anlayışının AKP hükümetinin politikalarında yer
almadığının kanıtıdır.
Sosyal güvenlik sistemi bireylerin
sosyal risklerle karşılaşmaları halinde ihtiyaç duyduğu gereksinimlerin
kamusal bir hizmetle giderilmesidir. Bu sistem, düşük gelir gruplarının
ihtiyaçlarını yüksek gelir grubundan sağlanan kaynaklarla
karşılanmasını esas almalıdır. Ülkemizde yaşanan gelir
adaletsizliğinin boyutları düşünüldüğünde, devletin sosyal devlet
ilkesi ile "insan onuruna yakışır" bir hayatı
sağlamasında önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır. Fakat 2006
yılında yeni yapılanmadan sonra görülmektedir ki, sosyal güvenlik
sistemi tüm birikmiş sorunlarını büyüterek işlevsizleşmekte,
piyasacı anlayışa terk edilmektedir.
Sağlık hizmetlerinin
finansmanında kullanılan Genel Sağlık Sigortası (GSS)
uygulaması, özel muayenehane ve sözleşmeli personel esasına dayanan
Aile Hekimliği ve hastanelerin bir ticarethaneye
dönüştürülmesini hedefleyen Kamu Hastane Birlikleri bu
dönüşümün piyasacı hamlelerinden sadece birkaçını
oluşturmaktadır.
Sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen
değişikliklerin bir diğer önemli hedefi de emekli maaşı bağlama
oranlarının kademeli olarak düşürülmesidir. Daha önce SSK ve Bağ-Kur
emeklileri çalışırken aldıkları maaşın % 65‘ini almakta, Emekli
Sandığı‘na bağlı emeklilerde % 75‘ini almaktaydı. Reform
adı altında düzenlemeler ile bu oran tüm emekliler için yüzde
50‘ye düşürülmektedir.
Ayrıca 4447 Sayılı İşsizlik
Sigortası Kanunu ile emeklilik yaşı kadınlar için 58 erkekler için 60
olmasına karşın AKP hükümeti, 2008 yılında yürürlüğe giren 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanunu ve
2035‘ten itibaren kademeli artış ile birlikte 2048 yılında hem
kadın hem de erkeklerin emeklilik yaşını 65‘e çekmişti. Bu yıl
Ağustos ayında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik‘in
"Avrupa‘da yok, hatta Afrika‘da bile yok"
dediği emeklilik yaşı, Türkiye‘de mezarda emekliliğe doğru
yönelmektedir. Fakat ne var ki, bu açıklamaları yapanlar, diğer
ülkeleri referans gösterip yapılanları hasıraltı etmeye çalışanlar,
o ülkelerdeki çalışma saatlerinden ve kişi başına düşen
yıllık gelirden bahsetmemektedirler. Kamu emeklilik sisteminin
işlevsizleştirilmesi ile yeni özel emeklilik sistemlerinin kurulması,
kamusal emeklilik fonlarının bireysel emeklilik şirketleri
aracılığıyla mali piyasalara devredilmesi, Dünya Bankası taleplerinin
arasında olduğunu bilmekteyiz. Maaşlarda ve emeklilik yaşında yapılan
tüm düzenlemeler ile birlikte, sistemin kaynaklarını topyekun küresel
sermayeye sunulması da bu dönüşümün sonuçlarından biri
olmaktadır.
Sağlık alanında yaşanan dönüşüm sağlık hizmetini
herkesin eşit erişebileceği kamusal bir hak olmaktan çıkarırken, bir
yandan da sağlık emekçilerine de yüklü bir fatura
çıkarmaktadır.
Sağlıkta dönüşüm süreci ile hedeflenen yeni
istihdam yapısına uyum, AKP hükümetinin Ulusal İstihdam Stratejisi ile
tüm alanlara yönelik hedeflediği ucuz işgücü ordusuna paralel,
kuralsız, güvencesiz, esnek istihdam biçimine dayanmaktadır. Tüm bu
özellikleri taşıyan taşeron işçi çalıştırma, yasal mevzuat
değişikliği ile sağlık alanında da yaygın bir hale getirilmiş,
üniversite hastaneleri hariç, sağlık sektöründe kuralsızlık,
güvencesizlik ve esnekliğin yanında asgari ücrete dayanan bu işçilerin
sayısı bugün itibari ile 140.000‘e yükselmiştir. Ayrıca IMF
programları gölgesinde geçen 10 yıllık süreçte IMF‘ye yeni kadro
açılmamasına yönelik verilen taahhütler sözleşmeli çalışan sayısı
arttırılmış, Doğu-Güneydoğu ve kırsal alanlara sürgüne tabi tutulan
sağlık çalışanlarına sözleşmeli çalışma koşulları
dayatılmıştır.
Beş yıl içinde Sosyal Güvenlik Reformu
gölgesinde geçen süreç, halkın artan gelir kayıpları ve yoksun
kaldığı kaliteli bir sağlık hizmeti ile tam bir yıkım altında
geçmiştir. Şimdi 4 Aralık 2012 tarihinde SGK Genel Kurulu 3. Olağan
toplantısını gerçekleştirecektir.
Bizler sürdürdüğümüz
mücadelede, emekçilerin özyönetimine bırakılan, emekçilerin birikimi
ve emeği üzerinde hükümetlerin, sermayenin rant sağlayamadığı bir
sosyal güvenlik sistemi ve kurumunun oluşturulması talebimizin Genel Kurul
vesilesiyle bir kez daha altını çizmek
isteriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder