Diyarbakır'a, KCK
Davasına, Gaz Bombalarına Dair / Sibel Özbudun
class="rteright">“Anlatmanın en iyi
yolu
yapmaktır.”[2]
size="3">Diyarbakır çok değişmiş. Çok ve
hızlı... Kirli savaş yıllarının, güneşin batışıyla birlikte
sokakları pürtelaş boşalan, caddeleri ıssızlaşan, hilal
bıyıklı, iri kıyım, kara gözlüklü, Rambo filmlerinden
fırlama tekinsiz arızaların cirit attığı, sizi keyfince durdurup elle
üst araması yaptığı meş’um kent yitip gitmiş. Yerine her
türlü Batı ürün ve markasının boygösterdiği
AVM’leri, lüks apartmanların boylu boyunca dizildiği geniş
bulvarları, şıkır şıkır geceleri, bohem sanatçı kafeleri,
masalarında gencecik öğrencilerin el ele, göz göze oturduğu
handan bozma kahveleri... ile bambaşka bir iklim gelmiş. Ya da şöyle
mi demeli: “Şehre film gelmiş…”
size="3">Diyarbakır hiç değişmemiş. Yine sıcak
konukseverlikleriyle sarıp sarmalıyor, ikramlara boğuyor sizi.
Yeseniz-içseniz, çoktan taşıma kapasitesini aşmış mideniz
zaten isyanlarda… “Hayır” deseniz, biliyorsunuz, en
kırılgan bir yerlerini yine kırıp dökmüş olacaksınız. Ak
tülbentli kadınlar yine heykelleşmiş acılarını taşıyor suskun
yüzlerinde. Diyarbakırlıların “qırıx”,
“Küçük generalleri” ilk takazada yüzlerini
poşulara sarıp sarmalayıp fırlıyorlar ön saflara.
Küçük dilenciler, boyundan büyük arabayı
iteklerken yükün altında yere kapaklanıp kalan çocuk atık
kağıtçı; elindeki mendil, kalem, şekerini satın almanız
için pantolonunuzu çekiştiren küçümen,
üzüm gözlü, sessiz ısrar.
Garip
duygulara kapılmamak elde değil. Bir yanda lüks otellerin lobilerinde,
marka giysilerin satıldığı mağazaların vitrinlerinde, her
türlü cep telefonu, bilgisayar, DVD, VCD, 3-G, bluetooth, MP3
çalar, LCD vb.’nin satıldığı elektronik mağazalarının
önünde birikmiş jöleli saçları diken diken
kayıtsızlık, bir yanda yediği onca gaza, onca tazyikli suya karşın
dönüp dolaşıp, KCK davasının görüldüğü
Adliye binasına bitişik Büyükşehir Belediyesi önünde
durduğu halaya yeniden katılan direnç…
KCK
davasını izleyeceğiz. Sabahın 8.30’unda Adliye
önünde hazırız. Bundan önceki duruşmaya göre ülke
içinden gelen gözlemcilerin sayısı bir hayli azalmış.
Karşılaştığımız dostlarla selamlaşıyor, kucaklaşıyoruz. Cezaevi
sevk araçları konvoyu belirdiğinde, sokakta bir dalgalanma. Tilili
çekenler, el sallayanlar, araçların peşlerinde koşanlar.
Zırhlı araçların avuç içi kadar kafesli
havalandırmalarından zafer işaretlerini görüyoruz. KCK
sanıkları halkıyla selamlaşıyor…
size="3">Güvenlik işi, söz konusu olan Kürtler olduğunda her
zaman olduğu gibi sıkı tutulmuş. Diyarbakır Adliyesi’n bu
gibi çok-sanıklı, çok-avukatlı duruşmalar
için yapılan yeni salonun koltuk sayısı kadar izleyici alınacak.
Öncelik, sayıları 15-20 kişiyi bulan yurtdışından gelen
heyetlerde. BDP görevlisinin elindeki listeden adımızı bulup ilk
polis engelini geçiyoruz. Temel’in bir önceki duruşma
tecrübesi işe yarıyor; çanta, cep telefonu, çakmak,
anahtar… hiçbir şey yok üzerimde. Bir miktar kağıt para
ve bir kimlik, o kadar…
Adliye
binasının kapısında ikinci kontrol... Bundan da “sorunsuz”
sıyrılıyoruz. Yeşil’in, Alaattin Kanat’ın jandarma himayeli
gölgelerinin hâlâ dolaştığı o loş, sevimsiz koridorda
kendini bulmak, insanın içini ürpertiyor. Temel’in
duruşmaları için gidiş gelişlerimiz düşüyor aklıma.
Yıl 1995-96 olmalı. O koridor hiç değişmemiş. Hâlâ
buz gibi soğuk ve meymenetsiz… İnsan nezarethane ne durumdadır
acaba diye düşünmeden edemiyor.
size="3">Duruşmayı izlemek için yurtdışından,
İstanbul’dan, Ankara’dan gelenler, avukatlar, sanık
yakınları, avukatlar, söyleşmeye koyuluyoruz. Kimsenin tahliye
beklediği yok. Kürtçe savunmalar konusunda mahkemeden bir esneme
bekleyen de yok…
Son
kontrol noktasını aşıp sonunda duruşma salonuna girebildiğimizde,
saat 11’i bulmuştu. Eski ve yeni Belediye başkanları, eski
milletvekilleri, DTP ve DTK’lı siyasetçiler, sendikacılar,
İHD yöneticilerinden oluşan 104’ü tutuklu 152 sanığın
hemen hepsi salonda. 200 kadar avukat da öyle. Kürsünün
arkasında salonun yansıtıldığı bir perde…
Nihayet
duruşma başlıyor. Yoklama. “Burada” yanıtlarının
tümü Kürtçe geliyor sanıklardan. Yargıç
duymazdan geliyor. Ardından avukatlar söz alıyorlar. Adliye
nezarethanesinde ısıtma olmadığını, tutuklu sanıkların buz gibi
soğukta bekletildiklerini, durumun bir naip hâkimle tespitini talep
ediyorlar. Karar: naip hâkim görevlendirilmesine ret; sanıklar
aralarda duruşma salonunda bekleyebilirler. Ekliyor yargı makamı; tüm
Türk yargı sisteminin özünü bir cümlede
özetleyerek: Tabii bu, ileride sorun çıkarsa, geri alınabilir
bir karardır…
size="3">Öyle ya, tüm “haklarımız”,
“devletlûlar”ın iki dudağı arasındaki, geri alınabilir
“lütuf”lar dizisinden oluşmuyor mu? Onun için
çok dikkatli, çok terbiyeli, çok saygılı, çok
haddini bilir yaşamların müebbet mahkûmları değil miyiz
hepimiz?
Ve
sorgular başlıyor. Sanıklar tek tek söz alacak, sorguları
yapılacak. Yargıç sorgunun Türkçe
yürütüleceğini, “bilinmeyen bir
dilde” konuşulmasına izin verilmeyeceğini hatırlatıyor.
Sanıklar tek tek söz almaya başlıyorlar.
Kürtçe…
size="3">“Sanık anlamadığım, ama Kürtçe olduğunu
sandığım bir dilde yanıt verdiğinden…” Dinleyici
sıralarından gülüşmeler: “En azından ‘bilinmeyen
bir dil’den ‘Kürtçe olduğunu sandığım bir
dil’e gelindi. Buna da şükür…”
size="3">Avukatlardan Selçuk Kozağaçlı söz alıyor.
Sorgunun dava sürecinin zorunlu bir safhası, ama aynı zamanda bir hak
olduğuna dikkat çekiyor. Sanıklardan hiç birinin
sorgulanmayı reddetmediğini, ilk kez yargıç karşısına
çıktıklarını, dertlerini şimdiye dek olduğu üzere emniyet
güçleri ya da savcıya değil de doğrudan hâkime
anlatmanın onlar için de önemli olduğunu… vurguluyor.
Kendilerini en iyi anadillerinde ifade edebilecekleri için
Kürtçe sorgu verme isteklerini, bu safha tamamlamaksızın delil
ikamesine geçilmesinin yargılama usulüne aykırı olduğu kadar
sanıkların haklarının da ihlâli olacağı…
Anadilde
sorgulamayı kabul etmemekle mahkemenin uluslar arası hukuka
aykırı davrandığı saptamasını
müdafiiler süreci tıkamamak adına, söz almayacaklarını
ifade ediyorlar.
Sorgu
devam ediyor: Kadir Yıldırım. Kürtçe.
-
Kürtçe konuşuyorsun galiba. (Yargıçların kedilerine
“Sen” hitabını hakaret sayarken karşılarındaki
sanığa “sen” diye seslenmesine hep
takılırım…)
Kadir
Yıldırım (Kürtçe) - Biliyorsun ki ben
Kürdüm.
- Kes. Sayın Avukatlar, bir
diyeceğiniz var mı? - ????
- Kürtçe konuşma
talebinize saygı duyuyoruz, ama bu yasalara aykırı…
size="3">DTK’nın İstasyon meydanında düzenleyeceği
mitingin saati yaklaşıyor. Kalkmak durumundayız. Bir minibüsle 25 bin
kadar kişinin toplandığı miting meydanına ulaşıyoruz.
Otobüsün üzerinde Ahmet Türk. Anadilinden sesleniyor
halkına. İnsanlar coşkulu.
size="3">Mitingin bitiminde otobüs önde kalabalık arkada,
Büyükşehir belediyesine doğru yola koyuluyoruz. Bir halk
yürüyüşü bu; Diyarbakır’ın yoksulları arasında
yürüyoruz. Kadınlar, gencecik öğrenciler, yeniyetmeler,
aksakallı ihtiyarlar. Yol boyu esnaf, dükkânların
önünde alkış tutup sloganlara eşlik ediyor. Kürt halkı
diline, iradesine sahip çıkıyor. DTP, DTK ortadan kalkmış, adeta.
İnisiyatif halka geçmiş durumda. Yürüyorlar,
karadüzen, ellerini kollarını sallaya sallaya, sloganlarını haykıra
haykıra. Özgürlüğe susamışlar,
özgürlüklerinin yolunu kendileri açıyorlar.
AKP il
örgütünün önünden geçerken
birkaç taşla iniyor partinin camları. Taştan daha önemlisi,
yakın zaman öncesine kadar “açılım”
söylenceleriyle bölgede “umut”ları üzerinde
toplayan AKP’ye, önünden geçenlerin gözlerinden
fışkıran öfkeyi görmek…
size="3">Belediye önüne varıyoruz. Kalabalık halaya durmuş.
Otobüsün üzerinden konuşmacılar bir bir halka
sesleniyorlar… Kürtçe, Zazaca, Türkçe…
Dayanışma ve mücadele çağrıları… Kürtçe
Enternasyonal, Herne peş, türküler, marşlar birbirine
karışıyor. Temel’i çağırıyorlar kürsüye.
Coşkulu bir konuşma: “Kürtler Kürtçe konuşur bu
insan olmanın bir hakkıdır. Dehak’a başkaldıran Demirci
Kawa’dan beri Kürtler bugüne kadar edindikleri
bütün hakları mücadele ederek kazandılar ve bundan sonra da
mücadeleye devam edecekler. Kazandıkları tüm hakları
analarının sütü gibi helaldir. Kürtlere beslediğim
hayranlık duygularımı ve Türkiyeli sosyalistlerin Kürtlerin
kaderini tayini ile dayanışmalarını ifade etmek istiyorum. Yaşasın
Kürtler, Yaşasın Kürdistan!”
size="3">Ardından DHF’den Nurten çıkıyor kürsüye.
Zazaca Dersimlilerin selamını iletiyor Amed’e. O sırada bir patlama.
Polis barikatından kalabalığın içine bir gaz bombası
düşüyor. Tam ortasına. Diyarbakır emniyetinin kullandığı
cins, Ankara ve İstanbul’dakilerden değişik galiba... İnsanın
derisini fena yakıyor.
Bir
kaçışma. Yaşlılar, çocuklar, bebelerini kapmış analar,
belediyenin yanındaki boş arsaya dalıyoruz. Dumandan göz
gözü görmüyor. Yerlere serilenler, kusanlar. “Ne
olur ne olmaz” diye yürüyüş sırasında
stokladığımız kolonyalı mendiller işe yarıyor… Fena olmayan bir
ilkyardım malzemesi.
size="3">Diyarbakır polisi salvoyu sürdürüyor: insanlara
yönelecek bir koridor bırakmadan, bir taraftan gaz, bir taraftan
tazyikli su… İnsanlar soluksuz ve sırılsıklam… Bir kadın
bağırıyor bana: “T.C.’nin Kürt halkına reva
gördüğü muameleyi görün!” Biz biliyoruz
bilmesine de… Şimdi bu can pazarında, “sen bunu ‘Yetmez
ama evet’çilere söyle;” denir mi?
size="3">Çok engelli bir koşu sonucu düze çıkıyoruz.
Alana döndüğümüzde, gördüğümüz
manzara tam bir savaş sonrası. Çocuklar kaldırımlarda taş
bırakmamışlar.
size="3">İnsanın yüreğini ısıtan bir manzara: Kalabalık yeniden
toplanmış; polisi püskürterek, ateşler yakıp halaya
durmuş… Polisler bir saate yakın çatışmanın ardından
çekilmişler.
size="3">Üzerlerine doğru gelen bir grup çocuğu gören
tepeden tırnağa teçhizatlı, gaz maskeli çevik kuvvetin
dehşetle gerileyip kalkanlarının arkasına büzülmesi,
güçler dengesi konusunda açık bir fikir veriyor aslında.
Oysa çocuklar belki gösterici bile değil, kendi aralarında
gülüşüp geçiyorlar…
Evet,
Diyarbakır yoksullarının özgürlüğe, insanca yaşama
özlemlerini haykırdıkları, içeride yargılananlara,
anadillerine sahip çıktıkları barışçıl gösteri,
göz yaşartıcı gaz ve tazyikli su kıskacına boş verip devam ediyor,
kısa bir dağılmanın ardından. “İmrenmedim,” desem
yalan…
size="3">Davanın ertesi güne bırakıldığı haberi geliyor sonra
içeriden.
Yola
koyulma zamanı. İki gündür bize yoldaşlık eden Diyarbakır
Tekel çadırının yiğit direnişçileriyle kucaklaşıyoruz.
Ve önceden ya da o iki gün içerisinde tanıdığımız,
sessiz sedasız, gösterişsiz, ama kahramanca yeni, onurlu,
özgür bir yaşamı dokuyan adsız kahramanlarla: yerel yönetim
görevlisi, dayanışma derneği çalışanı, yerel gazeteci,
tiyatrocu, ozan, seramikçi, öğretim görevlisi, parti
neferi, felsefe öğrencisi, çevirmen…
size="3">Dönüş yolunda, gözüpek avukatlar(ımız)dan
Şiar Rişvanoğlu’nun mahkemedeki o nefis savunmasından cümleler
çınlıyor kulaklarımızda:
size="3">“Kapitalizm koşullarında Kürt sorununun
çözümlenemeyeceğini biliyoruz. Bu, mahkemenizi aşar.
Burada soru, Kürt sorununda bir özgürlük alanı
açılıp açılamayacağı, sizin bu konuda, baskılara
aldırmadan üzerinize düşeni yapıp
yapamayacağınızdır.
Cunta liderlerinin yargılanması, insanlık suçlarının mahkeme
önüne getirilip mahkûm edilmesi cesur yargıçlar
sayesinde gerçekleşebilmiş, onlar özgürlük alanının
genişletilmesinde katkıda bulunmuşlardır.
size="3">Karşınızdakinin, oğlu ve kızından artakalan kemikleri
yıllar sonra teslim alıp da ‘çok şükür evlatlarıma
kavuştum’ diye sevinç gözyaşları döken anaların
toplumu olduğunu asla unutmayın, sayın yargıç.
size="3">Onlar çok seçkin bir halk. Yeryüzünde
tüm elitlerin ortadan kaldırılmasını istedikleri için
seçkinler.
size="3">Onların özgürlük menfezlerinin
açılmasına katılmanızı bekliyoruz
sizlerden…”
14 Ocak
2011 11:00:04, Ankara.
N
O T L A R
size="2">[1] Newroz, Yıl:5, No:169, 13 Nisan
2011…
size="2">[2] José Martí.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder