18 Mart 2011 Cuma

Soykırımın Latincesi / Temel Demirer

Soykırımın Latincesi /
Temel Demirer

“Çağdaş dünyayı
fetihler, salgın hastalıklar ve

soykırımlar yoluyla
biçimleyen şey, eşit olmayan

halklar arasındaki karşılıklı
ilişkiler tarihidir.”[1]

Bugünden, yaşayan tarihten söz etmek, geriye dönmeyi
gerektirir...

Latin Amerika’dan söz ediyorsanız; dününden, onu
bugüne taşıyan tarihten söz etmeniz “olmazsa
olmaz”dır...

Bu nedenle Latin Amerika’nın ilk dersi, her zaman tarihtir...

“1492’da Cenovalı korsan Colomb’un Amerika topraklarına
ayak basmasının adı istiladır. Yeni dünya, savaşçı
Avrupalıların toplu kıyım, etnik temizlik, soygun, tecavüz,
köle ticareti, soykırım, işkence ve kitlesel ölümlerine
tanıklık etti. Korsanın ilk mağdurları; yaşadıkları toprakları ve
doğal yapıyı tahrip etmeden, basit bir hayat süren toprağın
gerçek yerlileri oldu. O günden bu yana korsanın kara ruhu,
torunları tarafından tüm kıtalarda özellikle Afrika, Asya ve
Orta Doğu’da ‘ötekilere’ karşı ‘ateş
topu’ olarak yansımaktadır. Hemen akla gelen birkaç başlık
bile vahşi terörün korsandan bu yana şiddetlenerek
sürdüğünü kanıtlamaktadır,”[2] ön anımsatmasıyla ekleyelim:
Evet “dersimiz tarih” dedik... Soykırım ve isyan tarihi...
İşte bu tarihten kimi başlıklar...

Yaklaşık beş yüz yıl önce bir sabah karanlığında Cristobal
Colombus ve adamları San Salvador adını verdikleri adaya ulaştı. Daha
sonra Amerika adı verilecek olan kıta beyazların gözleri tarafından
“keşfedilmiş”ti.

Colombus’un kıtaya ayak basmasıyla birlikte başlayan istila
hareketi yerli halka yönelik sistematik katliamlarla yüz yıllarca
devam ettirildi.

Columbus’un adaya ayak basmasından 20 yıl sonra, Hispaniola diyerek
yeniden adlandırdığı adada neredeyse hiç yerli kalmamıştı.
Fatihler tarafından “Indian (Hintli)” olarak tanımlanan
yerlilerin hemen tümü yok edilmişti. Tahminlere göre Colombus
ve onu izleyen istilacılarla birlikte kıta nüfusu yüz yıl
içerisinde yüzde 95 oranında azalmıştı. Fatihlerle birlikte
kıtaya gelen İspanyol rahip Bartolome de Las Casas’ın birinci elden
şahitliğine bakılacak olursa, fetih sonucu 40 yıl içinde ortadan
kaldırılan insan sayısı 12 milyondu.

İstilacılar tek dürtüyle hareket ediyordu: Her türlü
zenginliği, ne pahasına olursa olsun ele geçirmek! “İspanyol
Altın Çağı” diye anılan ve adını kıtanın
yağmalanmasından alan bu dönem, Avrupa’daki merkantilizm
koşullarına denk geliyordu.

Latin Amerika tüm kaynaklarına el konularak kolonileştirildi,
İnkalar ve Aztekler gibi kıtanın yerli uygarlıkları ortadan
kaldırıldı, yerli halk köle pazarlarında satıldı...

Altın, gümüş gibi değerli madenleri elde etmek için
nehir yatakları değiştirildi, dağlar haritadan silindi, kıtanın
coğrafi yapısı altüst edildi. Avrupa’dan gelen
göçmen akınlarıyla, köleleştirilen yerlilerin
nüfusundaki hızlı azalmayla ve Afrika’dan getirilen
kölelerle demografik yapı yeniden biçimlendirildi. Latin
Amerika, dünya sistemine sömürge olarak bağlanırken
bugüne kadar gelen ve hâlen kıta devletlerinin temelini
oluşturan yönetsel bölgelere ayrıldı.

HİKÂYE ŞÖYLE BAŞLAR

Cenevizli denizci Christoph Colombus, Hispaniola adını vereceği Haiti
adasına ayak bastığında, çevrelerini saran bakır tenli,
güzel yüzlü, güleç insanları incelerken, ne
boyları-bosları, ne çıplaklıkları, ne güzellikleri, ne
dilleri, ne de adetleriyle, gelenekleriyle ilgilidir. O çoğumuzun
hayatında ilk kez yabancı bir diyara ayak bastığında duyacağı merak,
heyecan, başka insanları tanıma arzusu, ürküntü vb.den
çok uzaktadır. Adadaki ikinci gününde, seyir defterine ilk
karşılaşma için şu kaydı düşer: “Gözlerimi
dört açıp altınları olup olmadığına baktım ve
bazılarının burunlarında küçük halkalar olduğunu
gördüm…” size="2">[3]

Evet, Avrupa’nın çocuklarını üç gemiyle ucunu
bucağını bilmedikleri bir meçhule, önlerinde bitimsiz bir
çöl gibi uzanan Atlas okyanusuna açılmaya sevk eden,
“keşif” heyecanı, bilinmedik diyarları tanıma itimi filan
değil, düpedüz altın açlığıdır. Çünkü
o çok özel yüzyılda, XV. yüzyılda Batı
Avrupa’da burjuvazi “altın buhranı” içindeydi ve
sayıklıyordu: “Altın her şeyi sağlar.” (Bernal Diaz).
“Altın insanı akıllı, sevilen ve saygı gösterilen hâle
sokar, suç işlerse onu kurtarır ve parayla insan her şeyi elde
edebilir ve alt edebilir.” (Vergas Machuca) “Altın dostluk ve
sevgi kazanmak… ün ve nüfuz elde etmek için
yeterlidir.” (Leon Battista Alberti)

Aslında Colombus ve adamları Hispaniola’ya çıkmadan
önce Karayip adaları arasında altın arayarak iki ay kadar dolaşmış
ve bir şey bulamamışlardı. Umutlar yitiriliyor, sinirler geriliyor,
denizciler arasında sık sık hiç yoktan kavgalar patlak veriyordu.
Altın yoktu ve “altınsız bir sefer, pahalı bir bozgun olmaktan
ileri gidemeyecekti.” size="2">[4]

Belki de her şeyi göze alıp dönmeye karar vereceklerdi ki, Noel
akşamı pilot gemi Santa Maria, Hispaniola’nın kuzeyindeki bir mercan
kayalığına oturdu ve öylesine büyük zarar gördü
ki, kurtarılamayacağı anlaşıldı. Colombus daha küçük
ama daha sağlam olan Nina’ya geçmek zorunda kaldı.

Ama Hispaniola’da aradığını bulmuştu. Amerika kıtalarının
talanı o gün başladı…

Burunlarındaki küçük halkalar “Hispaniola”nın
sakinleri Arawak’lara pahalıya mal oldu. Önce hilekâr bir
çerçi gibi davrandı “Beyaz adamlar”:
“(…) Ellerinde ne varsa önerdiğimiz herhangi bir ıvır
zıvır karşılığında veriyorlar, karşılık olarak kırık çanak
ya da cam parçalarını bile kabul ediyorlar… Onlara ne
verirsek, asla azımsamadan, derhâl ellerindeki her şeyi veriyorlar
(…) Başkalarının malında hiç gözleri yok…
Altın da veriyorlar, su kabağı da.” size="2">[5]

Ama bu yolla toplayabilecekleri altın miktarı sınırlı, Beyaz Adam ise
sabırsızdı. Nitekim, Colombus takviye getirmek üzere
İspanya’ya doğru yola çıktığında geride bıraktığı
garnizon, İspanyollar’ın doymak bilmez hırsları ve hoyratlıkları
sonucu, sonunda yerlilerin sabrını taşırmış, ve yerle bir edilmişti.
“Böylece, kanlı sömürgecilik tarihinin daha başından,
kan rengiyle altın parlaklığı birlikte yürümüştü.
Sömürgeler yıkılana kadar altın ve kan sömürgeciliğin
damgası olarak kalacaktı.”

Colombus Hispaniola’ya ikinci çıkışında hiç zaman
kaybetmedi. Ada kısa sürede tümüyle fethedilerek
sömürgeleştirildi, yerliler, haraca bağlandı: “(…)
Her yerli, üç ayda bir, bir miktar altın vermeye zorlanıyordu.
Karşılığında da boynuna asması için bakır ya da pirinç
bir levha alırdı.

Vermekle yükümlü olduğu altın miktarı çok
büyüktü ve bu yöntemin sonuçları çok
korkunç olmuştu. Hayvanların işini görmeye zorlanmış olan bu
zavallılardan yüzlercesi birden ölüyordu. Baş kaldıranlara
işkence yapılıyor ve öldürülüyorlardı. Bir
bölümü de öldürülmekten kurtulmak için
zehir içiyordu. 1494 ve 1498 arasında toplam üçyüz
bin kişilik Hispaniola halkının yüz bini
öldürülmüştü. 1508’de altmış bin kişi,
1548’de beş yüz kişi kalmıştı. Bugün adanın ilk
yerlilerinden gelen bir tek kişi yoktur.”

Latin Amerika’da hikâye böyle başlar.

Sonrasında Hispaniola’da başlatılan, kısa sürede diğer
doymak bilmez conquistadore’ler aracılığıyla kıta
içlerine taşınacaktır. Örneğin, az zamanda, birkaç
yüz adamıyla birlikte Avrupalıların Yeni Dünya’ya
taşıdığı, yerli bağışıklık sistemlerinin tanımadığı mikroplarla
ittifak içinde görkemli Aztek İmparatorluğu’nu yok edecek
olan conquistadore Cortes’in, daha 19 yaşında, Amerika
kıtasına doğru yelken açacak gemiye bindiğinde kendisine hemen bir
encomienda (yerlilerin köle koşullarında
çalıştırıldığı geniş topraklara hükmeden
çiftlikler-b.n.) tahsis edilmesi önerisini, “Ben buraya
köylü gibi toprağı eşelemeye değil, altın aramaya
geldim,” diye geri çevirdiği rivayet edilir.[6]

O güne dek Avrupalıların tanıdığı küçük
hortikültüralist toplumlardan farklı olarak,
günümüz Meksika topraklarının büyük
bölümüne hükmeden bir İmparatorluğu yönetmekte
olan Aztekler, Cortes’e istediğini bol bol sağlayacaklardır: Tabii
başkentleri Tenochtitlán’ı çevreleyen iç denizi
doldurmaya yetecek miktarda kan ve gözyaşı pahasına…

Hile ve deside ardından kıyım başlar. Dişleriyle, tırnaklarıyla,
kanlarının son damlasına dek direnen Azteklerin, barut, çelik ve
mikroplar karşısında kırılmaktan başka yolu yoktur. Cortes’in
yalnızca Aztek başkenti Tenochtitlán’da 67.000 insanı
öldürttüğü aktarılmaktadır; 50.000 kadarı ise
“zaten açlıktan ya da hastalıktan ölmüş
bulunuyordu.” size="2">[7]

Tenochtitlán’ın düşüşünü diğer Aztek
kentleri izler. Conquistadore’nin bu işten kazancı, görkemlidir:
tüm yağmanın ellide biri. Bu ise, günümüzde 10 milyon
Amerikan doları bir servet ile 3.000 kişisel köleye denk
düşmektedir. Derhâl altın madenlerinde çalışmaya
koşulacak ve kısa sürede tümü birden ölecek olan 3.000
köle…

Kıyım öylesine ürkütücü boyutlardadır ki,
örneğin Meksika’da, yaylalardaki yerli nüfusu 1519’da
yirmi milyon kadarken, 1650’de ancak iki milyon kişi kaldığı
kaydedilmektedir.

Avrupalılar, durmak, yetinmek nedir bilmiyorlardı. Güneyde, Maya
ülkesinin de berisinde “Altın Diyarı”ne ilişkin
söylenceler kulaktan kulağa yayılıyor, hayal gücünü
kamçılıyor, iştahları kabartıyordu. Aradaki balta girmemiş
ormanlar, aşılmaz nehirler, bataklıklar da durduramadı Beyaz
Adam’ı. Pascual de Andagoya, yerlilerin Pirú adlı bir nehrin
üzerindeki “altın bölgesi” Virú hakkında
anlattıklarından büyülenmişti. Ne ki hastalığı, Kolombiya ile
Ekvator arasındaki San Juan nehrini geçmesine izin vermedi. Ancak
Panama’ya döndüğünde altına boğulmuş diyar,
Virú üzerine anlattıkları, Pizarro’yu harekete
geçirmeye yetecekti. Rahip Hernando de Luque ve asker Diego de Almagro
ile buldukları ganimetleri paylaşma konusunda bir ortaklık anlaşması
yapıp yola koyuldu.

Pizarro ve şürekasının karşılaştığı İnka İmparatorluğu iki
üvey kardeşin (Atahualpa ve Huascar) taht kavgalarıyla yıpranmış,
gücünü, görkemini büyük ölçüde
yitirmiş bir devletti. Üstelik İspanyollar ülkeye varmadan
çiçek ve diğer mikroplar ulaşmış, işe koyulmuşlardı
bile… Pizarro’nun “işi” daha başlamadan yarı
yarıya bitmişti… Tek yapacağı, bölünmüş, nefret ve
korku dolu imparatorluk topraklarında birkaç adamıyla hızla
ilerleyip güçsüz imparator Hualpa’yı rehin
almaktı… Ve karşılığında hatırı sayılır bir fidye istemek.
Bir oda dolusu altın ve gümüş olduğu söylenen fidyeyi
aldıktan sonra Pizarro’nun rehinini
öldürttüğünü belirtmeye bilmem gerek var mı?

Peru’da Pizarro daha ilk günlerde, Avrupa’nın elli
yıllık üretimine eşdeğer miktarda altın ve gümüş ele
geçirmişti. Ama fethi, İnka İmparatorluğu için tam bir
facia anlamına geldi. Hayalî altın diyarı El Dorado’nun
peşindeki Pizarro’nun katilleri acımasızdılar: bütün bir
yerli ailesini “vahşi hayvanlarmış gibi sundurmaya asarak bunlarla
köpeklerini besleyen Rogue Martín isimli Portekizli”
gibi… İnka halkları, kılıçların önünde
kırıldı. Tarlaları yağmalandı, lama, alpaka sürüleri
katledilince açlığa mahkûm kaldılar.

Ve sonunda yerliler, “Halklarının her gün İspanyolların
insanlık dışı ve zalimce muameleleriyle, atların ayakları altında
çiğnenerek, kılıçlarla doğranarak, köpeklere
yedirilerek veya parçalatılarak katledilişini, bir çoğunun
akla gelmedik her türden işkenceye maruz bırakılarak diri diri mezara
gömülüşünü gördükleri için…
artık daha fazla mücadele etmeden, kendilerini onlara dilediklerini
yapabilecek düşmanlarının ellerine bırakarak mutsuz yazgılarına
teslim olmaya karar verdiler.” size="2">[8]

Oysa bunlar, daha iyi günlerdi…

İspanyol efendiler, tükenmeyecek bir köle kaynağına sahip
olduklarını sanmaktaydı. Oysa çok hızla tükendiler…
Örneğin tüm Meksika’da Avrupalıların ayak bastığında 25
milyon olarak hesaplanan nüfus, 75 yıl sonra, 1595’te 1 300
000’e düşmüştü. Tüm Latin Amerika için
Avrupalıların neden olduğu yerli nüfus kaybı, 70-80 yıl
içerisinde yüzde 90-95 olarak hesaplanmaktadır…

Yerli işgücü yitimi, Afrika’dan kaçırılarak
getirilen siyahîlerle telafi edildi… 1608’de İspanya
Krallığı, yılda 1500-2000 Afrikalı’nın kıtaya
gönderilmesine izin vermişti. Sömürge çağı boyunca
yaklaşık 30 000 kadar Afrikalı kölenin Potosí’ye
götürüldüğü tahmin edilmektedir. Afrikalı
köleler acémilas humanas (insan katırlar) olarak
tanımlanıyor ve ölen her dört katır, yirmi siyahî
köleyle karşılanıyordu size="2">[9]

COLOMBUS’UN DESTEKÇİLERİ

Aztekler’den İnkalar’a uzanan süreç, tamı tamına
merkantilist bir soykırımdı...

K. Marx’ın ifadesiyle, “Hıristiyan denilen bu soyun,
dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri
halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine,
hiçbir çağda ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar
merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda
rastlanmaz.”

“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli
halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve
madenlere gömülmesi (...) kapitalist üretim çağının
pembe renkli şafak işaretiydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin
belli başlı adımlarıydı.” size="2">[10]

Evet Colombus ve fethi, “kapitalizmin şafağı” ya da
“ilkel sermaye birikimi” diye de adlandırılan merkantilizmin
ürünüdür; yani Colombus’u destekleyenler;
tüccarlar, bankerler ve monarşidir...

XIV. yüzyıl sonlarından itibaren Batı Avrupalılar, önce
Portekiz ve daha sonra İspanya öncülüğünde, okyanuslara
açılmaya başlar. Denizcilik teknolojisini geliştiren ve keşif
yolculuklarını başlatan, yeni palazlanan tüccar sınıfının
itkileridir. Osmanlılar, İstanbul’u alarak ve Doğu Akdeniz’de
hâkimiyet kurarak, Doğu’nun zenginliklerine ulaşan kara yolunu
kapamışlardır.

Cristobal Colombus’un, batıya giderek, doğuya ulaşılabileceği
düşüncesi, böyle bir ortamda yeşerir. Colombus,
İlkçağ ve Ortaçağ’ın belli başlı gezginlerinin,
coğrafyacılarının yazılarını okumuş, çizilmiş haritaları
incelemiştir. Kimi kez ticaret, kimi kez korsanlık için
Akdeniz’in birçok yerine, Batı Afrika Gine’sine,
İngiltere’ye, İzlanda’ya düzenlenen seferlere katılarak
ustalaşmış bir denizcidir. Yıllarca kafasında iyice işlediği, doğuya
batıdan ulaşmak düşüncesine uzun süre destek aramış,
Portekiz sarayından geri çevrilmiştir. İspanya sarayından yanıt
alabilmek içinse, yıllarca beklemesi gerekecektir.

Bu dönemde İspanya uzun süredir savaştığı Araplar’ı
yenerek topraklarından atmış; ticareti ellerinde tutan Yahudiler’i
de sınırdışı etmiş; Katolik Kilisesi’ne bağlanmış ve
birliğini sağlamıştır. Fransa, İngiltere ve Portekiz gibi yeni
modern-devletlerden biri olma yolundadır.

İspanya nüfusunun çoğu fakir köylülerden
oluşturmaktadır ve bunlar toprağın yüzde 95’ini elinde tutan,
nüfusun yüzde 2’sini oluşturan asiller için
çalışıyorlardır. İspanya monarşisi de, zenginliğin yeni simgesi
hâline gelen ve her şeyi satın alabildiği için topraktan daha
yararlı görülmeye başlanan altının peşindedir. Saray,
Colombus’un okyanusu geçme düşüncesini desteklemeye
karar verir. Bu kararın çıkmasında, saraydan, Sevilla ve
Aragon’un bankacıları, tacirleri ve zengin armatörleriyle
ilişki içindeki kişilerin büyük etkileri olur.

Cristobal Colombus, 1492’de batıya, bilinmezliğe açılmadan
önce, Kraliçe İsabelle ile bir anlaşma imzalayacaktır. Bu
anlaşmaya göre, Colombus, getirdiği altın ve baharattan elde edilecek
kârın yüzde 10’unu, yeni toprakların valiliğini ve
“Okyanus Denizlerinin Amirali” unvanını almaktadır.

CRISTOBAL COLÓN’LA GELEN(LER)

Şu halde O’nu biraz daha yakından tanıyalım mı? İspanyol
Kralı’ndan kopardığı destekle 3 Ağustos 1492 günü, veba,
kıtlık ve yoksulluğun pençesindeki Avrupa kıtasını geride
bırakarak, üç gemiyle Asya’nın doğusuna ulaşmak
üzere yola çıkan Cenevizli gemici Cristobal
Colón’u…

İstanbul 1453 yılında Türkler tarafından fethedilmiş, Batı
Avrupa’yı Asya’ya bağlayan ticaret yolları kesilmiş,
üstelik Kuzey ve Doğu Avrupa’yla girişilen ticaret
(özellikle kereste), Batı Avrupalı krallıkların nakit,
özellikle de altın gereksinimini katlamıştı.

Dokumacı bir ailenin oğlu olan Colombus, muhteris, dilbaz, bir
serüvenciydi; denizcilik deneyimini Afrika’dan köle ticareti
yaparken edinmişti… Atlantik Okyanusu’nda sürekli batıya
doğru seyrederek Asya kıyılarına varılacağını tahmin ediyordu -
döneminde denizcilik çevrelerinde yaygın bir bilgiydi bu.
Kendisinden önce aynı yolu kat eden denizcilerin deneyimlerinden
haberdar olmalıydı.

Portekiz tahtı nezdinde ilk başarısız girişiminin ardından, İspanya
kralını bu serüvene ikna edebildi. Bol miktarda altın, baharat ve
köle vaad etmişti krala. Üstelik, yaptığı, kendi
açısından da“ballı” bir anlaşmaydı: getirdiği altın
ve baharat karşılığında elde edecekleri kârın yüzde
10’u ve yeni bulunan toprakların valiliği ile ‘Okyanus
Denizlerinin Amirali’ rütbesini alacaktı. Colombus,
üç gemi (biri Santa Maria) ve 39 tayfayla 1492
Ağustosu’nda yola çıktı.

“1492 yılı Ekim ayının ilk günlerinde tayfalar suda
yüzen ağaç dalları ve odun parçaları
gördüler. Havada kuş sürüleri uçuyordu. Bunlar
karaya yaklaştıklarının işaretleriydi. Sonra 12 Ekim günü
Rodrigo adındaki tayfa, sabahın ilk ışıklarıyla solan ay ışığının
beyaz kumlar üzerine düştüğünü gördü ve
‘kara’ diye bağırdı. Burası Karayibler denizindeki Bahama
adalarından birinin sahiliydi. Karayı ilk gören yaşamı boyunca
yılda 10 000 maraverdi (İspanyol altın lirası) alacaktı, ama Rodrigo bu
parayı alamadı. Ödülü onun yerine bir gece önce oradaki
ışığı gördüğünü iddia eden Colomb
aldı.” size="2">[11]

Dolandırılan, ihanete uğrayan sadece Rodrigo olmadı ne yazık ki…
Colombus ve denizcilerinin ayak bastığı ve “Hispaniola”
adını verdiği adanın (günümüzde: Haiti) yerlileri,
Arawaklar, dostça karşılarlar Avrupalı denizcileri…
Öyle ki, bu ilk karşılaşmaya dair izlenimlerini güncesine
şöyle not eder, “Amiral”:

Son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi
birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar.
Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar,
çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını, kendileri
kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar
yoktur. Her zaman gülüyorlar…”

Ve bu “sevimli” izlenimlerin hemen ardından ekliyordu:
“Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara
her istediğimizi yaptırabiliriz.” size="2">[12]

Colombus pragmatik, dünyevî bir Rönesans adamıydı ve
“neyin” peşinde olduğunu gayet iyi biliyordu:
Hispaniola’da kendilerini dostça karşılayan, ikramlarda
bulunan yerlilerin burun, kulak ve boyunlarındaki minik altın takıları
görmekte gecikmemişti. Ancak bütün uğraşlarına rağmen ilk
sefer pek başarılı olamayacaktır. Bunun üzerine, hamilerinin
gözünü boyamak amacıyla çok sayıda yerli kadın,
erkek ve çocuğu “avlayarak” Sevile ve Barcelona’da
teşhir etmek üzere gemilere istifler, ve gerisinde bir garnizon
bırakarak yeniden Avrupa kıtasına doğru yola çıkar.

Ancak Eski Dünya’ya varmadan, İspanya tahtına yazdığı
mektuplarında anlattıklarının ünü yayılmıştır kıtaya. Yeni
“keşfedilen” dünya cennetine ilişkin bu betimlemeler
(uzun, sayısız, harikulade nehirler, binlerce çeşitte
ağaçlarla kaplı tepeler, mis kokulu çayırlar, çeşit
çeşit meyveler, envai çeşit kuşlar, ve tabii en
önemlisi, “nehirlere altın taşıyan çaylar”)
Anvers, Basel, Paris, Floransa, Strasbourg, Valledolid ve başka Avrupa
merkezlerinde tekrar tekrar yayınlanacak, ipsiz-sapsız, aç ve
açgözlü serüvencilerin iştahlarını
kabartacaktır…

Colombus’un “insan numûneleri”nin çoğu,
yolda yaşamını yitirir (550 tutsaktan 200’ü). Yine de
getirdiği kadarı, İspanya tahtını ikna etmeye yetmiş olmalı ki, 1493
sonlarında, bu kez 1200’den fazla asker, denizci ve yerleşimci, bir
mızraklı süvari birliği ve beş-altı rahipten oluşan 17 gemilik
filo, koyun, sığır ve domuz sürüleriyle birlikte yeniden sefere
koyuldu. Hispaniola’nın kıyılarına vardıkları gün balık ve
meyvelerle kendilerini karşılamaya gelen Arawaklara armağanları
müthiş oldu: Kıtadan beraberlerinde getirdikleri esrarengiz bir
hastalık - belki de domuz gribi.

Bağışıklık sistemlerinde yer almayan bu yeni virüs, Arawak
nüfusunu Colombus’un askerlerinden önce kırmaya
başlayacaktı. Salgından tarumar olmuş köylere ulaşan İspanyol
askerleri, sağ kalabilmiş yerlileri, Amirallerinin İspanya kralına
söz verdiği altını bulmaya zorluyordu. Batı uygarlığı, altını
güvence altına alabilmek için müthiş bir sistem
geliştirdi: On dört yaş ve üstündeki herkese, üç
ayda bir belli bir miktar altın getirmelerini emrettiler. Altın getirenlere
birer bakır marka verip boyunlarına astırıyorlardı. Bakır markası
olmayan yerlilerin ellerini kesip kan kaybından ölmeye terk
ediyorlardı.

Oysa yerlilerin altın bulmaları mümkün değildi. Çevrede
bulunabilecek tek altın, derelerin yığdığı toz
parçacıklarıydı. Bu nedenle yerliler için kaçmaktan
başka çare yoktu; kaçanlarsa köpeklerle bulunup
öldürüldüler. Arawaklar bir direniş ordusu oluşturmaya
çalışarak zırhlı, tüfekli, kılıçlı, atlı
İspanyolların karşısına çıktılar. İspanyollar bunları
derhâl tutsak edip ya astılar ya da yakarak öldürdüler.
Howard Zinn 1500 yılına dek Hispaniola adasına tam 340 tane
darağacı inşa edildiğini kaydetmektedir. Arawaklar arasında
topyaka zehriyle toplu intiharlar başladı. İspanyollardan kurtulmak
için çocuklarını öldürdüler. İki yıl
içinde ölümler, sakatlamalar, ya da intiharlarla Haiti
adasında yaşayan 250.000 yerlinin yarısı yok oldu.[13]

Colombus’un ikinci seferine katılan, ve İspanyolların yerlilere
karşı acımasızlığını gördükten sonra onların
savunuculuğunu üstlenen ve bir süre Chiapas piskoposluğu
görevinde bulunan Dominiken rahip Bartolomeus de las Casas, yerli
soykırımının ilk yıllarının canlı tanığıdır. İspanya kralına
yazdığı mektuplarda, yerlilerin uğratıldığı akıl almaz işkenceleri
anlatmaktadır: “Kudurmuş canavarlar” gibi davranan askerler
bıçaklarının keskinliğini denemek için yerlileri
biçmekte, bebekleri kayalara çarparak parçalamakta,
köpeklerine yedirmekte, evlerini ateşe vermekte… kısacası
insanın aklına gelen ya da gelemeyecek her türlü işkenceyi onlar
üzerinde uygulamaktadırlar:

“İspanyollar, insan kanı dökmek için her türden
acayip zalimlikler icat etmekten zevk duyuyorlardı; bu icatlar ne kadar
zalim olursa o kadar iyiydi. [Bir seferinde] boğulmayı engellemek
için ayak parmaklarının yere değeceği kadar alçak ve uzun
bir darağacı kurarak, on üç [yerliyi] aynı anda
Kurtarıcımız İsa ve on iki Havarî onuruna astılar.
Kızılderililer askıda ve hâlâ canlıyken İspanyollar,
güçlerini ve bıçaklarını onlar üzerinde deneyerek
bir darbede göğüslerini yarıp bağırsaklarını
döktüler; daha kötüsünü yapanlar da vardı.
Sonra yerlilerin parçalanmış bedenlerini samanlarla sarmalayarak
onları diri diri ateşe verdiler.” size="2">[14]

“Enkizisyon çocukları”nın virüsleri,
gözü dönmüş katil sürüleri ve “savaş
köpekleri”yle birlikte anakaraya ayak basmaları uzun sürmez.
Hernán Cortés Meksika kıyılarından içerilere, Aztek
İmparatorluğu üzerine yürümeye koyulurken Pizarro’nun
cellatları ise İnkalara doğru uğursuz bir sefer başlatırlar…

Hangi birini anlatmalı? 400 yıllık soykırımın acılı, utançlı
tarihi kütüphaneler dolusu belgeyle serilmiştir görmeye
istekli gözlerin önüne… Soykırım belgelidir,
çünkü yağmacılar, övünerek anlatmaktadırlar
işledikleri cinayetleri.

Örneğin, “conquistadore” Cortés… Azteklerle
çelişkileri olan ve onlara karşı İspanyolları bir müttefik
olarak gören Tlaxcaltec rehberlerle geldiği Aztek başkenti
Tenochtitlán’da büyük bir törenle karşılanır
kral Montezuma tarafından… Ve kralın hile-hurdayla rehin
alınmasının ardından, saldırıya geçer. Savaşın tanığı
tarihçi Bernard Sahagún anlatıyor:

“Savaşı ilk başlatan İspanyollar, birden şarkı söyleyip
dans edenler için müzik çalanlara saldırdılar ve
onları, ellerini doğrayıp kafalarını uçurarak
öldürdüler. Sonra diğer bütün İspanyollar da,
yerilerin kafalarını, kollarını, bacaklarını koparmaya, karınlarını
deşmeye girişti. Bazıları kafaları kesilerek, bazılarının bedenleri
ikiye bölünerek, bazıları da boydan boya karınları deşilerek
oracıkta öldüler. Kimileri düştükleri yere kadar
bağırsaklarını sürüklemişti. Çıkışlara ulaşanlar
orada kendilerini bekleyen İspanyollar tarafından
öldürüldü, bir kısmı avlunun duvarından atladı,
bazıları tapınağın damına tırmandı, kaçış yolu bulamayan
kimileriyse, kendilerini öldürülenlerin arasına atarak
ölü taklidi yaptılar. Öyle çok kan aktı ki, avluyu
sağanak yağmur sonrasında oluşan gölcükler gibi kan
gölü kapladı. Avluda biriken balçık çamurunu
andıran kan ve bağırsak artığı o kadar muazzam, bunlardan yayılan
kötü koku o kadar yoğundu ki, hem dehşet veriyor, hem de
yürek parçalıyordu…”

İlk saldırıdan sonra, sıra Avrupalı “fatihler”in en
önemli müttefikine gelecektir: çiçek basili. İlk
şaşkınlığı üzerinden atıp direnişe geçen Aztekler bu kez
de hastalıktan kırılmaya başlarlar. Püskürtülen
İspanyollara düşen artık sadece kentin dışına çekilip
kanalları tahrip ederek Tenochtitlán’lıların hastalık ve
açlıktan kırılmasını beklemektir. Bu da çok uzun
sürmez. “Muzaffer” Cortés, kente ikinci girişindeki
manzarayı şöyle betimleyecektir:

“Şehir halkı ölülerin üzerinden yürümek
zorunda kalıyor; bazıları kanoların bulunduğu o büyük
gölün sularında yüzüyor veya boğuluyordu;
gerçekten de acıları öyle büyüktü ki, nasıl
tahammül ettiklerini anlamamız mümkün değildi. Karşımıza
sayısız erkek, kadın ve çocuk çıktı, bunların
çoğu kaçmaya çalışırken sulara gömülerek
cesetlerin arasında boğuldu; tuzlu su içmekten, açlıktan ve
cesetlerin iğrenç bir şekilde kokuşmasından ölenlerin
sayısı elli binden fazla gibi görünüyordu… Sokaklarda
o kadar büyük ceset yığınlarına rastladık ki,
üzerlerinden yürümeye mecbur kaldık.”[15]

Cortés, çok değil, kısa süre önce hayranlıkla
söz ettiği evleri, köprüleri, bahçeleri yıktırarak,
Tenochtitlán’ın içerisinde yer aldığı gölü
cesetler ve molozla doldurtur. Mexico City’nin temeli
atılmıştır!

Tenochtitlán’ın düşüşünü diğer Aztek
kentleri izler.

Dedim ya, çok hızla tükendiler… Tüm
Meksika’da Avrupalıların ayak bastığında 25 milyon olarak
hesaplanan nüfus, 75 yıl sonra, 1595’te 1.300.000’e
düşmüştü.

Bu nüfus düşüşünün bir nedeni de, katliamlardan,
hastalıktan ve kölelik koşullarından yılan yerlilerin üremeyi
durdurmalarıdır.

“Böylece kocalar ve karıları birbirlerini sekiz, on ayda bir
görebiliyorlardı. Bir araya geldiklerinde ise, her iki taraf
çalışmaktan öyle bitap düşmüş, öyle bunalmış
oluyorlardı ki… çocuk yapmayı bıraktılar. Yeni doğan
bebekler ise erken ölüyorlardı, çünkü
açlık ve çalışmaktan ötürü annelerinin
sütü kesiliyordu. Ben Küba’da iken 7.000 bebek ilk
üç ayda bu yüzden öldü. Hatta bazı anneler sırf
çaresizlikten bebeklerini kendi elleriyle boğdular… Bu
şekilde erkekler madenlerde, kadınlar işte ve çocuklar
sütsüz kalmaktan öldüler… ve kısa bir süre
içinde bu büyük, bu güçlü, bu verimli
topraklarda… nüfus azaldıkça azaldı. İnsan doğasına
aykırı bütün bu eylemleri benim gözlerim gördü ve
şimdi yazarken bile titriyorum,” size="2">[16] diyor Bartholomeus de las Casas…
XVI. yüzyıl sonunda Karayib Adalarıyla Orta ve Güney
Amerika’ya 200.000 İspanyol ve Portekizli taşınmıştır, 60, belki
de 80 milyon ölü yerliden boşalan topraklara…

LAS CASAS’IN TANIKLIĞI

İspanyol sömürgeciliği kıtaya kan, gözyaşı,
köleleştirme, kıyım ve ölümle geldi. Vahşetin birinci
elden tanığı, kıtaya yerliler arasında misyonerlik faaliyetlerinde
bulunmak üzere gönderilen, ancak 35 yıl boyunca yerlilere
uygulanan vahşeti yaşadıktan sonra, Avrupa’ya dönüp,
gördüklerini ‘Brevisima relacion de las Destruycion de las
Indias Occidentales’
adı altında yayınlayarak (1552) İspanya
prensi Philip’e sunan, Dominiken rahibi, Chiapas başpiskoposu
Bartolomé de las Casas’dır kuşkusuz. Kitap 1583’de
İngilizce’ye çevrilmiştir. Şimdi bu tanıklıktan pasajları
birlikte izleyelim:

Las Casas, Prens Philip’e seslenişinde vicdanını rahatlatmak ve
İspanyolların suçuna ortak olmayı istemediği için kaleme
aldığını belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

“Anakarayla ilgili olarak, İspanyollarımızın
acımasızlıkları ve lanetli uygulamalarıyla Aragon ve Portekiz dahil
tüm İspanya’dan büyük, ve Sevil’den
Kudüs’e uzanan bin ligadan geniş toprakların iki misli on
diyarı insansızlaştırdıklarından ve mahvettiklerinden
eminiz.”

Las Casas, salt altın elde etmek hırs ve
açgözlülüğüyle, kadın, erkek ve çocuk 15
milyonun üzerinde insanın öldürüldüğünü
söylüyor. Oysa, kızılderililer kendileri ya da komşuları
soyulana, öldürülene, zorlanana, işkence edilene dek
İspanyollara karşı en küçük bir kötü niyet
göstermemiş, aksine, onları göklerden gelmiş sayıp müthiş
bir konukseverlikle karşılamışlardır. “Ne kadar anlatırsam
anlatayım,”
diyor Las Casas, “vahşetin binde birini
dahi anlatmış olamam.”

Ve anlatıyor:

“İşledikleri diğer cinayet ve katliamlar arasında, şimdi
sözünü edeceğim, otuz binden fazla haneli Cholula denen
büyük bir kentte gerçekleşti: ülkenin beyleri onları
karşılamaya çıkmıştı ve en önde başlarında başrahip
olmak üzere rahipler yürüyordu. Bunlar İspanyolları
büyük bir ciddiyet ve saygıyla karşıladılar ve aralarına alıp
kente getirdiler; Kentin en büyük Tanrısı’nın
tapınağına kadar getirdiler. Ama İspanyollar onları suistimal ederek
(kendi deyişleriyle cezalandırmak için) katliama giriştiler ve
acımasızlıklarını ülkenin her köşesinde
sürdürdüler.” (...)

“Kaptanın emriyle yukarıda ve aşağıdaki bütün beyler
yere dikilmiş kazıklara bağlandı. Ne ki beylerden biri, belki de
ülkenin kralı yirmi-otuz adamıyla birlikte kendini kurtarıp, kendisi
için bir kale olan tapınağa sığındı ve gün boyu kendini
savundu. Ama özellikle savaş için silahlanmış ve ellerinden
hiç bir şey kurtulamayan İspanyollar tapınağı ateşe verip
içerideki herkesi yaktılar.” (...)

“İspanyolların bu neşeli oyunu aşağı sarayda da
oynadıklarını, beş-altı bin kişiyi kılıçtan geçirirken
kaptanlarının neşe içinde şarkı söylediklerini
duydum.” (...)

“İspanyollar kimin bir adamı ikiye böleceği ya da
kafasını bir darbede kopartacağı veya midesini deşeceği konusunda bahse
tutuşuyorlardı. Bebekleri annelerinin kucağından kopartıp, ayaklarından
tutup başlarını taşa çalıyorlardı... Başka bebekleri
anneleriyle birlikte kılıçtan geçiriyorlar, bebekleri
köpeklere parçalatıyorlardı (...) Kurtarıcımız ve oniki
havarisine izafeten (yerlileri) onüer kişilik gruplar hâlinde
ağaçlara asıyor, altlarına odun yerleştirip ateşe vererek onları
diri diri yakıyorlardı. (...) Tüm bunları gördüm.
Gözlerim hepsine tanık oldu...

Las Casas’ın tanıklığı, böyle sürüp gidiyor...

BİRAZ “TARİH” YA DA TALAN, KIYIM, KIRIM...

Tarih yazımı; dünyanın en taraflı ve dolayısıyla da en çok
dikkat edilmesi gereken önemdeki yaşamsal bir alandır. face="Times New Roman" size="2">[17]

Bu bab’da Latin Amerika’daki “Beyaz Adam”ın
tarihine (daha doğrusu vahşetine) dair anımsatılması gereken ilk uyarı,
“Zor durumdakilerin çığlığı her zaman haklı olmayabilir
fakat ona kulaklarınızı kapatırsanız hakkın ne olduğunu asla
öğrenemezsiniz,” size="2">[18] sözleriyle Howard Zinn’e
aittir...

Gerçekten de C. Colomb’un yerlilerden bahisle güncesine
düştüğü, “Elli kişiyle bunların hepsine boyun
eğdirebilir, istediklerimizi yaptırabiliriz,” satırları, tarihi
önemdedir...

Sömürgeci talan tarihinin bundan sonrasını da bu satırlardaki
“mantık(sızlık)” biçimlendirmiştir...

Dee Brown’un ‘Bury My Heart At Wounded Knee/ Kalbimi Vatanıma
Gömün’ başlıklı yapıtında belirtildiği gibi, Taino ve
Arawak yerlileri Avrupalıların dinine fazla direnmedilerse de,
yığınlarla altın ve değerli taş aramaya gelen ‘sakallı
yabancılar’ adalarını altüst edince direnç
gösterdiler. Bunun sonucunda ‘İspanyollar köyleri
yağmaladılar, yakıp yıktılar; yüzlerce kadını, erkeği,
çocuğu kaçırdılar, gemilere atıp köle olarak satılmak
üzere Avrupa’ya götürdüler... Colomb’un 12
Ekim 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasının üzerinden on
yıl bile geçmeden bütün kabileler, yüz binlerce insan
yok edildi.

Yakın zamana kadar Amerikan tarih kitaplarının çoğu,
Colomb’un 1492’de Amerika’yı keşfiyle başlardı. Harvard
Üniversitesi tarihçilerinden Colomb uzmanı olan Samuel Eliot
Morison, birkaç ciltlik bir biyografi yazmıştır ve kendisi de
denizci olduğu için kâşifin rotasını izleyerek,
Atlantik’i bir uçtan diğer uca geçmiştir. 1954’te
yazdığı ‘Christopher Columbus Mariner/ Denizci Christof
Colomb’ başlıklı kitabında, Colomb’un denizciliğini
övmekle beraber, köleleştirme ve ölümlerden söz
ederken, “Colomb tarafından başlatılan ve kendisinden sonrakiler
tarafından da sürdürülen acımasız politikalar tam bir
soykırımla sonuçlandı,” demekten geri kalmaz.

Colomb’dan sonra adalarda neler olduğuna ilişkin bilgi kaynağı
Bartolome de las Casas’ın kitabı olmuştur. Kendi plantasyonunda bir
süre yerli köle çalıştıran Las Casas, daha sonra
İspanyol vahşetinin ateşli bir eleştiricisi oldu. Ellilerindeyken
birkaç ciltlik yapıtını kaleme almaya başlayan Las Casas,
çeşitli yönleriyle yerlileri anlatıyordu.

Las Casas eserinde İspanyolların “Her geçen gün nasıl
daha kibirli hâle geldiğini’ anlatır. Hattâ ‘Eğer
aceleleri varsa yerlilerin sırtına biniyorlardı” demektedir.

Kaldı ki İspanyolların canavarlığı sınır tanımıyordu. Anlattığı
bir olayı da buna örnek verebiliriz: “İkisi de birer papağan
taşıyan iki yerli çocuğa rastlayan iki Hıristiyan, papağanları
aldılar ve sırf zevk olsun diye çocukların kafalarını
kestiler.” size="2">[19]

Virginia ve Massachusetts’in İngiliz göçmenlerinin
Powhatanlara ve Pequotlar’a yaptıklarının İspanyollardan aşağı
kalır yanı yoktu. Kızılderili avı New England’da popüler bir
spor hâline gelmişti.

XVI. ve XVII. yüzyılda soykırım gerçekleştirilirken,
Amerika’yı sömürgeleştiren yağmacılar, “yerlilerin
aşağı ırktan olduğu” propagandasına sarılıyorlardı...

İşte bunlardan bir kaçı...

“Karayip Adaları’ndaki yerliler intihar ediyor.
Çünkü tembeller, çalışmayı reddediyorlar...

“Sanki bütün bedenleri yüzleriymiş gibi çıplak
dolaşıyorlar. Çünkü vahşilerin utanması yoktur...

Mülkiyet hakkından habersiz her şeyi paylaşıyorlar. Zenginlik
hırsından yoksunlar. Çünkü insan çok maymuna akraba
düşerler...

Şüpheli bir sıklıkta yıkanıyorlar. Çünkü
Engizisyon ateşlerinde yakılan Muhammed dininin sapkınlarına
benziyorlar...

Düşlere inanıyor ve düşlerindeki seslere itaat ediyorlar.
Çünkü ya şeytanın etkisindeler ya da katıksız
aptallar...

Onlarda homoseksüellik serbest. Bekaretin hiçbir önemi yok.
Çünkü ne idüğü belirsiz cehennemin kabul
odasında yaşıyorlar...

Çocuklarını hiç dövmüyor, onları özgür
bırakıyorlar. Çünkü ilkesiz ve ceza vermekten acizler.

Ne kadar acıkırlarsa o zaman yiyorlar, yermek saatleri yok.
Çünkü içgüdülerine hükmetmekten
yoksunlar...

Doğaya tapıyorlar, onu anne olarak kabul ediyor ve kutsal olduğuna
inanıyorlar. Çünkü dini inançları yok, yalnızca
puta tapmayı bilirler...” size="2">[20]

Nihayet yeri gelmişken anımsatmadan geçmeyelim: “ABD’de
Şükran Günü’nde yerliler, topraklarını
kaybedişlerini andı. Avrupalı göçmenlerin 1621’deki ilk
hasatlarının ve yerlilerin hayatta kalmalarına yardım için onlarla
paylaştığı yemeğin anısına hindi yenilen Şükran Günü,
yerliler için ‘en hüzünlü gün’.

2005 yılında binlerce yerli, San Francisco’nun Alcatraz
Adası’nda ‘Şükran Sunmama Günü’
töreni düzenledi. Waikie kabilesinden Bear Lincoln, ilahiler ve
şarkılar arasında yaptığı konuşmada, ‘Göçmenlerin o
ilk kışı geçirmesine yardımcı olarak meğer çok
büyük hata yapmışız. Güçlerini topladıktan sonra
bizi arkadan vurdular’ dedi.

Gary ‘Ateşkurt’ Hsiao da, ‘Binlerce insanımızın
katledilişini hatırlatıyoruz. 1492’de kıtaya geldiklerinde de
teröristtiler, şu an Irak ve başka ülkelerde yaptıklarıyla da
hâlâ öyleler’ diye konuştu.”[21]

Evet, yaşanmış ve yaşanan gerçekleriyle, öyle bir tarihle
karşı karşıyayız ki, tam da burada Howard Zinn’in,
“Tarafsızlık imkânsızdır,” kesinliğinden başka
hiçbir duruş mümkün değildir...

SÖMÜRGECİLİK VE FETİHİN MALİYETİ

“Aborijinlerin sayısı hızla azalıyor… Avrupalıların ayak
bastığı her yerde ölüm Aborijinleri izliyor. Amerika
kıtalarına, Polinezya’ya, Ümit Burnu’na ve
Avustralya’ya baktığımızda hep aynı sonucu
görüyoruz… İnsan çeşitleri birbirlerine farklı
türlerden hayvanlar gibi davranıyorlar. - güçlü her
zaman zayıfı yok ediyor…” Charles Darwin, 1839’da Beyaz
Adam’ın sömürgeci serüveninin Avrupa dışındaki
kıtaların sakinleri üzerindeki yıkıcı etkisini bu
sözcüklerle ifadelendirmekteydi.

Kaptan Cook Avustralya’ya ayak bastığında (1770), Britanya
tahtından yerlilerin rızası olmadan ya da boş olduğundan emin
olmadıkça topraklara el koymaması yönünde kesin buyruğu
altındaydı. Ne ki Cook, kıtanın doğu kıyısına Kraliyet adına el
koyduğunu açıklamakta gecikmedi. 1788’deyse kıtanın
tümü boş sayılıp Kraliyet toprağı ilan edilecekti. Oysa
Avustralya’da, kendi toprakları, siyasal sistemleri ve yasaları olan
600-700 klan yaşamaktaydı ve kıtadaki varlıkları 60.000 yıl
öncesine tarihleniyordu! Aborijinler, İngiltere’den gelen gemiler
dolusu yerleşimciyle baş edemeyecek ve nüfusları kısa sürede
dramatik ölçüde azalacaktı.

Aborijinlerin öyküsü, Beyaz sömürgecilerin ayak
bastığı tüm kıtalar için bildik bir öykü,
gerçekte daha önce Kuzey ve Güney Amerika’da
yaşananların bir tekrarıdır.

Böylelikle, sömürgeciliğe bağlı nedenlerle Avustralya
Aborijinlerinin nüfusu, temas öncesi en az 1 milyondan,
1930’lara gelindiğinde, 30.000’e düşmüştü.
250.000 dolayındaki Maori’den, 1890’da geriye 42 000 kişi
kalmıştı. 1769’da Tahiti’de yaşayan 40.000 Polinezyalıdan,
geriye kalanların sayısı 1840’ta 6.000 idi.

“KEŞİF” DEDİKLERİ = SÖMÜRGECİ TALAN + SOYKIRIM
+ YIKIM VE!

Stanislaw Jerzy Lec’in, “Kimbilir Colomb daha neler keşfederdi,
eğer Amerika karşısına çıkmasaydı,” zevzekliğini bir yana
bırakırsak; bugününü, sömürgeci
geçmişinden devralan Latin Amerika’da kapitalizmin tarihi,
(eğer durdurulamaz ise!) bu coğrafyada insan(lık)ı da neyin beklediğinin
göstergesidir…

V. M. Godinho’nun değindiği gibi kâşiflerin kişiliğinde
“haçlı ruhu ile ticaretin, korsanlık ile İncil’i
öğretme çabasının içiçe geçtiği”
karmaşık bir güdü örtüşmesi vardı. Örneğin
İspanyol ilahiyatçı Juan de Sepulveda yerlilere silah zoruyla boyun
eğdirmenin meşru olduğunu savunuyor, buna gerekçe olarak da
“Hepsinin barbarca adetlerinin bulunmasını, çoğunun
yaratılış itibariyle bilgi ve idrakten yoksun olmasını ve barbarca
birçok kötü huyla malul olmasını” gösteriyordu.
Bu karışımı Colombus kadar Vasco de Gama’da da görmekteyiz.
Dahası bu ruhu, uygarlığın sadece dinci temsilcileri ve siyasal
egemenlerinde değil aynı zamanda ve ne yazık ki sonraki aydınlanma
döneminin kimi temsilcilerinde de göreceğiz. Örneğin
Voltaire hiçbir tereddüde düşmeden, “Bayağı tazı
nasıl cins tazıdan farklıysa, zenci ırkı da bizimkinden farklı bir
insan türüdür. Eğer bizim anladığımızdan farklı bir
zekâları yoksa, bu türün çok düşük olduğu
söylenebilir,” demekteydi.

“Kölelik bütün insanların özgür ve
bağımsız doğduğunu ortaya koyan doğa yasasına aykırıdır,”
sözlerini yazmış olan Montesquieu’nün tutumu çok
daha dobraydı: ‘En bilge yaratık olan Tanrının bir ruhu,
özellikle de iyi bir ruhu kapkara bir bedene yerleştirmiş olabileceği
düşüncesini hiç kimse kabul edemez.”

Bakın bu konuda Emir Sader nelere dikkat çekiyor: “Latin
Amerika’yı anlamayı sağlayan Eduardo Galeano’nun ‘Latin
Amerika’nın Kesik Damarları’ başlıklı kitabı face="Times New Roman" size="2">[22] uluslararası
kapitalist pazara bölgenin şiddetle eklemlendirilmesinin iki temel
dayanağı olduğunu gösteriyor: Yerli halkların yok edilmesi ve
köleleştirme. Kapitalizm bu topraklara kan dökerek ulaştı ve
bizi neyin beklediğini de gösterdi. Sadece silah zoruyla kendi
uygarlıklarını ve dinlerini getirmediler. Baskı, ayrımcılık da,
kaynaklarımızın ve insanlarımızın sömürülmesi de
onların işiydi.

Kolonileştirme (sömürgeleştirme) sürecinde imparatorluklar
değişse de hep aynı temel ve kitaba da ismini veren aynı tema söz
konusuydu: Latin Amerika bölgenin kesik damarıydı. Keşfinden
başlayarak bugünlere dek kıtanın tüm varlığı Avrupalılara ve
daha sonra Kuzey Amerikalılara taşındı. Kapital uzak ülkelerde
birikti ve birikmeye devam ediyor.

Toprağımız, ürünlerimiz, zengin maden yataklarımız,
insanlarımız, işgücümüz, doğal kaynaklarımız hepsi
başkalarının. Üretim biçimi, toplumsal sınıflar bile
dışardan belirlenmiş ve kapitalist makinenin işlemesi için
planlanmıştı. Kesik damarlar, Latin Amerika’nın
azgelişmişliğinin uzaktakinin gelişmiş olması için gerekli
olduğunu anlatır. Biz Latin Amerikalılar yoksuluz, çünkü
bastığımız topraklar zengin, doğal olarak sahibi olduğumuz bu
ayrıcalıklı yer tarihin lanetine uğramış. Aslında bu içinde
yaşadığımız dünyada, güç merkezlerinin dünyasında
kuşkulu olmayan bir zenginlik yok. Zamanla krizi ihraç etmekte
ustalaşacaklar.” size="2">[23]

Gerçekten de “Tüfek, Mikrop ve Çelik’le
geldiler... İstila ettiler, sömürgeleştirdiler ve yok
ettiler...” size="2">[24] diye özetlenmesi mümkün
olan sömürgeci saldırganlık konusunda, Kolombiyalı yazar Gabriel
García Marquez’in tanınmış romanı ‘Yüzyıllık
Yalnızlık’ın son cümlesi “Yüzyıllık yalnızlığa
mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney
fırsatları olamazdı...” diye biter.

Bu sözler aynı zamanda, Colomb öncesi Amerika kıtasında
yaşayan yerli halkların son beş yüz küsur yıllık tarihinin
başlangıcını da anlatır gibidir. Çünkü o zamandan beri
Amerika kıtasının gerçek sahiplerine ait her şey, öyle ya da
böyle, yok edilmeye, yok sayılmaya çalışılmaktadır. Koca bir
kıta, tarihinden koparılmaktadır. Bir Iroquois yerlisinin haklı olarak
belirttiği gibi: “...üzerinde insan yaşayan bir toprak
keşfedilmez. Yoksa ben de Atlantik’i geçip İngiltere’yi
keşfedebilirim.”

R. Wright’ın da, konuya ilişkin olarak kaleme aldığı kitabına
‘Çalıntı Kıtalar’ başlığını verip, “Bu kadar
açık bir noktanın beş yüz yıl boyunca Avrupa’nın
bilincinden kaçmış olması, bize öğretilen tarihin bir mit
olduğunu ortaya koyar,” size="2">[25] demesi de bunlardan hareketle
değerlendirilmelidir…

VE İSYAN!

Direnmediler mi? Direnmez olurlar mı hiç? Beyaz adamın hiç
tanımadıkları, bilmedikleri, sinsi ölüm silahlarına, ateşli
sopalara, ateş suyuna ve ateşli hastalıklara karşın bir direniş
tarihidir Columbus sonrası Amerika yerlilerinin tarihi bir bakıma.
Kafaderisi avcısı, vahşi kızılderili/ iyi yürekli, uygar beyaz
mesajlı; maliyeti pahalı, anlamı ucuz Holywood filmleri bu direnişin
gönülsüz tanığı değil midir?

Haitili Arawaklarla başlayan direniş ve ayaklanmalar, XVIII. ve XIX.
yüzyıllarda da süregidecektir. Ancak beyaz sömürgeciler,
zorbalığın ve ihraç hastalıkların yetmediği yerde yerli
kabileleri birbirine karşı silahlandırarak, yerli çocukları
misyoner okullarında assimile ederek, kimi kabileleri rüşvetle
kendilerine bağlayarak, alkolizmi kasıtlı yaygınlaştırarak... yerli
halkların kültürel dokularını çözmeyi bildi.
Kültürün yenik düşmesi, askerî yenilgiden kat be
kat ağır sonuçlara yol açacaktı.

Latin Amerika yerlileri güç ve imkânlarının son
damlasına değin, her yol ve yöntemle işgale karşı direndiler...

Hem de Eduardo Galeano’nun, ‘Latin Amerika’nın Kesik
Damarları’nda dediği gibi: “Her şeye karşın yitirilmeyen bir
umut vardı. Onurlarını korumaya kararlı birçok Kızılderili,
yerli ayaklanmalarına katılacaktı. 1781’de Tupac Amaru,
Cuzco’yu kuşattı. Tupac Amaru, İnka İmparatorlarının soyundan
gelme melez bir Kızılderili başkandı. Geniş çaplı bir devrimci
hareketin başını çekti. İsyan önce Tinta bölgesinde
patlak verdi. Tupac Amaru, Tungasuca alanına beyaz atı üzerinde
girdiği zaman trompet ve pututoslarla (içi oyulmuş boynuzdan
borazan) karşılandı…”

Gerçekten de, sömürgeleştirmeye karşı isyanların en
önemlilerinden biri Peru’da İnka Tupac Amaru II
önderliğinde gelişen isyandır. Asıl adı Josef Gabriel Condorcengui
olan İnka Tupac Amaru II, “Bal yapmayan ama peteklerimizdeki balı
bile çalan bu hırsız arıların oluşturduğu kötü
hükümeti devirmek için” canını dişine takmış bir
ordu topladı.

Sapanlarla, çomaklarla, bıçaklarla dövüşen
çıplak askerler Tupac Amaru II’nin önderliğinde,
yerlilerin ve siyahilerin kurtarıcısı oluyorlardı. Avrupalı kanı
taşımakla birlikte Amerika doğumlu olan kimi köylüler de onlara
katıldılar, zorunlu işçi devşirmeye, madenlerde, her yüz
işçiden ancak 20’sinin sağ kaldığı koşullarda
çalıştırılmaya, işliklerde makinelere zincirlenmiş
kırbaç zoru ile yaşamaya savaş açtılar.

Madenler, işlikler basıldı, ezilenlerin ordusu Tupac Amaru II
önderliğinde büyüdü. İsyanın önderlerinden
Antonio Gelen’in komutasındaki melezler taburunun bayrağında
“Ezilenlerin ezenlere karşı birliği” yazıyordu. İsyanın
ön saflarında kadınlar da yer alıyordu. Tomosa Candemaile’nin
önderliğindeki kadın taburu İspanyol ordusuna ağır darbeler
indirdi.

Tupac Amaru II, Cuzco önlerinde yenilgiye uğradı. Cuzco kalesini
savunan yerlilere “yerlileri öldürmem” diyerek
saldırmadı. 1881’de yakalandığında sorgucusunun, karısına ve
çocuklarına yapacağı işkenceleri anlatarak öne
sürdüğü tehdit ile birlikte “Suç ortakların
kim?” sorusuna “Burada seninle benden başka ortak yok. Sen,
zalim, baskıcı, ben kurtarıcı olarak, ikimiz de ölümü hak
ediyoruz,” diyerek karşılık verdi.

Cuzco Meydanında önce dilini kesti işkenceci Tupac Amaru
II’nin, sonra kolları ve bacakları dört ata bağlanarak
parçalandı; gövdesi Picchu dağında yakıldı, kafası
Tinta’da direğe çivilenerek teşhir edildi. Kollarından biri
Tungusuco’ya diğeri Carobaya’ya yollandı; bacaklarının biri
Livitaca kentine öbürü Santa Rosa da Lampa’ya
gönderildi. 18 Mayıs 1818 tarihi Latin Amerika’nın belleğine
kazındı bu olayla. Tupac Amaru II’nin sözleriyle “Bu
savaşta düşenlerin daha sonra yeniden hayata dönecekleri
kesindir.” Latin Amerika yerlilerinin inancına göre Tupac Amaru
ölmemiştir, bir gün vücudunun parçaları birleşecek
ve halkını kurtarmak için geri gelecektir.[26]

Öyle de olmuştur!

Latin Amerika’da uzunca zaman kalmış, Küba ve diğer
birçok ülkenin devrim mücadelesinde yer almış Regis
Debray’ın bölgeye ilişkin tespitleri anlamlıdır. “Latin
Amerika’daki bütün devrimci süreçler ve onların
çıkış noktaları, bir önceki tarih döneminden kalmadır
ve bunlar bilinçsiz olarak kullanılmıştır,” der
Debray.

İşin özeti de budur esasında…

29 Aralık 2010 02:43:05, Ankara.

N O T L A R

[*] Dipnot Dergisi,
No:4, Ocak-Şubat-Mart 2011…

[1] Jared
Diamond.

[2] Esra Kahraman,
“Korsan’ın Ruhu Can Çekişiyor Aslında”,... VS
Dergisi, Mart-Nisan 2006, s.18-19.

[3] Howard Zinn (Howard
Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay., 2005,
s.58), Christoph Colombus’un seyir defterinin ilk iki haftalık
anılarında, bir sözcüğün tam yetmiş beş kez
geçtiğini saptar. Bu sözcük,
“altın”dır…

[4] Raimondo Luraghi,
Sömürgecilik Tarihi., Sosyalist Yay., 1994, s.45.

[5] C.
Columbus’dan aktaran: Marc Ferro, Fetihlerden Bağımsızlık
Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi - XIII. Yüzyıl-XX.
Yüzyıl. İmge Yay., 2002, s.65.

[6] Raimondo Luraghi,
Sömürgecilik Tarihi., Sosyalist Yay., 1994, s. 47-48-57.

[7] Marc Ferro,
Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi -
XIII. Yüzyıl-XX. Yüzyıl. İmge Yay., 2002, s.68.

[8] David E. Stannard,
Beyaz Adamın Akıl Almaz Vahşeti, Amerika’nın Soykırım Tarihi,
Gelenek Yay., 2. Basım., 2005, s. 153-134.

[9] href="http://en.wikipedia.org/wiki/" target="_blank">http://en.wikipedia.org/wiki/Potos %C3%AD.

[10] Karl Marx, Kapital,
C:1, Sol Yay., s. 770-769.

[11] Howard Zinn,
Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay., 2005,
s.8.

[12] Howard Zinn,
“Columbus, Kızılderililer ve İnsanlığın Gelişmesi”, V.
Yılmaz (der.), Fatihler Yargılanıyor, 500. Yılında Karşı-Amerika,
Tümzamanlar Yay., 1992, s.54.

[13] Howard Zinn,
Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay., 2005,
s.10.

[14] Bartolomeus de las
Casas, Briefe or Chronicle of the actes and gestes of the Spaniards in the
West Indies, called the newe World, for the space of xl years, written in the
Castilian tongue by the reverend Bishop Bartholomew de las Casas or Casaus, a
friar of the order of S.Dominicke, and now first translated into English by
M.M.S.Londra, 1583 – tıpkıbasım.)

[15] Aktaran David E.
Stannard, Beyaz Adamın Akıl Almaz Vahşeti, Amerika’nın Soykırım
Tarihi, Gelenek Yay., 2. Basım., 2005, s. 137-141.

[16] Aktaran Howard
Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay., 2005,
s.12-13.

[17] “Tarih
yazmada ayrıntılar ve vurguların seçiminin yol açtığı
‘taraf olma’ olgusunun bir sonucu olarak ben Amerika’nın
keşfi öyküsünü Arawak yerlileri açısından
anlatmayı yeğliyorum. Aynı şekilde, anayasanın
öyküsünü köleler; Andrew Jackson’ın
öyküsünü Cherokee Kabilesi; iç savaş
öyküsünü New York’taki İrlandalılar; Meksika
savaşının öyküsünü Scott’ın ordusundan
kaçan askerler; endüstrileşmenin hızlanmasını Lowell tekstil
fabrikalarındaki genç kadınlar; İspanyol-Amerikan savaşını
Kübalılar, Filipinler’in alınışını Luzon’daki zenci
askerler; İkinci Dünya Savaşı’nı barış yanlısı hareketler;
New Deal (Yeni Dirlik) Politikası’nı Harlem’deki zenciler ve
savaş sonrası Amerikan İmparatorluğu’nu Latin Amerika’da
borçları karşılığı köleleştirilen emekçiler
açısından anlatmayı yeğliyorum.” (Howard Zinn, Amerika
Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, Çev: Sevinç Sayan
Özer, İmge Kitabevi, 2005, s.16.)

[18] Howard Zinn,
Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, Çev: Sevinç
Sayan Özer, İmge Kitabevi, 2005, s.16.

[19] Howard Zinn,
Öteki Amerika, Çev: Seyfi Öngider, Aykırı Yay., 2000, s.
18-16.

[20] Otonom Dergisi,
No:10, Mayıs-Ağustos 2005.

[21]
“1492’de de Teröristtiler”, Radikal, 26 Kasım 2005,
s.13.

[22] Eduardo Galeano,
kitabına ilişkin olarak, “Amerikan yerlilerinin Avrupa’yı
nasıl ‘keşfettiğini’ bilmek ister misiniz? Bu kitabı
okuyun,” der!

[23] Emir Sader,
“Neden Kesik Damarlar?”, Pagina 12, 22 Nisan 2009.

[24] Murat Tanakol,
“… ‘Kaybedenlerin’ Anlatısı”, Radikal Kitap,
Yıl:7, No:418, 20 Mart 2009, s.24.

[25] Ronald Wright,
Çalıntı Kıtalar-Amerika’da Fetih ve Direnişin Beş Yüz
Yılı, Çev: Şen Süer, Versus Kitap, 2009.

[26] Süleyman
Bulduruç, “Bizim Amerika”, Odak Dergisi, No:2006-09
(SN:37), 8 Eylül 2006, s.20-23.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

- Sibel Özbudun, Antroploji
Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ütopya
Yay., 2010, ss.263-275. (“Latin Amerika: Maden ve
Kan”)

- Fikret Başkaya-Temel Demirer-Sibel
Özbudun, Dünyanın Balkonundaki İsyancılar: Zapatistalar,
“YDD”, Enternasyonalizm, Özgür Üniversite
Kitaplığı:1, 1996, ss.52-64.

- Sibel Özbudun-Temel Demirer,
Dünyayı Isıtan Latin Ateşi, Özgür Üniversite
Kitaplığı: 57, 2006, ss.23-36. (“Latin Amerika’da
Anti-Emperyalist Mücadelenin Dinamikleri”)

- Temel Demirer, Latin Amerika: İsyan
Hep Vardı, Kaldıraç Yay, 2009, ss.513-516. (Latin Amerika:
“Dün”ünden,
“Bugün”üne)

- Sibel Özbudun, Latin Amerika:
İsyan Hep Vardı, Kaldıraç Yay, 2009, ss.62-73. (“Vardık,
Varız, Varolacağız!” ya da Bir “Yokedilemeyiş”
Öyküsü”)

- Haary Cleaver- Gary H. Gossen-
Gustavo Esteva- Jeannette Armstrong- Lourdes Arizpe- Sheila Wilmot- Andres
Oppenheimer- John Holloway Links- Eduardo Galleano- Jean Beer- Jens Winter-
Horst Kurnitzky-Komutan Yardımcısı Marcos- Eric Toussaint- Michael
Mccougan- Sibel Özbudun- Temel Demirer-Özgür Orhangazi,
Mayaların Dönüşü, Anahtar Yay., 1998, ss.66-73. (Sibel
Özbudun, “Zapatist Mayaların Tarihine Bir
Bakış”)

- Sibel Özbudun-Cahide Sarı-Leo
Huberman-Komutan Yardımcısı Marcos-André Aubry-Michael Parenti-Luis
Suárez-Silvio Soriano Hernández-Temel Demirer, Latin Amerika
Yerlileri, Anahtar Yay., 2006, ss.222-224. (Sibel Özbudun,
“Yerlilik ve Yerliler Üzerine”)

- Salvador Allende-Carlos Fonseca
Amador-Mónica Baltodano-Osvaldo Vergara Bertiche-Simón
Bolívar-Fidel Castro-Hugo Chávez-Temel Demirer-Gustavo
Esteva-Ernesto Che Guevara-Abemael Guzman-Jorge Shafik Handal-Álvaro
García Liner-José Carlos Mariátegui-Carlos
Marighella-Gladys Marín-José Martí-Jaime
Massardo-Augusto Olivares-Guido Álvaro (“Inti”)
Peredo-Raúl Reyes-Alberto Moreno Rojas-Oscar Romero-Augusto C.
Sandino-Mario Roberto Santucho-Cahide Sarı-Gilles Saurat-Raúl
Sendic-Alberto Suárez-Rojas-Camilo Torres-Flora Tristan-Rigoberta
Menchú Tum-Emiliano Zapata, Latin Amerika’da İsyanın Tarihi,
Ütopya Yay., 2008, ss.18-35. (Temel Demirer, “Zulmün ve
İsyanın “Latin”cesi...”)

- Sibel Özbudun-Cahide
Sarı-Komutan Yardımcısı Marcos-Temel Demirer, Latin Amerika
Başkaldırıyor, Ütopya Yay., 2005, ss.214-215. (Sibel
Özbudun-Temel Demirer, “Direniş ve Devrim”in
Meksika’sı”)

- Temel Demirer, Hrant’ın
Katil(ler)i…, Pêrî Yay., 2009, ss.254-255. (“Ermeni
Soykırımı Hakkında”)

- Sibel Özbudun, Kültür
Hâlleri: Geçmişte, Ötelerde, Günümüzde,
Ütopya Yay., 2003, ss.33-50. (“Kültürü
Öldürmek”)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder