"Karım ve Kızım Rüyamda
Soyunuyordu, öldürdüm..." / Sibel Özbudun
“İnsan kadın olarak
dünyaya
gelmez, zamanla kadın
olur.”[1]
Hani, “sözün bittiği yer,” diye tarif edilen bir
durum vardır… İnsan, karşısındaki durumun garabeti, ucubeliği,
absürdlüğü karşısında soluksuz kalır,
söyleyecek bir şey bulamaz…
1 Ağustos 2010 gecesi İstanbul Dudullu’daki evinde yanında uyuyan
karısı Ruzkat Alkan ve misafirliğe gelen evli ve hamile kızı Sevgi
Arslan’ı boğarak öldüren Sebahattin Alkan’ın
gerekçesi böyle: “Karımı ve kızımı rüyamda
soyunurken gördüm.” size="2">[2] İnsanın tüyleri ürperiyor, ruhu
buz kesiyor, soluğu kesiliyor…
Bir “meczup” öyküsü “daha” mı?
Belki… Zaten haberin yer aldığı günlük basında
Sebahattin Alkan’ın akıl sağlığının yerinde olmadığı, tedavi
gördüğü vb. malûmatı yer alıyor.
Ama bizler biliyoruz ki bu “kendimi kaybettim” hikâyesi,
son yedi yıl içerisinde yüzde 1400 arttığı kaydedilen kadın
cinayetlerinin “letimotif”ini oluşturuyor.
“İnternette izlediğim bir porno filminde eşimin giydiği kazağa
benzeyen bir kazak giyen ve başörtüsünü aynı şekilde
bağlayan bir bayanın sevişme sahnelerine rastladım. Kavga ettik. Kavga
sırasında bana ‘Benim daha ne filmlerim var. Onları daha sen
görmedin. Şimdiye kadar pezevenklik yaptın. Şimdiden sonra da yapsan
ne olur?’ deyince kendimi kaybettim... bıçakladım,”
diyordu örneğin 19 Ocak 2009 günü Bursa’da karısını
22 yerinden bıçaklayan Yavuz Özcan, mahkemedeki savunmasında.
(Ve “haksız tahrik” indiriminden yararlanarak 18 yıla
mahkûm oluyordu… size="2">[3]) “Sabah namazından sonra
yattığımda beni uyandırarak cinsel ilişkiye girmek istedi, uykusuz ve
yorgun olduğumu söyleyince ‘Zaten senin erkekliğin gün
geçtikçe kayboluyor. Sen ne biçim erkeksin’ dedi.
Tokat attım ve düştükten sonra da iki elimle 10 dakika
süreyle boğazını sıktım,” ise Antalya’da emekli
imam Ali İhsan Karataş’ın karısını boğma gerekçesiydi;
onun da “haksız tahrik” indiriminden yararlandığını
söylemeye gerek var mı?
Diyarbakırlı ev kadını Meliha Doğan’ın kocası Ramazan
Doğan’a “kendini kaybettirme” nedeni ise başka:
“İftara 10 dakika kala yemek hazır değildi. Oruçluydum.
Kendimden geçmişim.”
Durumun vahametini biraz olsun gözler önüne serebilmek
için “küçük” bir istatistikî bilgi:
Yalnızca Ağustos 2010’da Türkiye’nin muhtelif kentlerinde
hedefinde kadınlar olan 56 şiddet olayı yaşandı; ellialtı:
bunlardan 30’u cinayet, 11’i intihar, 9’u yaralama ve
6’sı tecavüzdü size="2">[4]… Ve 2010 yılının
bilançosu: yemeği zamanında hazırlamadı, komşu delikanlıya
baktı, kısa etek giydi, “sen erkek misin?” dedi, habersiz
komşuya gitti, üzerine kuma getirilmesini istemedi, çalışmak
istedi, sevişmek istedi, sevişmeyi reddetti… diye büyük
çoğunluğu kocası, sevgilisi, eski kocası, babası, ağabeyi,
amcası olan erkekler tarafından öldürülen 220
kadın…[5]
Kadın örgütleri boşuna “Erkeklerin sevgisi günde
üç kadın öldürüyor!” kampanyası
yürütmüyor!
Kadın cinayetleri, bu ülkede “Kadın Sorunu” başlığı
altında toplanabilecek kalemler (kadınların siyasal alandaki
düşük temsili sorunu; kadınların eğitim düzeyinin
düşüklüğü; kadın yoksulluğu; kadın istihdamı;
kadının medyadaki temsili; kadın sağlığı… ya da aklınıza ne
gelirse…) arasında bu denli öne fırlamış, böylesi bir
vahamet kesp etmişse, durup düşünmek gerekir.
Öncelikle, “erkekliğime söz söyledi, kendimi
kaybetmişim” savunmasının kendinden menkul meşruiyeti,
doğallığı, haklılığı üzerine durup düşünmek
gerek.
Bir konu üzerinde düşünebilmek için de, o konuyu
yadırgamamız, “sorunsallaştırmamız” gerekir. Doğal
saydığımız, gündelikten kabul ettiğimiz konular üzerine
düşünmeyiz genellikle. Bunu yapmanın bir yöntemi, ise
“absürde indirgemek”tir. Örneğin tersini tahayyül
etmek: “Kadınlığıma laf etti, Hâkim Bey (dilerseniz
“Hâkim Hanım” da diyebiliriz), kendimi kaybetmişim,
çektim, vurdum!”
Olmuyor, değil mi? O zaman tersi neden doğru ya da doğal olsun? Yani bir
erkeğin, “erkekliğine” lâf eden bir kadını
öldürme hakkını kendine bulmasındaki (üstelik de
“haksız tahrik indirimi” adı altında hukuk sistemi tarafından
da onaylanan) bu doğallık nereden alıyor gücünü?
Bana kalırsa, bu yalın, hatta çocuksu sorunun yanıtının,
birbiriyle oldukça karmaşık tarzlarda iç içe
geçmiş, üç boyutu var. “Kadın Sorunu”nun
çözümüne yönelik ipuçlarının
serimlendiği, 1. Kültürel; 2. İdeolojik ve 3.
Ekonomi-politika’dan oluşan üç boyut ya da düzlem.
Dilerseniz bunları tek tek ele alalım. Ama öncelikle belirtmek gerekir
ki, bu düzlemler (ya da kerteler, boyutlar, vb…) ancak ve ancak
analiz amacıyla birbirinden soyutlanabilecektir. Yoksa gündelik
yaşamımızda, pratiklerimizde, birbiriyle, karmaşık bağlantılar
içerisinde ilişkili, iç içedirler.
I) KÜLTÜREL DÜZLEM
Tanımı konusundaki uçsuz bucaksız tartışmalardan sakınabilmek
amacıyla, “kültür”ü burada, herhangi bir
ansiklopedik sözlükte karşılaşılabilecek anlamıyla ele
alıyorum: “Bir toplumun varlığını sürdürmesini ve onu
oluşturan bireylerin gereksinimlerinin karşılanmasını sağlayan,
faaliyetlerden, mamullerden ve simgelerden oluşan toplumsal
miras” size="2">[6]… Bu tanım, kültürü,
toplumun diğer üyelerinden (çoğunlukla bilinçsiz
tarzlarda) öğrendiğimiz işlevsel bir bütün olarak
ele alıyor.
Bu düzlemde, toplumsal cinsiyet rol ve ilişkileri, yani kadınlık ve
erkeklik (ve onlarla bağlantılı değer ve beklentiler) toplumun (var
olduğu hâliyle) sürdürümünü sağlayacak
tarzda bir dizilim sergilemektedir. Soyun
sürdürümünü, ya da bir başka deyişle, toplumun
üyelerini edinmesini ve biçimlendirmesini sağlayan kritik bir
ilişki olarak her iki cinsiyetin birbirine göre “ne”
olduğu, kültür tarafından biçimlendirilir. Kadınlığı
ve erkekliği, biyolojik cinsiyetimize bağlı olarak, başta ebeveynlerimiz
olmak üzere bir dizi “rol modeli”nden, çoğunlukla
mantıksal bir süzgeçten geçirmeden, kendiliğinden ve
büyük ölçüde bilinç-dışı tarzlarla
öğreniriz.
Şu hâlde kültürler, toplumların süregenlik
gereksinimlerine ve bireylerin ihtiyaçlarına göre, dişi ve eril
bireylerini, farklılaşmış toplumsal cinsiyet rollerine göre,
saldırgan, barışçıl, benmerkezci, özgeci, rekabetçi,
dayanışmacı, gösterişçi, sade, başat, edilgin, dışa
dönük, içe kapanık, vb. kişilik özelliklerine
göre biçimlendirirler. Belki şaşırtıcı gelebilir; ancak bu
kişilik özelliklerinin burada sıralanageldiği üzere zıt
çiftler hâlinde dizilmesi diye bir zorunluluk da yoktur.
Antropologlar, toplumsal cinsiyet rollerine sosyalizasyon
süreçleri üzerine kafa yormaya başladıklarından beri,
yani Margaret Mead’den bu yana, kadınlarıyla erkeklerini benzer ya da
ilişkinsiz kişilik özelliklerine toplumsallaştıran
kültürleri kayda geçirmişlerdir: Salt Mead’in Yeni
Gine’de aralarında çalıştığı kadınıyla erkeğiyle
barışçıl ve dayanışmacı Arapesh’leri, kadını da erkeği
de şiddete yatkın ve kudret düşkünü Mundugomurları
(Biwatlar); kadınları çalışkan ve becerikli, erkekleri
süslü ve törensever Tchambulileri (Tchambriler)
düşünmek, yeter. size="2">[7] Evet, kadınlar ile erkeklerin boyun eğmek
zorunda olduğu kültürel buyrultular, çoğu toplumda
birbirinden farklıdır, ama bu farklılıklar, özellikle daha
türdeş ve yalın özellikler sergileyen küçük
ölçekli toplumlarda, örneğin avcı-toplayıcılarda, ya da
pek çok hortikültüralist toplumda ille de birbiriyle
“zıt” olmak zorunda değildir.
Ancak Türkiye’nin de içinde yer aldığı doğu Akdeniz
kültürlerinde, değerler eril-dişil zıtlığı üzerine
yerleşen bir değerler sistemi belirgindir.
Konuya ilk dikkati çeken, sanırım J. G. Peristiany’nin
(1966)[8]
derlediği “Namus ve Utanç: Akdeniz Toplumunun Değerleri”
başlıklı kitabı oldu. Kitap, Güney Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta
Doğu ülkelerini tek bir kalıba dökmekle, bu ülkelerin her
biri arasındaki farklılıkların yanı sıra, her bir ülkenin kendi
içindeki farklılıkları göz ardı etmekle, bünyesinde
iktisadî, siyasal, toplumsal, kültürel ve tarihsel devasa
farklılıklar barındıran geniş bir coğrafyayı tekil ve türdeş bir
kültürel havza olarak ele almakla çokça eleştirilen
kitap, yine de Akdeniz’i çevreleyen toplumlardaki yaygın bir
değerler dizilimine dikkati çekmesi açısından
önemliydi: Erkeklik ve kadınlığın zıt ve tamamlayıcı değerler
konfigürasyonu içerisinde tanımlandığı bir zihniyetler
dünyasına.
Kadın cinselliğini erkeğin namusu/onuruyla (soyutlanamaz, kopartılamaz
biçimde) bağıntılandıran bu zihniyet dünyası, bu omurga
üzerine bir dizi zıt değeri (edilginlik/etkinlik,
barışçıllık/saldırganlık; içe-kapanıklık/dışa
dönüklük; suskunluk/konuşkanlık; iffet/çapkınlık;
duygusallık/aklîlik; güç/güçsüzlük;
domestik/kamusal alan; karanlık/aydınlık…) yerleştirerek biyolojik
bir farklılığı, toplumsal bir zıtlık hâlinde böylelikle
kodlayacaktı. Gelin fazla uzağa gitmeden bu ikili dizilimi bir
ilahiyatçının kaleminden izleyelim:
“... Soruyu bir de psikolojik
yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında
psikolojik yönden farklılık var mıdır? Bu soruya hiç
tereddüt etmeden elbette diye cevap veririz. Kadınla erkek arasındaki
psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren
göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları
farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever.
Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar,
öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur.
Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek
çocuk ise taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla
rağbet gösterir.
Bu çocuklar
büyüdüklerinde bu defa sohbetleri değişir. Erkeklerin
toplantılarında daha çok iş hayatı yahut politika konuşulurken,
kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.
Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek,
terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile
anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun
bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından
daha ileri. Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince
nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas. Erkek dış
aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs
kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe
dönük. Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına
göstereceği ihtimam.
Bu iki cinsin zafiyetleri de
farklılık gösteriyor: Erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı
mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belâsı. Kadının en
bariz bir özelliği de hassasiyetidir. Buna
‘teessürilik’ deniliyor. Kadın, çevreden
etkilenmekte erkekten daha hassas. Dolayısıyla, telkine kapılmaya,
aldatılmaya ondan daha müsait. Kadında sezgi gücü, erkekten
çok kuvvetli. Değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç
duymakta, yenilik ve heyecana daha açık. Vücut
büyüklüğü itibarıyla ve güç ile kuvvet
yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi
olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor. Ama
bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine
dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini
gösteriyor. Kadın, hayat arkadaşına (ona nispetle) daha çok
bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde erkekten çok ileri.
Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmek ve onun erkekleşmesine
değil, ideal bir kadın olmasına çalışmak gerekir. Etrafımıza
şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve
ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan
bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha
zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder;
her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder.
Kadın ve erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara
itmek de en başta kadına zarar verir.
Aslında, bu vadide gösterilen
kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi
değiştirememiştir. ‘Hüküm çoğunluğa göre
verilir’ kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Kadınlar yine
fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan
çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan
çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira,
yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.
Maalesef, kadına lâyık olduğu
yeri bir türlü veremedik. Ya onun rızkı bize
bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye
kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk, yahut, kendisine çok
fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve
mahvettik.”[9]
Bir “zihin haritası”nı gözlerimizin önüne seren
bu alıntıyı, bir sonraki fasılda yeniden ele almak üzere, şimdilik
bir kenara koyup devam edelim.
Gündelik yaşamda dürüstlük, doğru
sözlülük, emeğe saygı, hakkaniyet, adalet duygusu vb.
göreli “cinsiyetlendirilmemiş” kavramlarla
bağlantılandırılması olası “namus” (ya da
“ahlâk”) kavramını münhasıran kadın cinselliği ve
onun sıkı denetim altında tutulmasına bağlayan kültürel
kodların gerisindeki rasyonel nedir? Bir başka deyişle, bu coğrafyada
“namus” (ya da bağlantılı olarak “şeref”,
haysiyet, ahlâk vb.) denildiğinde neden çoğumuzun aklına
kadının cinselliğini tasarruf ediş tarzı ya da koca, baba ya da erkek
kardeş olarak erkeğin bu tarza dayanan itibarı gelir?
Aslına bakarsanız, F. Engels’in Ailenin, Devletin, Özel
Mülkiyetin Kökeni’ndeki, (kadın açısından)
tekeşliliğin, servetin tekil erkeklerin elinde yoğunlaşmasının ve
erkeğin bu serveti kendi çocuklarına aktarma kaygısının
bir sonucu olduğu saptamasından bu yana, toplumsal cinsiyete atfedilen
değerlerin maddî yaşam koşullarıyla ilişkisi üzerine
düşünmenin zemini biçimlenmiştir. Kadının cinselliğinin
tek bir erkeğe, kocasına ait addedilmesi ve bunun bir dizi toplumsal
yaptırımla desteklenmesinin gerisindeki mantık, gerçekten de esas
itibariyle erkeğin elinde yoğunlaşan özel mülkiyetle
bağlantılı bir görüngü olarak çıkıyor ortaya.
Ancak tabii sorunu salt bireysel bir “servet aktarımı” olarak
ele almak, noksanlı bir yaklaşım olacaktır. Çünkü
aktarım, servetin bireysel erkeklerin elinde yoğunlaşmadığı toplumlar
açısından da bir sorundur: örneğin sürülerin ya da
toprakların mülkiyet ve/veya tasarruf hakkının kolektif olarak soy
grubunun elinde bulunduğu kabile toplumlarında bu servet
biçimlerinin sonraki kuşaklara aktarımının nasıl
gerçekleşeceği…
Toplumun kendisini yeniden üretmesinin aracıları olarak kadınların
bedenleri ve cinsellikleri üzerindeki kısıtlayıcı tutumların, bu
nedenle, özellikle soyun erkek hattından izlendiği kabile
toplumlarında (özellikle de çobanlarda) ortaya çıkması,
bir rastlantı değildir. Fransız antropolog ve Afrikanist C. Meillassoux,
Kadınlar, Tahıl Ambarları, Sermayeler başlıklı kitabında, face="Times New Roman" size="2">[10]
hortikültüralizm ve çobanlıkla geçinen kabile
toplumlarında toprağın kritik bir üretim aracına
dönüştüğünden ve topluluğun, toprak üzerinde
çalışacak işgücüne olan gereksiniminin, bu
işgücünün “üreticisi” olarak kadınlara
stratejik bir önem kazandırdığından söz etmektedir.
Böylelikle, toprakla kalıcı bir ilişkiyi gereksinmeyen
avcı-toplayıcılar açısından herhangi bir önem taşımayan
kadın cinselliği, “korporat” nitelikli
küçük-ölçekli tarımcılarda denetim altına
alınması gereken bir potansiyele dönüşmektedir. Bu tip
toplumlarda başka kabilelerden “alınan” kadınlar, hem
emekleri, hem de doğuracakları çocuklarla “gelin”
geldikleri kabilelerin servetini ve soyunu güvence altına
almaktadırlar.
Bu geleneklerin yoğunlaştığı coğrafyalarda biçimlenen erken
devletlerde (Mısır, Orta Doğu, Çin, Hindistan…) de evlenecek
kadınların bekâretine büyük önem atfedilmekteydi; bu
tip toplumlarda “bir kadının evlenmeden önce cinsel ilişkiye
girmesi, müstakbel kocasına karşı ciddi bir hakaret, evlilik akdi
gerçekleştiren aileler arasındaki ittifak ve mübadelenin
ihlâli sayılıyordu.” size="2">[11] Bu toplumlarda, bekâreti
güvence altına alacak bir dizi kültürel pratik
uygulanmaktaydı: kız çocukların erginliğe varmadan evlendirilmesi,
kadınların tecrit edilmesi, evlilik öncesi cinselliğin (ya da
zinanın) ölümle ya da köle olarak satılmayla
cezalandırılması…
II) İDEOLOJİK DÜZLEM
Ancak, kabul ve teslim etmek gerekir ki, bir kültürel
münderecatın “normatif” bir hâle
dönüşmesi, bir başka deyişle yaptırımcı bir nitelik
kazanması, kültürden farklı(laşmış) bir dinamiğin devreye
girmesini gerektirmektedir: ideoloji dinamiği.
“İdeoloji”nin de, tıpkı kültür gibi son derece
muhataralı ve Gramsci ve Althusser’den bu yana süregelen
tartışmalarda fazlasıyla “inceltilmiş” bir başlık
olduğunun bilincindeyim. Yine bu “inceltilmiş” tartışmalara
girişmeksizin, ideolojiyi burada, Maurice Bloch’un peşinden,
birbiriyle bağlantılı iki tanım çerçevesinde ele
aldığımı vurgulamalıyım:
Terimin ilk kullanımı bir insan
grubunun toplumsal ve ahlâksal fikirler sistemine gönderme
yapmaktadır; bu anlamda ideoloji pratikle tezat içerisinde ele
alınır. Bu kullanımında ideoloji ‘kültür’e
yakındır, ne ki zorunlu bir tutunuma işaret eder; bir başka deyişle bu
anlamıyla ideoloji, birbiriyle bağlantılı bir önerme dizisi olarak
ele alınır. (…)
C. Geertz, ‘Bir
Kültürel Sistem Olarak İdeoloji’ başlıklı makalesinde
ideolojiyi ‘toplumsal bilincin yaratılması için problematik
toplumsal gerçeklik ve matris haritaları’ olarak tanımlar.
Onun için ideoloji toplumsalın temsili ve temel değerlere
adanmışlıkla ilgili olan kısmıdır. O, özellikle tutunumlu
ideolojilerin formüle edildiği toplumsal koşullarla
ilgilidir.
‘İdeoloji’ teriminin
diğer kullanımı, Marx’ın sözcüğü kullanımı bir
bakıma tutarsız olmakla birlikte, Marksizm’den esinlenmiştir.
Kavramın bu gelenekteki en iyi örneği Kapital’den
çıkarsanabilir. Kitabın hedefi kapitalist sistemin,
çoğunluğun, yani işçilerin çalışmasının
meyvelerini azınlığa, kapitalistlere aktarması
ölçüsünde, nasıl sömürücü
olduğunu gözler önüne sermektir. Eğer bu böyleyse, o
zaman ortaya işçilerin bu duruma neden katlandıkları sorusu
çıkar ortaya. Bunun bir yanıtı, fiziksel zor olabilir; ancak
kesinlikle mevcut olsa da, işçiler sürekli askerlerin tehdidi
altında olmadığına göre, yeterli bir açıklama değildir.
Marx’ın bu bilmeceye yanıtı, ideolojidir. Ekonominin, kuşkusuz ki
yararlananların desteklediği, ama herkesin kabul ettiği, sistemin
bütününü adil gösteren bir temsili vardır. Sistemin
temeli üretim araçlarının, insanlardan bazılarının onları
kontrol edip diğerlerinin, yani işçilerin edemeyeceği tarzda,
eşitsiz bir tarzda bölünmesidir.(…) İzleyicilerinin
dikkatini aslî-olmayan üzerinde yoğunlaştırarak oyunlarını
icra eden sihirbaz gibi, kapitalistlerle işçiler arasındaki
ilişkinin sömürücü-olmayan ve sadece kaçınılmaz
olarak gösterilen bir sunumu, dikkatin üretim araçlarının
piyasaya tahsisinden saptırılması tarafından yaratılmıştır.
Böylesi bir temsil, ideolojiktir.[12]
İster “bir insan grubunun toplumsal ve ahlâksal fikirler
sistemi”ne, isterse baskı ve/veya sömürüye dayalı bir
sistemi adil gösteren temsile gönderme yapsın, ideoloji,
formüle edilmiş, az-çok tutarlı, ikna edici bir fikirler
sistemidir. Anonim bir kitlenin hesap edilmemiş, kendiliğinden
katkılarıyla, birikimsel olarak biçimlenen kültürden
aslî farkı, ideolojinin ayırt ve teşhis edilebilir
imalatçılara (ya da faillere) sahip oluşudur. İdeolojiyi oluşturan
fikirleri ideologlar formüle ederler… Ve ideolojiler, yasa
sistemlerinde yansımasını bulur.
Kadınların toplumsal alandaki ikincilliğine ilişkin kültürel
münderecat, Ön Asya’nın devletlerinden başlamak üzere,
ilkçağ ideologları tarafından kanonize edilmiştir. Sümer ve
Babil yasalarına (İ. Ö. 2. bin) bakıldığında, bir kadının
cinselliğini kocasına münhasır kılan pek çok yasal
düzenlemeye rastlamak mümkündür. Böylelikle,
örneğin İÖ 2100-2050 yıllarında derlendiği sanılan Ur-Namu
Kanunları’nda, “bir erkeğin dul bir kadınla yatmasının
herhangi bir cezaya tabi olmadığı,” buna karşılık, “bir
erkeğin, bir başkasının hakkını ihlâl etmesi, yani onun bakire
karısının bekaretini bozması durumunda erkeğin
öldürüleceği” hükmü yer almaktadır. Aynı
yasaya göre, “bir erkeğin karısı (kendi rızasıyla) başka bir
erkeğin peşine düşüp onunla yatması durumunda kadın
öldürülecek, yattığı erkeğe ise
dokunulmayacaktır…”
Ya da, örneğin, “Bir erkek, bir kadına ‘sen benim karım
değilsin,’ derse ona yarım mana gümüş öder…
Bir kadın bir erkeğe ‘sen benim kocam değilsin,’ derse suya
atılır,” der bir Sümer yasası. (İÖ 1760 tarihli)
Hammurabi yasaları da kadınların ikincil konumuna ve cinselliklerinin
kocalarına münhasır kılınışına dair çarpıcı bir
belgedir:
129. Bir adamın karısı başka bir
adam ile basılırsa (suçüstü hâlinde) her ikisi de
bağlanır ve suya atılır; ancak, koca karısını, kral da kölelerini
affedebilir. (Buna karşılık, Hammurabi yasaları erkeğin hem
çokeşliliğini, hem de köle kadınlar üzerindeki tasarruf
hakkını tescil etmektedir.)
131. Eğer bir adam başka birisinin
karısını itham ederse; ancak, o kadın başka bir adamla basılmazsa
kadın yemin etmek zorundadır ve ancak ondan sonra kendi evine
dönebilir.
132. Bir adamın karısının başka
bir adam ile ilgili olarak dedikodusu yapılırsa; ancak, kadın diğer
adamla uyurken yakalanamazsa kadın kocası için nehre
atılır.
133. Eğer bir kişi savaşta esir
alınırsa ve evinde geçimi sağlayacak şeyler olduğu hâlde
karısı evini ve bahçesini terk edip başka bir eve giderse;
bahçesine bakmadığı ve başka bir eve gittiği için yasal
olarak suçlu bulunur ve nehre atılır.
Görüldüğü üzere, Ön Asya coğrafyasında,
kadınların bedenlerini eril denetim altına veren ideolojik kodlar, ilk
devletlerle birlikte kurumsallaşmıştı.
Ancak bu ideolojik temelin günümüzde de etkinliğini (hatta
buyurganlığını) sürdüren ataerkil zihniyet hâlinde
inşası, denilebilir ki bölgenin tek tanrılı dinleri tarafından
üstlenilmiştir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, bu dinleri
kabul eden toplumlarda kadınların yerini çoğunlukla
“İlahî buyruklar” olarak sunulan ve zaman
içerisinde ayıklanması neredeyse olanaksız bir
“buyrultular” konglomerasına dönüşen bir dizi eril
hüküm, rivayet, örf, adet ve yorumla tayin ve tespit etmişti.
Bu dinler, farklı tarih ve coğrafyalarda inanç ve uygulamalarındaki
tüm çeşitliliğe karşın, büyük toprak malikleri ve
askerî şeflerin denetimindeki devletlerle bütünleştikleri
ölçüde, sırtlarını dinin
garantörlüğünü ve yayılmasını üstlenen
devletlere dayayan (ve hemen tümü erkek olan)
ilahiyatçıların elinde, kadınlar için giderek demir
cenderelere dönüşecekti.
Bu nedenledir ki, dinlerin hükümlerine ilişkin rivayet ve
yorumlar, genellikle bizatihî bu hükümlerden çok daha
katı ve deyim yerindeyse, “kadın düşmanı”dır.
Erkeklerin kadınlardan üstünlüğü,
Kur’an’ın Nisâ suresinin 34. ayetinde net bir şekilde ve
gerekçeleriyle birlikte ifadelendirilmiştir:
Erkekler, mallarından (kadınlar
için mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyle ve
Allah’ın, onların bir kısmını, diğerlerine üstün
kılmasından dolayı, kadınların üzerinde daha çok
kâimdirler (koruyup gözetici, idare edicidirler). Bu bakımdan
salih amel (nefs tezkiyesi) yapan kadınlar itaatkârdırlar,
Allah'ın (onların haklarını ve iffetlerini) korumasıyla, onlar da
gaybde (kocalarının yokluğunda hem kendilerini, hem kocalarının mal ve
şerefini) koruyucudurlar. İtaatsizliklerinden (baş kaldırmalarından)
korktuğunuz (kadınlara) ise (önce) nasihat ediniz. Ve (sonra da)
yataklarında yalnız bırakınız.Ve ( hâlâ itaat etmezlerse)
onlara vurunuz. Bundan sonra eğer size itaat ederlerse, artık onların
aleyhine başka bir yol aramayın. Muhakkak ki Allah Âli’dir
(yücedir), Kebîr’dir (büyüktür).
Görüldüğü üzere, erkeğin kadın üzerindeki
üstünlüğü, iktisadî gerekçelere (erkeğin
malını kadın için harcamasına) dayanır ve bir Kur’an
hükmüdür; dahası Kur’an dayağa cevaz vermektedir.
İslâm dininin kadınlara yönelik anlayışının bir diğer
temel kaynağı, hadisler, yani Muhammed Peygamber’e atfedilen
sözlerdir (diğeri Kur’an ayetleri). Hadisler, kulaktan kulağa
aktarılan geleneklerdir; bu nedenle hangilerinin sahih, hangilerinin sahte
olduğunu saptamak üzere, İslâm ilahiyatında ayrıntılı bir
metodoloji geliştirilmiştir.
“Sahih” (otantik) kabul edilen hadislerde biçimlenen
“kadınlık kavrayışı” ise, öncelikle onun potansiyel
olarak “fitne”, bu nedenle de sıkı denetim altında tutulması
gereken bir varlık olduğu yolundadır. Buharî, ve Tirmizî,
Usame ibn Zeyd’den, Muhammed Peygamber’in, “Erkeklere
kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne
bırakmadım,”
dediğini aktarırlar, örneğin. Ya da Müslim,
“Kadınlardan kaçının; zira İsrailoğullarına ilk fitne
kadın yüzünden düştü,” hadisini bildirir.
“Fitne”, iki yönlüdür; bunlardan ilki kadın
cinselliğinin erkeği daha “uhrevî” görevlerden
alıkoyması olasılığı, ikincisi ise, kocanın ebedî
“aldatılma” endişesi… İslâm’ı benimseyen
Arap toplumlarında yaşlı erkeklerin bugün çocuk sayılan
yaşlardaki kızlarla evlenmesinin yaygın bir pratik olduğu göz
önünde bulundurulduğunda, bu “korku”nun
kültürel bir temelden yoksun olduğu, söylenemez.) Yine
Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre’den, İslâm
Peygamberi’nin, “Eğer Benî İsrail olmasaydı, et
kokuşmazdı. Eğer Havva olmasaydı, kadınlar kocalarına hiçbir
zaman ihanet etmezdi” dediğini aktarır.
“Fitne” kaynağı oluşu, kadınların sıkı bir denetim
altında tutulmalarını gerektirmektedir. Bu nedenle de hadislerin
çizdiği ideal kadın tipi, kocasının izni olmadan evden
çıkamayan, kocasından habersiz mal infak edemeyen, kocasının her
nefsi kabardığında hazır, itaatkâr, size="2">[13] uysal, sade, imanlı kadınlardır.
Örneğin “evde oturmaları” Kur’an ve hadislerle
tavsiye edilmektedir: “Kadının tümü avrettir. Muhakkak
kadın evinden çıkınca şeytan onu gözetir. Kadının
Allah’a en yakın olduğu vakit, evinin derinliğine
gömülü olduğu vakittir,” diye aktarıyor İbn-i
Ömer, bir hadisi; size="2">[14] İbn-i Hibban’ın İbn-i
Mesud’dan aktardığına göreyse, Muhammed Peygamber, şunları
söylemiştir: “Kadının Rabbinin cemâline en yakın
bulunduğu zamanı evinin derinliğinde bulunduğu zamandır. Kadının
evinin açık bir yerinde namaz kılması, camide namaz kılmasından
daha üstündür. Evin içindeki
küçücük odasında kıldığı namaz ise evin
içinde kıldığından üstündür.” face="Times New Roman" size="2">[15] Bu durum,
kadınların (türbanlı olarak da olsa) kendilerine mahrem olmayan
erkeklerin bulunduğu “kamusal alan”da boy göstermelerini,
çalışma yaşamına katılmalarını, günümüzde bile
problematik hâle getirmektedir. Örneğin İslâmcı
yazarlardan Ali Bulaç’ın henüz mürekkebi kurumamış
şu sözleri:
“Tür olarak biz insanlar
“tek bir nefisten (Nefs-i vahide)” yaratıldığımıza göre
(4/Nisa, 1), kadın erkeğin öteki benidir. (…) Erkek-kadın
ilişkisi, kadının toplumsal hayattaki rolü konularında beşeriyetin
kadim örfü şu önermelere dayanır: Kadın-merkezli bir ev
düzeninde annelik, tarihte alternatifi olmayan ailenin, dolayısıyla
türümüzün devamını sağlar. (…)
Mantıki olarak şöyle
düşünmemiz gerekmez mi? Evinde oturup fıtratına uygun yaşayan
bir kadının para kazanma kaygısından, ölümcül rekabetin
sürdüğü iş piyasasından uzak olması;
ihtiyaçlarının, güvenlik ve meşru arzularının kendisini
seven bir erkek tarafından karşılanması bir nimet değil mi? Bir
kadının helal yoldan para kazanan öteki beni, yani erkek/eşi
tarafından geçiminin üstlenilmesi onun rahatına değil mi?
Küçük yaştaki çocuğu sabahın erken saatinde kreşe
yetiştirmeye çalışan, akşama kadar müşterilerle, kendini
bilir bilmez insanlarla boğuşan, saatlerce trafiğe takılan, alelacele
kendini eve atıp yemek yetiştirmeye çalışan bir kadın mı daha
avantajlı, yoksa yavrusu kucağında büyüyen, evini geniş vakitte
düzene koyup, kalan bol zamanda hayır faaliyetlerine katılan,
medeni-sivil etkinliklere katılan kadın mı? Çalışan kadın da
evdeki kadın da aynı ev işini yapıyor. Ama çalışan kadının
yükü iki kat.
Tabii ki hin-i hacette, kadın
çalışsın; fıtri ilgilerine ve tabii yeteneklerine göre
çeşitli alanlarda üretime katılsın, para kazansın. Ama bu
‘arızi’ olmalı. ‘Zaruret’ hâlinde kadın iki
sorumluluğu üstlensin.
Böyle bir kombinezonda işsizlik
asgariye iner. Eve daha çok para girer, refah seviyesi
artar.”[16]
Kadının “ev hâli”ni yücelten İslâmcı erkek
ideologlar arasında Ali Bulaç’ın yalnız olmadığı kaydını
düşmeye gerek var mı?
Kadın ile erkek arasında bu coğrafyada kurulan zıtların (eşitsiz)
tamamlayıcılığı fikri, gücünü birkaç kaynaktan
almaktadır. Bunlardan ilki, dinseldir. Yukarıda da
gördüğümüz üzere, Allah, kadınlarla erkekleri
farklı (ve eşitsiz) yaratmakla kalmamış; aynı zamanda, erkeği kadın
üzerinde buyurucu kılmıştır. Kur’an’da daha ender dile
getirilen bu düşünceyi pekiştirecek devasa bir hadis
literatürü birikmiştir zaman içerisinde.
Eril üstünlüğün ikinci meşruiyet kaynağı,
“kültürümüz”e içkin oluşudur: bu
“bizim” tarzımızdır; “biz”de “bacı, ana,
evlat” olarak kadın çok önemlidir; “Ağlarsa anam
ağlar, gayrısı yalan ağlar”dır; kadın “yuvayı yapan dişi
kuş”tur; “evi ev eden avrat (kadın), yurdu şen eden
devlet”tir. Ama yine de doğrusu, “karının karnından sıpa,
sırtından sopa eksik etmemek”tir… Bir başka deyişle, kadın,
erkek için çok önemli görevleri yerine getirir, ana
olarak sıcak kucağında, dizinin dibinde büyütür onu,
dertleriyle dertlenir. Avrat olarak onun yaşayacağı yuvayı düzenler,
yedirir, içirir, yatak görevlerini yerine getirir,
hastalandığında, kocadığında ona bakar, çocuklarını doğurup
yetiştirir; ve namusuna, şerefine asla ama asla hâlel getirmez. Bu
atalarımızdan beri böyle gelmiş, böyle gidecektir. Feminizm,
kadının birey olması, özgürleşme gibi “gavur
icatları” bizi bozar yani…
Üçüncü kaynak ise, kadın-erkek ilişkilerinin
“doğallığı”na ilişkin inançtır.
Hatırlayacaksınız, söze başlarken İslâm ilahiyatçısı
Profesör Alaaddin Başar’ın, ceylan-aslan mecazı üzerinden
kurduğu kadınlık-erkeklik dikotomisini aktarmıştım. Kadın ile erkek,
doğada da zıt (ve eşitsiz) tırlar. Erkeğin doğası saldırganlık,
etkinlik, girişkenlik, mücadelecilik, kadınınki ise edilginlik,
besleyicilik, boyun eğicilik, barışçılık vb.dir.
“Doğal” nitelikleri, erkeği kadın karşısında
üstün ve buyurucu kılmakta, ona kadını denetleme yetkisini
vermektedir.. Doğa(-llaştırılmış) mecazlar(ı) (ceylan-aslan gibi)
üzerine yaslanan bu gibi kurgular, kadın ile erkek arasındaki
ilişkileri de doğalmış gibi gösteren, böyle sunan ideolojik
inşalardır.
III) EKONOMİ-POLİTİK DÜZLEM
Buraya değin sıralamaya çalıştığım kültürel ve
ideolojik münderecat, bu coğrafyada tarihsel olarak biçimlenmiş
bir zihin haritasını, Ataerki’ni vermektedir bize.
Ancak ataerki, yalnızca kültürel ve/veya ideolojik bir
biçimlenişten ibaret değildir. Bir başka deyişle,
coğrafyamızdaki eril üstünlük genellikle yapılageldiği
üzere, salt geleneklerle, kültürle vb. açıklanamaz.
Ataerki, farklı iktisadî-siyasal sömürü ve
tahakküm biçimlerine yaşarlık sağlayan bir iktidar formudur.
Bir başka deyişle, kadınlar üzerindeki eril iktidar, ancak ve ancak
bir ekonomi politikayla kaynaştığı, birleştiği zaman geçerli
olur.
Eril iktidarın kökeninden söz ederken, onun
hortikültüralist ve çobanlıkla geçinen kabile/soy
toplumlarıyla ilişkisine yukarıda değinmiştim. Başka soy gruplarından
aldıkları kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde denetim edinen
erkekler grubu, bir bakıma yeryüzünün ilk iktidar
biçimini uygulamaktaydı. Bu erkin, Ön Asya’da kurulan
erken devletlerde, yasalarla kurumsallaştığını birlikte izledik.
Kadının emeği ve bedeni denetim altında tutulmalıydı
çünkü o, mülkün sahibi olan erkeğin soyunu
sürdürecek ve mirasını devralacak oğulların
taşıyıcısıydı. Tarihin şafağında, toplumlar bir yandan efendiler ve
köleler olarak ayrışırken, bir yandan da erkeklerle kadınlar
arasındaki işbölümü, erkeğin başatlığı ve kadının
ikincilliği demirden yasalarla tesis edilmekteydi. Bu nedenledir ki
örnekler verdiğim Sümer ya da Babil yasalarının büyük
bölümü, aynı solukta efendi-köle ve erkek-kadın
ilişkileri üzerinedir. Ve bu nedenledir ki, özgür bir
erkeğin karısının cinselliği kocasına münhasır kalmak üzere
sıkı sıkıya denetim altında tutulurken, köle kadının
“namus”u, ilişkinsiz bir konudur; köleye tecavüz
etmek, onu almak, satmak, her şeyiyle kullanmak, tümüyle
serbesttir.
Sıkça vurgulanan bir konu da, kapitalizmin pek çok geleneği
geçersiz kıldığı ya da tarihe gömdüğü gibi,
kadınların ikincilliğini de lağvettiği, günümüzde kadın
sorununun neredeyse tümüyle sadece “geri kalmış”
coğrafyalarda, ya da İslâmî gelenekli ülkelerde
yaşandığını; buna karşılık Avrupa Birliği ve ABD gibi gelişmiş
kapitalist ülkelerde kadınların özgürlüklerine
kavuşmuş olduğudur. Kapitalizm kadını evinin dört duvarı
arasından kurtararak kamusal alana çekmiş, onun eğitime,
işgücüne, siyasete katılmasına olanak sağlamış, daha da
önemlisi, mücadelelerine ve taleplerine kulak vererek kadın-erkek
eşitliğini sağlamıştır.
Oysa veriler hiç de öyle söylemiyor…
Örneğin,
“ABD’nin ulusal sendika
merkezi AFL-CİO ile bir araştırma kuruluşu tarafından ortaklaşa
yürütülen bir çalışma, kadınların eşit iş
için aldığı ücretler erkeklerle aynı olsaydı, yoksulluk
düzeylerinin yarı yarıya azalacağını gösterdi. ABD
eyaletlerine göre yapılan bu araştırma, eşit ücret yasasının
kabul edilmesinden 36 yıl sonra bile, Amerikalı kadın işçilere
yönelik bu ayrımcılığın kadınlar açısından yılda 200
milyar dolarlık bir gelir kaybı anlamına geldiğini kanıtladı.
Yalnız yaşayan anneler eşit
ücret alsa idi, gelirlerinde yüzde 17’lik bir artış olurdu
ve nüfusun bu kısmında yoksulluk sınırında yaşayanların oranı
yüzde 25’ten 12’ye düşerdi. Evli kadınların eşit
ücret alması durumunda ise aile gelirlerinde yüzde 6’lık
bir artış meydana gelir ve yoksul ailelerin düzeyi yüzde
2.1’den 0.8’e düşebilirdi. Son olarak, bekâr,
çocuksuz kadınlar için eşitlik, gelirlerinde yüzde
13’lük bir artışa tekabül eder ve bu kategorideki yoksulluk
düzeyeni yüzde 6’dan 3’e
düşürürdü.
Kadınlara ödenen ücretler
dünya çapında erkeklerin aldığı ücretlerin yüzde 50
ila 80’i arasındadır. Kadınların dünya çapında
nafakalarını çıkartmak için yaptıkları
çalışmaların ve ev işlerine harcadıkları emeğin ödenmeyen
bedelinin 1995 yılında 11.000 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu
meblağda bir para ise, aynı yıl dünyada üretilen malların ve
verilen hizmetlerin değeri olan 23.000 milyar doların yarısı anlamına
gelmektedir. Kimi ülkelerde, bu arada bizim ülkemizde, kız
çocukları erkek çocuklarına oranla ev işleri için
yüzde 80 daha fazla vakit
ayırıyorlar.”[17]
Dünyada üretimin yarıdan fazlasını kadınlar
gerçekleştirmesine karşın, tüm mülkiyetin yüzde
1’ine sahip oldukları, sıkça tekrarlanan bir veridir. Bilge
Seçkin Çetinkaya’nın kaleminden izleyelim:
Biz kadınlar dünyadaki işlerin
üçte ikisini yapıyoruz, Bunun iktisadi karşılığı 11 trilyon
dolar ve nerdeyse dünya gayri safi milli hasılasının yüzde
50’sidir. Dünyadaki gelirlerin yüzde 10’unu
kazanıyoruz ve eğer bir ölçü ise ki anladığımız
kadarıyla içinde yaşadığımız hayatın en önemli
ölçülerinden biri dünyadaki mülkiyetin yalnız
yüzde 1 bize ait. Dünyada bir dolar ve altını kazanan
yoksullarının yüzde 60’ını, sayıları toplam 1.5 milyarı
bulan yoksulların yüzde 70’ini kadınlar oluşturuyor. Bu arada
ev içinde harcadığımız ve bir başka emekçiyi yeniden
sömürülmeye hazır hâle getirdiğimiz emeğin
istatistiklerde “görünmez” olduğunu belirtmekte fayda
var.
Tüm dünyada 2007’de
kadınların parlamentolarda temsil oranı yüzde 17. BBC’nin
raporlarına göre İngiltere’de en yüksek sermayeli
şirketlerin yöneticilerinin sadece yüzde 10’u kadın.
Japonya’da şirket yöneticisi kadın oranı yüzde 1.
Kaliforniya’da büyük şirketlerin karar verici
mekanizmalarında her 10 erkeğe karşı sadece 1 kadın mevcut. Dünya
ölçeğinde kadınlar yönetim pozisyonlarının sadece
yüzde 14’üne yüksek düzeyde yönetici
kadroların yüzde 6’sına
sahipler…[18]
ABD’de her yıl 4 milyon kadının şiddete uğradığı, ya da 15
saniyede bir, bir kadının dayak yediği, her yıl 700 bin kadının
tecavüze uğradığı da her 8 Mart arefesinde dökülür
gazete-dergi sayfalarına… Tabloyu tamamlamak için, dilerseniz,
Birleşmiş Milletler (BM) Kadına Karşı Şiddet Özel
Raportörü Prof. Dr. Yakın Ertürk’ün
İsveç’te şiddet gören kadınların durumunu irdeleyen
raporuna bir göz atalım:
İsveç’te son 10 yılın en yüksek şiddet olaylarının
yaşandığı belirtilen raporda, Suç Önleme ve Araştırma
Komisyonu tarafından yapılan son araştırmalara göre özellikle
kadına yönelik şiddet oranında yüzde 20 artışın söz
konusu olduğu vurgulanıyordu. “Raporda, kadın sığınma evlerinin
arttırılması gerektiğine dikkat çekilirken, kadına yönelik
şiddetle ilgili akademik çevrelerle ortak bir çalışma
başlatılması isteniyor. İsveç Polisi'nin raporda yer alan
bilgiler ışığında harekete geçmesi için
Eylül’de yapılacak İsveç genel seçimleri
beklediği üzerinde duruluyor. Kadına yönelik şiddetle ilgili
olarak ellerinde bütçe olmadığını söyleyen polis, ancak
genel seçimlerden sonra ayrılacak bütçeye göre
hareket edebileceğini söylüyor.” size="2">[19]
Şu hâlde bırakalım ABD’nin kıran kırana kapitalizmini,
İsveç’in “sosyal demokrat” kapitalizmi dahi,
kadınlara eşitlik bir yana, “can güvenliği” sağlamada
zorlanıyor.
O zaman, olan nedir?
Kanımca şu:
Kapitalizm, bilindiği üzere, bir eşitsizlikler rejimi. Üstelik
ona hayatiyet veren eşitsizliklerin tümünü kendi yaratmış
değil; kapitalizm, tarih sahnesine çıktığında insanlar arasında
mevcut eşitsizlikleri kendi rasyonelleri doğrultusunda yenide
örgütleme becerisini gösterdi.
Örneğin kır-kent eşitsizliği, topraklarını yitirerek ekmek
için kentlere göçen köylü yığınlarının,
buharla çalışan makinelerin gereksindiği işgücünü
sağlamasına olanak verdi.
Merkantilist evrede biçimlenen “metropol-çeper”
eşitsizliğiyse, doğmakta olan kapitalizme Avrupa-dışı dünyada
muazzam doğal kaynaklar, kölelik koşullarında
çalıştırabileceği sınırsız bir işgücü, zaman
içerisinde uçsuz bucaksız bir pazar sağladı.
Peki, kapitalist sistemin kadın-erkek eşitsizliğinden devşirdiği yarar
nedir?
Birkaç tane… Öncelikle, düşük statüleri,
kanaatkâr sosyalizasyonları ve haklarındaki kökü derinlerde
önyargılar nedeniyle, kadınlar, dünya ölçeğinde ucuz
işgücü kaynağını oluşturmaktalar. Dünyanın
bütün ülkelerinde, kadın ücretlerinin, hem
topyekûn olarak, hem de aynı işi yaptıkları erkeklere göre,
daha düşük olması, bunu net bir şekilde gösterir.
Bizatihî TİSK (Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu)
raporuna göre, “OECD ülkelerinin tamamında erkeklerin
ortalama ücretleri kadınlara göre daha yüksektir. Ortalama
fark yüzde15 civarında olup bazı ülkelerde yüzde20’yi
geçmektedir. Kore, Japonya, Almanya, İsviçre, Kanada ve
ABD’de erkeklerin ortalama ücreti kadınlarınkinden
yüzde20’nin üzerinde daha fazladır.”[20]
Ücret (ve genelde gelir) eşitsizliklerinin yanı sıra, kadınlar,
kayıtdışı çalışanların, yine yeryüzü
ölçeğinde çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bir fikir
vermek için vurgulayayım, Türkiye’de çalışan
kadınların yarıdan fazlası (yüzde 57.5) kayıtdışı iken erkek
çalışanlarda bu oran yüzde 37.4’tür, face="Times New Roman" size="2">[21] ve ülkemizin
bu alanda dünya standartlarını yakaladığı söylenebilir!
Şu hâlde, düşük ücretler, güvencesiz işler ve
kötü koşullarda, her türlü sosyal güvenlik
getirisinden yoksun olarak çalışmaya razı, itaatkâr
işgücü olarak kadınlar, kapitalist sistem açısından
eşsiz bir girdidir.
Ama bu kadarla kalmaz. Kadınlar, aynı zamanda ücretsiz ev
işçileri olarak da, erkek işgücünün maliyetinin
düşürülmesine katkıda bulunmaktadır. Eserip beseren, yoktan
var eden, ekmeğin ucuzunu almak için Halk Ekmek’lerin
önünde kuyruk bekleyen, akşam vakti pazardan sebze artıklarını
toplayan kadınlar, böylelikle hane halkının maliyetini
düşürmekte, ücretlerde ve diğer sosyal haklarda yapılan
kesintilerin yaratacağı toplumsal tepkileri massetmektedirler.
Bu da yetmez: evde torunlarına bakan büyükanne, hasta
ebeveynlerine ya da kayınlarına bakan, uzaktaki kaynaktan su taşıyan
gelin, devleti altyapı yatırımlarından ve sosyal bütçedeki
“yükler”den kurtararak kaynakları özel sektöre
yönlendirmede elini serbest bırakmaktadır.
Bir başka deyişle, kadınlar, “geleneksel” rol ve
yükümlülükleriyle, kârlı olmayan kamu hizmetlerini
üstlenerek, kaynak yaratmaktadır.
Kadının ikincil rolünün bir başka yönü de, onun
“tüketim toplumu”nun birincil aktörü
kılmıştır. Bedenini, evini, annelik “görevleri”ni,
“karılık görevleri”ni sınır tanımayan bir rekabet ve
tüketim oyununa dönüştürmüştür:
yeryüzündeki gündelik tüketimin büyük
bölümü kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor:
mutfak için ayrı, banyo için ayrı, salon için ayrı
deterjanları, makyaj malzemelerini, bebek-çocuk ürünlerini,
giysileri, mobilyaları, bir düşünmek yetecektir…
Bir adım daha atalım mı? “Soyulmuş muz” kıvamındaki kadın
görüntüsü, erkeklerin kıran kırana rekabet
dünyasındaki “ödül”leri olarak da sistemi
desteklemektedir. Evet, çok çalışan, patronlarına çok
kazandıran CEO’nun “ödülü”, onun
hırsının sönümlenmemesinin güvencesidir.
Ve nihayet, kadın, bedeniyle bir “iktisadî girdi”dir;
para aklama mekanizmaları aracılığıyla eninde sonunda “yer
üstüne” çıkan, legal kapitalizmin yasadışı ikizi,
kara para ekonomilerinden söz ediyorum. Mafya’nın en gözde
alanlarından birinin fuhuş sektörü olduğunu, Güneydoğu
Asya ülkelerine küçük kız çocuklarıyla ilişki
kurmak üzere turizm seferleri düzenlendiğini bilmeyen var mı?
Şu hâlde, tek şiarı “kâr, daha çok
kâr” olan kapitalist sistem, kadın-erkek eşitsizliğinden
nemalanmaktadır ve bu eşitsizliği bertaraf etme niyet ve yetisinden
yoksundur.
IV) NİHAYET
“Erkek burjuvazidir,
karısıysa
proletaryayı temsil
eder.”[22]
Şu hâlde, söze başladığımız tabloda, yani
“rüyamda karımı soyunurken gördüm, kendimi
kaybettim,” “İnternette karımın kazağına benzer kazak
giymiş bir kadın başkasıyla sevişiyordu, dayanamadım,”
“Oruçluydum, iftar vakti yemek hazır değildi, sonrasını
hatırlamıyorum…” hunharlığının gerisinde,
kültür, ideoloji ve ekonomi-politiğin birbirini payandalayarak
iç içe işlediği bir mantık yatıyor. Erkeklerin kadın(lar)
karşısında kendilerini mutlak olarak üstün ve
(öldürme/yaşatma hakkı dahil) her şeye ehliyetli hissetmelerinin
gerisinde yatan “iktidar” nosyonu, yani ataerki, her adımında
eşitsizlik üreten ve eşitsizlikleri derinleştiren bir
ekonomi-politika, kapitalizm tarafından desteklenmekte.
Bütün bunlar ne anlama mı geliyor?
Şu: Kadının kurtuluşunu hedefleyen bir perspektif, üç
düzlemde mücadeleyi göze almak durumundadır:
kültürel, ideolojik ve iktisadî-siyasal.
Bir başka deyişle, kadının özgürlüğünü ve
eşitliğini hedefleyen bir hareket, bir yandan gündelik ilişkilerimizi
biçimlendiren kültürel pratikleri dönüştürme
çabasına girmeli, bir yandan eşitsizliği meşru gösteren
bütün söylemlere karşı ideolojik mücadele
vermeli… ama aynı zamanda, kadın eşitsizliğini ve kadınların
ezilmesini kendisi için bir “girdi”ye
dönüştüren kapitalizme karşı mücadeleyi de göze
almalıdır…
Ataerkini tarihin çöplüğüne atmak, inanın başka
türlü mümkün olmayacak…
9 Şubat 2011 11:56:47, Ankara
N O T L A R
[*] 25 Şubat
2011’de Akdeniz Üniversitesi (Antalya) ‘Sosyal
Düşünce Topluluğu’nun düzenlediği söyleşide
yapılan konuşma Avustralya’da Türkiyeli Göçmenlerin
8 Mart 2011’de Mildura, 12 Mart 2011’de Sdyney’de
düzenledikleri konferansta yapılan konuşma…
[1] Simone de
Beauvoir.
[2] “Karım ve
Kızım Rüyamda Soyunuyordu, Öldürdüm”,
Cumhuriyet, 25 Kasım 2010, s.10.
[3] Özlem
Güvemli, “Erkeklerin Sevgisi Günde Üç Kadını
Öldürüyor”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2010,
s.10.
[4] “Ağustos
Ayında Onlarca Kadın Öldü”, Etkin Haber Ajansı, 6
Eylül 2010, target="_blank"> size="2">http://www.etha.com.tr/Haber/ 2010/09/05/ face="Times New Roman" size="2"> kadin/agustos-ayinda-40-kadin-
oldu/
[5] “2010’da
220 Kadın Katledildi”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2011,
s.8.
[6]
“Culture”, Social Science Encyclopedia, href="http://www.bookrags.com/tandf/culture-7-tf/" target="_blank"> face="Times New Roman" size="2">http://www.bookrags.com/tandf/
culture-7-tf/.
[7] Margaret Mead,
Sex and Temparement in Three Primitive Societies, 1935.
[8] J. G. Peristiany
(der.), Honour and Shame: The Values of Mediterranean
Society,1966.
[9] Prof. Dr. Alaaddin
Başar’dan aktaran: Ahmet İnsel, “Muhafazakâr Demokratın
Sınırı: Eşitlik”, Radikal İki, 25 Temmuz 2010,
ss.1-4.
[10] Claude Meillassoux,
Femmes, Greniers et Capitaux, Maspero 1975.
[11] Scott Coltrane,
Gender and Families, Altamira Press, 2000, s.41.
[12] Maurice Bloch,
“Ideology”, Encyclopedia of Social and Cultural
Anthropology, target="_blank"> size="2">http://www.bookrags.com/tandf size="2"> /ideology-16-tf/.
[13] Muhammed
Peygamber’in, “Eğer ben, herhangi bir kimseye başka bir mahlla
secde etmesini emretseydim, muhakkak ki, kadına, kocasına secde etmesini
emredecektim. Böyle bir emri de kocanın zevcesi boynunda bulunan
hakkının büyüklüğünden verecektim,” dediği
rivayet edilir. (Ali Arslan, Kadınlara Hitap, Hadis-i Şerifler,
Arslan Yayınları, 1973, s.193).
[14] a.y.
s.46.
[15] a.y.
s.193.
[16] Ali Bulaç,
“Kadın İstihdamı”, Zaman, 1 Mayıs 2010.
[17] Deniz
Özgür, “Rakamlarla Kadınlar”, Ürün
İnternet Gazetesi, href="http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=148" target="_blank"> face="Times New Roman" size="2">http://www.urundergisi.com/
makaleler.php?ID=148.
[18] Bilge Seçkin
Çetinkaya, “Kadınlar Yoksulların En Yoksul
Bölümü”, Birgün, 8 Mart 2010, s.4
[19]
“İsveç’te Kadınlara Yönelik Şiddet Arttı”,
Uçan Süpürge, 7 Temmuz 2006, href="http://www.ucansupurge.org/arsiv/" target="_blank">http://www.ucansupurge.org/ arsiv/ face="Times New Roman" size="2"> href="http://www.ucansupurge.org/indexa002.html?option=com_content&task=view&id=3174&Itemid=73"
target="_blank">www.ucansupurge.org/ indexa002.html?option=com_
content&task=view&id=3174& Itemid=73
[20] TİSK, OECD
Ülkelerinde Kadınlar ve Erkekler, href="http://www.tisk.org.tr/yayinlar.asp?sbj=ic&id=2698"
target="_blank">http://www.tisk.org.tr/
yayinlar.asp?sbj=ic&id=2698.
[21]
“Kayıtdışı İstihdamda Patlama”, Muhasebe Dergisi, href="http://www.muhasebedergisi.com/sosyal-guvenlik/kayitdisi-istihdamda-patlama.html"
target="_blank">http://www.muhasebedergisi. com/sosyal-guvenlik/kayitdisi-
istihdamda-patlama.html.
[22] F.
Engels.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder