Kemalistler, Liberaller,
Müslüman "Sol" ve Sosyalistler / Temel Demirer
“Non Ridere Non
Lugere,
size="2">Neque Detestari,
size="2">Sed Intelligere.”[2]
“Kemalistler, liberaller,
Müslüman ‘sol’ ve sosyalistler”den söz etmem
istenen bu konuşmamın, kapsadığı geniş alan göz önüne
alındığında, kolay olmadığını siz de takdir edersiniz…
Ancak, eksiklikleri göze alarak,
bir yerden başlamak gerekirse, öncelikle resmi ideoloji
Kemalizm’den başlamak en doğru olandır.
I) KEMALİZM VE KEMALİSTLER
Öncelikle şunu vurgulamak
gerek: Bir resmi ideoloji olarak Kemalizm, bize
“öğretilen”in aksine, “dinsel” özellikler
taşıyan bir abartı; yalan; çarpıtma; kutsama;
tahrifattır…
Mesela; “Türkiye,
Atatürk’ü Allah’a borçlusun, geriye kalan her
şeyi de Atatürk’e…” diyen Daniel Dumoulin’in
sözündeki üzere…
Mesela; “...elsiz ayaksız bir
yeşil yılan/ yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal/ hani bir
vakitler kubilayı kestiler/ çünkü buyurdun
kesenleri astılar/ sen uyudun asılanlar dirildi/ mustafam mustafa
kemalim/
ankaranın taşına bak/ tut ki
baktım uzar gider efkarım/ çayır ağlar çimen ağlar
ben ağlarım/ gözlerimin yaşına bak/ ankara kalesinde rasat tepede/
bir akça sağan gezer dolanır/ yaşın yaşın mezarını aranır/
şu dünyanın işine bak/ mustafam mustafa kemalim,” dizelerindeki
Attilâ İlhan’ın ifratındaki gibi…
Evet, her resmi ideoloji
tahrifattır; çünkü resmi tarih yalanı başka
türlü olamaz.
Çünkü resmi tarihin
görevi, tarihi/ geçmişi itinayla temizleyip, egemen yalanlara
uydurmaktır. Bu operasyon birkaç aşamadan oluşur. Öncelikle,
geçmişin bugün artık bilinmesi/ hatırlanması istenmeyen bazı
noktaları tarih sayfalarından tamamen düşürülür.
Toplum hafızasında yer bulmasına izin verilmek istenmez. Hiç
araştırılmayan, hiç yazılmayan ve hiç konuşulmayan
temaların bu suretle tarihsel geçmiş olmaktan
çıka(rıl)masına gayret edilir. Bir anlamda üzerinde
konuşulmayanın, yaşanmamış olacağına yönelik bir ön kabulden
söz etmek mümkün. Eğer kimse sözünü etmiyor ve
kimse hatırlamıyorsa, olanın olmamış gibi kabul edile(bi)leceği
sanılır. Bu bakımdan geçmişin yeniden düzenlenmesinde ilk
çaba, olmuşu hiç olmamış gibi göstermekten
geçmektedir.
Yani tarihçilerin “devletin
hizmetinde ve gözetiminde” resmi tarih sürecinin
“hizmetkârlar”ı olması talep edilip/ dayatılır...
Süreç Kemalist
yalan için de böyledir; böyle işle(til)miştir!
Oysa “Tarihçinin
görevi” der Prof. Dr. Cemil Koçak ve ekler:
“Geçmişimizi itinayla temizlemeye ve bunu yaparken yalanlarla
tarih örmeye kalkanlara karşı tarihimizin anlaşılmasına katkıda
bulunmaktır.”
Evet, evet Kemalizm, tarihi bir
yalanın egemenliğidir; irrasyonel bir kutsamadır!
Mesela, bir Prof. Dr., Mustafa Aysan,
“İnanıyorum ki, Atatürk’ün 1923-1938 döneminde
uyguladığı ve devletimizle birlikte ekonomimizi de yeniden kurarak
inanılmaz sonuçlar elde ettiği ekonomik politikaları
bugünlere taşıyabilmiş olsaydık, yoğun çalışmalar yapmış
bulunan G20 toplantısının sonuç bildirgesi, bunalımdan
çıkış yolları konusunda bizim son 80 yıldaki ekonomik
uygulamalarımızı, dünya ülkelerine bir kurtarıcı kalkınma
modeli olarak örnek göstermiş olacaktı,” diyebilirken;
Kemalizm kapitalizmden bağışık bir şeymiş gibi, geçmişin
yalanı ile olmayan “geleceğe” fal açar…
Bunun yanında Mustafa Kemal,
Zaloğlu Rüstem gibi sunulur; kusursuz, lekesiz bir kâmillikle,
tıpkı “tanrı/ peygamber” gibi…
Mesela Can Dündar’ın
belgesel formundaki ‘Mustafa’sından başlayarak iki sinema filmi
daha çıktı. Zülfü Livaneli ‘Veda’sı ve Hamdi
Alkan’ın ‘Dersimiz Atatürk’ü…
Belgesel diye uhrevi bir hayat
yalanını tezgâhlıyorlar!
Anımsanacağı üzere, Show
TV’deki ‘Deli Saraylı’ dizisi konusunda ‘Şu
Çılgın Türkler’in yazarı Turgut Özakman
“ulusalcı hassasiyet”in defansif ruh hâliyle itirazda
bulunmuştu.
Örneğin, bu konuda ulusal
hassasiyetleri yoğun bir TV yorumcusu, dizi kahramanlarından hemşire
Perizat’ın Mustafa Kemal’in yaverini tanımadığı sahnedeki
esprili bir cümleye takılabiliyor.
Yazısından kısaltarak aktarıyorum:
“Adamı tanımayan bizim deli hemşire de ‘Şuna bak nasıl
da emir veriyor? Kendini Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal sanıyor
sanki’ diye dalgasını geçiyor. O sırada trendeki
askerlerden biri, hemşireyi uyarıyor: ‘Ne yaptın sen? O Mustafa
Kemal’in sağ kolu Miralay Hüsrev Bey’dir’...
‘Bunu şimdi mi söylüyorsun? Kurşuna dizilirken
söyleseydin bari!’ ... Mustafa Kemal Atatürk, yaverini
tanımadığı için bir hemşireyi kurşuna dizdirecek insan
değildir. Hele ki o, hayatını Mehmetçikler’in sağlığına
adamış, vatansever bir kadınsa... Yani hemşirenin ‘endişesi’
tamamen yersiz ve yakışıksızdır!” Tuhaf bir
“duyarlık” hatta neredeyse alınganlık değil mi? Yazara
göre, bir diğer “yakışıksız” sahne Mustafa
Kemal’in kaçırılma yöntemidir.
Yine, kısaltarak aktarıyorum:
“Trenin yolu İngiliz askerleri tarafından kesilir. Amaçları,
Mustafa Kemal’i, daha direnişi örgütlemeden derdest
etmektir. Askerler ... trendeki herkesi kontrol ederken, bizim hemşirenin
aklına ‘dahiyane’ (!) bir fikir gelir. Ünlü komutanı,
‘hemşire yardımcısı’ kılığına sokup gizleyecektir.
Öyle de yaparlar... ve sonunda bu yüreklice girişiminden dolayı
bizim Deli Saraylı hemşireyi kutlar.”
Doğru ya da yanlış, üstelik
‘Şu Çılgın Türkler’ esprisine oldukça uygun
ve anlatıya sos olsun diye konduğu ortada olan bu kurgu, neden
rahatsızlık yaratır? Yazarımız cevap veriyor: “Peki gerçek
Mustafa Kemal ne yapardı? Bir hemşirenin etekleri arasına sığınmak
yerine, emrindeki askerleriyle birlikte o bir avuç İngiliz’e
pabuç bırakmaz, gerekirse vuruşarak
ölürdü”!
Alın size
altını çizdiğimiz kutsama saçmalığına anlamlı
bir örnek!
Bu kadar da değil; bir de Mustafa
Kemal’in sesi saçmalığı var!
“Tarık Akan, Atatürk
tarafından okunduğunu zannettiği ‘Selanik
türküsü’nü bir TV programında dinletti.
Atatürk’e ait yeni bir keşif yapılmış gibi bir heyecan
dalgası esti...
Hâlbuki o ses
Atatürk’ün değil, Can Dündar’ın
‘Mustafa’ filmindeki kameramanın sesiymiş.
Atatürk’ün sesi uzun
süre kalın, hükmedici bir ses olarak
düşünüldü. Eski TRT yayınlarında
Atatürk’ün konuşmalarını en ‘Davudi ses’li
spikerler okurdu.
Atatürk deyince zihinlerde oluşan
‘heybet’ hissiyle, ince sesi zihinlerimizde
bağdaştıramamıştık galiba…” size="2">[3]
Ne saçmalık değil
mi?!
Devam edersek: Resmi tarih asılsız
efsanelerden, rivayetlerden ya da yalandan yarar ummaktan başka bir şey
değildir…
Örneğin, “devrimci”
Kemalizm’in başına gelenler konusunda şöyle bir hurafeyi
dillendirir, ciddi ciddi Özdemir İnce: “Hasan Âli
Yücel, Cumhuriyet Devrimi’nin Karşı Devrim karşısında
verdiği ilk kurbandır. AKP’yi iktidara getiren süreç
Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan
istifa etmesiyle başlamıştır”!
Yani Hasan Âli
Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan istifa etmeseydi;
mesele olmayacaktı!?
Bir örnek daha: “Türk
kadınını, ikinci sınıf insan olmaktan çıkaran ve onların,
devletin her kademesinde etkili olmalarını sağlayan Mustafa Kemal
Atatürk’tür,” diyor Rahmi Turan… Ancak ne
yaşanan tarih ne de veriler bunu doğrulamıyor!
Bunu bilmeyen var mı?
Yalan ve çarpıtmalara
verilecek bir diğer anlamlı örnek de Kemalizm’in
“Güneş Dil Teorisi” ırkçılığıdır.
Siz bakmayın konuya ilişkin olarak İ.
Gürşen Kafkas’ın, “Atatürk gerçek bir
uygarlık öncüsüydü. Ulusunun dilini, tarihini ve
insanını yüceltmekti amacı. Bir safsata olarak
düşünülen ‘Güneş Dil Teorisi’nin
ırkçılık, faşistlikle bir ilgisi yoktu. Bu düşünce
Anadolu uygarlığında eski/yeni benzeşme temlerinin ortaya
çıkarılması ve ulusal gelişmeyi amaçlıyordu. O,
‘Güneş Dil Teorisini’ benimseyerek Türk diline dikkat
çekmeye ve özen gösterilmesine çalışıyordu”;
veya Soner Yalçın’ın, “Gerçekten
‘Güneş Dil Teorisi’ hurafe miydi? Düşünsel
kaynakları nelerdi? Atatürk’ü hangi yabancı bilim adamları
etkiledi?.. ‘Güneş Dil Teorisi’ bu toprakların tarihsel
gerçeğini arama çabasının adıdır. Asırlar boyu
güdük bırakılan, hayatla bağı kesilen, ezik ve ölmek
üzere olan bir dili tekrar hayata döndürme çabasının
adıdır,” türünden asılsız mazeretlerine!
“Güneş Dil
Teorisi” ırkçılıktır!
Güneş Dil Teorisi’nin
temelleri 1932’de kabul edilen “Türk Tarih Tezi” ile
atılmıştı. Bilindiği gibi bu teze göre tüm medeniyetlerin
yaratıldığı yer Orta Asya’ydı ve Türkler bu bağlamda
dünya yüzündeki tüm medeniyetlerin kurucusuydular. Ancak
bölgede yaşanan kuraklık yüzünden Türk toplulukları
batıya doğru göçe etmek zorunda kalmışlardı. Bu
göç yolları üzerinde önemli bir köprü
görevi gören Anadolu da Türklerin yeni yurdu olmuştu.
Türklerle birlikte medeniyet Anadolu’ya gelmişti. Buradan da
Batı’ya geçmişti. Medeniyeti dilden ayrı düşünmek
imkânsızdı.
Dolayısıyla bu üstün
medeniyetin dili olan Türkçe de bütün dillerin
yaratıcısıydı. Yani “anadil”di. III. Türk Dil Kurultayı
Türk Tarih Tezi ile Güneş Dil Teorisi’nin ilişkisinin
resmîleştirildiği yer oldu.
Bu da Türk ulusunun ötekine
rağmen ırkçı (assimilasyonist ve inkârcı) inşasından
başka bir şey değildi; çünkü nihai kertede Kemalizm,
İttihat ve Terakki milliyetçiliğinin döl yatağında
biçimlenmiştir…
I.1) KÖKLER: TARİHİ
BİRİKİM
Evet, Kemalizm gökten zembille
inmedi; o İttihat ve Terakki ile dolaysız ilintilidir…
Bilmiyor olamazsınız: 1910’un
ilk yarısında İttihat ve Terakki iktidarının Batı Anadolu’da
Bulgar mübadelesi ve Rum sürgünü ile başlayan
Anadolu’yu Türkleştirme politikası, Ermeni kırımıyla devam
etti. Bunun ekonomi politiği de mülkiyetin Türkleştirilmesi
olarak yaşandı…
1920’lerin birinci yarısında
Erzurum Kongresi’yle başlayan, Ekim 1919’da Amasya
Protokolü ve 27 Haziran 1921’de BMM Reisi Mustafa Kemal
imzalı 5 maddelik ‘Kürdistan hakkında BMM Vekiller
Heyeti’nin Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na
talimatı’yla süren ve Lozan’da gündeme gelen Kürt
sorununu çözmeye yönelik tavır, 1920’lerin ikinci
yarısında kırılmayla Kürtler’in sürgünü ve
operasyonlarla yaşanan sürece dönüştü; ve devam
etti.
1930’larda Yahudilere yönelik
operasyonlar ile Dersim Kırımı ve Sürgünü,
1940’larda ve 1950’lerde gayri Müslimlere karşı Varlık
Vergisi ve 6-7 Eylül imhası, 1960 cuntası ve Rum
sürgünü ve 12 bin köy adının değiştirilmesi, 12 Mart
devamında gayri Müslim vakıf mallarının gaspı ve binlerce gencin
sivil faşistler tarafından öldürülmesi ve Maraş Alevi
kırımı, 12 Eylül sosyal kırımı, 1990’larda 3 milyon
Kürt’ün sürgünü, Sivas Yangını,
çeyrek asırdır süren ‘düşük yoğunluklu
savaş’ ve faili meçhullerle yaşanagelindi 2010’a...
Topraklarımızın, demokrasiye,
kardeşliğe hasret bırakılmasının ardında hep milliyetçilik(ler)
vardır; yaşananlara Anadolu’nun, Mezopotamya’nın,
Ege’nin, Balkanlar’ın taşı, toprağı şahittir!
Örneğin, temelini
İttihatçıların attığı ve cumhuriyette devam eden Türk
milliyetçiliğin ekonomi politiğinin biçimleniş süreci
incelendiğinde ne demek istediğimiz, neye işaret ettiğimiz kavranır.
Yani Türk(iye) burjuvazisinin sermaye birikiminde,
“öteki”lerin ekonomik kaynağının önemli bir
yekûn oluşturduğu anlaşılır. Özetle el konulan, gasp edilen
“öteki”nin malı, işgal edilir, dağıtılır ve
satılır...
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i
Metrûke Olayı, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi’ (Belge Yay., 2010.) başlıklı
kitabında, 1915’te ve sonrasında Anadolu’da neler
yaşandığının ekonomik politiğini analiz ederken Kemalizm’in
köklerini de ortaya koymaktadır.
Özetle Kemalistler tarafından
ulus (“Türklük”) böyle, bu kökler
üzerinde inşa edildi!
I.2) EVET, ULUS
(“TÜRKLÜK”) BÖYLE İNŞA EDİLDİ!
Gerçekten de Selim
Deringil’in işaret ettiği gibi, “Türkler geldiklerinde
Anadolu’da Rum, Ermeni, Kürt ve Süryaniler vardı.
TC’nin nüfusu içinde Orta Asya’dan gelenlerin
genlerini taşıyanların oranı yüzde üçtü.”
Sonra… Sonrası da
“Türklük”ün,
“Müslümanlık”a dayalı inşasıyla malum
homojenlik!
Bu noktada
“… ‘Anadolu’nun Kıyameti’
sayabileceğimiz 1908-1922 döneminde, İmparatorluğun terketmek zorunda
kaldığı Balkanlardan, Filistin’den, Kafkaslardan Anadolu’ya
göç eden ve kendini İstanbul’daki merkezi yönetimin
kültürüne yakın hissedenler ‘Türk’ ilan
edilmişlerdir ve daha sonra Türkiye’nin yeni iş toplumunu
oluşturmuşlardır. Homojen bir ‘Türk toplumu’ kurmak, tek
tek politikacıların bir seçimi olmanın ötesinde, sistemin
dayattığı bir zorunluluktu,” diyen Selçuk Salih
Caydı’nın mazeretini ciddiye almak mümkün ve muhtemel
olamaz!
Ya da Malazgirt’ten
İzmir’in yakılmasına uzanan kesiti Sakallı Nurettin’lerin
“manyaklığı”yla açıklayamayız!
Ulus devletin kendisi, bizatihi
Sakallı Nurettin’dir; bu motifleri içermezse; ulus
devletin homojenliği asla gerçekleştirilemezdi...
Kaldı ki bunun hikâyesini
de, İlhan Selçuk bile şöyle anlatır: “1908 Meşrutiyet
inkılabına ‘Osmanlıcılık’ bilinciyle girildi; daha önce
Mehmet Emin Yurdakul şiirini yazmıştı: ‘Ben bir Türküm
dinim cinsim uludur/ Sinem özüm ateş ile doludur’.
Balkan Savaşı’ndaki yenilgi,
milliyetçilik duygularını körükledi;
Türkçülük, Turancılık, Pantürkizm’e giden
yollar hızla açılıp döşeniyordu; ilk ‘Türk
Ocağı’ 1912’de kuruldu; milliyetçilikle
ırkçılık birbirine karıştı; coşku, akıl ve mantığı silmiş,
Orta Asya düşlemleri gerçekliğe ters düşse de
benimsenmişti; Turancılık, İttihat ve Terakki’nin gücüyle
resmî devlet politikasına dönüştü.”
Bu resmi politikadan
Kemalizm’in de nasibini alması kaçınılmazdı; mukadderdi;
öyle de oldu!
İşte Süleyman Seyfi
Öğün’ün, “Türklüğün derin anlamı
üzerinde düşünmek” dediği böyle bir şeydi!
Bu koordinatlarda siz bakmayın,
“Bizim Anadolu Türk kimliğimizin kültür zenginliği,
bir yandan katılımlarla, bir yandan da coğrafyamızın derinliklerinden
gelen kültür kalıntılarıyla beslenmiştir… İşte
bunlardan sonra ortaya, bizim güzel dünya
Türklüğümüz, yani milliyetimiz çıkmıştır.
Okyanuslar gibi büyük ve görkemli milliyetimiz,” diyen
Namık Kemal Zeybek’in, “TÜRK kimseyi zorla, baskıyla
TÜRK yapmamıştır, yapmamalıdır... TÜRK olmak isteyenlere de
kimse engel olmamalıdır, olamaz... TÜRKLÜK elbette bir tercih
meselesidir ve kendisini TÜRK hisseden ve TÜRK
KÜLTÜRÜ içinde yaşayan herkes
TÜRKTÜR,” Diye eklemesine!
Bunlar külliyen yalandır,
asılsızdır!
Nasıl mı? Bursa
İnegöl’deki milliyetçi-faşist
saldırganlık örneğinde -öncesinde de- olduğu
üzere… (İnegöl’de sekiz saat süren olaylarda
Kürtleri suçlayan kalabalık, polis, zabıta ve savcı
araçlarını yaktı, kamu binaları ve işyerleri taşladı!)
I.2.1) KEMALİZM Mİ? DEVAM
EDELİM!
Sözünü ettiğim
kökler üzerinde yükselen Kemalizm, daima olduğundan farklı
sunularak “estetize” edilmeye kalkışılan bir politik
çirkinliktir.
Mesela Prof. Dr. Feroz Ahmad’in,
“1923’teki milliyetçilik aslında vatanseverlik
demekti,” deyişi gerçeği asla yansıtmazken; Prof.
Maurice Duverger’ye göre, Kemalizm, bir “Vatan
Tehlikede!” kuramı; pratiğidir…
Söz konusu pratik, nihayetinde
burjuvazinin pazara el koyma eylemidir!
29 Ekim 1923, Feroz Ahmad’ın
“Modern Türkiye’nin İnşası”
çalışmasında vurguladığı gibi, sadece Türkiye
Cumhuriyeti’nin yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun
küllerinden doğan bir “Anka kuşu” olarak yükselmesi
olarak düşünülmemelidir.
Bu müthiş bir
yanılgı olur!
29 Ekim 1923 bir “ulus-devlet
kurma ve ulus inşa etme projesi” olarak,
Osmanlı İmparatorluğuyla
“süreklilik” içeren, bu anlamda geçmişle
tam bir “kırılma içermeyen/ içermesi de
mümkün olmayan” bir projeydi.
Özetle Cumhuriyet projesi,
geçmişle süreklilik içinde pragmatik bir burjuva
“dönüşüm projesi”ydi…
Söz konusu “projeyi”,
“Bence Kemalist devrim müthiş bir olay” diye niteleyen Jean
Ziegler, ardından da -ister istemez- “ama”lı,
“fakat”lı şu kayıtları düşmeden edemez: “Tabii
sonra bazı şeyler değişti. Örneğin Kürtlerin dışlanması
doğru değildi…”
Kolay mı? Kemalizm hilafetten
İslâma pragmatik bir reel-politiker
inkârcılığıydı…
Mesela T.C. kurulmadan önce, yani
1923 öncesinde “Kürt Meselesi”nde Mustafa Kemal
şunlardan söz ediyordu…
| 1923 ÖNCESİNDE “KÜRT MESELESİ”NDE MUSTAFA KEMAL’İN DEDİKLERİ | |
| 17 Haziran 1919 | “Bu hudutlar dahilinde tasavvur edilmesin ki Anasır-ı İslâmiyeden yalnız bir cins millet vardır. Türk vardır, Çerkez vardır, Kürt vardır. Ben Kürtleri ve hatta öz bir kardeş olarak tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu cihana müdafaa-Hukuk Milliye Cemiyeti vasıtasıyla göstermek karar ve azmindeyim. |
| 19 Eylül 1919 (Sivas) | “Türk ve Kürdün yek diğerinden ayrılmaz iki kardeş olarak yaşamakta devam eyleyeceği ve sarsılmaz bir vücut hâlinde dahil ve hariç kalacağı şüphesizdir. size="2"> [4] |
| 15 Eylül 1919 | “Türk ve Kürt: iki öz kardeş! Sizler gibi, din ve namus sahibi büyükler oldukça, Türk ve Kürt’ün birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamakla devam eyleyeceği ve hilafet makamı tarafında sarsılmaz bir vücut hâlinde dahili ve harici düşmanlarımıza karşı demirden bir kale hâlinde kalacağı şüphesizdir.” size="2">[5] |
| 28 Aralık 1919 | “Devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik... Bu hudut ordumuz tarafından silahlı müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskun kısımları vatanımızı sınırlar.” size="2">[6] |
Şu çok açık Kemalist
Cumhuriyet, Türk milliyetçilerine süreklilik içinde
“yeni” bir devlet, “yeni” bir ulus,
“yeni” bir toplum yarattı. Ancak Kürtlere, Alevilere ve
ötekilere bu Cumhuriyet’te, asimile olmanın dışında herhangi
bir yol bırakmadı; imkân sunmadı…
Bu özellikleriyle
Kemalizm’in “estetize” edilmesinde “sol”un
“ulusalcı” versiyonunun da katkıları
sonsuz-sınırsızdır!
Örneğin, “Türkiye
solcularının önemli bir bölümü, Mustafa
Kemal’i… sevmişler; takdir etmişlerdir. Milli
Mücadele’yi Kongreler (‘Şuralar’)
örgütleyerek, Meclis’i oluşturarak yönettiği;
emperyalizmin Osmanlı devleti üzerindeki vesayetinin son
bulmasında; Ortaçağ kurumlarının, hukuk düzeninin
tasfiyesinde öncülük yaptığı için; büyük
buhranı bir fırsat olarak kullanıp bağımsız bir sanayileşmenin
sağlıklı tohumlarının atılmasını mümkün kıldığı
için; kısacası devrimci özellikleri nedeniyle onu
benimsemişlerdir.
Aynı solcular, yeni
Cumhuriyet’in ekonomik güç odaklarınca ve tutucu
çevrelerce teslim alınmasına katkı yaptığı; onları
önleyemediği, kısacası devrimcilikten uzaklaştığı
durumlarda Atatürk’ü ve çevresini sonuna kadar
eleştirmekten de sakınmamışlardır,” diyen Korkut Boratav
gibi…
Dikkat edin Korkut Boratav,
Kürtlerden, Ermenilerden, Pontuslardan yani sermayenin
Türkleştirilmesine mündemiç Kemalizm’den olumlu
ya da olumsuz söz etmiyor; bunu
“es” geçiyor!
Tıpkı Çerkes Ethem ya
da Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphi ve komünist 15’ler
gibi…
Bunun yanında “emperyalizmin
vesayetinin son bulması”, “Ortaçağ kurumlarının,
hukuk düzeninin tasfiyesi”, “bağımsız
sanayileşme” retoriğiyse resmi tarihin yalanlarından başka
bir şey değildir!
Nihayetinde görülmelidir
ki, politik bir çirkinlik olarak Kemalizm, ancak
yasakçı kutsamalar ve korumalarla ayakta tutulan zırh
içindeki ölüdür!
Komik, ancak bir o kadar da
anlamlı ironik bir örnek verirsek; mesela
Atatürk’ün 1900-1905 arasındaki Harbiye Yılları’nı
aktaran bir çizgi roman ‘Genç Mustafa’ face="Times New Roman" size="2">[7] kitabı için
“Atatürk’ün hatırasına hakaret edildiği”
iddiasıyla suç duyurusunda bulunuldu…
CHP Manisa milletvekili Şahin
Mengü, ‘Genç Mustafa’
adlı çizgi romanda, “Atatürk’ün
hatırasına alenen hakaret edildiği ve
sövüldüğü” iddiasıyla, eseri kaleme alan Yalın
Alpay ve çizimleri yapan Barış Keşoğlu hakkında, suç
duyurusunda bulunduğu dilekçesinde; çizgi romanda, 1905
yılında Osmanlı İmparatorluğu döneminde sarayda çavuşluk
yapan bir görevlinin kendi ağzından anlatımına yer verilerek, saraya
tutuklu olarak getirilen subay Mustafa Kemal’in sorguya alınması ve
sonrasında ellerinin bağlanarak bir paşa tarafından yumruklanarak
dövülmesi, ağzından kanlar fışkırmasının resmedildiği
aktarıldı!
Söylenecek söz kaldı mı? Var
mı? Olabilir mi?
Evet, evet tam da böylesine
absürd bir Kemalizm anlayışı vardır; mevcuttur!
I.2.1) “YUMUŞAK
KEMALİZM”
Kemalizm resmi ideolojidir;
bukalemunu ya da iki yüzlü Janus’u andıran ulusal bir
sıva, çimentodur…
Resmi ideolojik tarz-ı siyasetin
pratiği, üslubu olarak Kemalizm: “Milli mücadele”de
“Jakoben”… İzmir İktisat Kongresi’nde
“liberal”… 1929 krizi ertesinde ise
“devletçi”… 1960’ta darbeci, 1971’de
cuntacı, ve 1980’de -24 Ocak’cı- neo-liberaldir…
Sayısız örnekler
kanıtlıyor ki her resmi ideoloji gibi pragmatik özellikleriyle
Kemalizm; i) kiminin gölgesine sığındığı; ii) kiminin
gölgesinden korktuğu; iii) kiminin gölgesiyle kavgalı olduğu;
iv) “ulusal solcular”ın kalpaklı fotoğrafını yakalarına
takıp darbe peşinde koştuğu; v) iktidarların Mareşal üniformalı
görüntüsüyle sola karşı savaş açtığı
sermayenin -toplum mühendisliği bağlamlı- tahakkümünün
aracıdır.
Bu kapsamda Deniz
Kavukçuoğlu’nun, “Atatürk’ün ne
diktatörlüğü ne faşistliği ne de ırkçılığı
kaldı. Cumhuriyet de, Cumhuriyet Devrimleri de lime lime edildi…
Atatürk’e, Cumhuriyet devrimlerine saldırıyorlar,
saldırıyorlar…” diye haykırdığı koordinatlardaki
ölmüş atı kırbaçlayan “ulusalcı sol”un
Kemalizm tulûatı kendini revize etmektedir.
Örneğin Mümtaz Soysal bile,
“Kemalizm’in devrimciliğine yönelik bir özlem ve onu
gerçekleştirme gereksinimi ortada. Bu, Kemalizm’i kendi
döneminin bütün unsurlarıyla tekrarlamak gibi yapay ve tam
gerçekleştirilemeyecek bir özlem olmamalı elbet,” demek
zorunda kalırken; bir tashih de “Marx’ın ünlü
sözünü şöyle değiştirelim: YALNIZ İŞÇİLER
DEĞİL, TÜM YURTSEVERLER BİRLEŞİNİZ!” vurgusuyla
Türkkaya Ataöv’den gelmektedir…
Ancak değişen hayat,
değiştirirken Kemalizm de değişecektir ki, “Yumuşak
Kemalizm” formülü de bunun içindir!
Nasıl mı? ‘Washington
Institute for Near East Policy’ Türkiye Araştırmaları Programı
Direktörü Soner Çağaptay “Bu Ülkede Herkese Yer
Var” yaklaşımını içeren bu yeni Kemalizm vizyonunun
Kılıçdaroğlu’na tarihi bir görev verdiğini vurgularken;
“Bu vizyon Atatürk’ün partisini Türkiye’de
tekrar iktidara getirebilecek kadar önemli bir yenilik olabilir. Bu
süreçte, CHP’nin odaklanması gereken Yeni Kemalizm,
geleneksel Kemalizm’in Türkiye’nin Batılılaşma
sürecine olan bağlılığını sahiplenmeli ve bu yolda Avrupa Birliği
üyeliğini ve bu üyeliğin olmazsa olmazı olan liberal değerlerin
korunmasını birinci siyasi önceliği yapmalıdır. XX. yüzyılın
başlarında, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin
Batılılaşmasını ve Avrupalılaşmasını istedi; bu hâlâ
Kemalizm’in temel amacıdır,” size="2">[8] diye ekliyor!
II) “YUMUŞAK KEMALİST”
CHP’NİN HİKÂYESİ
Evet, Kemalizmin
bugün öne çık(artıl)an yumuşak versiyonu
Kılıçdaroğlu’nun
“yeni(lenemeyen)” CHP’sidir…
‘The Economist’in,
“Yeni bir Kemal” saptaması boşuna değildir…
Çünkü egemen
taktiklerin bir parçası olarak “yeni(lenemeyen)” CHP
hikâyesine kafa yormak, geleceğin biçimlendirilmesi
olanaklarının kavranması açısından büyük önem
taşırken, radikal sosyalistlerin de “yanılgıları”nı
tekrarlamamaları açısından gereklidir.
II.1) BAŞKALAŞIMIN BAŞLANGICI:
BİR KAMERA ŞAKASI
CHP’de
“değişim” denilen başkalaşımın, Baykal’a
yönelik bir operasyonla başlatıldığı bir vakıadır ki, bu da
bir “kamera şakası”dır.
Nasıl olursa olsun, nihayetinde bir
tezgâha denk düşen “operasyon”la birlikte
CHP’de yeni bir sürecin başladığı “sır”
değil.
Yani Kılıçdaroğlu (veya onun
seçilmesini projelendirenler) bir gerçeği gördü;
Baykal döneminde ideolojik yapısı belirlenen bir parti olarak CHP
daha fazla bir yere gidemeyecekti; “yeni” denilen tam da
burada devreye sokuldu…
Dikkatle incelenirse
görülür ki, “Kılıçdaroğlu, AKP’nin bir
ürünüdür… Kılıçdaroğlu,
1994’ün Erdoğan’ıdır… CHP’nin solculuğu
AKP’nin solculuğuna benzeyecektir. Bizzat CHP’nin tabanı
solculaştırılmak istemez.” size="2">[9]
Özetle
Kılıçdaroğlu’nun önündeki soru(n): “CHP, AK
Parti olacak mı, olmayacak mı?” size="2">[10] biçiminde formüle
edilebilir.
Çünkü nihayetinde
“Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu benzer toplumsal
katmanlara hitap ediyorlar.” size="2">[11]
II.2) DEĞİŞME (YOK!)?
“CHP’de ne oluyor”?
“CHP değişir mi”? sorularına Günay Kubilay’ın
yanıtı şu: “CHP’deki değişim köklü ya da
‘devrimci değişim’ olur mu? Hayır, olmaz. Olursa, Baskın
Oran’ın dediği gibi, o zaman CHP, CHP olmaz.”
Siz bakmayın CHP’nin
Kurultay’ında Deniz Gezmiş ve yıldızlı Che Guevara
beresi takmış Kılıçdaroğlu resimleri bulunan bir pankartlar
açılmasına; nihayetinde sık sık çalınan 10. Yıl
Marşı’nı büyük bir koro hâlinde söylenirken;
partililer de “Başbakan Kemal”, “Mustafa Kemal’in
askerleriyiz” sloganları atıyorlardı.
Gerçekten de Erdal
Atabek’in, “Atatürk Cumhuriyetini temsil etmeyen bir CHP,
bizim oyumuzu artık isteyemez,” diye haykırdığı iklimde
köklü bir değişiklikten bahsetmek mümkün
değildir…
Kaldı ki Kılıçdaroğlu,
Cengiz Çandar’a, “Kemalizm güncellenebilir mi?
‘Yeni CHP’, bir başka deyimle ‘Kemalizm’in
güncellenmesi’ mümkün mü, değil mi,
önümüzdeki dönemde göreceğiz,” sorusunu
telaffuz ettirirken; Alpaslan Işıklı da, “CHP’deki
Atatürkçü diriliş” gereksiniminin altını
çizmektedir.
Kolay mı? Kılıçdaroğlu
kişiliğinde karşınızda “yumuşak” olarak nitelense de,
nihayetinde “Gandici Kemalizm!” size="2">[12] varken; Ertuğrul
Kürkçü’nün ifadesiyle, “CHP
içerisinde zihniyet parti içindeki değişimi başarmak
için değil değişmemek için kurgulanmış
durumdadır.” Çünkü “CHP’de vitrin
değişir ama zihniyet zor değişir.” size="2">[13]
II.3) BU BİR
İLLÜZYON!
Kimilerine “ters” gelse
de gerçek olan Kılıçdaroğlu operasyonunun bir
illüzyondan başka bir şey olmadığıdır!
Gerçekten de Fikret
Başkaya’nın, “CHP, ‘Sosyal Demokrasi’ ve
Yanılsama...” başlıklı yazısında işaret ettiği gibi,
“Şimdilik yeni illüzyonun adı CHP gibi görünüyor.
Oysa insanların illüzyondan kurtulmaya ihtiyaçları var... CHP
ister tek başına isterse bir koalisyon hükümeti kursun,
unutmayın asıl iktidar her zamanki gibi yağma ve talan cephesi, velhasıl
sermaye olmaya devam edecek... Başka türlü olabilir mi? Bir
koşulda başka türlü olması mümkün: Paradigmayı
değiştirmek...”
Gerçekten de AKP (ile kapitalizm)
karşısında “kurtuluşu” CHP (ile kapitalizm) de arayan
distopyadan kurtulmadan veya bu paradigmayı değiştirmeden yol almak
mümkün ve muhtemel değil…
Kaldı ki “Solu öne
çıkarmak”tan, “Siyaseti tekrar sınıfsal bağlamıyla
yapmak”tan, “Yeni CHP ile, sol yönünü öne
çıkarmak ve emekçi sınıflarla birlikte politika
üretmek”ten söz eden İbrahim Kaya ve benzerlerinin unuttuğu
bir şey var:
Çünkü
“CHP’nin bir sosyal demokrat partiye dönüşmesini
isteyenlerin, ilk düşünmesi gereken konu ‘sosyal
demokrasi’ kavramının içeriğiyle ilgili olmak zorundadır.
Sosyal demokrasi tarih boyunca değişik içeriklere sahip olan bir
kavram... İlk önce liberal demokrasiye alternatif olarak, komünist
anlamını da içermek üzere şekillendi. Sonra sosyal demokrasi,
sosyalizme reformlar yoluyla, barışçı bir geçişi savunan
bir programa sahip oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal
demokrasi sosyalizm hedefini terk etti, komünizme karşı kapitalizmi
düzenlemeyi, çelişkilerini yumuşatmayı amaçlayan bir
program geliştirdi. Kapitalizmin 1970’lerde başlayan yapısal krizi
boyunca, sosyal demokrasi bu programı da terk etti, 1980’lerde
neo-liberal yeni sağ restorasyonun hegemonyası altına girerek, ‘III
Yol’ adı altında serbest piyasacı, küreselleşmeci,
işçi sınıfından da giderek uzaklaşan bir akıma
dönüştü.” size="2">[14]
II.4) KILIÇDAROĞLU!?
CHP’den
“emek” ve “özgürlük”
hesabına yeni bir şey çıkmaz, çıkamaz;
Kılıçdaroğlu’yla da...
Evet Fatih Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden Engin Şahin,
“Elitist CHP’yi halkçı ve popülist parti yapmayı
amaçlayan Kılıçdaroğlu” söylemine sarılsa da,
Baskın Oran’ın deyişiyle, “Kılıçdaroğlu adam olmaz
diye bir şey yok; CHP adam olmaz; olursa, CHP olmaz.”
Mesela
“Kılıçdaroğlu’nun, genel başkan seçildiği
kurultayda yaptığı konuşmanın belki en ilginç ve gelecekte en
çok hatırlanacak özelliği, ‘Kürt sorunu’
ifadesinin, hatta ‘Kürt’ kelimesinin kullanılmamış
olmasıdır” size="2">[15] ki bu bile Kılıçdaroğlu’nu
ne ve nereye kadar olduğunun en net anlatımıdır!
“Etnik kimlik ve inançlar
üzerinden politika yapmanın doğru olmadığını vurgulayan Dersimli
Alevi Kılıçdaroğlu, CHP’yi sola götürebilir, bir
değişim yaşamasını sağlayabilir mi?” size="2">[16] veya “Taze kan olarak pompalanan
Kemal Kılıçdaroğlu ile değişen ne olabilir?” face="Times New Roman" size="2">[17] soruları ortayken;
“Bizim kadar siz de biliyorsunuz” diyen Dersim-Hozat Belediye
Başkanı Cevdet Konak’ın ifadesiyle “Kılıçdaroğlu
bırakınız Türkiye’yi kurtarmayı, kendi memleketi
Dersim’de gerçekleştirilen 1937-38 katliamı karşısında dahi
konuşmuyor
Ana muhalefet lideri olarak devleti
yöneten AKP’ye karşı siyaset yapan CHP’nin
kurmaylarının, bizatihi bu devletin darağaçlarında
canlarını veren 68 Kuşağı’nı diline dolamasını,
hangi haklı gerekçe meşrulaştırır? Hükümetten
daha çok kralcı kesilerek devleti yücelten bu
siyasetçilere şunu hatırlatmamız lazım: 68 kuşağının
yaptığı muhalefet, devleti yücelterek hükümeti
sıkıştırmak değil, bizzat devleti eleştirerek onu değiştirmekti.
Acaba kendileri bunu yapacak olgunluğa ve cesarete sahipler mi?
CHP’nin onlarca yıllık günahlarını aklamak için parti
siyasetinin faşizan çölünde kuzu misali konuşturulan
Kılıçdaroğlu ve sosyalistlikten devşirme aydınlarına
sözümüz, bizlere onurlu bir gelecek bırakan devrimci
değerlerimizin üzerinden ellerini bir an önce çekmeleri.
Çünkü 68 Kuşağı’nın hiçbir genci,
CHP’li ‘sosyalist misafirler’ meclisin ceylan derisi
koltuklarında otursun diye 20’li yaşlarında ölmedi.”
Siz bakmayın ‘10 Aralık
Hareketi’ Başkanı Prof. Dr. Burhan Şenatalar’ın,
“Kılıçdaroğlu ile CHP’nin değişim konusunda topluma
güven verme şansı var,” ya da Alev Coşkun’un, “CHP
gerçek bir sosyal demokrat parti olma yönünde çok
önemli bir ivme kazanmıştır… CHP tüm Anadolu’yu
etkileyen bir rüzgâr yakalamıştır... CHP sadece kendisi
için değil, tıkanmış gibi görünen Türk siyasal
yaşamının da yeniden önünü açmıştır… CHP
halkın kendinden saydığı, kendinden olan bir genel başkana sahip
olmuştur,” türünden pazarlama yaygaralarına…
CHP, bal gibi kapitalist piyasa
ekonomisinin bir enstürümanıdır ve buradan da “emek”
ve “özgürlük” hesabına yeni bir şey
çıkmaz, çıkamaz!
Bakın CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu ne diyor?
“Sosyal piyasa ekonomisi
uygulayacağız. Devletin hantal yapısına ekonominin tümünü
teslim edemezsiniz. Ederseniz geçmişte yaşanan pek çok sorunu
bugüne taşırsınız…
İngiltere’deki,
Almanya’daki sosyal demokrat partiler gibi. XXI. yüzyılda artık
özel sektörü reddeden bir anlayışın
olmadığını çok iyi biliyoruz. Sosyal piyasa ekonomisi
diyoruz…”
Bunlardan sonra, fazla söze ne
hacet?!
II.5) EMPERYALİSTLER NE
DİYOR?
“Halkçı Kemal
seçeneği”, AB ve ABD için hiç de itici veya kabul
edilemez değil…
Örneğin bu konuda Cem Sey,
“Avrupa’yla diyalog içinde geliştirmeye başlarsa, CHP
bir gün AKP’ye gerçek bir alternatif olabilir,”
derken; CHP AB Temsilcisi Kader Sevinç ekliyor:
“Kılıçdaroğlu’nun Brüksel Avrupa Politikalar
Merkezi’ndeki konuşması, İsmet İnönü’nün
Türkiye’ye AB üyeliği perspektifini veren 1963 Ankara
Antlaşması’nı imzalarken söylediklerini hatırlatarak
başladı: Avrupa bütünleşmesi projesi beşeriyet tarihi boyunca
insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eserdir...”
Evet, AB’ye göz kırpan;
ABD’ye itirazı olmayan bir Kılıçdaroğlu var karşınız
da; bunun nesi, neresi “halkçı” olabilir; bu
mümkün müdür?
II.6) LİBERAL(LERİN)
YORUM(U)
Böyle bir
Kılıçdaroğlu, liberal(lerin) yorum(un)a göre “kabul
edilebilir” özellikler taşımaktadır; burası da çok
önemlidir
Mesela Hasan Cemal, “Kürt
sorunu, başörtüsü, yeni anayasa, AB ile ilişkiler gibi bu
ülkede demokrasi ve hukuk devleti yolunu yıllardır köstekleyen
konularda Kılıçdaroğlu sürekli olarak Baykal’dan daha
farklı eğilimler sergiliyor. Yalpalıyor olsa da, demokrat bir
çizgiyi belirginleştirmiş durumda. Barış ve demokrasi
açısından Türkiye için bu bir şanstır, bir fırsat
kapısıdır,” diyor…
Mesela
“Kılıçdaroğlu’nu neden önemsemeli”
vurgusuyla ekliyor Oral Çalışlar da: “CHP’nin demokratik
yönde değişmesini istemek hakkımız…”
“Kılıçdaroğlu’nun yenilikçi söylemlerini
görmezlikten gelmek de adaletli değil…” “Kemal
Kılıçdaroğlu şu ana kadar izlediği siyasetle önemli bir
başarı yakalamış durumda…”
Mesela Cengiz Çandar,
“Kılıçdaroğlu, tüm yetersizliklerine, kararsız
görüntüsüne ve ürkekliğine rağmen,
Türkiye’deki demokrasi güçlerinden belirli bir avans
elde etti,” diyor…
Mesela “Sadece AKP üzerine,
sadece merkez sağ üzerine odaklanarak, dönüşümün
demokratikleşmesini beklemek, saygı duyulacak siyasal bir tercih ama
demokratlık üzerine bir tercih değil,” vurgusuyla ekliyor E.
Fuat Keyman: “Kılıçdaroğlu lider olabileceğini
gösterdi. Bu başarılı siyasi manevra, karşılığını CHP’de
buldu…”
Mesela Ahmet İnsel, “Yeminli AKP
düşmanlarının eleştiri sistemiyle ‘Bu CHP
değişemez’ diyenlerinki bire bir benziyor.
Kılıçdaroğlu ve onu destekleyenlerin CHP
politikasını değiştirme çabalarını
küçümseyen, ‘CHP değişmez!’ diyerek kesin
hüküm verenlerin rahatsızlıklarını anlamakta zorluk
çekiyordum,” diyor…
II.7) YANILGI(LAR)
CHP ve
Kılıçdaroğlu’na dair muhtelif mihrakların, mutlaka tashih
edilmesi “olmazsa olmaz” ciddi yanılgıları söz
konusudur…
Bunlardan bir
kaçını sıralamakla yetinelim:
i) “Kılıçdaroğlu,
Erdoğan’ın karşıtıdır, çözümüdür. Bu
diyalektiği görmemek, toplumsal değişim ve dönüşüm
ilişkilerinden bihaber olmaktır,” diyor Ali Haydar
Fırat…
Hangi (ve nasıl bir) diyalektik bu?
Serbest piyasacı kapitalizmin Erdoğan’ının karşıtı,
çözümü, “sosyal” denilen serbest piyasacı
kapitalizmin Kılıçdaroğlu’su olabilir mi? Bu ne menem bir
diyalektiktir?!
ii) “Nihayet sol kıpırdamaya
başlamış gözüküyor... Evvela, CHP’de ‘sosyal
demokrat’ söylem daha belirgin hâle geliyor,”
diyor Taha Akyol ve ayrıca da “Sosyal demokrat parti iyi bir şeydir.
Her ülkeye lazımdır,” diye ekliyor ‘Taraf’çı
Roni Margulies de…
Sosyal-demokrasinin serbest piyasacı,
küreselleşmeci ve işçi sınıfından da giderek uzaklaşan bir
akım olduğunun altını bir kez daha çizmeliyim!
iii) “CHP içerde de yepyeni
politikalar uygulamaya başladı,” diyor Tufan
Türenç…
Ne denilebilir bu inanılması zor
yalana!
iv) “CHP’nin uzun
süredir baskılanan sol kanadının partide yeniden güç
kazanmaya başladığı görülüyor. O sol kanat elbette
yetmez. Yetmez ama evet,” diyor Özgür Mumcu…
Hangi “sol kanat”?
Sağcı Baykal’ın “solu” mu? Onun
“solu”, olsa olsa sağın biraz ötesidir; hepsi bu kadar;
ama bundan fazla değil…
II.8) NE OLACAK?
Görünen köy kılavuz
istemese de, birçok kimse için hâlâ
“CHP’de ne olacak?” sorusu aciliyetini koruyor.
Örneğin E. Fuat Keyman,
“CHP’nin, AKP’nin ne yaptığını izleme ve ona göre
tepki vermesi döneminden, AKP’nin CHP’nin ne yaptığını
izleyeceği döneme geçiyoruz,” formülü ile
Türk(iye) siyasetinde CHP’nin öne çıkarılacağının
altını çizerken; TÜSİAD’da Kılıçdaroğlu
CHP’sine göz kırpıyor.
Gerçekten de “Kendisini
AKP’ye mahkûm hissetmenin dayanılmaz mutsuzluğundan kurtarma
umudu bulmuş TÜSİAD’ın, bundan sonra da CHP
seçeneğine dört elle sarılmasını beklemek yanlış
olmayacaktır. Geleneksel büyük sermaye, CHP’yi, tek başına
iktidar görmek için değil, AKP’yi ‘merkez
sağa’ çekmeye zorlayacak bir ağırlık olarak
önemseyecektir.
AKP’yi, CHP seçeneği ile
tehdit edip onu yeniden IMF-AB çıpalarına sarılmış, neo-liberal
çizgide, esnekleşme-güvencesizleştirme operasyonlarının
sadık icraatçısı görmek isteyecektir. Son zamanlardaki
MÜSİAD ile buluşmalarını da anımsatmak yerinde olacaktır.
TÜSİAD, CHP’yi ise ‘küreselleşme, özelleştirme,
liberalleşme’ kavramlarıyla barışık bir parti olarak yine
‘merkez’de görmek isteyecek, CHP içindeki Kemal
Derviş ekolünden isimlerle daha yakın işbirliği içinde
olacaktır.
CHP’nin Genel
Başkanı Kılıçdaroğlu, işsizlikten, yoksulluktan söz
ederken bunların gerçek nedeninin neo-liberal politikaların sahibi
güçler olduğunu ifade etmedi. Üretimden, ihracattan dem
vurdu ama Türkiye’yi üretimden ranta, Asyalaşma
çarpıklığına sürükleyen gerçek
müsebbiplerden söz etmedi, belki de etmeyecek. Fincancı
katırlarını ürkütmemenin, köprüden geçinceye
kadar ayıya dayı demenin doğru olacağını
düşünecektir.” size="2">[18]
Bu durumda “CHP,
‘organik’ yani halktan gelen ve halkın benimseyeceği bir
söylem geliştirebilecek mi?” size="2">[19] sorusunun yanıtı; kocaman bir
“Hayır”dır…
II.9)
“ÜÇÜNCÜ YOL”/ “YENİ YOL”
(MU?)
Kılıçdaroğlu’nun
CHP’si “halkçı” bir seçenek değil, tam
tersine, egemen düzenlemenin “üçüncü
yol”/ “yeni yol” diye ambalajlamaya kalkıştığı yeni
taktiklerinden birisidir.
“Üçüncü
yol”/ “yeni yol” konusunda Zafer Cirhinlioğlu, “Yeni
bir ekonomik, siyasi ve toplumsal anlayış gelişmeye ve yaygınlaşmaya
başlamıştır. Avrupa’da ‘Üçüncü
yol’ olarak adlandırılan bu değişim ve reform süreci
ülkemizde gecikmiş olarak yaşanmaktadır. Bunun için ve
çeşitli benzemezliklerden dolayı aynı adla anılması uygun
olmayacaktır. Farklı fakat benzer bir ad uygun düşmektedir. Kanımca
Kılıçdaroğlu’nun açmış olduğu bu yola ‘Yeni
Yol’ denmesi yakışıyor gibi. CHP de hiçbir zaman eski CHP
olmayacaktır. O da artık ‘Yeni CHP’dir,” derken
tükenmiş/ karaya oturmuş bir deneye işaret etmekte; oysa
“Kürt Meselesi” için de bir “çare”
olarak sunulan “üçüncü yol”/ “yeni
yol”un, “Kürt sorunundaki tavrı 1925’i aratmıyor,
‘38 Dersim katliamına 2010’da alkış tutabiliyor, Ermeni
meselesinde İttihat Terakki’yi yankılamaktan
kaçınmıyor.” size="2">[20]
Örneğin bu konuda yapılmak
isteneni Marmara Baronları’nın kalemşörlerinden E. Fuat Keyman
da, “Kemal Kılıçdaroğlu, etkin ve demokratik siyasi strateji
ve manevralarla, bugün dinsel ve etnik temelde ikili bir yapı
gösteren Kürt kimliğine yani AKP-BDP siyasi rekabetine karşı
üçüncü bir aktör olarak sahneye
çıkabilir… Üçüncü aktöre
gereksinimimiz var,” diye formüle ediyor…
Bülent Tanla’nın,
“Doğu ve Güneydoğu’daki 2007 seçimlerindeki AKP ile
CHP arasındaki milletvekili farkı 74’tür… Dini
AKP, dili ise BDP temsil ediyor. Yeniden yapılanan CHP şimdi
geçmişin hatalarından gerekli dersleri çıkartarak hem dini
hem de dili kucaklayıcı politikalar belirlemezse, bölgedeki yarışa
yenik başlayacağı göz ardı edilmemelidir,” uyarısını
dillendirdiği koordinatlarda Kılıçdaroğlu, CHP’nin AKP gibi
inançları, BDP gibi etnik kimliği siyasete alet etmeyeceğini
belirterek “Üçüncü yolu açıyoruz”
diyor ısrarla.
CHP’nin Kürt
aşkı yeniden mi alevleniyor” sorusuna, “Aşk
ölmez eğer gerçekten
seviyorsan” yanıtını veren Kılıçdaroğlu, iki
yıl öncesi CHP açısından kayıp olarak değerlendirilen
Diyarbakır’ın “kazanılmaya hazır” olduğu izlenimi
edindiğini belirtti.
Özetin özeti: Mehmet Y.
Yılmaz’ın, “CHP’nin önündeki yol, AKP’nin
dediklerini tekrarlamak ya da eski tutumunu sürdürmekten ibaret
değildir. Üçüncü bir yol vardır, o da CHP tabanının
hassasiyetlerini güvence altına alacak, demokrasiden ve insan
haklarından yana yeni bir siyasi çizgidir,” diye pazarlamaya
kalkıştığı, Marmara Baronları’nın sermaye lehine
düzenlemelerle “Kürt Meselesi”ni bastırmayı
hedefleyen harekâtlarından başka bir şey değildir.
II.10) “YENİ(LENEMEYEN)”
CHP’YLE İTTİFAK MI?
Şimdilerde,
“örtük” ya da “açık” biçimde
CHP ile ittifak konusu dillendirilirken; devrimci-sosyalistler ile
yurtseverler bir kez daha “faka bastırılmak”
istenmektedir…
Örneğin CHP ile
ittifakı “örtük” biçimde dillendiren Ahmet
İnsel, “Sosyalist bağımsız aday girişiminin önce sosyalist
sözün alışılagelmiş kalıplarını değiştirmesi
gerekiyor” vurgusuyla, “Geriye asli soru kalıyor. AKP-CHP
kutuplaşmasının daha etkili olacağı bir ortamda,…
bağımsızların seçilme şansının biraz daha zor olacağı bir
süreçte, salt adayı seçtirmeye yönelik bir girişime
saplanıp kalmadan, özgürlükçü sosyalist ve
demokrat sesin duyulmasını sağlamak mümkün olacak mı?
CHP’nin iktisat ve sosyal politika konularına daha fazla
yoğunlaşarak seçim kampanyası yürütmesi ihtimalinin
güçlü olduğu bir ortamda, sosyalistlerin de salt bu
temalara dayanan bir kampanya yürütmeleri, sözlerinin iyice
kaybolup gitmesine yol açmayacak mı?” sorusunu
dillendiriyor…
Burada da kalmayıp,
“CHP’nin etrafında, bir AKP karşıtı laik-halkçı
koalisyon oluşması mümkün... Çünkü
Baykal’da simgeleşen ilelebet kaybetmeye mahkûm CHP algısı,
yeni genel başkanla şimdilik kırılıyor. Çok farklı kesimlerden
insanlar, bu beklenti çerçevesinde CHP içinde ve
çevresinde toplanıyorlar,” hatırlatmasını da
dillendiriyor…
CHP’nin “AKP
karşıtı laik-halkçı koalisyon seçeneği”
(ayrıca o da neyse?!) devrimci-sosyalistler ile yurtseverlerin itibar
edemeyeceği gibi, onları kapsaması da mümkün olmayan bir
sığlıktır…
Söz konusu sığlığa teslim
olmak, devrimci-sosyalistler ile yurtseverlerin iddialarından
vazgeçmeleri yanında, liberal düzlemde düzen içi
sınırlara çekilmelerinden başka bir sonuca yol
açmaz…
Aynı konuda CHP Parti
Meclisi’nden Enver Aysever’in, “ÖDP, TKP, Halkevleri
ile konuşulup Sungur Savran, Hayri Kozanoğlu, Metin Çulhaoğlu gibi
sembolik iki-üç isim seçilip bu isimleri CHP’de
milletvekili sıralarında aday olarak gösterip bu yüzde 10
barajının Türkiye’deki faşizmine karşı CHP topluma demokrasi
mesajını vermeli… CHP soldaki partilerden ÖDP, EMEP, TKP gibi
birer temsilciyi Meclis’e taşıyarak sembolik bile olsa bir sorumluluk
üstlenebilir. Bunun birinci önemi bu siyasi parti temsilcilerinin
de fikirlerinin görünür olması ve anayasal adaletsizliğe
vurgu yapmaktır. Diğer bir önemiyse CHP’nin yenilikçi
hareketine güven sağlamak ve emek hareketleriyle bir arada olma
iradesini netlikle ortaya koymasıdır. Elbette bir de Ufuk Uras’ı
sosyalistlerin temsilcisi görenlerle, gerçek sosyalistleri
tanıştırarak aradaki farkı giderme olanağı vermektir,”
sözleri de bu oyunun bir parçasıdır ve elbette
kabullenilemez…
Tam da bu noktada “CHP’ye
göz kırpmak yok...” vurgusuyla, “Seçimlerde
solun bazı kesimlerinde AKP’ye karşı CHP ile ittifak fikri
ifade ediliyor. Bu, seçim sürecinde karşılaşılacak en
tehlikeli yaklaşım… CHP bir yerden sonra sosyalistleri fazla
ilgilendirmemeli. Ancak, CHP’nin Kılıçdaroğlu
rüzgârıyla geldiği noktanın bu ülkedeki sosyalizm
odaklarına da sirayet etmesi, potansiyel bir tehlike
içermektedir,” uyarısını dillendiren Metin Çulhaoğlu,
önemli bir politik tavrın altını kalın çizgilerle
çizmektedir.
Kaldı ki
“yeni(lenemeyen)” CHP’nin de bu konuda istekli
olduğuna ilişkin bir işaret de yoktur.
Seçim öncesi “sol
blok” çağrısıyla yapılan güçbirliği
arayışlarına kapalı olduklarını, CHP’nin söylemini toplumun
kılcal damarlarına kadar ulaştıracaklarını belirten
Kılıçdaroğlu, BDP ile ittifak haberlerine tepki gösterip, AKP
yandaşı medyayı suçlayarak, “CHP üzerinde oyunlar
oynanıyor, tutturmuşlar bir ittifak, ne ittifakı Allah aşkına…
Tek hedefimiz vardır: İttifak ise biz milletle ittifak yapacağız,”
dedi…
Kaldı ki Taha Akyol’un
bile, “BDP ile ‘ittifak’ farklı bir konudur.
Bunun ‘teori’si ne kadar ‘rasyonel’ de olsa
gerçekçi gözükmüyor. Böyle bir şeyin
olması için, ‘etnik milliyetçi’ kimliğinin
yanında BDP’nin belirgin bir ‘sosyal demokrat’ kimliği
gelişmelidir; üslubu da ona göre değişmelidir ki, ittifaka zemin
olabilecek ortak noktalar oluşsun,” dediği koordinatlarda “BDP
Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Paris’te Milliyet
gazetesinden Aslı Aydıntaşbaş ile yaptığı görüşmede…
‘CHP’nin Tayyip Erdoğan’ı geçebilmek için
yapabileceği tek şey, daha çok demokrasi talep etmek. Başka
şansları yok. Keşke önümüzdeki seçimlerde CHP,
ÖDP, BDP, EMEP olan bir sol demokrasi cephesi olsa. AK Partiye karşı
ciddi bir sol blok oluşabilir,’ sözleri”yle başlayan
yanlış tartışma yine Demirtaş’ın, kendisi tarafından
gündeme getirilen solda blok ve CHP- BDP ittifakı ile ilgili yorumlara
açıklık getirerek, “CHP ile BDP’nin bu aşamada ittifak
yapmasının mümkün olmadığı”nı belirtmesiyle,
“hayırlı” biçimde noktalanıyordu; Sırrı Süreyya
Önder’in “imkânsız maruzat”ına rağmen!
III) “SOL(CULAR)”
Buraya kadar ifade ettiğim tablo,
“sol(cuları)”u, “devrimci” olabildiği oranda
önemli ve “olmazsa olmaz” kılıyor…
Tam da bu nedenle
“sol(cular)” ciddi bir tartışma konusu, maddesi
oluyor…
Ancak bu
tartışmaların çoğu, “sol(cuları)”u,
“devrimci” özelliklerinden kopartıp, düzen
içine çekme operasyonları özelliği
taşıyor…
Oluşturulmaya çalışılan
“Sol Hareket”, “Değişeceğiz Değiştireceğiz -
Neden Sol Hareket” başlıklı manifestosunda “XX.
yüzyılın son 10 yılında dünyanın rengi ve tadı
değişti” kaydını düşerek ekliyor: “Şiddeti ret
ediyoruz… Emek, eşitlik ve özgürlük mücadelesi
verirken ve hedeflerimizi gerçekleştirirken, şiddet kullanmayı ret
ediyoruz. Kendimizi şiddet ve zor yöntemleriyle kabul ettirmek yerine,
ikna sürecine dayalı, anlatmayı ve güven vermeyi esas alan bir
faaliyet yürüteceğiz. Halkın çoğunluğunun
gönüllü onayını alarak sömürü egemen sistemi
sona erdireceğiz…”
Bunu nasıl yapacaklar? Bu konuda
çıt yok…
Ancak unutulmasın egemen(lerin) şiddet
boylu boyunca karşımızdayken, emekçilerin ensesinde hergün,
her saat, her saniye boza pişirirken, kapitalist devlet
“büyük terör”ün ta kendisiyken; işe
“Şiddeti ret ediyoruz…” diye başlamak, ezilenler
için egemen şiddete teslim olmaktan başka anlam
taşımaz…
Söz konusu liberal maruzatlar
elbette durduk yere değil.
Örneğin “Sağcı ya da solcu
olmak ne demek? Hangi sağ, hangi sol?” size="2">[21] tutumuyla “havanda su
dövmenin” bile “tartışma” diye sunulmaya
kalkışıldığı post-modern absürdlük ufkunda Whoopi
Goldberg’in, “Cehaletin hiçbir sınırı yoktur,”
sözünü doğrularcasına bu “tartışmalar”a,
geçmişin MHP’lisi, bugünün Fethullahçısı
Mümtaz’er Türköne de, “Solun korkularıyla
yüzleşmesi, bizim de bu korkularla yüzleşmeye katkıda
bulunmamız gerekiyor. Korku, sebebi ve gerekçesi ne olursa olsun
duygusal bir hâldir…
Sol üzerinde totaliter geleneğin
çok ağır bir baskısı var. Totaliter düşünce,
mükemmel düzeni temsil ettiği için değişime kapalıdır.
Hiç mükemmel olan değişir mi?
Solu değiştirecek veya yeniden
keşfedecek siyasî ufkun önce bu
korkuları aşması lâzım. Sığınaktan kafasını
uzatıp sağa sola bakabilenlerin önce çevrelerinin
değiştiğini, artık bu değişime kendilerinin de ayak uydurması
gerektiğini görmeleri çok zor değil,” sözleriyle
katılıyor…
İyi de “sol(cular)”dan sana
ne Mümtaz’er Türköne?
“Sol(cular)”,
geçmişin MHP’lisi, bugünün Fethullahçısı
sana mı kaldı?!
III.1) DEVRİMCİ SOL(CULAR) NE
YAPAR?
Marksizm veya devrimci sol
bütün mağdurların kurtuluşunu içerir…
Çözümün ortak
paydası, anti-kapitalist perspektifli daha fazla özgürlük,
demokrasi ile iç içe geçen eşitlik
perspektifidir…
Bunun için de devrimci
sol(cular) daha ileri hedefler koyan bir anti-kapitalist muhalefeti yani
ezilenlerin tarihsel bloğunu örgütlemek için -sosyalizme
bağlanmış- “devrimci geçiş talepleri”ni öne
sürerler…
Örneğin yoğun ve dizginsiz
sömürüye, işsizliğe, taşeronlaşmaya, açlık
sınırının altındaki asgari ücrete “Hayır” diyen
işçinin, anadilinde eğitim ve demokratik özerklik istemlerini
yükselten Kürt emekçisinin, zorunlu din dersinin
kaldırılması vb. için eyleme geçen Alevinin, seküler
yaşamı savunan, seçme ve seçilme
özgürlüğü üzerindeki ipoteğin kaldırılmasını
isteyen demokratın, toplumsal/ ataerkil, ideolojik şiddet ve baskılara
direnen kadının istemlerini ve daha birçoklarını özlü
olumlu mücadele başlıkları çerçevesinde
ortaklaştıran, “emekçi anayasa” konusuna içerik
ve usulü birbirinden ayırmadan yaklaşan bir program halk
çoğunluğunun istemlerini kucaklayabilir...
Bu
mümkündür…
Nepal’den
Kolombiya’ya… Tunus’tan Mısır’a uzanan
başkaldırılar bunun nasıl mümkün olduğunun somut verileriyken,
XXI. Yüzyılda bu veriler giderek çoğalacaktır…
Çünkü
sürdürülemez kapitalizm tarihsel olarak giderek meşruiyetini
yitiriyor. Sadece işçilerin, işsizlerin,
sömürülenlerin nezdinde değil, giderek insanlığın
bilincinde ve vicdanında da yargılanıyor. Kapitalizm, ilk geliştiği
Kuzey’de hem yatay hem de dikey olarak gelişiminin doğal
sınırlarına dayanmış olup hızla üretici niteliğini yitirmektedir.
Özel mülkiyeti kutsayan
kapitalizm toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirdi.
Sürdürülemez
kapitalizm, insanın ruhsal, bedensel, zihinsel bütün arzu ve
ihtiyaçlarını kâr hırsının ve piyasanın
kuşatması altına aldı. İnsana ait her şey
metalaştırılıyor, toplumsal olan her şey ticarileştiriliyor.
Kapitalizm, insanı üretim-tüketim, kâr ve
sömürünün nesnesi hâline getirerek ruhsal ve
zihinsel dünyasını sakatlıyor.
Doğal olarak da, yaşamakta olduğu
sosyal ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesine yol
açıyor.
Yani
Marx’ın öngörüsü gerçekleşiyor:
“Sermayenin durmaksızın yöneldiği genellik, bizzat sermayenin
kendi yapısı içinde ayak bağlarıyla karşılaşır; gelişmenin
belli bir aşamasında bunlar, bizzat sermayenin bu dinamiğinin
önündeki en büyük ayak bağı olduğunun
anlaşılmasını sağlayacak ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini
ortadan kaldırmasını zorunlu kılacaktır.”
Emek ile sermaye arasındaki
çelişki dünya çapında derinleşiyor ve insan ile
kapitalizm, doğa ile kapitalizm arasında büyüyen çelişki
ile de gittikçe örtüşüyor. Kapitalizmin insan ve
doğayla büyüyen çelişkisinin emek-sermaye
çelişkisinden beslenerek gelişmesi, anti-kapitalist mücadeleyi,
ücretli emek gücünün yanı sıra egemenler hariç
tüm insanlığın sorunu hâline
dönüştürüyor.
Bunların yanında, iç ve
dış dengeleriyle evrimi olan canlı bir organizma gibi hareket eden
yerküremizi, kapitalist sanayi uygarlığı -kendisiyle beraber- doğa
ve insanlığı felakete sürüklüyor. Kapitalist
uygarlığının yerkürenin evrimine düşmanca iradi
müdahalesi, son yıllarda sıkça sözü edilen doğanın
ekolojik dengesini bozuyor.
Ekolojik bozulmanın temelinde daha
fazla kâr, sömürü ve özel mülkiyete el
koyma hırsıyla davranan kapitalist sistemin doğayı katletmesi
bulunuyor…
Sürdürülemez
kapitalizm küresel başkaldırının nedenlerini, gereksinimlerini
çoğaltıyor; “Tarihin sonu” söylencelerini yerle
yeksan ediyor…
Bu noktada “ya karikatür
ya da sosyalist devrim” talebi ete kemiğe
bürünüyor; yani XXI. Yüzyılda devrim(ler) ve isyan(lar)
ya sosyalist ya da “karikatür” olacaktır…
Tam da burada anımsanması,
anımsatılması gereken, net olarak şudur:
“Türkiye’de
kapitalizm, Cumhuriyet’i ve sola çekilebilen değerlerini kemire
kemire yok etmiştir. Bugün Türkiye’de
‘Cumhuriyet’ içi tamamen boşalmış bir kavramdır.
Üstelik ‘sola çekmek’ veya ‘soldan
yorumlamak’ şöyle dursun, Türkiye’de
Cumhuriyet’in burjuvaca yeniden ayakları üzerine dikilmesi, bu
anlamda 60’lara ve 70’lere geri dönülmesi bile artık
mümkün değildir…
Eğer aklınızdaki ‘sosyal
devletçi’, ‘sosyal
adaletçi’, ‘kalkınmacı’,
‘Keynesçi’ bir burjuva demokratik cumhuriyet ise, o
dediğiniz sosyalizmden bile uzaktadır!
Evet, Türkiye’de
bugünkü gidişata, AKP iktidarına ve politikalarına karşı
hatırı sayılır bir direnç potansiyeli var, güzel.
Güzel; ancak bundan böyle bu potansiyelin sosyalizm referansı
olmadan, sosyalizmle arasına duvar koyarak, sosyalizmi ‘çok
uzaklarda’ sayarak kendini tanımlaması mümkün
değildir.
‘Sosyalizm dışı’
muhalefet ya giderek AKP’leşecek ya da geri getirilmesi
mümkün olmayan bir Cumhuriyet düşüyle boşa kürek
çekecektir.”
III.2)
“SOSYAL-DEMOKRASİ” MÜMKÜN MÜ?
İşte bunlar için
“sosyal-demokrasi” denilen “şey” artık
mümkün ve sürdürülebilir değildir?
“Sosyal
demokrasi” denilen “şey” burjuva seçenekten
baka bir anlam taşımazken; “yumuşak kapitalist program” face="Times New Roman" size="2">[22] olarak sunulsa da,
nihayetinde 80’lerin “neo-liberal yeni sağı”ndan yani
“III. Yol” adlı serbest piyasacı, küreselleşmecilikten
baka bir şey değildir…
Örneğin İngiltere’de ana
muhalefetteki İşçi Partisi’nin yeni lideri Ed
Miliband’ın seçilmesinin ardından BBC’ye verdiği
demeçte, İşçi Partisi’ni sola yakınlaştıracağı
iddialarını reddedip, sendikaların kölesi olmayacağının altını
çizmesi de neyin ne olduğunu gayet net sergilemiyor mu?
Bunlar böyleyken; eski TKP/ TBKP
sekreteri yeni ‘Taraf’çı Nabi Yağcı’nın,
“Avrupa solunda yeni arayışlar”dan söz ederken neyi
kastettiği de vuzuha kavuşmuş oluyor…
III.3) “ULUSAL
SOL”
Bugünlerde “sosyal
demokrasi” denilen “şey” gibi, bir de onunla iç
içe geçen “ulusal sol”dan söz edilir
oldu…
Daha önce de işaret ettiğim gibi
“AKP karşıtlığı ekseni”nde(?!), sözüm ona
“ant-emperyalist güçler”i “Cumhuriyet
değerleri”ni savunup/ “geliştirmek”(!?) için
Mustafa Kemal hayaletine sarılan söylemin hareket noktası, aslî
argümanı, “Bugün Türkiye içte ve dışta
emperyalist güçler ile işbirlikçileri tarafından
kuşatılmış bulunmaktadır. Bundan kurtuluşun biricik yolu
güçlü ve kapsamlı bir yurtsever cephe oluşturmaktan
geçmektedir. Doğaldır ki odağında işçi ve emekçiler
olması koşuluyla,” size="2">[23] retoriğidir…
Söz konusu retorik, “Yeni bir
toplumsal muhalefet oluşumu” hedefini Atilla Özsever’in
kaleminden şöyle tarifler:
“Önümüzdeki
dönemde AKP ile birlikte küresel sermaye ve yerli
işbirlikçilerinin saldırılarına karşı yeni bir toplumsal
muhalefet hareketinin örgütlenmesinin büyük önemi
var. Bu toplumsal muhalefetin tabanını, ‘Cumhuriyetçi
değerlere’ sahip kesimle kır ve kent emekçilerinin
birlikteliği oluşturabilir. Nitekim Prof. Dr. Korkut Boratav,
‘Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye’[24] başlıklı kitabında siyasal
İslâmın gelişimine karşı böyle bir birlikteliğin gereğine
işaret ediyor.
Burada CHP’nin konumu
önemli... CHP’nin yeni Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu, halkın somut sorunlarına, sosyal politika
önlemlerine ağırlık veriyor. Sosyal politika önlemlerinin
uygulanabilmesi için öncelikle partinin yapısında önemli
değişiklikler yapmak gerekiyor. Batı’da olduğu gibi sosyal demokrat
bir partinin hem kendi tabanında işçi büroları şeklinde
örgütlenebilmesi, hem de sendikalarla daha yakın ilişki kurması
gerekli gözüküyor. Bu çerçevede CHP Parti
Meclisi’nde görev yapan İzzet Çetin, Hüseyin
Karakoç gibi sendika kökenli kişilere görev
düşüyor.
Öte yandan ÖDP, EMEP, TKP ve
HE’den oluşan sosyalist blok, bu güç birliğini koruyarak
toplumsal muhalefet hareketinin somut sorunlarına somut
çözüm yolları öneren politikalarını ortaya
koymalıdır. Bir zamanlar TİP’in yaptığı gibi CHP’nin de
daha ‘sol’ politikalar izlemesine yönelik bir
‘basınç’ sağlamalıdır…”
“Ulusal sol”cular bu
amaçlarına, Latin Amerika’daki anti-emperyalist halkçı
hareketleri ve çoğunlukla da Chávez’in
Venezüella’sını örnek verirler…
Bu noktada sosyalist Chávez ile
“bizim” ulusal solcular arasındaki fark çok daha fazla
vurgulanmalı; bu vurgunun altı özenle çizilmelidir…
Şöyle ki, Venezüella ya da
herhangi bir Latin Amerika ülkesinde “ulusalcılık”
yalnızca ve yalnızca ABD ve emperyalizm karşıtlığı anlamına geliyor.
Onun dışında, tüm kıtada tümüyle keyfi ve rastlantısal
olarak çizilmiş “ulusal” sınırlar, aynı tarihsel
geçmişi, kültürel kökenleri (İspanyol
sömürgeciler+yerli halklar) ayni dil vb.ne sahip
“farklı” uluslar vb. göz önünde bulundurulursa,
herhangi bir ülkede “ulusçuluk”, dolayısıyla da
“ulusal sol”(culuk)dan söz etmenin bir anlamı yok.
Nitekim, Bolívar
“ulusçuluğu” kıtasal bir
“ulusçuluk”tu; bir başka deyişle, kendini
“Kuzey”e karşı olarak tanımlayan bir
“ulusçuluk”?
O zaman, ‘Cumhuriyet’in
tuzağına düşerek bir Latin Amerika “ulusal
solculuğu”ndan söz etmek abes olacaktır.
Bu retoriği, Türkiye’deki
“ulusal sol”u aklamak amacıyla kullanıyorlar
çünkü...
Sen kendi ülkesinin
sınırları içerisinde yasayan bütün yerli dillerini
“resmî dil” kabul eden bir “ulusçuluk”
tahayyül edebiliyor musun?
Özetle, Latin Amerika
ülkelerinin hiçbirinde, bırakın Türkiye’yi,
Avrupa’da tasarlandığı ve gerçekleştiği hâliyle bir
“ulus-devlet”ten söz edilemez, diyoruz.
Toparlarsak Chávez ve
bölgedeki diğer devrimci önderler açısından
Bolívar, İspanyol sömürgeciliğine karşı verilen devrimci
mücadelenin önderi olmasının ötesinde, bölge
açısından enternasyonalist bir semboldür.
Bolívar’ın Venezüella başta kıtanın pek çok
ülkesi için verdiği mücadele, Bolívar’dan
etkilenen solculuğa daha doğuş anında bir enternasyonal karakter
sağlamıştır.
Bir burjuva devrimcisi olsa da
Bolívar tüm kıtanın devrimcisidir. Bu mücadelelerin
tümü İspanyol sömürgeciliği tarafından
korkunç bir sömürüye uğratılan halkın devrimci
dinamizmi üzerine bina olmuştur. Ulusal bilinç İspanyol
sömürgecilik sistemine karşı devrimci bir kalkışma ile
şekillenmiştir.
Türkiye’de ise durum
böyle değildir. Türkiye’deki ulusal solcu akımların
tarihsel referansı Kemalizm’dir. Kemalizm asla
Bolívarcılık değildir. Kemalizm üç kıtayı
sömürgeleştirmiş olan bir imparatorluğun toprak kaybının son
perdesinde ortaya çıkan bir siyasal olgudur. Osmanlının bu anlamda
tarihsel ve siyasal olarak devamıdır. Mazlum ve mağdur değildir. Balkan
savaşıyla başlayan, Birinci Paylaşım Savaşı’yla süren
toprak kaybının, adı “kurtuluş” olan bir savaşla
sonlandırma çabasıdır.
Milliyetçiliğin tarihsel olarak
gericileştiği bir dönemde, bu çaba ile üretilmiş
Ermeni’ye, Rum’a Kürde düşmanlık üzerinden
şekillenmiş patolojik bir milliyetçilik ideolojisidir. Bu nedenlerle
Chávez’in, bizimkilerin ulusalcı anlayışıyla ortak bir
noktadan bahsedilemez…
O hâlde “ulusal sol”un
çıkarsama ve “önerileri” üzerinden yol
alınması olası değildir…
III.4) LİBERALLER (NEYE
YARAR?)
Şu bir gerçek:
“Kamuoyunda ‘liberal’ olarak bilinen bir düşünce
grubunun giderek tahakkümü altına girdik,” face="Times New Roman" size="2">[25] saptaması -ne
yazık ki- haklılık içeriyor.
Evet, “sol(culuk)”
dünyasının “ulusal sol” gibi kuşatılmak istendiği
ahmaklıklardan bir diğeri de sola liberal müdahaledir…
Hadi Uluengin’in, “Ciddi bir
kitle tabanı olmayan o “liberaller” ne yapmalıdır? Her
kurumla pragmatik bir “yol arkadaşlığı” yapmalıdır! AKP,
CHP, MHP, BDP fark etmez, ilkesel rota belirleyicidir,” tanımıyla
betimlenmesi gereken liberaller; nasıl unuturuz: “Başbakan’ın
teşekkürüyle övündüler”![26]
Liberalleri kastederek Arif
Altan’ın, “Quo vadis sahtekârlar?”; Fuat
Kav’ın, “Rojbaş Türkiye’nin liberalleri
rojbaş” vurgularıyla deşifre ettikleri tabloda İsmet Berkan da,
AKP’yi işaret ederek soruyor: “… ‘Sivil
Vesayet’in ağababasını liberaller neden konuşmaz?”
Nilgün Cerrahoğlu’nun,
“…. ‘Yetmez ama evet’çilerden tık
yok!” dediği koordinatlarda liberaller budur; böyledir; bu
hâldedir…
Erdoğan’ın Kars’taki
insanlık anıtı için “Ucube” demesi ve alkol
tüketimiyle ilgili kısıtlama getiren yönetmeliğe tepki
gösterenlere “Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar
içiyorlar” ifadesini kullanması, liberallerde bir
“kırılma” yaratırken; AKP’nin sıkı
destekçilerinden Ahmet Altan, “Erdoğan ve Kof
Kabadayılık” başlıklı yazısı nedeniyle Başbakan’la
mahkemelik bile oldu…
Bunlara rağmen liberaller, yer yer
hükümeti eleştirmeye başlasalar da, “Pişman
değiliz” diyor.
Mesela Mehmet Altan’ın,
“Pişman filan değilim, neden olayım? Politikası doğruysa
desteklerim, yanlışsa söylerim”; Cengiz Çandar’ın,
“Neden pişman olacağız? Pişman olmak için bir neden
yok”; Mehmet Barlas’ın, “Pişmanlık diye birşey yok.
İleri, çağdaş düşüncenin peşinde olanlar pişmanlık
duymazlar,” demeler gibi…
Bu tür bir omurgasız pragmatizme
ne denilir, ne anlatılabilir?
Hem de dün
onları “Yetmez Ama Evet…” diye destekleyen Oya
Baydar’ın, “AKP bu sorunları çözemez;
sınıfsal dayanakları, ideolojik kültürel
sınırları çözümün önünde
engeldir,” dediği hızlı değişkenlikte…
Liberaller, dediklerini unutarak
gündelik siyaset(sizlik) yapıyorlar; tıpkı Devrimci Sosyalist
İşçi Partisi (DSİP) gibi…
“AKP solcusu”
DSİP’in yayın organı Sosyalist İşçi’nin 1995-1996
yılları arasındaki çizgisi, bugünkü DSİP’den
çok farklı bir tarz ve siyaseti ortaya koyuyor.
AKP’nin solcusu DSİP’in
geçmiş yıllarda söyledikleri, bugünden bakıldığında
bir hayli ilginç görünecek. “Şeriata Hayır”
kapaklarıyla çıkan Sosyalist İşçi gazetesinde CHP ve İP
savunuluyordu, Fethullah Gülen ve Said-i Nursi şeriatçı ilan
ediliyor, seçimlerde “Oylar CHP’ye”
çağrısı yapılıyordu… size="2">[27]
O günden bugüne uvriyerist
DSİP’ten liberal versiyonuna ulaşılırken neler unutuldu,
unutturuldu, neler?
Evet, gelişmeler ve AKP
gerçeği, liberal yanılsamaları yerle yeksan ederken;
“Yetmez ama evetçiler şokta!”
Tıpkı “Müslümanların
yaşamına müdahale eden Kemalizm’e biz karşı çıktık.
AKP bizimkine saygıyı hâlâ öğrenemedi,” diye
haykıran Baskın Oran gibi…
Bunlar böyleyken; “Roni
Margulies’in gıcırdayan teşhisleri”ne ilişkin olarak Sırrı
Süreyya Önder’in, “Anadolu’da ‘Beylerle
bostan ekenin bir yerinde hıyar biter!’ derler sözünü
hatırdan uzak tutmayın,” hatırlatmasının altını
çizerek, sözü Kamil Tekin Sürek’e bırakmakta
fayda var: “Bizdeki liberaller kadar pespaye olanları yoktur
herhâlde. Liberallikleri bile sahte.
Yıllarca, toplum mühendisliğinden
şikayet ettiler. Kemalistlerin, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
toplumu yukarıdan aşağıya biçimlendirmeye
çalıştığından yakındılar. Şimdi aynı şeyi kendileri yapmaya
çalışıyor. Küresel sermayenin emrinde ve izinde propaganda
yapma aşamasından AKP’nin müttefiki olarak toplumu
neo-liberalizme göre biçimlendirmeye çalışıyorlar.
Vali Tandoğan’ın solcu
gençleri karşısına alarak, ‘Bu memlekete komünizm
gerekiyorsa, onu da biz getiririz, size ne oluyor’ dediğini
ballandıra ballandıra anlatanlar; şimdi kendi sollarını, kendi
merkezlerini, kendi Alevilerini, kendi Kürtlerini oluşturuyor.
Sol gerekiyorsa işte DSİP ve EDP
diyorlar.
Kürtlerin sola meyillilerini Mithat
Sancar ve Orhan Miroğlu çizgisinde, müminlerini
Fetullahçı cemaat organizasyonlarında toplamaya
çalışıyorlar.”
Bu durumda V. İ. Lenin’in,
“Herhangi bir örgütün karakterini doğal ve
kaçınılmaz olarak tayin eden şey, o örgütün
eyleminin muhtevasıdır”; Mahir Çayan’ın,
“Bütün ideolojik ayrılıkların temeli devrim isteyip
istememeye değil, devrim yapmak için yola çıkmaya, savaşmaya
cesaret edip edememeye dayanır. İşte bu yüzden, devrim için
savaşmayana sosyalist denemez,” uyarılarının altı
çizilerek; soldaki ayrışmayı bir “sınıfsal bakış
farkı” olarak yorumlayan Levent Tüzel’in tutumu, artık
“ulusal sol”dan liberal tahribata politikaya, politik tutuma
tercüme edilmelidir.
III.5) MÜSLÜMAN
“SOL” (MU?)
“Ulusal sol”, liberalizmin
tahribatı yanında bir de -İslâm referanslı- Müslüman
“sol”dan söz edilir oldu…
“Bu [yani Müslüman-y.n]
ülkenin yoksulları, artık daha çok ve daha yoksuldur.
Zenginleri ise daha zengindir ve lükse, şatafataya
düşkünlükleri bir o kadar artmıştır. Bu zenginlerin
arasına dinine bağlı geçinen pek çok zıpçıktı
katılmıştır,” size="2">[28] vurgusuyla “Kur’an’ı
soldan okumak” size="2">[29] önerleri dillendirilmeye
başlanıldı… (Zannederim Tunus ve Mısır’dan sonra bu tutum
daha da güçlenecek.)
Yoksulların,
sürdürülemez kapitalizmin dünyasında, devrimci sosyalist
seçenek önderlik kriziyle cebelleşirken dine sığınmalarında
şaşırtıcı bir şey yok…
III.5.1) DİN MESELESİ
İnsan için dinin ne olduğu,
hangi gereksinmeye karşılık geldiği sorusunun yanıtı Marx’ın,
Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde yer alan şu
satırlarındadır:
“Din, gerçekte kendisini
henüz bulamamış ya da kazanıp kaybetmiş insanın özsaygısı ve
özbilincidir. Ama ‘insan’, dünyanın dışında
sürüklenip duran soyut bir varlık değildir. ‘İnsan’,
insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum
tersine dönmüş bir dünyanın tersine dönmüş
bilinci olan dini yaratır. Din bu dünyanın genel teorisidir, onun
ansiklopedik özeti, popüler mantığı, manevi onuru, heyecanı,
ahlâki yaptırımdır. Din bu dünyanın mazeret ve tesellisinin
evrensel temelidir. Din, insani öz sahici bir gerçeklik
kazanamadığı için, insani özün fantastik (hayali)
biçimde gerçekleşmesidir. Bu nedenle, dine karşı
mücadele dolaylı olarak ruhsal aroması din olan dünyaya karşı
mücadeledir.
Dinsel acı çekmek,
aynı zamanda hem gerçek acı çekmenin anlatımı,
hem de gerçek acı çekmeye karşı bir protestodur. Din,
baskı altındaki yaratığın umutsuz soluğu, kalpsiz bir dünyanın
kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.
Halkın aldatıcı mutluluğu olan
dinin ortadan kaldırılmasını istemek, halkın gerçek
mutluluğunu istemektir. Halkı içinde bulunduğu koşullarla
ilgili aldatmacalardan vazgeçmeye çağırmak, aldatmayı
gerektiren koşulları terk etmeye çağırmaktır. Dinin eleştirisi,
bu nedenle dinin halelediği gözyaşları vadisinin
eleştirisidir.”
Din, günlük
yaşamı egemenlik altında bulunduran dış etmenlerin, bir başka
deyişle dünyasal güçlerin insan zihninde
dünya-üstü güçler biçimine
büründükleri bir yansımadır; ancak bundan ibaret değildir.
Başlangıçta yalnızca doğanın gizemli güçlerinin
yansıdıkları düşsel kişilikler zamanla toplumsal nitelik
kazanmış, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelmiş, dinler
böyle gelişmiştir.
Yani “Dinsel sıkıntı bir yandan
gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek
sıkıntıya karşı protestodur. Din, tinsiz koşulların tini olduğu gibi,
ezilmiş yaratığın iniltisi, kalpsiz bir dünyanın ruhudur
da…” diyen Karl Marx ekler:
“Din eleştirisinin sonunda
varacağı yer, insanın insan için yüce bir varlık olduğu
doktrinidir; keza insanın değersiz, köleleştirilmiş, terk edilmiş,
aşağılık bir varlık olduğu durum bütün toplumsal ilişkileri
yıkma yönündeki kesin buyruğa varır…”
“Halkın aldatıcı mutluluğu
olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek
anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan
vazgeçmesini istemek anlamına geliyor…”[30]
O hâlde
“Özgürlük Teolojisi”nin önemli isimlerinden
Dom Helder Camara’nın (1909-1999), “Yoksulların,
açların karnını doyurduğum zaman benim bir aziz olduğumu
söylüyorlar. Ama yoksulların neden yiyecekleri olmadığını,
açların neden aç olduğunu sorduğum zaman da benim bir
komünist olduğumu söylüyorlar,” sözünü
unutmadan siyaseti “din alanı” dışına çekip, sınıf
ilişki ve çelişkiler üzerinden kurgulamak gerekir.
III.5.2) HAS PARTİ
Soru(n) buyken; karşımıza
çıkan Halkın Sesi Partisi’ne (HAS Parti) de bu açıdan
bakmakta yarar var.
Öyle görülüyor ki,
HAS Parti’nin kurulmasından sonra “Müslüman” ve
“sol” kavramlarının birlikte kullanıldığına çok daha
fazla tanıklık edeceğiz.
Emek Partisi (EMEP) ve Birleşik
İşçi Partisi kökenli iki bilim insanı
siyasetçinin Milli Görüş hareketinin bir kolu olarak doğan
HAS Parti’ye katılması, ilginç bir siyasal arayış
sayılmalıdır. EMEP’li Cem Somel, özetle, “Sol
kavramının anlamı kalmadı” ve solun ortak özelliği
“Müslümandan uzak durmaktır” diyor. Birleşik
İşçi Partisi başkanlığından gelen Zeki Kılıçarslan da,
“Toplumla sosyalistler arasında hastalıklı uyuşmama
hâli” ile AKP’nin, Milli Görüş’ün
“sistem karşıtlığı” özünden ayrılarak
“sistem partisi” olmasını gerekçe gösteriyor.
EMEP’ten Prof. Cem Somel ve
Türkiye Birleşik İşçi Partisi’nden Prof. Zeki
Kılıçarslan istifa edip Numan Kurtulmuş’un HAS
Partisi’ne geçerken Kılıçarslan, “Toplumla
sosyalistler uyuşmuyor”; Prof. Cem Somel de, “Sol kelimesi
Türkiye’de halkın dilinde ve zihninde CHP’yi, İşçi
Partisini, Bağımsız Cumhuriyet Partisini, ÖDP’yi ve daha
birçok partiyi ve örgütü kapsayan bir kelimedir.
Bunların tek ortak özelliği Müslüman kimliğinden rahatsız
olmaktır,” türünden “gerekçe”leri
dillendirdiler…
Burada söz konusu
“gerekçe”lere takılmadan, “Müslüman Sol
(Sosyalist)” olduğunu ileri sürenlere bir sorun bakalım:
Müslümanlığı mı yoksa sosyalistliği mi öne alıyorlar,
öncelik hangisinde?
Siyaset yapılırken bu soru(n)
yanıtsız bırakılamaz…
Öne alınması gereken yani
spesifik olan bunlardan birisi olmak zorundadır; bu da kaçınılmaz
olandır…
Kaldı ki, “HAS Parti
‘Sol’ olabilir mi?” sorusuna Koray Çalışkan,
“HAS Parti’yi sosyalizmi savunacak bir parti olarak görmek
kolay değil. Öncelikle Cem Somel’in ‘Sol kavramının
anlamı kalmadı’ saptaması nedeniyle solu yıpratan mı, sola
yaslanan bir parti mi olacağını söylemek zor,” yanıtını
verirken; ÖDP’nin imam-hatip kökenli Başkanı Alper
Taş’ın da, “İçten inananın yeri sosyalistlerin
yanıdır. Sol, İslâm’la değil, siyasal bir hareket olan
siyasal İslâm’la mücadele etmelidir,[31] uyarısını; solun, 1920’de
kurulan ve kısa sürede kapatılan Türkiye Halk İştirakiyun
Fırkası’nı tartışmasını hatırlaması gerekiyor. face="Times New Roman" size="2">[32]
Burada ister istemez
Müslüman “sol” ile ittifak mümkün
mü sorusu devreye girer…
Evet, “sol” olduğu/
olabildiği oranda ve düzlemde mümkündür; ki bu da Samir
Amin’in, “Emperyalist yayılmanın hizmetindeki politik
İslâm”a yönelik eleştirilerini “es”
geçmemekle size="2">[33] ve Mia Doorneart’in
zırvalarını size="2">[34] dikkate almamakla
mümkündür…
III.6) BİR KEZ DAHA İTTİFAK: SINIR
VE İMKÂNLARI
Şimdi buraya kadar izaha gayret
ettiklerimiz kişiliğinde, tekrarlamak pahasına, bir kez daha ittifakın
sınır ve imkânlarına dikkat çekilmeli.
Öncelikle BDP Eşbaşkanı
Selahattin Demirtaş, seçimlerde ittifak düşünmediklerini
ama demokrasi güçleriyle ittifak yapacaklarını söylemesi
iyi; ancak “demokrasi güçleri”nin kimi
içerdiği, sınırının ne olduğunun net olarak tarif edilmesi
şartıyla…
Hayır, netlik
noktası pragmatikçe müphem bırakılmamalıdır;
açıklanmalıdır…
Özellikle CHP Gençlik
Kollarından Barış Antik’in, “CHP değişiyor, solun
çatı partisi olacağız,” derken; Haluk Yurtsever
hâlâ şu yanılsamalara sarılıyor: “CHP, beğenelim
beğenmeyelim toplumsal muhalefetin sandıktaki önemli bir adresidir.
‘Gücü’, aynı nicel büyüklükte bir
başka seçeneğin, ‘çare’nin
görülmemesinden geliyor. Herkese mavi boncuk dağıtıp, hiç
kimseyi tatmin etmeyen altı boş bir popülizmin sınırları ise
bellidir. CHP eskiye dönemez. Ya AKP’nin biçimlendirdiği
bir Türkiye’nin dekorasyon unsuru, silik ve güdük
‘ana muhalefet’ partisi olacak, ya da sosyal
demokrat-halkçı bir çizgiye oturarak yeni bir enerjiyle
geleceğini arayacaktır. Üçüncü yol gerçekten
yoktur!
CHP, BDP ve sosyalist solun bu ve
benzeri başlıkları içeren seçim işbirliği, ayrı bayraklar
altında yürüyen siyasal öznelerin bu özneler kadar
saçılmış olmayan seçmen kitlelerine durumları
değiştirecek bir çıkış yolu göstermeleri demektir.
Siyaset, kendi iradeleri peşinde
savaşan öznelerin, ‘ya hep ya hiç’ keskinliğinde
yol aldığı steril bir dünyada yapılmıyor. Tarihi değiştiren
bütün büyük açılımlar, toplumsal dinamiklerden
birinin ‘tam programı’ olarak değil, birçoğunun
bileşkesi olarak ortaya çıkıyor.”
Sungur Savran’ın deyişiyle,
“CHP’nin peşine takılan sol sonunu hazırlar.”
Tekrarlıyoruz: CHP ile olmaz;
ulusalcı ve liberal olmayan sol birleşmelidir; ittifakın sınır ve
imkânları, Nâzım’ın ustanın dediği gibi “Yeter
ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir,” kararlığıyla
böyle tarif edilmelidir…
Bu noktada son bir şeyin
altını daha çizmek zorundayız:
“Sosyalist hareketin temel
politikası Kürt özgürlük hareketiyle seçim
ittifakı değil, stratejik ittifaktır…
Aralarında stratejik ittifak kuranlar
seçim ittifakından söz bile etmezler.
İşte o nedenle, Kürt
özgürlük hareketiyle stratejik ittifak ilişkisi içinde
olduğunu söyleyen bir solcu, seçimlerle ilgili olarak
konuşunca, Kürt özgürlük hareketini
‘sosyalistlerle seçim ittifakına’ çağırmaz, bir
kolu Ergenekona uzanan CHP’yi değil ama onun tabanındaki
emekçi Türkmen Alevileri, devlet partisi olduğunu artık Mehmet
Altan’ların bile görmeye başladığı AKP’yi değil ama,
onun tabanındaki emekçi Sünni Müslümanları, liberal
sermayeyi değil ama, hâlâ AKP’den demokrasi bekleyen
liberal, demokrat, sol aydınları ve Kürt özgürlük
hareketine hâlâ mesafeli duran bütün sosyalist parti ve
çevreleri bu seçimlerde BDP’yi desteklemeye
çağırır. Mümkün olabilecek en geniş ‘seçim
ittifakını’ savunur,” diyen Veysi Sarısözen’e
anımsatmadan geçmeyelim…
Sarısözen, bir zamanlar
“abi”, “merkez” ilan ettiği SSCB’ye baktığı
gözlüklerle BDP’ye bakmamızı istiyor
bizlerden…
Buna
“Evet” diyemeyiz; bir stratejik ittifaktan söz
ediyorsak; bu radikal sosyalistler için de kendileriyle
çelişmelerini istemek, beklemek, ummak olmamalı…
Çünkü böyle bir
şey birlik değil, biat istemek olur ki, bu da olmaz!
IV) DEVRİMCİ SOSYALİZM:
YENİDEN!
Tamamlıyorum diyeceklerimi…
Tarihin derinlerinden yeniden ve bir kez
daha K. Marx ve F. Engels’in, “Komünistler
görüşlerini ve amaçlarını gizlemezler. Var olan
düzenin zorla yıkılacağını açıkça savunurlar.
Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri
yoktur. Kazanacakları kocaman bir dünya vardır… Bütün
ülkelerin işçileri birleşiniz!”
Karl Liebknecht’in,
“Sıkı durun biz kaçmadık, yenilmedik...
Çünkü Spartaküs proleter devrimin ateşi ve ruhu, kalbi
ve beyni, iradesi ve yaptıkları demektir. Çünkü
Spartaküs, bütün başarı özlemlerinden, sınıf
bilinçli proletaryanın savaşta aldığı bütün kararlardan
yanadır... Hepsi başarılana dek hayatta kalalım kalmayalım,
programımız yaşayacaktır…”
Rosa Luxemburg’un,
“Berlin’de düzen hüküm sürüyor. Sizi
budala çakallar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan inşa
edilmiştir. Yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trompet sesleri
ortasında sizi dehşete düşürerek haykıracaktır:
‘Buradaydım, buradayım, hep burada olacağım’…”
haykırışları eşliğinde devrimci sosyalizm yeniden tarihin gündem
maddesi olmaya hazırlanıyor!
Örneğin Fransızların yüzde
33’ü kapitalizmin kötü çalıştığı ve
terk edilmesi gerektiğini savunup yüzde 52’si kötü
çalışıyor, ama başka (şimdilik) seçenek bulunmadığını
söylemek esnekliğini gösteriyorken; sürdürülemez
kapitalizm için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
özellikler kazanıyor…
Hayır “Devrim, bir an
meselesidir” demiyorum; aksine devrim, bir an meselesi değil;
süreçtir...
Farkında olalım ya da olmayalım;
Masis Kürkçügil’in, “İnsanlığın kurtuluşu
için, özgürleşmesi için mücadele eden insanlar,
şu anda insan misali ortada dolaşan fosillerden bin kat daha
canlıdır,” notunu düştüğü bir devrim
sürecinin ön hazırlık evresini yaşıyoruz…
Bu süreci; Oral
Çalışlar’ın iç bayan “Teyp
Sülo” hikâyeleriyle…
Ömer Laçiner’in,
“Geleneksel sol hareketler gerici yapılara
dönüşüyor… -Söyleyecek sözü
olmayanların yumurta atmaya başladı,” tekerlemeleriyle…
Ahmet İnsel’in yanıtsız
bıraktığı “Sosyalizmin yeniden tanımına
ihtiyaç var,” yollu sonsuz ve yanıtsız tekrarıyla
anlayıp, anlamlandıramayız…
Devrimci bir yenilenmeye ihtiyacımız
var; bu da odağında “11. Tez”in olduğu devrimci
mücadeleyle gerçekleşecek…
Kurtuluş Mısır’daki
“Tahrir (Kurtuluş) Meydanları”nı çoğaltan
devrimci pratiğin teorizasyonuyla maddileştirilecektir…
Yeni insan da, yeni ahlâk da bu
kavganın saflarında kendini -tekrarlamayarak- yeniden
biçimlendirecektir…
Tam bu noktada devrimci pratiğin
uzağındaki; i) “Marksizmin, reel sosyalizmin uğradığı
büyük başarısızlıklardan sonra, devrim, iktidar ve
örgüt kavramlarına yeni yorumlar ve yeni seçenekler
getirmek gibi bir temel sorunu var artık”; size="2">[35] ii) Marksizmin bir toplumsal
dönüşüm tasarısı olarak Türkiye’de
karşılıklarını bulamaması, sosyalizmin pratiğinin de
önünü tıkadı,” size="2">[36] türünden ezberler sadece
lafolojidir; hepsi bu…
‘XX. Yüzyılda
Marksizm’de Daryl Glaser’in deyişiyle, “Marksizmin tarihe
yeniden girişinin arzu edilir bir şey olduğunu a priori olarak
varsaymamalıyız,” size="2">[37] her devrimci
çözümü insan(lar)ın kapitalizme karşı eylemli
başkaldırı faaliyetlerinde aramalı ve bu tür beşeri
münasebetler ekseninde de “kolektif kurtarıcı”yı inşa
etmeliyiz…
Evet, “kolektif
kurtarıcı” dedim…
Çünkü insanlığın kurtuluşu yine insanlığın eseri
olurken; bu da doğası gereği “kolektif kurtarıcı”sını
yaratacaktır…
Devrimci sosyalizmin, XXI.
Yüzyıldaki temel sorunsalı “öznesi”yle yani
“kolektif kurtarıcı”sıyla buluşmasındadır.
Devrimci sosyalizm siyasal bir
hareket olarak sürdürülecekse, “kolektif
kurtarıcı”ya muhtaçtır…
Soru(n) buradadır;
dövüşen insan(lık) da
çözümünü arayarak, yaratma mücadelesini
sürdürmekteyken; gelecek giderek yakınlaşıp, ufukta
görünerek, biçimlenmektedir…
17 Şubat 2011 14:52:40, Ankara.
N O T L A R
size="2">[1] 18 Şubat 2011 tarihinde Ankara Dev-Lis’de
yapılan konuşma…
size="2">[2] “Alay etmeden, Ağıt yakmadan veya Nefret
etmeden, sadece Anlamak.” (Spinoza.)
size="2">[3] Taha Akyol, “Atatürk Konuları”,
Milliyet, 20 Kasım 2010, s.15.
size="2">[4] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve
Beyannameleri, IV cilt, s.34… Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz,
s.50.
size="2">[5] yage… Hacı Kaya ve Şatzade Mustafa
Ağalara Telgraf.
size="2">[6] Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri-1, s.12.
size="2">[7] Genç Mustafa, Yazan: Yalın Alpay,
Çizen: Barış Keşoğlu, Gaia Yay., 2010.
size="2">[8] Soner Çağaptay, “Yeni
Kemalizm...”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2010, s.2.
size="2">[9] Hasan Bülent Kahraman, “CHP
Sollaşabilir, Solculaşmaz”, Sabah, 24 Mayıs 2010, s.26.
size="2">[10] Hasan Bülent Kahraman, “CHP’nin
Sorunu AK Parti Gibi Olup Olmayacağıdır”, Yeni Şafak, 24 Mayıs
2010, s.14.
size="2">[11] Orhan Tekelioğlu, “Liberalizm
Hegemoniktir!”, Radikal İki, 30 Mayıs 2010, s.5.
size="2">[12] Ersin Tokgöz, “Gandici
Kemalizm!”, Radikal, 24 Mayıs 2010, s.2.
size="2">[13] Tanju Tosun, “AKP’nin Yoksullarına
Göz Dikti”, Taraf, 24 Mayıs 2010, s.13.
size="2">[14] Ergin Yıldızoğlu, “CHP ve Yenilenme
– II”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2010, s.4.
size="2">[15] Oral Çalışlar,
“Kılıçdaroğlu Neden ‘Kürt’ Demiyor,
Diyemiyor?”, Radikal, 29 Mayıs 2010, s.13.
size="2">[16] Seyfi Öngider, “Bölünmeden
Olmaz!”, Radikal İki, 13 Haziran 2010, s.6.
size="2">[17] Karin Karakaşlı, “Sirk Aynasından
Manzara”, Radikal İki, 30 Mayıs 2010, s.6.
size="2">[18] Mustafa Sönmez, “TÜSİAD ve
CHP”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2010, s.14.
size="2">[19] Hasret Dikici Bilgin, “Gramsci Okuyor
musunuz?”, Radikal İki, 18 Temmuz 2010, s.7.
size="2">[20] Yücel Göktürk,
“Kılıçdaroğlu Paradoksu”, Radikal İki, 30 Mayıs 2010,
s.5.
size="2">[21] Hasan Kirmanoğlu, “Sağcı ya da Solcu
Olmak Ne Demek?”, Radikal, 10 Ocak 2011, s.33.
size="2">[22] Hikmet Çetinkaya, “CHP’nin Sol
Yanı...”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2010, s.10.
size="2">[23] Sönmez Targan, “Ulusalcılığın
Sınıfsal Kökenleri...”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2009,
s.2.
size="2">[24] Korkut Boratav, Emperyalizm, Sosyalizm ve
Türkiye, Yordam Kitap, 2010.
size="2">[25] Binnaz Toprak, “Oral
Çalışlar’a Cevap”, Radikal, 6 Aralık 2010,
s.6.
size="2">[26] Alper Taş, “Sosyalist Solda Derin
Yarılma”, Radikal, 30 Aralık 2010, s.16-17.
size="2">[27] “Sosyalist Bir Partinin Evrak-ı Metrukesi
- Unutulmasın Diye- DSİP Geçmişiyle Yüzleşmek İster
mi?”, href="http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/dsip-gecmisiyle-yuzlesmek-ister-mi-haberi-37568"
target="_blank">http://haber.sol.org.tr/
size="2">[28] Baha Okar, “Ey, Müslüman
Emekçi! Bunları Tanı! ‘Mekkeli’
İslâmcılar...”, Müdahale Dergisi, No:3, Ocak 2008,
s.32.
size="2">[29] Faruk Erginsoy, Kur’an’ı Soldan
Okumak, Güncel Yay., 2008.
size="2">[30] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi, Çev.: K. Somer, Sol Yay., 1997, s.191.
size="2">[31] Koray Çalışkan, “İnananın Yeri
Soldur”, Radikal, 12 Aralık 2010, s.17.
size="2">[32] 1920’de kurulan ve kuruluşunun
üçüncü ayında hükümetçe kapatılan
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF), komünizm ve
İslâm’ı birbirini tamamlayan ideolojiler olarak
görüyordu. THİF, 7 Aralık 1920 tarihinde Ankara’da
kurulmuştu ve partinin başkanı konumundaki ‘Katib-i Umumisi’
Tokat milletvekili Nazım Resmor Bey’di. (Hamit Erdem, “…
‘Komünist-Müslüman’ Ortaklığı”, Radikal
İki, 26 Aralık 2010, s.10.)
size="2">[33] “Bugün Ortadoğu bölgesinde
‘politik çatışma’ üç grup gücü
karşı karşıya getiriyor: Milliyetçi geçmişi ihya etmek
isteyenler [aslında ulusal-popülist dönemin kalıntıları,
çürümüş, yoz bürokratik unsurlar]; politik
İslâmcı olduğunu söyleyenler; bir de liberal ekonomik
yönetimle ‘uyumlu’ demokratik taleplerle ortaya
çıkmaya çalışanlar. Ulusun ve emekçi sınıfların
çıkarlarına dair kaygı duyan bir sol hareket için bunların
hiçbirinin iktidarı arzulanır bir şey değildir. Aslında bu
üç ‘eğilim’ de emperyalist sisteme yamanmış
komprador sınıfın çıkarlarını temsil ediyorlar. Amerikan
diplomasisi de bu üçünü birbirlerine karşı kullanarak
aralarındaki ‘çelişkileri’ kendi lehine kullanmak
üzere sürekli ‘demiri sıcak tutuyor’. Biriyle veya
diğeriyle ittifak yapıyor, birini diğerine karşı kullanıyor [mesela
Politik İslâm’dan çekindiğinde mevcut rejimin ayakta
kalmasını tercih ediyor, ya da birinden kurtulmak için diğerini ona
karşı destekliyor, başarısız olacağını anladığında o rejimden
kurtulmak için diğerini destekliyor]. Solun mücadele alanında
kendini var edip dayatarak; emekçi sınıfların ekonomik ve sosyal
haklarını, demokrasiyi ve ulusal egemenliği savunması gerekiyor ki,
bunlar ayrılmaz bir bütünlüktür.” (Samir Amin,
“Emperyalist Yayılmanın Hizmetindeki Politik İslâm”,
Müdahale, No:4, Şubat 2008, s.23-33.)
size="2">[34] “Aşırı sol ile İslâmi
köktendincilik arasındaki ittifak doğaya aykırı
görünebilir, fakat esasında öyle değildir. Libération
gazetesinde yazan Fransız gazeteci Caroline Fourest’in ‘La
Tentation Obscurantiste/ Gericiliğin Cazibesi’ başlıklı kitabı bu
durumu olağanüstü bir şekilde tahlil etmektedir. İslâmla
olan ittifakına inanan aşırı solcu ya da solcular, zamanında Stalin,
Tito, Mao ve Castro’yu dünyayı yenileyecek olan kişiler gibi
görüp göklere çıkartan
‘düşünürlerin’ benzerleri veya onların
halefleridirler. Onlar aynı çizgidedirler. Ütopik doktrinine
duydukları hiç dinmeyen ihtiyaç ve tek sürekli
düşmanları olan Batılı, karışık fakat bir o kadar da değerli
olan özgürlük sistemlerine karşı duydukları nefrette,
tüm totaliter görüşte olanlar onların
yandaşlarıdır.” (Mia Doorneart, “Gericiliğin
Çağrısının Sesi”, De Standaard, 8 Şubat 2008.)
size="2">[35] Semih Gümüş, “XX. Yüzyılda
Marksizm”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:517, 11 Şubat 2011,
s.54.
size="2">[36] Semih Gümüş, “Değişim
İçinde Yorumlamak”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:511, 1 Ocak 2011,
s.26.
size="2">[37] Daryl Glaser-David M. Walker, XX. Yüzyılda
Marksizm, Çev: Sungur Savran, Versus Kitap, 2011.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder