Sinemanın Direniş Dili:F
Tipi/haberfabrikası
Gökyüzünün mavisinden gayrı her şey
zincire vurulmuştu… Üç adımlık avlular, mahpusluklarını
bilemek, kanıksattırmak içindi. Beyaz’a düşmanlık bundandı.
Siyah, ele geçirse de tüm evrensellikleri, orada bağıra basılıyordu,
çünkü orası beyaz bir tahakkümdü. Hâlbuki masumiyetti beyaz. Öyle
yazmıştı kitaplar, öyle anlatmıştı büyükler ve öyle bildirmişti
diğer renkler..
Kendi sesine, yüzüne, kokuna hatta varlığına
yabancılaştırma aygıtlarıdır F tipi hücreler. Tek kişilik
koğuşlarda insanı artık sadece soluğu ile iletişim kurmaya tecrit eden
bir şiddet mekanizmasıdır. İktidarların varyosyenel şiddet üretim
araçları, her seferinde çağın panoramasına uygun ilerler. Bu esasında
faşizmin kendini idame ettirme yollarından biridir nasıl ki darbelerle
varlığını arada gün yüzüne çıkarıp, varım diyorsa bu tür
uygulamalar ve yok etme pratikleri de onun başka türlü bir türevidir.
Salt siyasi tutuklulara uygulanan F tipi cezaevleri, ehlileştirme,
sessizleştirme, yoksunluğa manipüle etme ve fikirsizleştirme kampları
olarak da düşünülebilir. Bu insanlık dışı hücrelere karşı
2000′de “Ölüm Orucu” direnişi başlatıldı ve yedi yıl
süren bu direniş eyleminde 122 insan öldü. Yaklaşık 300’ü
Wernicke Korsakoff hastalığına yakalandı. Direniş evleri basıldı,
cezaevlerinde ki tutsaklara zorla müdahale edildi, 19 Aralık 2000′de
33 cezaevine yapılan eş zamanlı operasyon ülke tarihindeki adını
“katliam” olarak aldı. “Hayata Dönüş Operasyonu”
ismi ile müsemma değil ironikti hayata döndürmeye değil, hayattan
döndürmeye gitmişlerdi. Sonradan öğrenildi ki esas adı
“Tufan” operasyonuymuş. Bu tufan talan etse de duvarları,
parmaklıkları, mazgalları talan edemedi bedenleri, talan edemedi direnişi
ve onuru.
F TİPİ filmi, işte bu bitmek tükenmek bilmeyen çığırtkan
acının başka bir sesiydi. O acı susmaz, dilsizleşmez, yolunu kaybetmez,
sığınacak kovuk aramaz. Acı bakidir. F tipleri ve sonrasında olanlarda
nesillere yayılan bir acı, bir kahırdır. Babadan oğula, anadan kıza
daha harlanarak geçer. Grup Yorum’un genel koordinatörlüğünde
hazırlanan film de dokuz ayrı yönetmen dokuz ayrı film çektiler. Top
denilen haberleşme aracı ile organik olarak bağlanan filmlerin her biri
aynı yaranın farklı kanayışıydı. On iki yıllık yakın tarihe
buradan, şimdiki zamandan bir bakış, bir selam durmaydı.
31, 31); font-family: Georgia, 'Times New Roman', Times, serif; font-size:
13px; background-color: rgb(255, 255, 255); text-align: justify;">Zorla
müdahale sonucu Wernicke Korsakoff olmuş ve buna istinaden son dört
yılını hiç hatırlamayan kadın mahkûm Çiğdem’le başlıyordu
ilk seyir. Bakışları dört yıl önce gördüğü zulümde kalmış.
Kapıların ardındaki her uyanışı aitlik duygusunu sorgulatıyor hem ona
hem de izleyene. Ona yaşadıklarını hatırlatan not kâğıtları da
başka bir dayatmanın cisimleşmiş halidir. Sonrasında ki seyirlerde de
zihnimizin dört bir yanına çekiç vuruldu. Fırat Tanış’ın ölüm
orucundaki tutsağı canlandırdığı öykü ters çevrilmiş kamera ile
adeta karaltıda kalmış duygu eşiklerimize dokundu. Esprili anlatım,
esasında kana kana ağlanacak bir hikâyeyi tersten okumaydı. Kapıların
dışındakilere söylenen yalanlara, yani F tipi cezaevlerinin neredeyse
komformist yaşam alanları ilan edilmesine varan martavallara esaslı bir
tokattı. Filmin özgünlüğü ve meselesinden ziyade izlenilir kılınması
ise buydu. F TİPİ filmi sinematografik anlamda da tüm ön kabulleri yıkma
girişimiydi. Yazılı ve görsel basında tanıtımları yapılırken ilk
başta herkesin belleğin de “sloganlaşan film” kaygısı
oluşsa da izlenildiğinde bu tamamen yerle bir olmuştu. Her biri farklı
bir yönetmenin olan filmler (filmcikler) farklı düşünce pratiklerinin
kadrajda sunumuydu. Bu sebeple F tipi yani hücre tipi cezaevi anlatımı
sadece mahkûmlar üzerinden gitmemiş, evrensel bir insanlık suçu ve
insanlığa doğrudan yöneltilmiş bir kurşun olduğu üzerinden de
gitmişti. Bunların başında gardiyan yalnızlığı özelinde
kurgulanmış bir hikâye vardı. Yalnızlığın ve yalnızlaştırmanın
tüm bireysel semptomları genel bir sancıdır çünkü. Bunun dışında
bir adli suçlu minvalinde kurulmuş “Böcek” isimli filmde aynı
genel sorunsalın başka bir lisanıydı. Tecrit odasında bir böcekle
arkadaşlık kuran mahkûmun gerçek olmayan o beşeri ilişkisine dahi
geçit verilmemesi, bu yangının bir başka alevi olup geldi düştü
üzerimize. Hele ki bir ananın, oğlunu görmek için katlandığı muamele
ortadan ikiye ayırdı insanlığımızı. Oynayan da yine vaktinde
evladını yitirmiş Hayriye anaydı. “Soyun kadın! Silkele kadın!
Yoksa oğlunu göremezsin kadın!” replikleri sustalı gibi delik
deşik ediyordu kulaklarımızı. Ve ananın biçareliği, ısırdığı
parmağından bize, yani seyirciye akan o sızı zift gibi yapıştı
belleklerimize. Bir de dışarıdaki hayatın gözünden bir anlatım vardı.
“Tabut”ta kendini yakan bir ölüm orucu eylemcisine tabut
yaptırmak isteyenlerle, evine yemek masası yaptırma telaşındakilerin bir
aradalıkları anlatılıyordu. Aynı yolda yürüyen, aynı yerde çay
içen, aynı marangozda karşılaşanlar olsak da dünyayı yorumlama
edimlerimiz farklıydı. Açlığı muhatap almışlarla, doymayı en başa
koymuşlar aynı değillerdi. Bu da yine tersinlemeli hikâyelerin en
başarılılarındandı. Bir de renklerden yola çıkanı vardı. Üç
kişilik koğuşta kendine başka bir mevsim, başka bir deniz, başka bir
gökyüzü yaratmaya çalışan bir tutuklunun hikâyesiydi. Renkleri elinden
alınınca bu sefer de kendi renklerini yapmaya koyulur ve boyar baştanbaşa
ayak izleriyle hücre duvarlarını. Sebzelerden, meyvelerden süzerek
yaptığı boyalarla Bahar’ın her rengini yapar. Çatık kaşlı
hücreye kendi elleri ve ayaklarıyla rengârenk bir dünya çizerler. O
renkleri yüzyıllardır tanısak, bilsek de başka türlü görünür artık
bizim de gözlerimize. Ve son olarak izlediğimizse tecrit koşullarının
dayanılmaz ağırlığını üzerimize kızgın yağ gibi boşaltan filmdi.
Bir adam yalnızdır. Ama yalnızlığı tercih değil tecrittir. Neredeyse
iki metrekarelik bir alanda kendi gölgesini arar bir yaren edinebilmek için
kendine. Su sesinden başka kendi sesini bile duymaz. Ve en son o gelir. Top
denilen o mektuplardan biri. Hücreler arası iletişimi sağlayan ve her
şeyden mühimi daha çok kenetlenmelerine yol açan o mektup gelir. İçinde
ise şu yazılıdır; “Seni seviyoruz, YOLDAŞLARIN.” style="margin: 0px 0px 15px; padding: 0px; line-height: 1.5; color: rgb(33,
31, 31); font-family: Georgia, 'Times New Roman', Times, serif; font-size:
13px; background-color: rgb(255, 255, 255); text-align: justify;">F TİPİ
filmi tıpkı hikâyelerin genel izleğinde ve alt metninde öngördüğü
gibi bir kolektif olmanın örneğidir. Birlik olmanın ehemmiyetini de
artık sadece bu alanlarda görüyoruz. Devrimciler gücünü bu
sıklaşmış safların fısıltısından alırlar. Ondandır
dirayetlerindeki kanatlı özgürlük. Filmin yapım süreci de aynı
kolektif bilincin perdeye yansımasıdır. Dokuz farklı yönetmen ve onlarca
emekçi bu filmin üretim aşamasında aynı kenetlenme mantalitesiyle
çalışmışlardır. Çünkü yaşam kolektifle varoluştu, o vakit sinema
da öyle olmalıydı. Bu bilinci ve bunun pratiğe geçişini filmin her
karesinde buram buram hissediyorsunuz. Dokuz ayrı film tek film başlığı
altında “F TİPİ” film diye halkla buluşmuştu. 19
Aralık’ta Atlas sinemasındaki görkemli galasından sonra 21
Aralık’ta gösterime girdi F TİPİ. Beklenildiği gibi baskı aldı,
sansürlendi, bürokratik izinlerden men edildi ama yine de dolu dolu izlendi
hala da izleniyor. Siz neylerseniz neyleyin, ne çığırırsanız
çığırın, yolları taşlık eyleyin yine de özgür fikirlerin ve halkın
iradesinin önüne geçemezsiniz! Grup Yorum’un dediği gibi
“Halkız Biz Yeniden Doğarız Ölümlerden” seyirciyiz biz
yeniden izleriz karartılan perdelerden, hatta en yeniden en yenilerini
yapar, izler ve izlettiririz. Uzun derdin özeti, F TİPİ filmini izleyin,
izlettirin! Hala acıyan yerleriniz varsa, bir neşterde buradan atın
vicdanınıza.
Dipnot: Bende şu sıralar ölüm orucu gazisi bir
kadının, Behrem’in hikâyesini anlatan, “Ölümden Kalma”
filmimin hazırlıklarını sürdürüyorum. Benim hikâyem daha seyre
dönüşmeden bilindik bu baskıların muhatabı oldu. Ülke içi fonlardan
destek alamadık, sponsorluk anlaşmaları bir günde fesh edildi
gerekçesiz, şu an hala konusu itibariyle çekim evimizi bulamıyoruz, bu
sebepten çekimimiz aksıyor. Tüm bu hengâme ve pasaklı günlerin birinde
“Grup Yorum” seslendi bize. Arkadan geldi ve elini omzumuza
uzattı. “Biz bu filmi sahipleniyoruz, elimizden ne gelirse
yanınızdayız ve arkanızdayız.” Dediler. Bir anda aydınlığa
çaldı gökyüzü. Umudumuzun tükendiği o anda bize tekrar birlik olmayı,
asla vazgeçmemeyi, yılmamayı gösterdi Grup Yorum. Herkes sırtını
dönerken onlar kucakladı bizi. Şimdi yine yolumuza, yolumuzdan şaşmadan
devam ediyoruz. Grup Yorum’un yolumuza tuttuğu ışıkla açıldı
yolumuz. Bunu buradan tüm okuyanlara, görenlere, duyanlara bildirmek
istedim.
kaynak:haberfabrikasi.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder