İçimizdeki Yanık Kokusu /
Ercan Kesal
çıkmıyor yanık kokusu. Evin her tarafına babamın kokusu sinmiş.
Kaybolmadı.
Mustafa Usta, bir gün önce
‘kaydığı’ fırınını yakmak için erkenden
Fırınbaşı’na geldi. Önce sigarasını, sonra da fırını yaktı.
Sabahın ilk saatlerinde okula giden öğrenciler, yoksul çantalarını
buğday pazarının duvarına yaslamış, sakızdan çıkan ‘Yılmaz
Güney’ kartlarını gösteriyorlardı birbirlerine. Üzerlerinde
bitmiş bir tatilin hüznü. Sırtımda “Seneye de giyer”
ceketim, iç cebinde babamın mendili, kravatımı sene sonuna kadar
çözülmemek üzere dayıma bağlatmış, yanan fırınlara bakarak okula
gidiyordum.
Fırının ateşi, yanına yaklaşılmaz hale gelince,
kenara çekilip bir sigara daha yaktı Mustafa Usta. Havaya yoğun bir duman
yükseliyor, kırmızı bir yılan gibi kıvrılan alevler, çömlek ve
testileri iştahla pişiriyordu.
Hacı Bekirler’in Ali’yi
gördü bir an. Uykudaymış gibi fırının etrafında dolanıyordu.
Kimseyle konuşmayan, tek başına ırmak kenarında gezinen tuhaf birisiydi
Ali. Pek gelmezdi Fırınbaşı’na, “Ne işi var acaba”
diye düşündü Mustafa Usta.
“Ali gel hele bi, gel bi sigara
iç” diye seslendi.
Hiç konuşmadan ağır ağır yaklaştı Ali.
Sonra başını kaldırıp Mustafa Usta’ya baktı.
/>“Hayırdır Ali. Sabah sabah...”
Ali, ustanın uzattığı
sigarayı aldıktan sonra yine onun ateşiyle yaktı ve derin bir nefes
aldı.
Bir şey yapacak ama ne yapacağına karar verememiş gibi durdu
bir süre. Mustafa Usta, açık ağzından alevler saçan fırına yeni
odunlar atmak için biraz ötede duran yığına doğru giderken
Ali’nin sesiyle irkilerek döndü.
“Allaaah” diye
bağırarak kendini delikten fırının içine atmıştı Ali. Mustafa Usta
şaşkınlıkla, bir süre öylece kaldı. İşliklerinde çalışan
çanakçılar, yoldan geçenler, küllükte oynayan çocuklar çabucak
toplandılar. Yanan bir çömlek fırınına yapacak hiçbir şey yoktur.
Fırın bir süre daha yandı. Yavaş yavaş söndü ve sustu sonra.
Kalabalık çaresizce ve biraz da merakla seyretti çıkan dumanları.
Fırının soğuması bir gün sürer. Çanakçılar ellerinin yanmasına
aldırış etmeden erkenden söktüler fırını, Ali’yi aradılar.
/>Küllerin arasında birkaç parça kemik. Çömlek ve testileri bir kenara
yığdılar, Cuma Pazarı’nda satmak için.
“Haftalarca
suyumuzdan, yemeğimizden Ali’nin kokusu çıkmadı” demişti
annem yeni aldığı testiyi doldururken.
Ali, kasabanın tarihinde bir
koku olarak kaldı yıllarca. Gövdesinden çıkan dumanlar, insana sonsuz
bir hiçlik duygusu veren bozkıra karıştı gitti zamanla.
Mustafa
Usta’nın şaşkınlığı hiç geçmedi ama:
“İnsan eti ne
de çabuk alev alırmış” diye konuşuyordu her konu
açıldığında.
Yanmak nasıl bir şeydir?
Yavuz Hoca, “Hadi Adem, öbürünü alalım” deyip
koridorda kayboldu. Sırada beş otopsi daha bekliyor. Dışarıda insanı
sebepsizce mutlu eden bir İzmir güneşi. Teknisyen Adem, otopsisini
bitirdiği son cesedin organlarını tekrar karnın içine yerleştirip cilt
dikişlerini attı. Diğer cesedi çıkarmak için dolaba doğru
hareketlendi. Sırada, Basmane’deki evinin banyosunda ölü bulunan
yaşlı bir adamın otopsisi var. Uzun boylu, zayıf ve oldukça esmer bir
adam. Alkolikmiş ve yalnız yaşıyormuş. Komşular iki günden beri sesi
çıkmayınca kilidi kırıp girmişler. Banyoda, kafası küvetin içinde
hareketsiz yatarken bulmuşlar. Küvetin dibinde, su kesintileri için
biriktirilmiş bir parça su. Alkollü iken kafasını küvete çarpmış ve
bayılmış. Kafası suyun içine düştüğü için de Yavuz Hoca’nın
tabiriyle “bir avuç suda boğulmuş” adamcağız.
Hemen
başlayacaktık otopsiye. Yalnız bir sorun vardı. Dolabın azizliği ya da
Adem’in dalgınlığı. Ceset donmuştu ve otopsi için çözülmesini
bekleyecektik. Ama zaman yok. Yavuz Hoca gelmeden işi halletmek isteyen
Adem, gitti sıcak su musluğunu açtı ve kaynar suyla cesedi yıkamaya
başladı. Cesedin buzu çözüldü tabii ki. Adem’in sıcak su
konusunda abarttığını az sonra odaya gelen Yavuz Hoca’nın
öfkesinden anlamıştık:
“Adamı yakmışsın Adem. Ne yaptın
sen?”
“Hay Allah” diyerek bir süre dolandı hoca.
Sonra verdiği tepkinin tuhaf olduğunu düşünmüş olacak ki kendini
savunur gibi:
“Sen, yanmak nasıl bir şeydir bilir misin
oğlum” diye söylendi.
“Allah’tan öldükten sonra
yandı adam” diyerek bize döndü sonra:
“Çocuklar,
insanın yaşayacağı en tahammül edilmez acı, yanık acısıdır. Bunu
hiç unutmayın ve ne olur yanmış hastalarınızın önce acısını
dindirin.”
Palemsest
Mecburi
hizmet yıllarında kasaba cezaevinin de doktoruydum. Salı günleri
gidiyordum ve mahkûmlar, hiç olmazsa haftada bir gün, kendileriyle uzun
uzun, insan gibi konuşan genç bir hekimi özlemle bekliyorlardı.
Hastalıklar bahane. Benim en çok merak ettiğim yer ise kadın suçluların
koğuşu. Koğuşun eni boyu üç metre. İçeride on bir kadın hükümlü
kalıyor. Sürekli baş ağrısı olan gençten bir kadın var. Kucağında
emzikte bir bebek. Kaynanasıyla birlikte hüküm giymişler. Genç bir
kocası var, ziyarete geliyor her hafta. Elinde torbayla kapıda dikilirken
görüyorum bazen. Bir tuhaflık var ama... Karıkoca, görüş boyunca
başları önde, sessizce sürenin dolmasını bekliyorlar sanki. Cezaevi
müdürüyle öğleyin tabldot yemeği yerken öğrendim bütün hikâyeyi.
Oğlanın babası, uzunca bir süredir tecavüz ediyormuş genç kadına. Ne
kocanın ne de kaynananın haberi var bundan. Hamilelik ortaya çıkınca,
genç kadın olan biteni anneye anlatır. Gelin ve kaynana, delikanlının
olmadığı bir gece, yatağında öldürürler adamı, sonra da yakarlar
evi. İş açığa çıkar. İtiraf ederler her şeyi. Genç kadın
cezaevinde doğurur çocuğunu.
Delikanlı sessiz, mütevekkil birisi.
Babasını öldüren karısının ve annesinin ihtiyaçlarını getiriyor her
hafta. Her görüşmede, karısının kucağındaki çocuğa bakıyor
çaresizce. Kardeşi mi yoksa kendi çocuğu mu bilemediği bir çocuk.
/>Bir köşede sigara içerken döktü içini:
“Olan olmuş.
Yapacak bir şey yok. Ettiğini buldu babam. Ben karımdan
vazgeçmem.”
Evden kurtarabildiğini kurtarmış. Hayatı yeniden
kurmaya çalıştığı belli. Yeniden kullanılmak üzere kazınan, fakat
kazındıkça eskiden yazılanların parça parça ortaya çıktığı
parşömenler gibi bir hayat. ‘Palemsest’ yani.
/>“Yangından sonra boya-badana yaptırdım. Lakin çıkmıyor yanık
kokusu. Evin her tarafına babamın kokusu sinmiş. Kaybolmadı bir
türlü” diyordu.
Benzinli battaniye
“Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar
mısın oğlum” demişti bir gün babam.
“Niye
baba?”
“Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta.
Üşürüm. Sonra, börtü böcek...”
“Ne fark eder
öldükten sonra” diyemedim tabii ki. “Olur baba. Bunları
düşünme Allahaşkına” dedim yavaşça.
İçimde bir battaniye
haberinin sızısı vardı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla
istediği battaniyeyi on dokuz aralık iki bin günü, Bayrampaşa
Cezaevi’nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara
attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden
biri:
“Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere
‘Sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve
kendinizi koruyun’ diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su
değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk
yanıyordu.”
On iki yıldır bu ülkenin ciğerlerinde yanmış
insan etinin kokusu tütüyor. Dozerle yıkılmış cezaevi duvarının
önünde, “Hepimizi yaktılar” diye bağıran kız kardeşimin
sesi, bir ‘palemsest’ gibi, yeni bir şeyler yazmak için
açtığınız her sayfasında hayatınızın, karşınıza çıkacak. Ya
görmezden gelir, sürdürürsünüz ölüm uykunuzu ya da yüzleşir,
hesabını verirsiniz bu utancın.
Kaynak:
radikal.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder