15 Mart 2011 Salı

İsyan Güzergahında Yerkürenin, Coğrafyamızın Hali ve Geleceği / Temel Demirer

İsyan Güzergahında
Yerkürenin, Coğrafyamızın Hali ve Geleceği / Temel Demirer

class="rteright">
“Yıllanmış bir ağaç
gibi köklü, gür

       size="2">Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi
görünür

       size="2">Hükmü  verilmiştir oysa:

       size="2">Yıkılacak.
Çürümüştür.”[2]

      Değerli Dostlar, Kardeşler,

      Sizlere yerküre’nin,
coğrafyamızın hâli ve geleceğine dair söz etmek; despotlara ve
açlığa karşı ayaklanan isyancılar dövüşürken
artık daha kolay…

      I) KRİZ/ İSYAN SARMALI

      III. Büyük
Bunalım’ın yıkıcı-yaratıcı  sonuçları giderek
belirginleşiyor… 

      AB ülkelerinde krizler, Kuzey
Afrika ile Ortadoğu ülkelerinde isyanlar “domino teorisi”ni
anımsatırken; süreç giderek sertleşip
derinleşecek…

      Mesela Kuzey Afrika ülkesi Tunus,
en büyük ticaret ortağı Avrupa Birliği’ndeki (AB) ekonomik
krizin etkilerini derinden hissetti. Avrupalı yatırımların azalması ve
turist sayısındaki düşüş sebebiyle işsizlik oranının
arttığı ülkede halk iş talebiyle sokaklara
döküldü...

      Bunun yanında Uluslararası Para
Fonu (IMF) Başkan Yardımcısı  John Lipsky, 2011 yılında
Avrupa’da devam eden ülke borcu krizinin diğer bölgelere ve
reel ekonomiye yayılma tehlikesi bulunduğuna dikkat çekerken; George
Soros da, Avrupa’nın, zengin ve yoksul kesimleri farklı hızlarda
geliştiği için dağılabileceği uyarısını dillendiriyor.

      “Avro Bölgesi dağılırsa
ne olur”un cevabı  şu: “İşsizlik Yunanistan’da
yüzde 18.5, Fransa’da yüzde 13.5, Almanya’da yüzde
11 olacak, ülkeler küçülecek…”

      Bu müthiş bir yıkım olur
ve gidişat da bu yönde…

      Küresel piyasaların, Euro
Bölgesi’ne ilişkin İrlanda merkezli iflas kaygıları ardından,
İspanya ve Portekiz’in yanısıra Güney Kıbrıs’ın iflas
riskine Macaristan, Belçika ve Polonya da eklendi. Örnek
ülke olarak gösterilen Polonya bir kez daha IMF’ye
sığındı!

      Finans krizinin, batan
bankaların “kurtarılması”yla bir borç 
krizine, oradan da sosyal krize dönüştüğü
güzergâhta ‘Standard & Poor’s, büyük
ekonomilerin kamu borçlarının patlama yolunda olduğu uyarısını
yaptı

      Borçlu ülkeler listesinde
başı ABD çekiyor. En kötü durumdaki ülke Hollanda...
Türkiye 26’ncı sırada ve kişi başı dış borç 3 bin
724 dolar.

      Uluslararası kredi derecelendirme
kuruluşu Standard & Poor’s (S&P), yaşlanan nüfus ve kamu
maliyesini eriten krizle mücadele maliyeti nedeniyle dünyanın en
büyük ekonomilerinde kamu borçlarının “patlama
yolunda” olduğunu belirtti.

      Dünya ülkelerinin
borç yapısı,  gelecek yıllardaki borçlanmaların
eskiden olduğu kadar kolay olmayacağını göstermektedir. Ve tüm
dünya ülkelerinin yüksek borç taksitleri
ödeyebilmek için ek borçlanmalar yapmaları gerekmektedir
ki, bu da yeni soru(n)ları devreye sokacaktır…

      I.1) AŞIRI SAĞCILIK YOĞUNLAŞIRKEN
YÜKSELEN IRKÇILIK

      Yeni soru(n)lardan öne
çıkanı, aşırı sağcılık yoğunlaşırken yükselen
ırkçılıktır…

      Bunu görmek için
ABD’de Sarah Palin’den Çay Partisi’ne veya
“Dünün ‘istikrar ve refah’ fenomeni AB,
bugün ekonomik kriz, işsizlik ve yaşlanan nüfusun
pençesinde, Avrupa uyumunu kurtarma çabasında,” face="Times New Roman" size="2">[3] diye yorumlanan
Avrupa’ya göz atmak bile yeter…

      Mesela Peter Preston’un,
“Milliyetçi partilerin ve nefret tacirlerinin
yayıldığı Avrupa ivmesini kaybederek geçmişe
dönüyor”; size="2">[4] Orhan Pamuk’un, “Son yıllarda
görülen göçmen karşıtı toplumsal öfke ve
siyasal hareketler, Avrupa’yı Avrupa yapan temel değerleri
yıpratıyor,” size="2">[5] diye betimlediği koordinatlarda Avrupalı
aşırı sağcı partiler Türkiye’nin AB üyeliğine karşı
Avusturya’nın başkenti Viyana’da bir araya geldi. Toplantıya
ev sahipliği yapan Avusturya Özgürlükler Partisi (FPÖ)
lideri Heinz Christian Strache, toplantıda, Avrupa Birliği’nin (AB)
alacağı hatalı kararlara karşı daha etkili tepki göstermek
üzere işbirliği kararı aldıklarını ifade etti.

      ‘Le Monde’un
araştırmasına göre, Fransızların yüzde 42’si,
Almanların da yüzde 40’ı İslâm dinini kendi
toplumlarının kimliği açısından bir tehdit olarak algılıyorken;
İslâm’ın Batı demokrasisine yabancı ve hatta düşman
olduğu yolundaki tezlerin, Avrupa’nın “yerli halkı”
nezdinde de destek bulması, ırkçı gerginlikleri, önyargıları
tetikliyor. Bunun da özellikle Almanya ve Avusturya gibi
çoğunluğunu Türkiyelilerin oluşturduğu Müslüman
göçmenler arasındaki tedirginliği arttırdığı
gözleniyor.

      Evet, evet bunlar yüzünden
Almanya’daki Türkler dönüş yolunda…
Almanya’da kalacak olanların başında yüzde 44 oranında
yoksulluk sınırının altında yaşayan Türklerin olduğunun altını
çizen Prof. Faruk Şen, Almanya’da yaşayan 2 milyon 900 bin
Türk’ten Almanya’dan Türkiye’ye geri
dönüş isteğinin arttığını belirtiyor...

      Kaldı  ki yükselen
ırkçılık yanında Almanya’daki Türkler’in genel
durumu, her geçen gün kötüye gidiyor.

      Ya ABD mi? Orası da
AB’den farksız…

      Noam Chomsky’nin,
“Çay Partisi şarlatanlarıyla dalga geçmek ciddi bir
hata” vurgusuyla, “Çay Partisi’ni destekleyen
öfkeli Amerikalıların, niçin aşırı sağ tarafından seferber
edilebildiğini sorgulamalıyız” size="2">[6] dediği; Richard Cohen’in de,
“ABD’nin ırkçı tarihinin siyahlara yaşattığı acıyı
anlayamayan Sarah Palin”e size="2">[7] dikkat çektiği ABD’de
Cumhuriyetçi Parti seçmenlerinin çoğunluğunun Başkan
Barack Obama’nın şeriat istediğine inanıyor.

      ‘Newsweek’in anketine
göre, Obama’nın “Dünya çapında şeriat isteyen
radikal İslâmcılara yakınlık duyduğuna” inananların oranı
yüzde 52’yi buluyor. Bundan “Kesinlikle emin
olanlar”ın oranı yüzde 14, “Muhtemelen öyle olduğunu
düşünenler”in oranı yüzde 38, “Doğru
olmayabileceğini düşünenler”in oranı yüzde 33
çıkarken, “Kesinlikle doğru olmadığını
düşünenler”in oranı ise yüzde
7’lerde…

      Sarah Palin’den
“Cumhuriyetçileri zayıf buluyorlar. Demokratlara halk
düşmanı gözüyle bakıyorlar. 10 Amerikalıdan 4’ü
arkalarında” sözleriyle betimlenen Çay Partisi’ne
uzanan “dinamik”, bu cehaletle doğrudan ilintili…

      I.2) YERKÜRENİN
HÂLİ

      Evet, kapitalizmin yarattığı tablo
fitili tutuştururken; yerküre III. Büyük Bunalım’ın
“sosyal krize” tahvil olmasıyla bir ucunda gıda krizinin
olduğu isyanlarla da tanışıyor…

      Bilmiyor olamazsınız; “Yeni
Dünya Düzen(sizliğ)i”  (“YDD”)
başlığında sunulan sürdürülemez kapitalizmin neo-liberal
versiyon, insan(lık)ı katlanılması mümkün olmayan bir
açlığa mahkûm etti…

      Tıpkı  Natasha Burge’nin,
“Açlıkla ilgili her şey adaletsizdir. Şu an dünyada
açlıktan kıvranan yaklaşık bir milyar insan olduğu
gerçeği, küresel sistemimizin ne kadar
büyük adaletsizlikler üzerine kurulu olduğunu
gösteriyor. Herkese bolca yetecek kadar yiyecek olmasına rağmen her 6
insandan 1’inin her gece aç uyuyor olması bana tam da
adaletsizliğin tanımı gibi geliyor,” size="2">[8] saptamasındaki üzere…

      Açıkla, sömürenlerin
zenginliği de büyüdü…

      Örneğin ABD’de kriz var
derken bir baktık CEO’ların aldıkları ücretle normal
işçinin aldığı ücret arasındaki fark daha da
büyümüş... Walmart Şirketi’nde, oranın
müdürünün aldığı birim para ile ücretlilerin
aldığı birim para arsındaki fark 900 misli. Şaka değil bu. 900 misli.
Türkiye’de en zengin yüzde 20’nin payı, millî
gelirin yüzde 47’si... En fakir yüzde 20’nin payı
yüzde 6’nın altında... Bu sistem, bu şekli ile devam edebilir
mi?

      Tabii edemez!

      Hem de FAO (Birleşmiş Milletlerin
Gıda ve Tarım Örgütü) dünyada başlıca tarım
ürünlerinde fiyatların hızla yükselmeye başladığını
duyurup, 2002-2004 yılları ortalaması 100 olan endekse göre,
şimdilerde şeker fiyatlarının 420’ler, yağınkinin 277’ler,
tahıl fiyatlarının 244’ler, süt ürünlerinin
221’ler, etinkilerin 165’ler dolayında olduğunu duyurduğu
koşullarda…

      Unutulmasın, FAO verilerine göre
dünyada 2010 yılındaki aç insan sayısı 925 milyon
civarında.

      Dünyada açlık sınırının
altında kalan nüfusun üçte ikisi Bangladeş, 
Çin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Etiyopya, Hindistan, Endonezya ve
Pakistan’dan oluşan 7 ülkede yaşıyor.

      Açlık sınırının altında
kalan nüfus 578 milyonla en yoğun Asya ve Pasifik bölgesinde
yaşıyor.

      Açlık sınırının altında
kalan nüfusun toplam nüfusa oranının yüzde 30 ile en
yüksek olduğu yer Sahra altı Afrika ülkeleri. Bu bölgede 239
milyon insan açlık sınırının altında yaşıyor.

      Bir an hatırlayın: 2007-2008
yıllarında gıdadaki fiyat artışlarına karşı ne oldu? Bangladeş,
Burkino Faso, Kamerun, Fildişi Sahili, Mısır, Gine, Hindistan, Endonezya,
Moritanya, Meksika, Fas, Mozambik, Senegal, Somali, Özbekistan,
Endonezya ve Yemen dahil 30 ülkede ayaklanmalar patlamadı mı?

      Patladı; patlayacak
da… Kaçınılmaz olan bu…

      Bugünkü  dünya
nüfusundan daha fazla bir nüfusu besleyebilecek bir besin
üretimine ulaşılmış olmasına rağmen, dünyanın dört bir
yanına dağılmış 1 milyarın üzerinde insan açlık
çekmektedir.

      Her yıl 30 milyon insan
açlıktan ölmektedir.

      Güney Asya ülkelerinden
Afganistan, Bangladeş, Butan, Hindistan, Maldivler, Nepal, Pakistan ve Sri
Lanka’da açlık çeken insanların sayısı 400 milyonu
geçmiştir.

      Yerkürede 1 milyar 700 milyon
insan, evsiz barksız yaşamaktadır.

      Dünyada 1 milyar 600 milyon insan,
elektriksiz yaşamaktadır.

      Gezegenimizde 1 milyar insan, temiz
içme suyundan bile yoksundur.

      Her yıl 5 milyon çocuk yetersiz
beslenme nedeniyle ölmektedir.

      Yoksul ülkelerde her
beş çocuktan biri beş yaşına ulaşamamaktadır.

      Her yıl 1.2 milyon çocuk insan
kaçakçılığının kurbanı olmaktadır.

      Yeryüzünde 218 milyon
çocuk, okula gitmeleri, oyun oynamaları, gezip eğlenmeleri
gerekirken çalıştırılmaktadır.

      Çalıştırılan
çocukların 20 milyonu 12 yaşından küçük
olmalarına rağmen, çok tehlikeli işlerde istihdam edilmektedir.

      130 milyon çocuk, eğitim
imkânından yoksun olmaları nedeniyle okul
yüzü görmemiştir.

      500 milyon insan tok yaşarken, 5.5
milyar insan yokluk çekmektedir.

      Dünya nüfusunun yüzde
20’si, zenginliğin yüzde 80’ini tüketmektedir.

      Dünya nüfusunun yüzde
2’si, dünya servetinin yüzde 50’den fazlasına
sahiptir.

      Dünya nüfusunun yarısının
zenginlikten aldığı pay sadece yüzde 1’dir.

      Dünyanın en zengin üç
kişisi, en yoksul 48 ülkenin brüt iç hasılasından
daha fazla bir servete sahiptir.

      Dolar milyarderi en zengin 358 kişinin
serveti, 2.6 milyar insanın yıllık gelirinden daha fazladır.

      Dünyanın  önde gelen 100
şirketi, dünya ticaretinin yüzde 70’ini kontrolü
altında tutmaktadır.

      Yerkürenin tahıl ticaretinin
yüzde 80’ini Cargill isminde tek bir şirket kontrol
etmektedir.

      2000 şirketin varlıklarının toplam
değeri, dünya toplam gelirlerinin iki katı düzeyindedir.

      ABD ve İngiltere’de, 1 milyar
insanı açlıktan kurtarabilecek çoklukta bir yiyecek
çöpe atılmaktadır.

      Yeryüzündeki kadınların
üreme sağlığı için 12 milyar dolar bulunamazken, makyaj
malzemesi için 18 milyar dolar harcanmaktadır.

      Herkese temiz su için 10 milyar
dolar bulunamazken, Avrupa’da dondurma için 11 milyar dolar
harcanmaktadır.

      Eğer böyle devam ederse, 2020
yılında, yoksul-aç insan sayısı  3 milyara, evsiz
barksız insan sayısı 2.5 milyara ulaşacak ve Afrika ekonomik
haritadan silinerek yok olacaktır.

      Ortalama bir Amerikan arabası,
ömrü boyunca 35 ton civarında karbondioksit emisyonu ile hepimizi
zehirlemektedir.

      Hava kirliliği sadece insanların,
bitkilerin, hayvanların sağlığını  ve yaşamını tehlikeye
atmakla kalmamakta, kitlesel ölümlere de yol
açmaktadır.

      Sulara karışan kirletici maddeler,
kolera, tifo, dizanteri gibi salgın hastalıklara yol açarak kitlesel
ölümleri beraberinde getirmektedir.

      Havaya salınan
kükürtoksitlerin neden olduğu asit yağmurları sadece
ormanları ve ormanlardaki yaşamı değil, denizlerdeki yaşamı
da yok etmektedir.

      Nükleer santrallerden çıkan
uranyum artıkları, yediğimiz içtiğimiz her şeye, soluduğumuz
havaya karışarak bizleri ölüme göndermektedir.

      Küresel ısınma reel bir
tehdittir.

      Böyle bir dünya, böyle
bir yaşam sürdürülebilir değildir.
[9] Bunun nedeni ise
kapitalizmdir…

      II) COĞRAFYAMIZIN
HÂLİ

      Böylesi bir dünyanın
parçası olan coğrafyamıza (Türkiye ve Kuzey-Batı 
Kürdistan’a) gelince…

      “Adnan Khan Macleans,
İstanbul’u bir barut fıçısına benzetiyor. Radikal
milliyetçiler, radikal İslâm, cemaate teslim olmuş polis,
“yandaş medya” bir yana, bir mafya babasının, Khan’a
dediği gibi “Hâlen yarım düzine küçük
çaplı savaş sürmektedir İstanbul’da...” Ancak
Khan’ın, İstanbul’unda “esas uyuşturucu paradır; herkes
buna tutkundur. Her şey bu yüzden böyle
değişmektedir’…” size="2">[10]

      Özetle Türkiye’nin
taşralaşmasından, muhafazakârlaşmasından söz edebileceğimiz
gidişatın özelliği topyekûn bir gericileşme, tutuculaşma,
dışa açılırken içe kapanma, saldırganlaşma ve
ideolojik/kültürel lumpenleşmedir…

      Gidişat bu yöndeyken aynı
tablonun bir de öteki yüzü var: Derin bir krizde, insanların
tutunmaya ve avunmaya çalıştıkları değerleri ve beklentileri yok
eden bir çöküş durumunda, kitleleri peşinden
sürükleyecek yeni bir “beyaz atlı burjuva prens”in
ortaya çıkması da mümkün görünmemektedir.

      Böyle bir durumda sermaye
düzeni, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik belki bilinçsizce,
ama daha öfkeli biçimlerde sorgulanacaktır.
[11]

      Yani çürümenin
devreye soktuğu tehlike ile imkânlar iç içedir.

      Çürümenin devlet
terörünü güçlendirdiği
Türkiye’de, AKP iktidarı ile birlikte hızla polis devleti
hâline geliyor. Polisteki “cemaat vesayeti” de artık sır
değil.

      1980 sonrası başlatılan ve son
yıllarda hızlandırılan “Özel Güvenlik Hizmeti” ile
polisin “güvenlik” işlevleri özelleştirilirken
“asayiş” adı altındaki işlevi devletin polisine bırakıldı
ve “özel güvenlik”
büyütüldükçe gazcı-coplu polisin gücü
artıyor.

      Devletin 246 bini bulan kolluk kuvveti
19 milyar TL’lik bütçe harcarken polisin yanında istihdam
edilen 171 bin özel güvenlikçinin harcaması da 13-14 milyar
TL’den az değil…

      Nihayet “askerî
vesayeti” tasfiye ettiğinden söz edilen AKP’nin, kendi
“derin (denilen) devleti andıran vesayetini” ikamet ettiğine
şahit oluyoruz…

      Karşımızda F. Gülenci bir
“tele kulak iktidarı”nın, insan haklarını ayaklar altına
alan polis devleti vardır
.

      Örneğin Ankara Bilişim uzmanı ve
CHP Adana Milletvekili Tacidar Seyhan, “yasadışı” telefon
dinlemeleriyle ilgili olarak, “Ankara’nın göbeğinde bir
merkezde dinleme ve izleme yapıldığı yönünde ciddi bilgilerim
var. Bunu daha büyük bir tehdit olarak görüyorum. Bu
dinlemeler yasadışı dinlemeler. Bir nevi Türkiye’de dinleme
terörü yaşanıyor,” dedi.

      II.1) GÜÇLENEN TOTALİTER
EĞİLİM

      “İnsanlık Anıtı”nı
yıktıran; 5 Ocak 2011 günü ilk bölümü yayınlanan
‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin Kanuni Sultan
Süleyman’ı içki ve kadın düşkünü
gösterdiği, eşcinsel ilişki imaları olduğu gerekçesiyle
yayından kaldırılması için Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç’a “Tarihimizin önemli şahsiyetlerini
olduğundan başka türlü görerek aşağılamaya
çalışan karşılığını bulmalıdır, gereği yapılacak,”
dedirten; “MİT’in yazısıyla gündeme gelen
Başbakan’a suikast iddialarının tamamı hayali çıktı.
Belgedeki gibi ne suikast için tutulmuş bir ev ne de ekip var,”
türünden paranoyak korkularla beslenen güçlenen
totaliter eğilim AKP’ye ilişkin “liberal yanılsama”yı
yerle yeksan ediyor…

      Yıldırım Türker’ın,
“Liberaller Kemalizm denen militarist ucubeyle mücadele ederken
‘her şeyin mubah olduğu’ kirli siyaset dilinin tuzaklarına
düştü,” diye tarif ettiği otoriter-muhafazakâr AKP
konusunda Mithat Sancar, “Vurgu ve önceliklerin değişmekte
olduğu konusunda bir tereddüt yok. Milliyetçi üslup ve
otoriter tutum, AKP’ye giderek daha fazla hâkim oluyor…
AKP’nin milliyetçi-otoriter tavırda ısrar etmesi,
demokratikleşmenin zeminini ağır biçimde tahrip edebilir,”
diye feveran ederken; Ahmet Altan da yanık sesiyle ekliyor:
“Türkiye’nin, referandumdaki gibi bir Erdoğan’a
ihtiyacı var. Biz “sevdiğimiz Erdoğan” kaybolmasın diye
uğraşıyoruz. O, Erdoğan’ı kaybettirmek için uğraşıyor.
Bir Çankaya için değmez kaybolmaya…”

      O dedikleri
“önceki” de, “bugünkü” de
aynı  Erdoğan…

      Liberallerin AKP’nin sınıfsal
gerçeğini “es”  geçerek görmek
istemedikleri bu!

      Çünkü 
üniversiteli gençlerin kafasına inen coplar; Teknik
Üniversite’de Başbakan’ı protesto eden gençlerin
okuldan uzaklaştırılması ve aldıkları cezalar; KCK davasında
Kürtçe konuşmayı engelleyen tutum nedeniyle sürecin
kilitlenmesi; aslı fesli olmayan Devrimci Karargâh tezgâhları;
gazlanarak “Torba Yasa”ya mahkûm elden işçiler;
çok sayıda gazetecinin yazıp çizdikleri nedeniyle cezalar
alması, bu davaların süreklilik kazanması vb’leri,
vb’leri baskıcı uygulamaların yarattığı tablo AKP’nin
alâmet-i farikası değilse nedir ki?

      AKP’yi
“demokrat” ilan edenlerin diline pesek olan
“açılım” bir açılamayışa ya da “milli
birlik projesine dönüşürken; “Kürt coğrafyasında
polis ya da askerîn açtığı ateş sonucu en az 351 Kürt
çocuğu öldürüldü. En fazla çocuğun
öldürüldüğü yıl, 1992. O yıl devlet 112
çocuğun katili oldu. 2000 sonrasında ise çocuk
ölümleri açısından 2006 tarihi dikkat çekiyor. 2006
yılında 8 çocuk katledildi. Öldürülen çocuklar
arasında henüz adı konmamış bebekler de yer
alıyordu.”
size="2">[12]

      Ve
“Ergenekon” vaveylâları 
göğü sarmışken, sümenaltı  edilen/unutturulan
gerçekler:

      İş bununla da bitmiyor; Kürt
coğrafyasından toplu mezarlar fışkırıyor!

      AKP’nin bu hassas konularda
“çıtı” çıkmıyor!

      Gündüz Vassaf’ın
deyişiyle, “12 Eylül’den bu yana içinde
yaşadığımız demokratik değil temelde totaliter bir düzen”de,
“Derin -denilen- Devlet” yerli yerindedir…

      Tıpkı  Esat
Kıratlıoğlu’nun açık açık ifade ettiği gibi,
“Derin devlet Türkiye’de yeni bir şey değil.
Cumhuriyet’in kuruluşundan, hatta Osmanlı  döneminden beri
var. Derin devleti 90’lara mal etmek fevkalade yanlış olur.

      Türkiye Cumhuriyeti
yaşadıkça da derin devlet sürecektir. Sadece bizde değil,
Amerika’da da var, İngiltere’de de var, Fransa’da da...

      Derin devlet eşyanın tabiatıdır.
En demokratik ülkede dahi vardır. Bu bir istihbarattır; derin devletin
bunların neticesinde yaptığı birtakım karanlık işler
olagelmiştir, olacaktır da. Kimse engelleyemez. Eşyanın tabiatı diyorum
size... Faili meçhul cinayetler ta Osmanlı devletinden bu yana
yüzlerce yıldır devam etmiştir. Bazen nelerin olduğundan devrin
başbakanı dahi, içişleri bakanı dahi malumat sahibi
olmamıştır…”
size="2">[13]

      “Derin -denilen-
Devlet”ile totaliter bir düzen birbirinden ayrılamaz ki,
TSK’da elbette bunun içindedir…

      İyi de AKP, “Ergenekon”
konusunda yaygaralar koparıp, Mehmet Ağar’ı aklamaktan başka somut
ve esasa müteallik ne yapıyor?

      “Ergenekon
tartışmaları”nda liberallerin esas yanıtlaması gereken bu!

      Bunların yanında yukarıda
değindiğim insan hakları ihlâllerinden, “İbrahim’i
seviyorum” dediği için gayrı kanuni biçimde
cezalandırılan Pınar Sağ’dan, yine yazdıkları için zindana
konan Nevin Berktaş’a ve “Parasız eğitim” istedikleri
için 63 yılla yargılan Dev-Lis’li öğrencilere…

      Ya da
“Başkaldırıyoruz” pankartıyla ODTÜ’nün
önünde, İstanbul/Dolmabahçe’de ya da
Ankara-SBF’de yumurta eylemleriyle zulme karşı dikilen öğrenci
mücadelesine…

      Veya Ankara’daki “Torba
Yasa” çatışmalarından Kürt serhıldanı’na kadar
uzanan direniş AKP’ye endeksli “Yetmez Ama Evet…”
şarlatanlığının anlayamayacağı bir fasıldır…

      II.2) FÜZE KALKANLI
NATO’CU TÜRK(İYE) SİYASETİ

      Serbest piyasacı AKP,
liberallerin en İslâmcısı, İslâmcıların da en liberali
olması yanında kararlı bir ABD işbirlikçisidir…

      Evet, evet AKP, görece
özerklik gösterileriyle kararlı  bir ABD
işbirlikçisidir…

      Örneğin, Lizbon’da
gerçekleştirilen ve “Türkiye’nin diplomatik
zaferi” olarak sunulan NATO zirvesi öncesinde
Türkiye’de konuşlandırılacak Füze Kalkanının komutası
konusunda, “Özellikle topraklarımızın genelinde böyle bir
şey düşünülüyorsa zaten kesinlikle bu bize verilmeli,
aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün
değil” diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, zirvenin ardından
söylemini değiştirdi. Erdoğan, komutanın NATO’da olması
gerektiğini savundu!

      AKP’nin, ABD’ye endeksli
dış politikasının ekseni “Pax-Americana”cı bir
alt-emperyalist konumdur…

      Örneğin,
“Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği dış politika;
bir eksen kaymasının ötesinde, İran’ın emperyalist sisteme
kanlı bir yoldan entegre edilmesine yönelik, geniş boyutlu planla
yakından ilgilidir.” size="2">[14]

      T.“C”  dış
politikasına ilişkin “eksen”  tartışmaları ya da
İsrail’e itirazları  nafile abartılardan başka bir şey
değildir.

      Örneğin Türkiye ile İsrail
arasında ne zaman bir “kriz” yaşansa, ekonomik ve askerî
anlaşmalar yeniden canlanıyor. Oysa yaşanan Mavi Marmara krizine rağmen
Türkiye’nin İsrail ile ticaretinin arttığı ortaya
çıktı. Rakamlar 2010 yılının ilk yarısında
Türkiye’nin İsrail ile ticaretinin yüzde 30 arttığını
gösteriyor. Yani kriz yalan, İsrail ile ticaret
gerçek…

      Gerçekte Güray
Öz’ün ifadesiyle, “Eksen kaymış mı? Kaymamış.
Olduğu yerde duruyor işte.

      NATO’ya üye, ABD’ye
stratejik ortak, AB’ye sözlü ılımlı bir İslâm
ülkesiymişiz…

      Gerçekler böyledir.
Türkiye serbest piyasaya, emperyalist Batı’ya bağlı
kalacaktır…”

      Bunun böyle olmasında
şaşırtıcı  olan hiçbir şey yoktur.
Çünkü  T.“C”, kadim bir NATO
ülkesiyken; Dışişleri Bakanı  Davutoğlu da
hatırlatmayı ihmal etmiyor: “Türkiye NATO’nun
sahibidir. Unutmayalım: Türkiye’siz NATO yok!”

      Evet, ABD işbirlikçisi
serbest piyasacı AKP, liberallerin en İslâmcısı,
İslâmcıların da en liberalidir ve de Türkiye’deki
ekonomik yıkımdan doğrudan sorumludur…

      II.3) EKONOMİK YIKIM
GERÇEĞİ

      Merkez
Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, global mali krize
ilişkin, istikrarı sağlamanın yıllarca sürecek bir eylem
olabileceğini, en büyük zorluklardan birinin bu olduğunu
kaydettiği; Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali
Babacan’ın da, krizin bitmediğini, yeni bir safhasına
geçildiğini belirttiği itiraflar ortadayken; egemen yalanın
“Her şey yolunda” manipülasyonlarına
aldırmayın…

      İşte kimi somut veriler…

      Maliye Bakanı Mehmet
Şimşek’in açıkladığı Aralık 2010 ve 2010
yılı tamamı bütçe rakamlarına göre 2009
yılındaki 52.8 milyar TL’lik açıktan sonra 2010’da da
bütçe 39.6 milyar TL açık verdi. Merkezi Yönetim
Bütçesi, 2010 yılının ilk 10 aylık döneminde 23 milyar
125 milyon lira açık verdi...

      Cari açık, yani
Türkiye’nin döviz açığı, 2010’da 48.5 milyar
dolara çıktı. 2010’un milli gelirinin 730 milyar dolar olarak
gerçekleştiği varsayılırsa, cari açığın milli gelire
oranı yüzde 6.7’ye çıkmış bulunuyor ki, Türkiye
tarihinde bu ölçüde bir açık yok!.. En son
2006’da bu oran yüzde 6.1 olarak
gerçekleşmişti…

      Tablo buyken; böyleyken…

      AKP Genel Başkan
Yardımcısı Nükhet Hotar, 8 yıllık AKP iktidarı 
döneminde yoksulluk konusunda çok mesafeler katettiklerini
savunarak, “Günlük 1 doların altında yaşayan
kalmadı” dese de!

      Dünya Bankası Türkiye
Direktörü Ulrich Zachau, Türkiye’nin küresel
ekonomik krizin etkilerinden “iyi bir şekilde” kurtulduğunu
söylese de!

      İbrahim Öztürk,
“Güzel haberlere, müspet gelişmelere karşı ideolojik bir
alerjisi olan bazı kesimler ‘Gelir dağılımı düzeldi.’
deyince küplere biniyor.” size="2">[15] “Mutlak yoksulluk oranının da
tedricen azaldığı görülmektedir,”[16] diye zırvalasa da!

      Bülent Arınç’ın,
15 Ocak 2011’de Hatay’da yaptığı konuşmada
sözünü ettiği, “vahşi kapitalizm”in damgasını
vurduğu Türk(iye) ekonomisi gerçeği meydanda…

      Türkiye’de insanlar
açlıktan ölüyor; örnek mi istiyorsunuz,
Samsun’un Tekkeköy İlçesi’nde 17 Ocak 2011 tarihinde
beslenme yetersizliği nedeniyle ölen 2.5 aylık bebeğin babası 30
yaşındaki Murat Bakırcı, 2008 yılında sağ ayağının kopmasına neden
olan iş kazası sonrasında Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK)
kendisine maaş bağlamadığını söyledi…

      “Türkiye’de ailelerin
her 100 liralık gelirinin yarısını gıda ve kira yutuyor. Buna karşın
gelirin sadece yüzde 2’si eğitime ayrılabiliyor”ken
duymamış olamazsınız! Başbakan Erdoğan, mutluluk nutuklarını atarken,
Samsun’da 2.5 aylık Kübra bebek yetersiz beslenmeden dolayı
çoktan ölmüştü. Başbakan’ın ülkesinde,
hayatlarını en düşük seviyede sürdürmekte
güçlük çeken 35 bin 756 kişiye sosyal yardımı
yapılıyor, bunlardan 32 bin 704’ü ise çocuk
çıktı. 3 bin 629 kişiye ise muhtaç aylığı olarak ayda
297.39 TL ödeme yapılıyor!

      Madalyonun öteki
(sömürü) yüzüne gelirsek: BDDK raporuna göre,
bankaların 2010 yılındaki kârı yüzde 8.7 artışla 21.93
milyar liraya çıktı…

      Bankacılık sektörünün
2010 yılı net kârı, 2009 yılına göre yüzde 8.7
artarak 21.93 milyar TL’ye ulaştı. Bankaların toplam aktifleri 1
trilyon 7 milyar TL oldu…

      Örneğin Türk Ekonomi
Bankası’nın, 2010 yılı net konsolide kârı 273 milyon lira
oldu… Finansbank 2010 yılında net kârını yüzde 98
artırarak 915 milyon liraya çıkarttı… Garanti
Bankası’nın 2010 yılı net kârı 3 milyar 401 milyon 986 bin
liraya ulaştı...

      İşsizliğin
büyüdüğü; gelir uçurumunun derinleştiği;
özelleştirmelerle kamunun tasfiye edilirken; 2B’lerle,
HES’lerle doğayı paraya tahvil etmek isteyen AKP’nin mimarı
olduğu
tarımı çökerten tabloyu bir
“başarı” olarak sunmaya kalkışanların yüzü
hiç kızarmıyor mu?

      Mesela Ziraat Mühendisleri
Odası Genel Başkanı Dr. Turhan Tuncer ekliyor: “Kırsal kesimde
yoksulluk artıyor… Neo-liberal politikalara bağlı olarak kırsal
kesimdeki yoksulluk artıyor. 2002’de kırsal kesimde harcama esaslı
göreli yoksulluk oranı yüzde 19.9 iken; 2008’de yüzde
31’e çıkmıştır.”

      III) İŞÇİ/ EMEKÇİ
MÜCADELESİ

      Evet, evet Mustafa Sönmez’in
deyişiyle, “AKP iktidarı, özelleştirmeleri, politikalarının
odağına koydu, hâlâ en önemli gelir kaynağı olarak
koruyor”ken; yine başını AKP patentli neo-liberal politikaların
çektiği sendikasızlaştırma; işçilere yönelik
sistematik saldırılar: torba yasa, esnek çalışma, 4-C;
kayıtdışı çalıştırılanların sayısında artış; iş kazası
denilen cinayetler emekçilerin mücadelelerini kaçınılmaz
kılıyor!

      “AKP hükümeti, 12
Eylül dönemi yasaklarını devam ettiriyor”[17] olsa da; yeni bir dalganın
gelmekte olduğundan kimsenin şüphesi olmasın!

      Örneğin 21 yıl sonra metal
işçisi grev kararı aldı. Toplu iş sözleşmesine karşı
çıkan 15 bin işçi 33 işyerinde 2011 Mart’ının ilk
haftasında greve çıkacak… 13 işyerinde grev kararı
asıldı; 33 işyerine de asılacak…

      Bu eğilim “4/C’li
esneklik” ve “Torba Yasa”larla daha da
güçlenecek; yani itiraz ete kemiğe
bürünecek…

      “Torba Yasa”yla
güvencesizleştirmenin ve esnek çalışmanın kamuda da
yaygınlaştırılmaya çalışıldığı açık!
Çünkü emekçilere saldırının yeni
adı “Torba Yasa”dır…

      “Torba Yasa” istihdamı
sermaye lehine dönüştürüyor; sermayeye kaynak aktarmayı
yasalaştırıyor; işsizlik sigortası fonu patronlara
aktarılıyor…

      Bu yetmezmiş gibi
“taşeronlaşma” dayatılacak…

      Örneğin Türkiye’de,
tüm işkollarının yaklaşık yüzde 60’ına yayılmış 6
milyondan fazla taşeron çalıştırıldığı tahmin edilirken;
tüm çalışanların yüzde 90’a yakınının 4/B, 4/C,
sözleşmeli, ücretli gibi çeşitli biçimlerde
güvencesiz olduğu belirtildi.

      AKP’nin iktidara geldiği
günden bu yana sağlık sektörü başta olmak üzere,
eğitim, yerel yönetimler gibi çok sayıdaki kamu kurum ve
kuruluşlarında taşeron çalışan sayısı çığ gibi
arttı.

      Bunlara bir de
“iş kazası” denilen cinayetler eklendi…

      Aslı  sorulursa her gün 220
iş kazası oluyor. Ne acıdır ki bu iş kazalarının
sonucunda üç kişi hayatını kaybediyor ve beş kişi
de ciddi şekilde sakatlanıyor yani iş göremez hâle geliyor.

      Tıpkı… Ankara OSTİM’de 8
saat arayla gerçekleşen iki büyük patlamada 20
işçinin hayatını kaybettiği, 42’si yaralandığı ve aynı
hafta içinde bu kez Afşin Elbistan’da 4 gün arayla
yaşanan iki göçük olayında 2 ölü ile 9
işçi kaybı olduğu gibi…

      OSTİM patlamaları, Afşin Elbistan
göçükleri özellerinde çok farklı  nedenler
sayılsa da, işçilerin ölüm ve yaralanma nedenleri
kaçınılmaz kaza değil, iş cinayeti…

      Merter büyük tekstil
yangınını, maden kazalarını, göçüklerdeki
ölümleri bir anımsayın yeter...

      III.1) MEVCUT DURUMDA MUHALİF
AKTÖR(LER)

      Buraya kadar izah ettiğimiz (ve medya
organlarının da büyük bölümünün AKP’nin
elinde olduğu) tabloda işçi sınıfı/ emekçiler yanında
üç -muhalif- aktör etkinliği de belirleyicidir.

      Bunlardan
biri“Sünni-Türk” devletine karşı demokratik kimlik
taleplerini öne süren Aleviler’dir…

      Diğerleri de devrimci ekoloji hareketi
ile azınlıklardır…

      Özellikle Karl Marx’ın,
“İnsan doğadan yaşar, yani doğa onun bedenidir, ölmemek
için onunla daimi bir diyalog sürdürmelidir”; Amerika
yerlilerin, “Yerkürenin başına gelen, yerkürenin
çocuklarının da başına gelecektir”; Max
Horkheimer’ın, “Doğa üzerindeki egemenlik, insan
üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal doğanın
köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için
kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır”; Kürt
Atasözünün, “Dinya gulek e, bêhn bike û bide
hevalê xwe/ Dünya bir güldür, kokla ve arkadaşına
ver”; Ermeni Atasözünün,“Diyezerkı sirir -
diyezerki chap medz gılines/ Evreni sev(ersen) - evren kadar
büyürsün...” uyarılarını “es”
geçmeyen devrimci ekoloji hareketi gibi; sınıf ile etnisiteyi
birbirinden koparmayan azınlıklar gerçeği mevcut düzene
muhalefetin önemli mevzileridirler…

      Ayrıca bunlara kadınlar ve
Kürtler de eklenmelidir…

      III.1.1) KADINLAR

      Sınıfsal ve cinsel olmak üzere
çifte baskı  altında olan emekçi kadınların durumu,
Gündelik bir rutine dönüş(türül)en kadına
yönelik şiddete, kadın (“namus/töre”)
cinayetlerinden, adım başı ağırlaşan soru(n)larına vahimdir!

      “Ben kadın erkek eşitliğine
inanmıyorum” diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan;
kadının erkeğe itaat etmesi gerektiğini savunarak, “Kadın-erkek
ilişkisinin doğası, erkeğin kavvam vasfının korunmasına ve aile
düzeninde ma’ruf ve meşru çerçevede kadının
erkeğe itaat etmesine dayanır. Çünkü erkek ve kadın
arasındaki ontolojik bağ eşitliği değil, yaratılıştaki
çeşitliliği ve bunun zorunlu sonucu olan farklılığı
öngörür,” diyen ‘Zaman’ gazetesi köşe
yazarlarından Ali Bulaç’a…

      Coğrafyamızda kadın olmak, sanki
cezalandırılması gereken bir “suç”tur!

      Örneğin Kadının
Statüsü Genel Müdürlüğü’nce hazırlanan
‘Türkiye’de Kadının Durumu Aralık 2010 Raporu’,
kadın erkek eşitsizliğini ve ayrımcılığı bir kere daha ortaya
koyarken; BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) ‘2010 İnsani
Gelişme Raporu’na göre 138 ülke arasında Türkiye
77’ncidir…

      Yine Dünya Ekonomi Forumu’nun
12 Ekim 2010 tarihinde Ricardo Hausmann (Harvard Üniversitesi), Laura D.
Tyson (Kaliforniya Üniversitesi-Berkeley) ile Saadia Zahidi’ye
(Dünya Ekonomik Forumu) hazırlattığı ‘2010 Yılı Küresel
Cinsiyet Eşitsizliği’ raporunda, Türkiye 134 ülke arasında
126’ncı, yani sondan sekizinci sıradadır…

      Özetle Türkiye, dünyada
kadın-erkek eşitsizliğinin en aşırı boyutlara ulaştığı, cinsiyet
uçurumunun en geniş olduğu ülkelerden biridir.

      Başbakanlık Kadının
Statüsü Genel Müdürlüğü’nün
araştırmasına göre kadınların yüzde 53’ü fiziksel
şiddete uğruyorken; kadınların yüzde 37.5’isi de gebelik
sürecinde şiddet görüyor.

      Yine araştırmaların ortaya koyduğuna
göre Türkiye’de her gün üç kadın
öldürülüyor.

      Bunların yanında ‘TBMM
Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’na sunulan araştırma,
Türkiye’de hâlen 186 bin
kadının “kuma”sı  olduğunu, 5 milyon 439 bin
kadının çocuk yaşta, 7 milyon kadının  “aile
kararıyla”, 2 milyon kadının ise “başlık parası”
karşılığı evlendirildiğini ortaya koyuyor.

      Tüm bunlarla birlikte
çalışabilir kadın nüfusunun sadece yüzde 22.7 olduğu bir
ülkeden yani Türkiye’den bahsediyoruz. Çalışan her
100 kadının 58’inin sosyal güvencesinin olmadığı, yetişkin
her 10 kadından 2’sinin hâlâ okuma yazmasının
bulunmadığı bir ülkeden. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği endeksinde
134 ülke arasında sondan 9. olan ve bunu 10 yıldan beri ısrarlı bir
şekilde koruyan bir ülkeden...

      Ve durum kadınlar için kabaca
böyle; yani tam bir kölelik…

      III.1.2) KÜRTLER

      Kürtlerin sorunu ve
çözümü son tahlilde
“ulusal”dır… Bu su ve şüphe götürmez
bir gerçekken; bunun gerekleri yerine getirilmeden ileriye
dönük bir adım bile atmak mümkün
değildir…

      Özellikle
“açılamayan” bir “milli birlik projesi”
olarak “açılım” dediği şeyin tahribatıyla beyaz
Kürtlerin çoğal(tıl)arak, AKP’ye göz kırptığı
gidişatta; Celal Talabani “iki dil talebi için çok
erken” derken; Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip
Ensarioğlu ve Şivan Perwer gibi motifler iştiyakla öne
çıkartılıyor…

      Yani Kürt orta
sınıfı devreye sokuluyor…

      Kürt
coğrafyası TÜSİAD’ın MÜSİAD’la rekabetine
tanık olurken; Marmara Baronları’nın
kulübü TÜSİAD BDP’ye göz
kırpıyor…

      Aynı  kesitte BDP’ye ve
Kürtlere karşı Hizbullah salınıverken, bu “tesadüf
değil”dir…

      AKP’nin amacı Kürtleri
devrimci seçeneğinin tasfiyesidir; KCK tutuklamaları  da bunun
net verisidir…

      Kürt sorununu değil Kürtlerin
devrimci mücadelesini çözme mücadelesi veren
Gülen’ci İslâm’la el ele veren AKP Kürt
yoksulluğunu ve devrimci mücadelesini inkâr ederken, nihayetinde
“Tekçi Mantık(sızlığ)”ın da temsilcisi olmaktadır;
tıpkı Kürt dilinin mahkeme tutanaklarına “Bilinmeyen Dil”
olarak kaydedilmesi ve nihayet toplu mezarların fışkırdığı
Kürdistan gerçeğine sırt dönülmesi gibi…

      Bu işin bir yanı; ama ortada bir
sömürgeciliğin mimarı olduğu ekonomik durum gerçeği
vardır…

      KONDA’nın Temmuz 2010’da
gerçekleştirdiği ‘Kürt Meselesinde Algı  ve
Beklentiler’ araştırmasının ortaya koyduğu üzere,
Kürtlerin yüzde 36’sı 6-8 kişilik hanelerde
yaşarlarken bu kümedekilerin beşte biri en alt gelir diliminde, beşte
ikisi de ikinci alt gelir dilimindedir. Kürtlerin beşte biri 9 ve daha
fazla kişinin olduğu hanelerde yaşarlarken bu hanelerin beşte biri en alt
gelir diliminde, beşte ikisi de ikinci alt gelir dilimindedir.

      Kürtlerin yüzde
23.4’ü aylık 64 TL ve altı gelirdedir (günlük 1
dolar ve altı), yüzde 29.4’ü de aylık 65-138 TL gelir
dilimindedir (günlük 2.15 dolar).

      Evet kişi başı gelir
üzerinden bakıldığında, Kürtlerin yüzde 23’ü
açlık sınırı altında, yüzde 53’ü yoksulluk
sınırı altında yaşamaktadır.

      Bu yoksulluk, sömürgeci ulusal
baskı ve inkârla birlikte Kürt devrimci seçeneğini
devreye sokmuştur; bunun adı da -eğrisi, doğrusuyla- Kürt
özgürlük mücadelesidir…

      Hani BDP Eşbaşkanı Selahattin
Demirtaş’ın, “Artık Kürt sorununda silahlı yöntem,
diyaloğun bir alternatifi değildir, tek seçenek diyalogdur. Diyalog
kesilirse bedeli ağır olur…”

      Demokratik Toplum Kongresi
Başkanı Ahmet Türk’ün, “Artık Kürt halkı
birilerinin isteğiyle yönetilmek istemiyor. Kendi kendini yönetmek
istiyor. Kürtler özgür yarınlarını kurmak için
yeniden diriliyor…”

      BDP Eşbaşkanı Gültan
Kışanak’ın, “Ya çözüm ya
çatışma…” diye dillendirdiği gerçek…

      Çözüm, buradan ve
sömürgeciliğin dayattığı 
çözümsüzlük içinden
çıkacaktır…

      III.2) EZİLENLERİN -HALKÇI-
ANAYASASI

      İşçi sınıfı/emekçi
mücadelesi ile kadınların, devrimci ekoloji hareketinin,
azınlıkların Alevilerin, Kürtlerin -muhalif- mücadelesini
bugün ezilenlerin -halkçı- yeni bir anayasası için
verilen ekmek ve özgürlük mücadelesiyle
birleştirebiliriz…

      Ezilenlerin -halkçı-
anayasası kapitalist tahakküm ve tasavvuru aşan bir tarz-ı siyasetle
ele alınmalıdır.

      AKP kurmayları sık sık
“sivil anayasa” yapacaklarını söylese de, ve bu kulağa
hoş gelse de bir çarpıtmadır. “Sivil anayasa” kavramı
egemen sınıfın kimi temsil ettiğinin üzerini örtmeye
çalışan bir kavramdır. İktidarı ele geçirmek için
yaşanan çatışmaların üzeri “sivil anayasa”
denerek kapatılmak isteniyor.

      Ezilenlerin -halkçı-
anayasası, kapitalizmin saldırılarına karşı kazanılmış hakları
koruyan, özelleştirmelere karşı parasız sağlık, parasız eğitim
isteyen, çalışmanın bir hak olduğu, devletin tüm işsizlere
iş sağladığı, sağlayamadığı durumlarda işsizlik ücreti
bağladığı, asgari ücreti vergiden muaf ve insanca yaşanabilecek
koşullarda, esnek çalışmaya karşı yolsuzluğun, zimmetin en
ağır cezalandırılacağı, partileşme, sendikalaşma, basım yayın,
fikir özgürlüğü olan bir anayasa ile seçme ve
seçilme hakkında kayıtsız koşulsuz tam bir halk egemenliğinin
olduğu bir düzenlemeyi güvence altına alır…

      Bu noktada “Siyaset disiplinine
ait bir terim olarak ‘sivil anayasa’nın iki anlamı olabilir: 1)
Askerî yönetim dönemine ait/ militarist olmayan anayasa, 2)
Devlet dışı yurttaşların etkin katılımıyla yapılan ve tüm
toplumsal kesimlerin yurttaşlık haklarını güvenceye alan
anayasa,” türünden genellemelere karşı anayasanın,
çoğunluğun “iddia” ettiği gibi bir “uzlaşı
metni” olmaktan çok, sınıf karakteriyle betimlendiğini;
örneğin 12 Eylül Anayasası’nı sadece bir askerî
darbe anayasası olmadığını; aslolan arkasındaki sermaye olduğunu
unutmamalıyız…

      Bu anlayışla ezilenlerin
-halkçı- anayasası şu noktaları dikkate alarak, öne
çıkarır:

      i) Türklerin, Kürtlerin ve
azınlıkların tam hak eşitliğini ve özgür, demokratik
koşullarda bir arada yaşamasını garanti altına almalı. 

      Bu temelde bölgesel özerklik
de dahil Kürtlerin demokratik hak ve taleplerini karşılamalı,
azınlıkların varlığını kabul edip haklarını tanıyarak, “tek
millet, tek dil, tek din, tek bayrak vb.” tekçi ve
ırkçı her tür anlayıştan tümüyle uzak
olmalıdır.

      Ayrımcılığı, nefreti ve
ırkçılığı kesin olarak yasaklamalıdır.

      ii) Devletin tüm din ve mezheplere
karşı eşit uzaklıkta durmasını  sağlamalı, din derslerini
zorunlu olmaktan çıkarmalı, diyanet aracılığıyla devlete
bağlı din adamlığına son vererek gerçek bir laikliğin
temelini oluşturmalı, başta Aleviler olmak üzere, ezilen ve
dıştalanan tüm inançların demokratik hak ve
özgürlüklerini eksiksiz karşılamalıdır.

      Vatandaşlık kavramını, etnik
köken, dinsel inanç, cinsiyet, siyasal görüş
ayrımı yapmaksızın, eşit hak ve sorumluluklar açısından
tanımlamalıdır.

      iii) Militarizmden, güvenlik rejimi
zihniyetinden tümüyle arınmış olmalı,
askerî darbeleri tümüyle mahkûm etmeli, onlar
aracılığıyla doğmuş bütün kurum ve
yasaları ortadan kaldırmalı, başta JİTEM, Özel Harekât
Dairesi, kontrgerilla gibi kurumları ve bunların faaliyetlerini gizlice
finanse eden örtülü ödenek gibi kaynakları yasa dışı
ilan etmeli, sorumlularının yargılanmasını teminat altına
almalıdır.

      iv) Seçim barajları
kaldırılmalı, seçim yardımı adı altında hazinenin
yağmalanmasına son vermeli, bütün siyasi partilerin eşit
koşullarda seçime girmesini sağlamalıdır.

      v) İşçilerin,
emekçilerin örgütlenme ve siyasi faaliyet
yürütmesinin önündeki engelleri kaldırmalı, başta
dayanışma grevi olmak üzere, grev ve toplu sözleşme hakkında
sınırsız özgürlükler getirip lokavtı yasaklarken, kamu
emekçilerinin grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkını
tanımalı, sendikasız, sigortasız işçi çalıştırmayı
yasaklamalı, sendikalaşma ve toplu sözleşme yapmanın
önünde engel olan her tür baraj ve yasağı
kaldırmalıdır.

      İşçileri, memurları ve
köylüleri açlığa, sefalete, kölece yaşama
koşullarına mahkûm eden iş ve çalışma yasalarını ortadan
kaldırmalıdır.

      vi) Sağlık ve eğitim
hakkı başta olmak üzere kamu hizmetlerinin devlet tarafından
nitelikli, parasız ve zorunlu olarak verilmesini, insanca bir yaşam ve
barınma hakkını devlet olarak karşılamayı güvence altına almalı,
bu kapsamda gerekli sosyal yardımların düzenli ve maddi olarak
yapılmasını zorunlu hâle getirmelidir.

      vii) Sosyal adaleti sağlamanın,
serbest piyasa ekonomisi denilen denetimsiz ve vahşi sömürü
çarkını zincirlemekle mümkün olduğu gerçeğinden
hareketle “serbest piyasa ekonomisi” adı altında
sürdürülen vahşi sömürüye müdahale etmeyi
ilke olarak benimsemeli, her türden ve her alandaki tekelciliği
yasaklamalıdır.

      viii) Engellilerin yaşam
koşullarını, çalışma haklarını  eksiksiz
tanımlamalı, kentleri, konutları, toplu taşıma
araçlarını,  çalışma alanlarını, eğlence ve
kültür mekânlarını engelsiz hâle getirmeyi
hedeflemelidir.

      ix) Kadınların cinsiyet olarak
karşılaştıkları her türden baskı, şiddet ve engellemeyi kesin
biçimde yasaklamalı, her alanda eşit temsil için
önlemler almalıdır.

      x) Sanatın ve sanatçının
eksiksiz gelişmesi için gerekli koşulları  yaratan, bunun
önündeki tüm hukuksal, yasal ve toplumsal engelleri kaldıran
önlemler almalıdır.

      xi) Çevrenin korunması,
anayasanın temel ilkelerinden olmalıdır. Tarihsel ve kültürel
mirasın korunması için ciddi ve samimi önlemler
alınmalı, daha önce bunun aksine yapılmış tüm yasalar ve
başlatılmış uygulamaları iptal etmelidir.

      xii) Parasız, demokratik, bilimsel,
özerk eğitimi ve akademik özgürlüğü tam olarak
sağlamalı, üniversiteler başta olmak üzere bütün
eğitim kurumlarını tüm gençler ve yurttaşlar için
erişilebilir hâle getirmelidir.

      Asla küçümsenmemesi
gereken bu mücadele Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan
isyan(lar)ın yeni alanlar açmasında başat olabilir…

      IV) ORTADOĞU

      Biz Ortadoğulu’yuz;
Ortadoğu’nun bir parçasıyız; Ortadoğu gerçeğine
dahiliz…

      Kimse bunu unutmasın, görmezden
gelmesin…

      Şimdilerde, eski Ortadoğu’nun
çehresi, tarihin tanık olduğu devasa halkçı
başkaldırılarla değişiyor; eski statüko akamete
uğruyor…

      Olanlar, bir Ortadoğulu olarak bizi
de etkileyecek…

      Evet eski akamete uğruyorken; bir
değişimin başlangıcıdır…

      Bilindiği gibi Kuzey Afrika’dan
Ortadoğu’ya, uzanan bölgede aynı dini ve dili (dolayısıyla
kültürü) paylaşan bir halk, uluslaşma süreci yarıda
kesilerek emperyalist devletler tarafından yapay sınırlarla
bölünerek parçalandı ve sömürgeleştirildi.

      XX. yüzyıl boyunca önce
İngiliz, sonra ABD hegemonyasının bu bölgedeki en büyük
kaygısı Arap ulusalcılığının gelişerek bölgeyi
bağımsızlaştırmasıydı. Çoğu zaman bu kaygı komünizm
korkusunun bile önüne geçti. Ama her iki durumda da
emperyalist güçler, gerek Marksistlere gerekse de laik ulusalcı
hareketlere karşı köktendinci hareketlere dayanarak mücadele
ettiler.

      XX. yüzyılın son
çeyreğinde bir seri ekonomik, siyasi ve kültürel
gelişmenin de etkisiyle neredeyse tarihin bir “ironisi” olarak
niteleyebileceğimiz bir durum şekillenmeye başladı. Kapitalizm yaklaşık
otuz yıllık bir aradan sonra 1970’lerde yeni bir yapısal krize
girdi. Bu kriz içinde geliştirilen kriz yönetme modelleri
(örneğin neo-liberalizm) Ortadoğu’da, sömürgecilik
sonrası kurulan kalkınmacı ama bağımlı devletleri destekleyen toplumsal
mutabakatı ve devletleri yöneten seçkinlerin meşruiyetini
giderek yıktı. Devletle halk arasında bir ideolojik boşluk oluştu. Bu
boşluğu, İran devriminin ve Afganistan’da komünizme karşı
dinci ideolojilerle, bir cihat ruhuyla savaşmış olmanın getirdiği
özgüvenle güçlenen siyasal İslâm hareketi
doldurmaya başladı. Bu sırada dünya sisteminin egemen (emperyalist -
oryantalist) kültürü de “uygarlıklar
çatışması” savı bağlamında bu bölgeye yönelik
bütünleştirici bir söylemi benimsemeye başlamıştı.

      Esas olarak emperyal, tanımlayıcı,
tabi kılıcı amaca sahip bu söylem, bölgedeki
İslâmcı ve Batı karşıtı algıya teorik ve
meşrulaştırıcı bir araç sundu. Bu sırada, kriz
içinde gelişmeye başlayan yeni teknolojik devrim, Arapça
konuşan bölgenin bu iletişim ağları üzerinde
bütünleşmesine, yeni ve giderek homojenleşen bir
kültürel düzlemin oluşmasına yol açıyordu. Diğer
taraftan, egemen kapitalizmin, tüketimi körüklemeye
çabalarken geliştirdiği, hazlara odaklanmış nihilist
kültürünün görüntüleriyle karşılaşan
bölge halkı, kimliği sarsıldıkça, korunmak için
geleneksel dinci öğelere sarılmaya yöneliyor, Batı
kültürüne karşı bir tiksinti geliştiriyordu.

      Hegemonik güçlerin istediği
olur, modernist (laik, yüzü Batı’ya dönük)
Arap ulusalcılığı hızla geriler ve önemsizleşirken bir “Arap
Dünyası” ruhu gelişiyor ve dinci duyarlılıklarla karışıyor,
Batı karşıtı bir siyasi akım şekilleniyordu. Hemen hepsi emperyalizmle
işbirliği içinde olan seçkinlerin idaresindeki otoriter
rejimlerle yönetilen bölge ülkelerinin bir diğer ortak
özelliği de eğitimli ama yoksul, gelecek beklentisini yitirmiş
büyük bir gençlik nüfusunun varlığıydı.
Tunus’ta gençlik isyanı olarak başladıktan sonra hızla
tüm bölge gençliğinin ilgi odağı, hatta arzu nesnesi
hâline gelen devrimci refleks bu “Arap dünyası”
olgusunun ulaştığı düzeyi de gösteriyor. “Yeni
Ortadoğu”nun en önemli özelliği bence, Batı’ya, ABD
hegemonyasına ve onun bölgedeki işbirlikçilerine karşı
şekillenen bu “Arap dünyası” olgusudur.

      Gazeteler, ABD Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton’ın, Münih güvenlik zirvesinde
“Ortadoğu bir ‘kusursuz fırtına’ ile yüz
yüzedir” dediğini aktarıyordu. Clinton bölge liderlerinden
“toplumsal karışıklıkları yatıştıracak reformları en kısa
sürede uygulamaya koymalarını” istemiş…[18]

      Galiba biraz geç kalındı;
çünkü…

      IV.1) İSYAN(LAR)…

      Kuzey Afrika’dan
Ortadoğu’ya uzanan isyanlar III. Büyük Bunalım ve gıda
kriziyle doğrudan ilintilidir.

      Birçok saik yanında
insan(lar), ekmek için yani aç  ve işsiz
oldukları için ayaklanmakta ve karşılarına dikilen
despotizmlerden kurtuluş mücadelesi
yürütmektedirler…

      Gıda krizi, 2008’de
dünyanın gündemine oturdu. Her yerde isyanlar patladı. Ama
dünya kapitalistleri için önem arz eden bölgeler
ayaklanmaların dışındaydı. Şimdi isyanlar Ortadoğu’da, yani
petrol kuyularının yanı başında çıkınca herkes dikkat kesildi.
Gelir dengesinin inanılmaz uçurumu, diplomalı yoksul nüfusunun
artması, küresel gıda krizi ve bu sorunların
çözümüne yoksulları dahil edecek demokratik
kurumların olmaması bu isyanların gerçek nedenleridir.

      Aslı  sorulursa mevcut isyanlar,
gıda fiyatları enflasyonundan aylar sonra patlak verdi. Tunus ve
Mısır da yeni bir küresel gıda krizinin habercisi oldular…

      Örneğin gelir dağılımındaki
eşitsizlikler yüzünden Tunus’la başlayan isyanlar,
Mısır’la devam ederken, BM’den gıda krizi uyarısı geldi.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), aylık
gıda fiyatları endeksinin ocak ayında küresel gıda fiyatlarındaki
artışın etkisiyle rekor düzeye çıktığını bildirdi.

       Evet, yoksul ülkeleri “tam
kalbinden” vuran gıda fiyat artışları idi… Mesela
Mısır, ortalama kişi başı 2 bin dolarlık geliri olan, bunun da
yüzde 40’ını gıdaya harcayan bir ülkeyken; bugün
ülkedeki başkaldırının kaynakları arasında, artan gıda fiyatları
ve enflasyon da vardı.

      Kaldı  ki dünya
nüfusunun çoğunluğu için yeni bir gıda krizinin baş
göstereceği 2010 yazında duyurulmuştu. BM, yoksulluğun, 2011
yılında yeni isyanları başlatacağı konusunda uyarıda bulunmuştu.
Endonezya ve Meksika’da toplumsal huzursuzlukları kışkırtan ve
temel gıda maddeleri fiyatlarında rekor artışlara yol açan 2008
yılı küresel gıda krizi döneminin, tekrar edebileceğini
söylemişti. Şimdi, BM yetkililerinin haklılığı
görülüyor. 2008 yılındaki gereksinimler, yoksul
ülkelerde kanlı ayaklamalara yol açtı. Yalnızca Haiti’de
değil Mısır’da ayaklanma patlak verdi. Gıda ve Tarım
Örgütü’nün (FAO) gıda fiyat endeksi -alışveriş
sepetindeki temel gıda maddelerinden buğday, mısır, pirinç, soya,
şeker, yağ ve süt ürünleri fiyatları- 1990 yılında
açıklanmaya başlamasından bu yana en yüksek noktasına
ulaştı. O zamandan bu yana açlık zirveye ulaştı.

      Bugün Mısır başta olmak
üzere Arap ülkeleri ve Afrika ülkelerinin çoğunluğu
gıda ithalatına tabiler ve çoktan beri dünyanın en fazla
hububat ithal eden ülkesi durumundalar. Tunus, Cezayir ve
Mısır’da, aileler gıda harcamalarını gelirlerinin yüzde
40’ından yüzde 50’sine çıkarmak
zorundalardı…

      Gıda krizi ile tetiklenen isyan(lar)a,
“Kuzey Afrika ve küresel politik uyanış”a dikkat
çeken Andrew Gavin Marshall soruyor: “Küresel bir devrimin
başlangıcına mı şahit oluyoruz?” size="2">[19]

      Soru haklıdır…

      Örsan Şenalp’ın deyişiyle,
“Tarihsel momentte, ana akım medya, tartışmaların seyrini ne kadar
ısrarlı ve basite indirerek ‘demokratikleşme’,
‘liberalleşme’ -karşısına totaliterleşmeyi koyarak- ele
almaya gayret ederse etsin, Mısır Devrim’ini çalmaya kalkarsa
kalksın, Metin Yeğin’in beyaz perdeye yansıyan filminin adı gibi,
Devrimin büyük harfle D’si dünya gündemine yeniden
girdi bir kere! Devrim’in keskin sıcaklığı küresel finansal
krizin soğukluğunu delip geçiyor.

      Geçen yarım yüzyılda
unutturulan en son üzerine naftalinli kadifeler örtülen
‘Devrim’ yeryüzüne geri döndü. Egemenler
ve kapitalistler endişelenmekte haklılar; özellikle Mısır’da
önümüzdeki günler ne gösterirse göstersin,
verili ‘olay’ ne yana evrilirse evrilsin, şu ana kadar olan
bitenler, çok başka diyarlarda baskı altında ve sefalet
içinde yaşamaya zorlanan milyarlarca insanın kendilerini hiç
olmadığı kadar güçlü hissetmelerini sağladı. Biz de
yapabiliriz fikri hızla yayılıyor ve puslu bir anıyı
canlandırıyor.” size="2">[20]

      Aslında olanı iki cümleyle
diyalektik aracılığıyla anlatmak olanaklı: 

      1) Tüm toplumların bugüne
kadarki tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. (Karl Marx)

      2) Hiçbir şey olmadan
geçen yıllar vardır ve bir de içine yıllar sığan
haftalar... (V. İ. Lenin)

      Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da
yaşananlar, onlarca yıldır adeta sessiz duran halkların uyanışına
sahne oldu.

      Lenin’in dediği gibi, bu kadar
kısa zamana adeta yıllar sığdı...

      Lenin’in 1917’de Rus
Devrimi’nin 12. yılında yazdığı şu satırları  da
dikkatle okumak lazım. İnanılmaz ama Avrupa için söylediği
aşağıdaki sözleri, bir ay önce fırtınadan önceki
sessizliği yaşayan Arap toplumları için de söylemek
olanaklıydı.

      “Avrupa’ya şu anda
çöken ölüm sessizliği bizi yanıltmamalı. Avrupa
devrime gebedir. Savaşın korkunç dehşeti, hayat pahalılığının
neden olduğu perişanlık devrimci bir ruh yaratıyor. Yönetici
sınıflar, burjuva ve onların uşakları, hükümetler, giderek
çok büyük bir ayaklanma olmadıkça asla
içinden çıkamayacakları kadar karanlık bir yola doğru
sürükleniyorlar.”

      Bu görüşleri Karl
Marx’ın ‘Komünist Manifesto’daki o
ünlü  cümlesiyle bir arada ele alırsak durum
netleşiyor. Toplumların tarihi, 1848’de sınıf savaşımlarının
tarihiydi. Bugün de aynısı  geçerli; bütün
yaşananlar sınıf savaşımlarının tarihidir.

      Mısır’da halk neden ayaklandı?
Tepkiler doğrudan kapitalizme değil, demokrasi talebiyle
diktatörlüğe yöneliyor ve protestocular arasında
emekçiler olsa da örgütlü değiller. Ama sorunun
en önemli kaynağı yine ekonomiktir.

      2007-2008 dünya gıda krizinden en
çok etkilenen ülkelerden biriydi bu ülke. Halkın yüzde
40’ından fazlası, yoksulluk sınırının altında, günde 2
dolara yaşamaya mahkûm. İşçilerin ayda ancak 60 dolar
kazanabildiği Mısır’da, gençler arasında işsizlik
yüzde 20-25’lerde.

      Peki maden, doğalgaz, tarım ve turizm
gibi çeşitli kaynakları olan, her gün 700 bin varil petrol
üreten, petrol rezervleri 4 milyar varili aşan bir ülkede halk
neden bu kadar fakir?

      Mısır’da yaşanan,
aşırı zengin ve dar bir yönetici sınıfın halkı 
sömürmesinden başka bir şey değil. Bunlara o fırsatı veren ne?
Amerika’nın desteklediği Mübarek’in halka zulmeden
neo-liberal politikaları!

      Evet, bu ayaklanmalar
doğası gereği, neo-liberal yıkıma karşıdır.

      Söz konusu
ayaklanmaları Cengiz Çandar’ın, “Mısır’da
zarafet sahibi devrim yaptılar”; Çınar Oskay’ın,
“Bu devrimi klasik Marksist teoriyle açıklamak zor…
Klasik Marksist çerçeve olan biteni açıklayamıyor.
Dünya değişti. Bu isyanın katalizörü proletarya değil,
orta sınıf. Ama diğer sınıflarla ittifak içindeler…
Marksist teori bu sınıfın refahtan sus payı alarak sosyalizme sırt
çevirdiğini söylerdi. Sus payı onları artık kesmiyor,”
türünden (kendinden menkul) “keramet”leriyle sunmak
mümkün değildir…

      Ortada “yönetenlerin
yönetememesi”  yanında “yönetilenlerin
yönetilmek istememesi”nden kaynaklanan bir devrimci durum vardır;
ancak bu devrim durumu (anı) değildir; devrim durumu (anı) için
ulus çapında krize bir de sorunu İskender Kılıcı ile
çözecek kolektif Modern Prens gerekir…

      Radikal sosyalistler Tunus’tan
Mısır’a uzanan tüm halk ayaklanmalarından heyecan duyar ve
onları desteklerler…

      Söz konusu halk ayaklanmalarına
ilişkin tüm  “komplo teorileri”ni,
spekülasyonları  ellerinin tersiyle iterler…

      Yani
Fethullahçı ‘Zaman’ yazarlarından Kerim
Balcı’nın, “Mısır’da hakikâten bir halk
ayaklanması var mı? Mısır, başka hiçbir Arap ülkesine
benzemez. Orada gerçekten bir halk ayaklanması varsa, bütün
Arap dünyasında bir infial var demektir. Tersi de doğrudur. Suriye
karışmamış, Ürdün karışmamış, Suudi Arabistan
karışmamışsa Mısır’da yaşanan bir halk ayaklanması değildir.
“Olgunlaşmış başaklar” toplanıyordur,”
türünden ucuz spekülasyonlarına
aldırmazlar…

      Kim ne zırvalarsa zırvalasın; ne
olursa olsun; Tahrir Meydanı’nı  yaratan
başkaldırı ısrarıyla Mısır özeli önemli bir isyan
dersidir…

      Bizim için önemli bir isyan
örneği teşkil eden Mısır, kimileri için de
“Mübarek’e karşı sokaklarda devam eden isyan Arap
borsalarına 49 milyar dolara mal oldu,” size="2">[21] türünden bir
haberdir…

      Tekrarlıyorum: Kim ne derse desin,
nasıl sunup, yorumlarsa yorumlasın, artık yeni bir Mısır var…
Yeni Mısır’ı halk ayaklanması yarattı…

      Hatırlayın: “İşçilerin
devrime, grevlerle (sınıf olarak) katılmaya başlamasından üç
gün sonra, Başkan Mübarek istifa etti.

      Mısır’da yaşananların
Mısır’ın zamanının ve mekânının ötesine
geçen evrensel bir boyutu var. Bu boyutu en güzel Zizek’in
şu saptaması ifade ediyordu: ‘Dünyanın dört bir yanındaki
insanlar hemen onunla özdeşleştiler, Mısır toplumunun
özelliklerinin kültürel bir analizini yapmaya ihtiyaç
bile duymadan isyancıların haklı mücadelelerini
onayladılar.’

      Evet, dünyanın
insanları hemen Mısır ‘olayı’nı anladılar ve
onunla özdeşleştiler, çünkü Mısır’da
sokaklara çıkanlar, tüm dünya halklarını, evrensel bir
adalet arzusunu dile getiriyor ve temsil ediyordu.

      Prof. (felsefe) Peter
Hallward’ın vurguladığı gibi, ‘halk, on yıllardan sonra ilk
kez kendi geleceğini kendisi belirlemeye karar vermişti’.
‘Eskiden korkuyorlardı. Şimdi artık korkmuyorlardı’,
‘olanaklı olanla olanaksız olan arasındaki sınırı şimdi artık
rejim değil halk belirleyecekti.’ Gerçekten de Mısır halkı,
hiç beklenmedik bir biçimde, rejimin baskı ve terör
aygıtlarını hiçe sayarak, Tahrir Meydanı’nda tarih sahnesine
çıktı; kendisini 30 yıldır baskı altında tutanlardan daha
güçlü olabileceğini kanıtladı. Böylece egemen
sınıfların en korktuğu şey Mısır rejiminin başına geldi: Halk sahip
olduğu gücün ayırdına vardı.” size="2">[22]

      Evet, evet “Artık yeni bir
Mısır var. Bundan sonra ne olursa olsun, devrim öncesinin
Mısır’ına, Mübarek rejiminin halk, devlet ve siyaset
ilişkisine geri dönülmeyecek…

      Aklıma Mao’nun devrimleri
bisiklete benzeten o ünlü saptaması geliyor.

      Mao, bisiklet benzetmesiyle,
devrimlerin ayakta kalabilmek için sürekli ilerlemek zorunda
olduğunu söylüyordu. Mısır devrimi bugüne kadar, rejimden
tavizler kopararak hep ilerledi. Ama ya bundan sonra?

      Devrim duraklama işaretleri verirken,
tam da Mao’nun uyardığı gibi, karşıdevrimin şekillenme
süreci hız kazanmaya başlıyor. Mübarek
yanlısı güçlerin, askerin aldırmaz bakışları altında
gerçekleşen saldırılarından sonra, polisin sokaklara geri
dönmesinin yanı sıra ordunun da tarafsızlık
görüntüsünü terk etmeye başladığını
düşündüren haberlerde belirgin bir yoğunlaşma
var.” size="2">[23]

      Burada durup, konuyu en iyi
özetleyen Favaz A. Gerges’in şu saptamalarıdır:

      “Günlerce süren
bekleyişin ardından, sonunda Mısırlıların kutlayacakları bir şey var.
Ama henüz kutlamaya geçmemeliler: Her ne kadar deprem
sarsıcılığındaki bir gelişme de olsa, Mübarek’in devrilmesi
hiçbir zaman bu ayaklanmanın nihai hedefi olmadı.

      Asıl amaç, yerine bir o kadar
baskıcı bir rejimin geçmesi için beş para etmez bir
diktatörün devrilmesi değil. Asıl amaç bundan çok
daha mühim: Çürümüş ve asalak hâline
gelmiş bir iktidar yapısının sökülmesi...” face="Times New Roman" size="2">[24]

      Evet, “Mübarek gitti.
Mısır’da Tahrir Meydanı kazandı. Bu bir halk
ayaklanmasıdır.

      Ancak, buradan hareketle
Mısır’a demokrasi geleceğini sanmak ya saf bir iyi niyeti yansıtır
ya da demokrat soslu İslâmcılığı!

      Mısır’da iki ana
güç var: Mısır ordusu ve Müslüman Kardeşler
(İhvan).

      1928’de kurulmuş İhvan
zaman içinde evrilmiş ama arasında en güçlü
hizip Da’wa! Da’wa en muhafazakâr kesim. Da’wa
İhvan’ın kılcal damarları mahalle/köy komitelerine mutlak
hâkim. Gençleri ve köylüleri onlar
örgütlüyorlar.

      ‘Mısır’a ne
geliyor?’ sorusuna ‘Demokrasi geliyor!’ demeden önce
iki noktanın altını çizeyim:

      1) Şu anda Mısır’ın
Devlet Başkanı Tantawi! Mısır’da devrim mi oldu, darbe mi?..

      2) 1996-2002 yılları arasında
İhvan’ın liderliğini yapan Da’wa kökenli Mustafa Maashur
yazdığı ‘Tek Yol Cihad!’ (1996)
adlı kitabında İhvan’a yol gösteriyor ve aynen şöyle
diyor:

      i) ‘... Her bir
Müslüman’ın kaçamayacağı görev kendisini
Cihad’a hazırlamaktır.’

      ii) ‘... Bilinmelidir ki,
Müslümanların Allah düşmanlarının yarattığı  her
türlü zarara anında tepki vermesi gerekmez. (Allah
düşmanlarına) tepki şartlar ve olanaklar olgunlaştığında
verilecektir.’

      İhvan, ama özelikle Da’wa,
dünyada İslâm’ın tek ve en doğru yorumunu yaptığını
1928’de de savunuyordu, 2011’de de savunuyor.

      Mesele zamanlamada!” face="Times New Roman" size="2">[25]

      Bu durumda Koray Çalışkan,
“Mısır’ı ‘Ordu, Sınıf ve
İhvan’ arasında şekillenecek bir gelecek bekliyor,”
derken Nilgün Cerrahoğlu da ekliyor: “Mübarek sonrası
döneme ilişkin korkular malum; ‘kaos’ ve
‘Müslüman Kardeşler...’

      Umutlar ise bu aşamada
kapsamı çok müphem olan bir ‘orderly
transition/düzenli geçiş!’ olarak tarif ediliyor.

      Güney ve Doğu Avrupa’nın
‘demokratikleşme’ süreçleri, ‘demokrasiye
geçiş’ tanımıyla tabir edilirdi.

      Mısır  örneğinde
hiç kimse -ne Obama, ne Hillary, ne AB’li ortaklar-
‘demokrasiye geçiş’ ifadesini ağza almıyor.

      Bunu ya
gülünç olmamak için, ya ‘geçilecek
şeyin’ ne olduğuna dair uzun boylu fikirleri olmadığından
yeğliyorlar...

      ‘Her hâlükârda
‘düzenli geçiş’ nedir?’ dediğinizde,
‘körün fili tarifi’ denen durum çıkıyor
ortaya: Kimi hortum, kimi bacak, kimi kepçe kulak diyor...

      Bazıları  bununla
‘Mübarek’siz Mübarek düzeni’ anlamına gelen
bir ‘düzen korumasına’ vurgu yapıyor...

      ‘Düzenli
geçiş’ ya da ‘askerî
vesayet’…”

      Burada durup, önemine dikkat
çekerek bir haberi aktaralım:

      “Mısır’da Devlet
Başkanı Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından
Yüksek Askerî Konsey’in yönetime el koymasının
ülkede ve dünyada yarattığı endişeyi ordu 12 Şubat
2011’de bir açıklamayla gidermeye çalıştı.
Müttefiklerin endişelerini gidermeye çalışan Mısır ordusu,
anlaşmalara ve demokrasiye bağlılık sözü verdi.”
face="Times New Roman" size="2">[26]

      Bu çok önemli
olması yanında, ‘Mısırlı Devrimci Sosyalistlerin
Bildirgesi’nde altı çizilen “Devrim, bir halk
devrimidir… Devrimi koruyan ordu, halkın ordusudur… Bu ordu
artık halkın ordusu değil,”
size="2">[27] gerçeğinin de
ifadesidir…

      Egemenlerin ordusu Mısır’da
tarihsel misyonunu bir kez daha yerine getirmektedir.

      Bu ABD patentli bir
“Mübarek’siz Mübarek Düzeni’ anlamına
gelen “düzen koruması”na vurgu yapan “düzenli
geçiş” ya da
“askerî vesayet”tir… 

      Tıpkı  ‘The Washington
Post’un satırlarında resmedildiği üzere,
“Süleyman kısa açıklamasında şöyle dedi:
‘Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek Mısır
cumhurbaşkanlığı görevini bırakmaya karar verdi ve ülkenin
yönetimi konusunda silahlı kuvvetler yüksek konseyini
görevlendirdi. Allah herkesin yardımcısı olsun.’

      Süleyman
konuşmasını bitirmeden önce Kahire sokaklarında alkışlar
duyulabiliyordu. Ordunun demokratik seçimleri garanti altına alan
daha önceki taahhütlerinin gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği bilinmese de, kitleler Mübarek’in 30
yıllık otoriter yönetiminin bitmesini sevinçle
karşıladı.” size="2">[28]

      Bunun böyle olmasında
Mısır’daki -ordu eksenli- ABD denetiminin rolü çok
önemlidir…

      Bu konuda bizleri Samir Amin,
“Mısır, gezegen üzerindeki ABD denetimi planının köşe
taşıdır. Washington, Mısır’ın, Filistin’den arta kalan
toprakları sömürgeleştirme
planlarını sürdürmek için İsrail tarafından da
zorunlu sayılan biçimde kendisine topyekûn tabi olmaktan
uzaklaşacak herhangi bir girişimde bulunmasını hoşgörüyle
karşılamayacaktır. Washington’un ‘yumuşak bir
geçiş’ süreci örgütleme
‘çabasının’ yegâne hedefi budur,” face="Times New Roman" size="2">[29] diye uyarırken;
Ilich Ramírez Sánchez (namı diğer Çakal Carlos) da
ekler:

      “Amerikalıların asıl korkusu,
tek başına ayaklanmanın kendisi değil, bu ayaklanmanın gerçek bir
devrime dönüşme potansiyeliydi. Bu yüzdendir ki General Bin
Ali’ye ‘Artık git!’ demişler, tâbiri caizse
kıçına tekmeyi basmışlardır. Yoksa Bin Ali’nin kendisine
karşı gerçekleşen bu ayaklanmayı bastıracak maddî
araçları vardı. İsteseydi halka ateş açabilir ve
iktidarına yönelik bu tehlikeyi savuşturabilirdi. Ancak Tunus
ordusunun sadakati Bin Ali’den ziyade ABD’ye idi. Hem
Amerika’nın direktifi hem de ordunun bu direktifi tasdikiyle Bin
Ali’ye ‘Çık git!’ denmiş, o da gitmiştir, hepsi
bu…

      Mısır’da gerçekleşen, o
da ‘devrim’ değildir, halk ayaklanması  ise daha
farklı bir tarzda ele alınmalıdır. Şöyle ki, Mısır’da
askerî bir ‘kast’ mevcuttur. Son sözü onlar
söyler…” size="2">[30]

      Mısır’da (elbette Tunus
gibi) halk ayaklanması  kazanımlarının
geleceği “belirsizdir”  ya da mücadele ile
belirlenecektir…

      Konuya ilişkin olarak Yalçın
Yusufoğlu, “Yıkıldı Gitti Cihandan…” başlıklı
yazısında, “Tunus’ta da, Mısır’da da yeni bir sistem
kurulmuş değil, geçiş döneminin henüz başındalar, Bu
süreçlerin başlaması için en önemli merhale
diktatörlerin devrilmesiydi, Şimdi yönetime hâkim olmak ve
kaşarlanmış rejimlerin her yana kök salmış kalıntılarını ve
kurumlarını devletten temizlemek işi var. En zor olan da bu,”
saptamasını yaparken; BBC Ortadoğu Editörü Jeremy Bowen’in
de, “Mısır’ın sona ermemiş devrim” gerçeğine
dikkat çekmesi anlamsız değildir…

      Mesela Münih’te
düzenlenen ‘Uluslararası Münih Güvenlik
Konferansı’nın en önemli sonucu, Mısır’daki Mübarek
rejiminin “aceleye getirilmeden” düzenli çekilişine
destek verilmesi yolunda görüş birliği sağlanması;
“Düzenli ricat” için Washington ve Berlin’in
uyum içinde çalışması; “Mısır’da rejim
rötuşlanacak, yöneticiler değişecek ama yavaş yavaş,”
kararının alınması gündemdeyken; “Tunus ve Mısır’da
rejim yanlısı sözde ‘geçiş aşamaları’,
üç şeyi gerçekleştirmek amacıyla zaman kazanmak
için devreye sokulmaktadır. Birinci amaç, halkların
taleplerini aşındırmak ve nihayetinde de kırmaktır. İkinci amaç,
siyasal sistemi iflas ettirecek neo-liberal ekonomi politikalarını korumak
ve dış borçlardan oluşan deli gömleğini daha sıkı bir
şekilde giydirmektir. Son olarak, üçüncü istek ve
amaç ise bir karşıdevrim sürecinin
hazırlığıdır.” size="2">[31]

      Gerçekten de Michel
Chossudovsky’in, “Diktatörlerin hepsi istisnasız
siyasî  kuklalardır. Diktatörler karar vermez. Başkan
Hüsnü Mübarek, Batı ekonomik çıkarlarının
sadık bir uşağıydı, Ben Ali de öyle. Protesto hareketinin hedefi
ulusal hükümettir. Hedef, kukla-oynatıcısından çok,
kuklayı koltuğundan devirmektir,” size="2">[32] diye betimlediği tabloya Sadık Varer de,
‘Ayaklanma Notları’nda şunları ekliyor:

      “Tunus’ta başlayan,
Mısır’a sıçrayan ve Ortadoğu’nun diğer diktatoryal
rejimlerini de etkileyeceği düşünülen ayaklanma
hâlleri, doğal olarak uzunca bir süredir devrim hasreti
çeken biz devrimcileri adamakıllı heyecanlandırdı.

      Ve fakat ortada devrim denilen o zorlu
ve zorunlu tarihsel eylemin tabiatına ters ‘tuhaf’ bir
durum vardı; yeni bir düzen için eski düzeni yıkmaya karar
vermiş isyancılarla çatışması ‘icap eden’ ordunun
‘tarafsız’ kalmayı tercih ettiği ayaklanmaya, çok
geçmeden dışarıdan da ‘majestelerinin’ etkili
destekleri gelmeye başladı.

      Ayaklanmaların başlamasında
ABD’nin rolü yoktur belki, fakat aynı ABD ayaklanmanın
gidişatını ve kaderini belirleyebilecek denli işin içindedir.

      Halkın ortak öfkesini ve
isyanı yönetme yeteneğindeki ABD, tarihsel
ömrünü tamamlamış olan Ortadoğu rejimlerini terbiye
edip ‘demokrasinin’ yıldızını parlatırken, şeriat
devleti isteğiyle örgütlenen güçleri de
‘demokratik düzene’ entegre edip etkisizleştirmeyi
amaçlamaktadır.”

      “Demokratik düzene
entegrasyon” deyince 1989’un Doğu Avrupa’sı
anımsanır!

      Evet Ortadoğu’da
olanları 1989’da Doğu Avrupa’da olanlara benzetenler var.
Gerçekten de, yeni “halk devrimi” ve “halkın
gücü/ people’s power” kavramları bu süreç
içinde siyasal dile/ literatüre yerleşti.

      1989’da Doğu Avrupa’da
yaşananlar ne kadar “devrim”di?

      Ya da o günden bu yana Doğu
Avrupa’da, AB şemsiyesi altına girmenin ötesinde neler oldu?

      “Otoriter rejimlerden
kurtuldu” denen bu ülkelerdeki “demokrasi” ne
âlemde?

      Ya Gürcistan, Ukrayna,
Kırgizistan da gerçekleşen “renkli devrimler”den sonra
ne oldu?

      Bu soruları sorup soruşturmak
aklınıza geldi mi?

      Dünyanın yoksulluğu
sürdürülemez kapitalizmin sorunu.

      Dünyayı 
yoksullaştıranların, yoksulluğa 
çözüm üretmeyen despotik iktidarlarını 
sürdüremeyeceklerini insanlık Tunus, Mısır ve sıradakiler
üzerinden okumaya başlamalılar.

      Tıpkı  büyük Arap
şairlerden Nizar Kabbani’nin 1967’de şu dizelerindeki
üzere:

      “Arap çocukları,/
Geleceğin mısır kulakları,/ Kıracaksınız zincirlerimizi,/ Afyonu
başlarımıza çalacak,/ Yanılsamaları yok edecek./

      Arap çocukları,/ Soluğu
tükenmiş kuşağımız hakkında fazla okumayın,/ Biz umutsuz bir
vakayız,/ Karpuz kabuğu kadar değersiz,/ Bizim hakkımızda fazla şey
okumayın,/ Bizimle alay etmeyin,/ Bizi kabullenmeyin,/ Fikirlerimizi
benimsemeyin,/ Biz sahtekârlardan ve düzenbazlardan oluşan bir
ulusuz./

      Arap çocukları,/ İlkyaz
yağmuru/ Geleceğin mısır kulakları,/ Siz yenilgiyi alt edecek
kuşaksınız…”

      Evet isyan(lar), “Hikâye
Mübarek ve hempaları  adına kötü bitti. Şimdi,
Arap dünyasında siyasal akıl  çağına geri
dönülüyor. Bu arada Ürdün, Cezayir ve
Yemen’deki siyasal barometre de yükseliyor,”
face="Times New Roman" size="2">[33] diyen Tarık
Ali’nin işaret ettiği güzergâhta yenilgiyi alt eden
kuşaklarca Libya’daki gibi yayılacaktır…

      V) NİHAYET!

      İsyanın yalımları coğrafyamıza da
ulaşacak.

      Yeter ki Tarhan Erdem’i bile ikna
etmeyen Kemal Kılıçdaroğlu bulamaçlı 
CHP’nin…

      Ya da “Liberalizm artık bu
ülkede var ve itibarı hayli yüksek,” maruzatının ardına
sığınan Atilla Yayla gibilerin…

      Veya Oya Baydar gibi, Dünyadaki
gelişmelerle de paralel gelişti. Bizim genel olarak sol diye bir potada
topladığımız kendi içindeki ayrışmalarla birlikte sol bence
‘sol’ olmaktan çıktı. Belki de bu kimsenin suçu
değil, yeni kavramlar gerekiyor. Ben artık ‘solcuyum’
diyemiyorum,” zırvasına sarılanların…

      Sonra da “ulusal
solcular”ın ve “Gerçek demokratların
muhafazakâr/liberal ittifakına inanması gerekir.
İnanmadıklarında bu güvensizliğin kendisi bu ittifakı sarsacaktır.
Buna ‘kendi kendini kanıtlayan kehanet’ derler: güvensizlik
karşıtlığı, karşıtlık da çözülmeyi yaratır…
Demokrasi temelinde oluşan bu ittifak öngörülebilecek uzun
sürede devam etmesini beklemek çok doğaldır. Farklı olana
hoşgörülü olmak, bizim inandıklarımıza inanmayana karşı
empati duygusu geliştirmek ve insan haklarına saygı geniş kabul
gören değerlerdir; toplumsal mutabakatı ve huzuru sağlayan
anlayıştır. Bu tür değerler toplumsal barışı sağlar,”
saptamasıyla Herkül Milas gibilerin “diyalog” başlıklı
uzlaşmacılık oyunlarına gelinmesin…

      Yaşananların ortaya
koyduğu üzere sıra radikal sosyalizme gelmektedir…

      İfade ettiği şey, A.
Gramsci’nin “Kapital’e karşı Devrim” diye ifade
ettiği yaratıcılığın ürünü olacak; tüm şablon ve
doğmaları yerle yeksan edecektir…

      Ancak
sözünü ettiğim yaratıcılık değişen içindeki
“değişmeyeni”  (mesela ücretli köleliği)
değiştirmek için -kesin biçimde- devrimci olandan
vazgeçmemektir.

      Örneğin “Şiddetin
mücadeledeki yeri”ni sorgulayan Ahmet İnsel’in,
“devrimcilik kavramının yeniden tanımlanmasını
gerekti”ğinden söz edip, “Bir kurtarıcı öznenin
günümüzde geçerliliğinin kuşkulu olduğunu
söyledi”ği gibi!

      Hayır böyle bir şey olmadı;
olmayacak…

      Sözgelimi yine Ahmet
İnsel’in, “Bu özne klasik anlamda proletarya değilse, onun
yerini, bilginin dönüştürücü etkisinden hareketle,
bir ücretli-teknokrat sınıf alabilir mi?” diye sorup;
“Çevreciliği bütüncül bir yaşam felsefesi
olarak kabul etmek, onu siyasallaştırmak, sosyalist düşünün
önündeki asli gelişim alanı olacak XXI. yüzyılda,”
yanıtını verdiği gibi…

      Buna da hayır; XXI. Yüzyılda
radikal sosyalizmin bütüncül duruşu/ yaşam felsefesi
insanlığın ücretli kölelikten (doğa ile birlikte)
eşitlikçi-kurtuluşu olacaktır…

      “Eşitlikçilik yerine
eşdeğerlilik” öneren Ahmet İnsel’in, “Aslında
eşitlik yerine eşdeğerlilik kavramı, bu fikri belirtmek için daha
uygun. Eşdeğerlilik farklılıkların geometrik denkliğini belirtir.
Farklılıkların birbirine denk olduğunun kabulü, o farklılıkların
karşılıklı iletişim içinde yaratacakları zenginliğin
özgürleştirici kabiliyetini öne çıkarır.
Hâlbuki eşitlikçiliği insanların bir olmaları, aynı
olmaları yönünde yorumlarsanız, buradan bütünüyle
özgürleşme boyutunu kaldırıp sadece o eşitlik normunu tespit
eden iktidara insanlığı teslim etmiş olursunuz,”[34] diye çarpıttığı
üzere eşitlikçilik despotik bir olumsuzluk değil;
özgürlüğü güvence altına alan “raison
d’etre”dir… Hemen belirtelim, Marksistlerin
“eşitlik” fikri, farklılığı aslî kabul eden bir
anlayıştır.

      Tam bu noktada -kendini
“sosyalist”(?!) addeden liberal Melih Altınok’un,
“Sizin bir devrimden beklentiniz nedir?” sorusuna!- sosyalizmi
bir “reçete” veya “proje” değil; devrimci bir
eylem yani organik bir praksisin yaratıcılığı olarak görenler
için K. Marx’ın “İşçi sınıfının kurtuluşu
kendi eseri olacak,” ilkesinin asla unutulmaması gerek…

      Çünkü yine
Marx’ın dediği gibi: “Bundan önceki bütün
tarihsel hareketler, azınlıkların ya da azınlıkların çıkarları
için var olan hareketlerdi. Proleter hareket ise, bilinçli,
bağımsız, büyük çoğunluğun, bu çoğunluğun
çıkarı için olan hareketidir.

      Egemen sınıf zenginliğini ve erkini
zor altında kalmadıkça vermez; işçi sınıfı da
yüzyılların birikmiş pisliğinden devrim olmaksızın
kurtulamaz…”

      Şimdi “Geçiş
Süreci”ndeki yerkürede ve coğrafyamızda
“belirsizlik” ya da “her şeyin mümkün”
olması, bugünün temel tanımlayıcısıyken; “Geçiş
Süreci”ndeki bu hâl, yarın hiçbir şeyin garantisi
olmadığının ve olabilirliğinin de göstergesi/
güvencesidir…

      Soru(n) şimdi çağın
toplumsal vebası zulme karşı başkaldırmadadır…

      Hem de W. Goethe’nin,
“İnsanda iyiyi isteyecek ve gerçekleştirecek güç
vardır.” 

      “Sonunda geçerli olan
yalnızca: İleriye!” 

      “Çok konuşmaktansa
denemek daima daha iyidir.” 

      “Kaval çalmak,
üflemek demek değildir, parmaklarınızı hareket
ettirmelisiniz,” size="2">[35] uyarılarını unutmadan zulmün
eninde sonunda yenildiğini yazan tarihte zalimden ve zulmünden nefret
edip, başkaldırmadan onu alaşağı edemezsiniz…

      Zalime direnmeyen, zulme
“ortak”ken; zulme destek veren kendi ipini
çeker…

      Zulmün kökü isyanla
kazınır.

      İsyan itiraz hâlindeki iradenin
eylemli kolektif inşasıdır.

      İrade, “kötü
talih” denen egemen dayatmaları yenen; Maurice Maeterlinck’in,
“Kararlıysan mutlaka başarırsın. Çünkü bugün
gerçekleştirdiklerimiz, dün hayal ettiklerimizdi,” diye
tarif ettiği gerçektir…

      Düşle taçlandırılmış
irade yoksa isyan da yoktur. Çünkü irade olmayan yerde
cesaret de, yaratacağı çözüm de olmaz…

      Korkuları kovarak egemen yalanı yerle
yeksan eden cesaret, doğru yolda ölmeyi göze alacak kadar insanca
yaşama isteğidir ki, bu da gerektiğinde hayatı hiçe sayar, ancak
vicdanı değil…

      Bu nedenledir ki, “Önemli
olan, cesaret etmektir. İradeni sağlam tut yeter,” der W.
Goethe…

      Şimdi iradeyi kolektifleştiren
cesaretle isyan zamanıdır…

      23 Şubat 2011 14:00:49,
Ankara’dan.

       

      N O T L A R

       size="2">[1] 27 Şubat 2011 tarihinde ADHF
taraftarlarının Bremen’de düzenledikleri “II. Demokratik
Haklar Şenliği”nde yapılan konuşma… 11 Mart 2011 tarihinde
Ankara Aka-Der’de yapılan konuşma…

       size="2">[2] Ataol Behramoğlu.

       size="2">[3] “Avrupa Birliği’nin İronik
Geleceği”, Lavanguarda, 3 Ocak 2011.

       size="2">[4] Peter Preston, “Türkiye AB’ye
İvme Kazandırır”, The Guardian, 13 Haziran 2010.

       size="2">[5] Orhan Pamuk, “Ah, Gene Avrupa”, The
Guardian, 23 Aralık 2010.

       size="2">[6] Noam Chomsky, “Çay Partisi
Şarlatanlarıyla Dalga Geçmek Ciddi Bir Hata”, Truthout, 17
Kasım 2010.

       size="2">[7] Richard Cohen, “Sarah Palin Amerikan
Tarihinden Bihaber”, The Washington Post, 23 Kasım 2010.

       size="2">[8] Natasha Burge, “Açlık”,
Günlük, 25 Ocak 2011, s.14.

       size="2">[9] Hasan Şahingöz, “Gezegenimizin
Komünizme İhtiyacı Var”, Sosyalist Mezopotamya, No:29, Aralık
2010, s.81-82-83.

       size="2">[10] Ergin Yıldızoğlu, “Weimar
İstanbul”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2010, s.13.

       size="2">[11] Metin Çulhaoğlu, “Sermaye
Egemenliği ve Siyaset”, Birgün, 12 Kasım 2010, s.9.

       size="2">[12] M. Utku Şentürk, “Devlet
Çocukları Katlediyor”, Günlük, 6 Ocak 2011,
s.14.

       size="2">[13] Pınar Övünç, “Derin
Devlet Eşyanın Tabiatıdır”, Radikal Hayat, 26 Aralık 2010,
s.24.

       size="2">[14] Haluk Başçıl, “AKP
Hükümetinin Dış Politikası ve ‘Eksen Kayması’
Üzerine…”, Birgün, 28 Haziran 2010, s.6.

       size="2">[15] İbrahim Öztürk, “Gelir
Dağılımı Neden Düzeldi?”, Zaman, 30 Ağustos 2010,
s.8.

       size="2">[16] İbrahim Öztürk,
“Türkiye’de Gelir Dağılımı Ne Durumda?”, Zaman, 26
Ağustos 2010, s.12.

       size="2">[17] Mustafa Çakır, “Sendikal Haklar
Yine Yasak”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2010, s.8.

       size="2">[18] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni
Ortadoğu’ Ama Başka Türlü...”, Cumhuriyet, 7 Şubat
2011, s.13.

       size="2">[19] Andrew Gavin Marshall, “Küresel Bir
Devrimin Başlangıcına mı Şahit Oluyoruz?”, www.sendika.org, 9
Şubat 2011.

       size="2">[20] Örsan Şenalp, “Üretici
Güçlerde Eşitlikçi Gelişme (P2P) ve Mısır’ın
Ötesinde Dünya Devrimi, Komünizm Yeniden!”,
www.sendika.org, 10 Şubat 2011.

       size="2">[21] “İsyanın Faturası 50 Milyar
Dolar”, Taraf, 4 Şubat 2011, s.7.

       size="2">[22] Ergin Yıldızoğlu, “Mısır Halkına
Selam!”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2011, s.13.

       size="2">[23] Ergin Yıldızoğlu, “Mısır’da
Devrim, Karşıdevrim”, Cumhuriyet, 9 Şubat 2011, s.8.

       size="2">[24] Favaz A. Gerges, “Mısırlılar
Gerçek Hedef İçin Bastırmalı”, The Independent, 12
Şubat 2011.

       size="2">[25] Cüneyt Ülsever, “Mısır’a
Demokrasi mi Geliyor?”, Hürriyet, 13 Şubat 2011, s.20.

       size="2">[26] “Ordudan İsrail Güvencesi”,
Cumhuriyet, 13 Şubat 2011, s.11.

       size="2">[27] “Mısırlı Devrimci Sosyalistlerin
Bildirgesi”, www. sendika. org, 8 Şubat 2011.

       size="2">[28] The Washington Post, 11 Şubat 2011.

       size="2">[29] Samir Amin, “Mısır’daki
Hareketler”, www.sendika.org, 4 Şubat 2011.

       size="2">[30] Ilich Ramírez Sánchez,
“Mısır’dakine Ne Zaman Devrim Denir?”, Radikal Hayat, 14
Şubat 2011, s.10-12.

       size="2">[31] Mahdi Darius Nazemroaya, “Tunus ve
Mısır’da Yükselen Karşıdevrimler”, www.sendika.org, 13
Şubat 2011.

       size="2">[32] Michel Chossudovsky, “Mısır’daki
Protesto Hareketi: ‘Diktatörler’ Emir Vermez, Emirlere
İtaat Ederler”, www.sendika.org, 7 Şubat 2011.

       size="2">[33] Tarık Ali, “Arap Dünyasında Siyasal
Akıl Çağına Geri Dönülüyor”, Evrensel Hayat,
13 Şubat 2011, s.10.

       size="2">[34] Ahmet İnsel, Sosyalizm - Esasa, Ufka ve
Bugüne Dair, Birikim Yay., 2010.

       size="2">[35] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel
Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534,
2’inci baskı, 1986, s.362-250-180-78.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder