21 Nisan 2011 Perşembe

Eleştiri (ve İfade) Özgürlüğü: V. S. Naipaul Vakası / Temel Demirer

Eleştiri (ve İfade)
Özgürlüğü: V. S. Naipaul Vakası / Temel Demirer

class="rteright">
“Konuşulmayan şey

       size="2">tam olarak
düşünülemez.”[1]

       size="3">Neo-liberal saldırganlığın küresel planda
tökezledikçe otoriterleştiği güzergâhta dinsel
fanatizmle taçlandırılmış hassasiyet faşizminin sıradanlaşarak,
olağanlaştırıldığı bir kesitten geçiyoruz.

       size="3">Sanal demokrasi buharlaşırken; özgürlüklerin de
hayalete dönüştüğü  koordinatlarda
Voltaire’in 1770’te bir din adamına yazdığı mektuptaki,
“Monsieur l’abbé, je déteste ce que vous
écrivez, mais je donnerai ma vie pour que vous puissiez continuer
à écrire/ Bay rahip, yazdıklarınızdan nefret ediyorum, ancak
yazmaya devam edebilmeniz için hayatımı veririm,”
haykırışı yine ve bir kez daha anımsanmalıyken; Kürtçe
ifadesiyle, “Tu rêxistinek, tu serokek, tu ramanek, tu alayek, tu
axek, tu bawerî û tu partîyek her wekî din ji mirov
hê nehêjatir e/ Hiç bir örgüt, hiç bir
lider, hiç bir düşünce, hiç bir bayrak,
hiçbir toprak, hiç bir inanç, hiç bir parti vs
insandan daha değerli olamaz,” gerçeğin de altı özenle
ve defalarca çizilmelidir…

       size="3">Çünkü  eleştiri (ve ifade)
özgürlüğüne ilk sırada, “Ama”sız,
“Fakat”sız yer vermeyen hiçbir özgürlük
gerçek özgürlük olarak nitelenmeyi hak edemez…

      Bu
bağlamda ele alınması gereken, eleştiri (ve ifade)
özgürlüğü konusundaki vahim ihlâllerden olgulardan
birisi de V. S. Naipaul vakasıdır…

       size="3">SORU(N) NE?

       size="3">Hatırlayın! Hilmi Yavuz, “Yazar dostlarımız,
Müslümanları aşağılayan V.S. Naipaul’le yan yana
oturmayı nasıl içlerine sindirecekler?” diye sormuş ve
ardından büyük bir gürültü kopmuştu.

       size="3">Beşir Ayvazoğlu’nun, “Sahi, Sir Vidia bu kadar
konuşulmayı hak ediyor mu?” provokatif çanak sorusu
eşliğinde Nobel’li yazar Naipaul’un Avrupa Yazarlar
Parlamentosu’na katılımı, Müslümanların “kimlik
imhası çabalarını sömürgeci yönetimlerin
geçmişteki çabalarından daha vahim bulduğu”
şeklindeki görüşlerinin yol açtığı tepkiler
üzerine gelişi engellendi.

       size="3">Bunda Hilmi Yavuz’un kilit
rolü küçümsenmemelidir!

       size="3">Ahmet Hakan’ın haklı benzetmesiyle:
“Aktolgalı beylerbeyi Hilmi Yavuz haykırdı: “Hedef
Naipaul’dur, ilerle!”

       size="3">Yandaş  medya ortalığı tozu dumana kattı.

      Ve
sonunda Naipaul denilen “Nobel’li kefere’nin Türkiye
topraklarına girişi engellenmiş oldu.

      Ne
diyelim?

       size="3">‘Zafer inananlarındır’ mı diyelim?

       size="3">‘Gazanız mübarek olsun’ mu diyelim?

       size="3">‘Gaza’ ve ‘Zafer’ tamam da...

       size="3">Cevaplanması gereken bir soru ortada kaldı.

       size="3">Soru şudur:

      9
yıldır Naipaul’u radarında tutan, Naipaul hakkında makaleler yazan,
en son Naipaul kampanyası başlatan, televizyonlarda Naipaul ile ilgili
tartışmalara giren Hilmi Yavuz, acaba Naipaul’u okudu mu?

       size="3">Hilmi Yavuz’un Naipaul hakkında yazdığı makalelere
bakıyoruz, televizyon tartışmalarında söylediklerine kulak
veriyoruz. Vardığımız sonuç hep şu oluyor: Hilmi Yavuz,
Naipaul’u okumamış.

       size="3">Naipaul hakkında hep ikinci kaynaklardan alıntı yapıyor,
temel metinlere hiç referans vermiyor.”

       size="3">KİTABI OKUNMADI!

       size="3">İstanbul’da istenmeyen adam ilan edilen V.S.
Naipaul’un ‘İnananlar Arasında’ kitabı için
çok şey söylendi ve yazıldı. Ama görünen o ki kimse
bu kitabı okumadı!

       size="3">Acı  ama gerçek bu!

       size="3">“Dijital Çağda Edebiyat” başlıklı komisyonun
moderatörü, yazar Cem Akaş, Avrupa Yazarlar
Parlamentosu’ndaki (AYP) görevinden istifa ettiğini
açıkladı. Akaş, yaptığı yazılı açıklamada,
“Hilmi Yavuz, hayatında Naipaul okumamıştı. Gazete köşesinde
2001’de yazdığı Naipaul yazısını, Rana Kabbani adlı Suriyeli
yazarın Naipaul incelemesine dayanarak kaleme almıştı. Aynı yazıyı
2010’da, aradan geçen zaman içinde Naipaul’u yine
okumamış olarak, AYP vesilesiyle yeniden yayımladı. Cihan Aktaş,
Naipaul’u okumadığı gibi, Kabbani’yi de okumamıştı. O da
protestosunu, Yavuz’un Kabbani’den cımbızladığı alıntılara
dayanarak yaptı,” diyordu…

       size="3">Aslı  sorulursa “Hilmi Yavuz adlı şairimizin
‘entelektüel kalibresini’ de hiç okumadığı
belirtilen Naipaul hakkında söylediklerinden sonra görmüş
olduk. Kendisi bu yaklaşımı ile İslâmi kesimin fikir
özgürlüğü konusundaki temel güdülerini de
dolaylı yoldan ifşa etmiş oldu.

       size="3">Sonuçta, İslâmi kesimin ‘aydınları’ bunu
yaparsa, din adına bir sergi açılışına saldıran eli sopalı
cahil bir güruhun neler yapabileceğini tahmin etmek güç
değil. 1993’te 33 aydın ile 2 otel çalışanının böyle
bir güruh tarafından yakılarak öldürüldüğü
Sivas katliamı da burada kaçınılmaz olarak akla geliyor.

       size="3">Uzun lafın kısası, gerçekten -iddia edildiği gibi-
‘ileri demokrasiye’ doğru mu ilerliyoruz, yoksa bu kisve
altında bizim için başka şeyler mi hazırlanıyor, Türkiye
için bu sorunun önemi bizce giderek artıyor.”
face="Times New Roman" size="2">[2]

       size="3">SORU(N)LAR!

       size="3">Öncelikle Nedim Gürsel’in, “İslâmı
eleştirmek ne zamandan beri aşağılanacak ya da kabullenilmez bir
davranış oldu?” sorusunun…

       size="3">Mario Levi’nin, “Bize çok ters gelebilir ama
kendi görüşlerimizin meşruiyeti için karşıt
görüşlerin de varlığına saygı 
göstermeliyiz,” önerisinin…

       size="3">Murat Uyurkulak’ın, “Kusturica ve Naipaul gibi zatlar
risksiz bir alanda duruyor, çemkirmek rahat iş.
Yanı başımızda Kürtlerin anasını ağlatıyorlar,”
saptamasının… altı özenle
çizilmelidir…

       size="3">Kaldı  ki Ali Şimşek’in ifadesiyle de yazar,
“parazit dememiş”!

       size="3">“Hilmi Yavuz dedi diye doğru kabul ettik. Aslında V. S.
Naipaul, doğrudan ‘Müslümanlar parazittir’ dememiş.
Yani muhafazakâr-milliyetçi basının üzerine atladığı
ve pompaladığı ‘parazit’ sıfatının aslı yok.

       size="3">Naipaul, Arap olmayan Müslüman ülkeleri gezip bu
ülkelerdeki İslâmi köktencilik için
‘parazit’ demiş. Ayrıca Bülent Somay’ın ‘NTV
Soruyor’da belirttiği gibi, ‘Müslümanlığa
hakaret’ ile ‘Müslümanlara hakaret’ ayrı
şeyler. Bir grup Müslüman için parazit ifadesini
kullanması daha da ayrı…

       size="3">Naipaul vakasıyla karşı karşıyayız. Kendilerini sınıf
ilişkilerini cımbızlayan kolay bir kültürelcilikle
sarhoş eden sağ  muhafazakâr aydınlar birden Sartre
kesiliverdiler başımıza. Başta şairi azam Hilmi Yavuz olmak
üzere…”

      Bu
tür ucuzluklarla gerçekten de tartışılması gereken
“Naipaul üstüne geliştirilebilecek düzeyli bir
tartışmanın önü  kesildi. Bilgi ve
hoşgörüden yoksun mutlak ‘inanç’ ağır
bastı…”
size="2">[3]

       size="3">SALDIRGANLIK

       size="3">Naipaul’u tartışmak yerine, Ona saldırıldı; kolektif
linç  histerisi yaşandı…

       size="3">Özetle Naipaul “onur konuğu” olduğu Avrupa
Yazarlar Parlamentosu’na gelemedi. “Linç”,
“ölçüsüzlük”, “abes”
olarak nitelenmesi mümkün atmosferde bir tür
“entelektüel linç” hayata
geçirildi…

       size="3">Ezgi Başaran’ın, “Sömürge
aydını deyiminin mucidi Edward Said yaşasaydı sormak isterdim;
‘kendine Müslüman aydın’ diye de bir tip olabilir mi?
Yoksa bu bir oksimoron mudur?” sorusu eşliğinde
“Naipaul’a, yapılanların bana ‘Kuzuların
Sessizliği’ filmini hatırlattığını itiraf edeyim.

      Ha
‘Kuzuların Sessizliği’nde anlatılan Dr. Hanibal Lecter, ha
Naipaul! Dr. Lecter insan eti yiyen bir ruh hastası, bir katildir ve bir
hapishaneden diğerine özel bir uçakla taşındığı sahne
gerçekten unutulmazdır, seyrederken insanın tüyleri
ürperir..

       size="3">İneceği uçağın dört bir yanını sarar özel
güvenlik birimleri. Dr. Lecter’in yüzünde gözlerini
açıkta bırakan ama ağzını ve burnunu kapatan demirden bir maske
vardır.

       size="3">THY yetkilileri Naipaul hakkında yazılanları okumuş olmalılar
ki, “bu tehlikeli yolcuyu Türkiye’ye getirmek kolay da
nasıl koruyacağız?” diye telaşa kapılmışlar.

       size="3">Yetkililer güvenlik tedbirleri uygulamak için
organizasyonu düzenleyenleri aramışlar.

       size="3">Oysa El Beşir Türkiye’ye geldiğinde böyle bir
korku yaşanmadı.

       size="3">Soykırım suçlusu El Beşir elini kolunu sallaya sallaya
Türkiye’ye geldi ve gitti.

       size="3">Bir yazarı, bu tarz bir infazla karşı karşıya bırakmak, onu
kendini tanıyamaz hâle getirmek, korkunç bir şey. Bu manzaraya
her ne gerekçeyle olursa olsun, katkıda bulunanların samimiyetle
davrandıklarına ve meselelerinin sömürge aydını olarak
suçladıkları Naipaul’a karşı, ‘Doğu’dan, yana
tutum almak olduğuna zerre kadar inanmıyorum…

      Ey
Naipaul’a linç törenine kalemleriyle katkı sunanlar,
sorarım size, Batı sömürgeciliği döneminde, hangi
sömürge halkın kendisi de, dili de, kültürü de
yüzyıl boyunca sistemli olarak inkâr edildi?

       size="3">Hangi sömürgeci ülke, sömürgeleştirdiği
bir halkı yüzyıl boyunca yeryüzünden silmek için
yığınla proje-program tasarlayıp durdu, katliamlar yaptı?

      Ve
yeryüzünde nerede, milyonlarca insanın konuştuğu bir dil, XXI.
yüzyılda bile, mahkeme kayıtlarına ‘bilinmeyen bir dil’
olarak geçiyor?

      Bu
konulara dair yazılarınız, fikirleriniz hani nerede?”
face="Times New Roman" size="2">[4]

       size="3">Gerçekten de bu tür aslî konularda
“çıtı” çıkmayanlara ilişkin olarak Murat
Uyurkulak’ın, “Bu tertemiz ruhlu, prensip müptelası,
hayatı mazlumları müdafaa etmekle geçmiş, düzgün ve
meşru sanatçı tespit uzmanı zatlara parlamentolarında
muvaffakiyetler temenni ediyorum. Sadece Müslümanlar değil,
işçiler, emekçiler, kadınlar, çocuklar, Kürtler,
Aleviler, eşcinseller vs. de onlara çok şey borçlu!”
diye dalgasını geçtiği güruhun tutumu, olsa olsa
“entelektüel sefalet”in “hassasiyet faşizmi”
olarak adlandırılabilir.

       size="3">Tam da bu saldırganlık karşısında anımsamadan/ anımsatmadan
geçmeyelim:

       size="3">“Aydın” denen kişi çoğunluğun uydusu
değildir, haklının yanında, zayıfın savunucusudur.

       size="3">“Aydın”, kendinden başkaları için sesini
yükselten, kendi hassasiyetlerinin dışında kalanları da gözeten
kişidir.

       size="3">“Aydın”, iktidara meydan okuyarak, sorun
çıkartarak aydınlatandır.

       size="3">Aydınlığı,  çıkar hesabı bilmeden ve
korkusuzca yayma cesaretidir.

       size="3">Hakikât uğrunda her türlü fanatizme karşı
savaşı göze alandır.

       size="3">DİNSEL FANATİZM

       size="3">“Fanatizme karşı savaş” bağlamında V. S. Naipaul
konusunda çok önemli bir örnek verirsek… Ali
Bulaç diyor ki!

       size="3">“Dostumuz Hilmi Yavuz, haklı olarak İslâm dinine ve
Müslümanlara ağır hakaretler yağdıran bu sömürge
aydınını davet edenleri eleştirdi ve toplantıya katılacakların bunu
içlerine nasıl sindireceklerini sordu.

       size="3">Bunun üzerine Beşir Ayvazoğlu, Cihan Aktaş ve
birkaç duyarlı  yazar toplantıdan çekildiklerini
açıkladı. Fakat davet edenler ‘Bunda ne var, adam gelsin
dinleyelim, çoğulculuk bunu gerektirir,’ deyip olayın
vahametini küçültmeye çalıştılar.

       size="3">Mademki davet edenler dine saygılı muhafazakâr
zatlardır. Bu tür benzer olayların tekrar
yaşanmaması için genel kaideyi hatırlatalım,
Kur’an’da ele alındığı şekliyle meseleyi tahlil edelim:

       size="3">Müslümanlar zayıf oldukları Mekke’deyken,
istemedikleri hâlde müşriklerin sohbetlerine katılır, bu arada
Kur’an ve Hz. Peygamber (sas) hakkında yapılan alaycı konuşmalara
kulak misafiri olurlardı. Bu sohbetlere müdahale etme imkânları
yoktu, içleri acıyarak da olsa dinlemek zorunda kalırlardı.
Medine’ye geldiklerinde de, onlardan bir bölümü,
özellikle inancı henüz tam yerine oturmamış olup bazen kuşkuya
düşenler bu sefer Yahudi hahamlar, münafıklar veya müşrik
Araplarla sohbetlerinde benzer alaycı konuşmaları dinlerlerdi. Durum
farklılaştığından -çünkü artık Müslümanlar
güç ve kuvvet sahibi olmuştu-, artık onlarla oturmak zorunda
değildiler. İşte buna işaret etmek üzere şu ayet indi: ‘O,
size Kitap’ta: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr
edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka
söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de
onlar gibi olursunuz,’ diye indirdi.’
[5] size="3">

       size="3">Kur’an-ı Kerim, İslâm’ın kutsallarının alay
konusu olduğu sohbetlere katılmayı yasaklamakta, bu sohbetlere tanık
olanların hemen toplantıyı terk etmelerini emretmektedir. Yasaklanan,
gayrimüslimlerle sohbet, fikri alışveriş, seviyeli ve zihin
açıcı tartışma (dünya barışına, insanların huzur ve
refahına zemin hazırlayacak müzakere ve muarefe) veya faydalı beşeri
ilişki değil, İslâm’ın kutsallarının, (mesela
Allah’ın birliği, Kur’an, Hz, Peygamber’in şahsiyeti,
sahabeler, İslâm’ın hükümleri, inançları vb.
konuların) alay konusu olmasıdır. Bunun
‘hoşgörü’yle veya ‘düşünce ve ifade
özgürlüğü’yle ilgisi yoktur. Belli bir edeb
dairesi içinde her düşünce dile getirilebilir,
tartışılır. Ama alay, hakaret/tahkir, küçük
düşürme başka bir şeydir.

       size="3">Benim bildiğim, Naipaul eski Naipaul’dur. Davet edenler de,
daveti savunanlar da hepimizi fazlasıyla rencide
etmiştir.”
size="2">[6]

       size="3">Dikkat edin Ali Bulaç, “4/Nisa, 140 (ve ayrıca
5/Maide, 57-58; 6/En’am, 68.)” suretlerini refere ederek, ifade
özgürlüğünün sınırlanması gerektiği inancını
bizlere dayatan bir fanatizmi de “alay, hakaret/tahkir,
küçük düşürme başka bir şeydir”
türünden “gerekçeler”e
yaslamaktadır!

       size="3">Ancak ifade
özgürlüğü tartışması  inançlara
kurban edilemez!

       size="3">Edilirse de, ifade ve düşünce
özgürlüğünden söz etmek mümkün olamaz;
olsa olsa, “hassasiyet faşizmi”nden söz edilebilir!

       size="3"> 

       size="3">“HASSASİYET FAŞİZMİ”

       size="3">Hilmi Yavuz da, Naipaul olayında
“linç edildiği”nden söz ediyorsa da; bu fiili
linçler ülkesindeki yaygın “hassasiyet
faşizm(ler)i” için hiç uygun bir metafor değil;
“Çünkü” diyor ve ekliyor Aslı
Aydıntaşbaş:

       size="3">“Hassas milletiz ya, memlekette bir ‘hassasiyet
faşizmi’ almış başını yürüyor. İran halkını inim
inim inleten Ahmedinecat’a, Sudan’da dünyanın tescil
ettiği soykırımı organize eden Ömer el-Beşir’e tek laf
etmeyen Türk aydını, iş Hint asıllı yazar V. S. Naipaul olunca
aslan kesiliyor.

       size="3">Kolay değil, hassasiyetlerimiz var. Güneydoğu’da 3000
boşaltılmış köy, binlerce faili meçhul cinayet olsa da; asıl
Balkanlar’daki hassasiyetlerimiz o kadar kabarık ki, daha iki ay
önce Yugoslav asıllı film yönetmeni Emir Kusturica’yı yaka
paça attık memleketten…”

       size="3">Kaldı  ki Türkiye’ye gelmekten vazgeçen
Nobel Ödüllü V.S. Naipaul daha 4 ay önce
İstanbul’da bir panele katılmış ve Naipaul’u
“istemeyenler” o zaman hiçbir eleştiride
bulunmamıştı…

       size="3">Hatırlanacağı  üzere Naipaul İstanbul’da
düzenlenen ‘İstancool’ etkinliğine katılmıştı. 2010
Ajansı’nın Temmuz ayında düzenlediği panele katılan Naipaul,
kitabından okumalar yapmıştı.

       size="3">Aralarında Hanif Kureshi, Gore Vidal gibi edebiyatçıların,
Elif Şafak, Serdar Gülgün gibi yazarların da bulunduğu bu
etkinliği de 2010 Ajansı  üstlenmişti...

       size="3">Naipaul ‘A Writer’s People: Ways of Looking and
Feeling’ adlı kitabından okumalar yaptı, ‘Vogue’ İtalya
Genel Yayın Yönetmeni Franca Sozzani sorular yöneltti.
Naipaul’un söylediği hiçbir söz sıkıntı
yaratmadı. Adam geldiği gibi sessiz sedasız gitti.

       size="3">Pek seçkin, dünyayı takip eden yazarlarımızın
haberi olmadı!

       size="3">Arif Dirlik’in ifadesiyle, “Bu olayda da yeni olan bir
şey yok. Eleştirel entelektüel uğraş her zaman politik baskı ve
kültürel bağnazlık (bunun özellikle dinsel çeşidi)
karşısında savunmasız olmuştur. Baskı, farklı tarihsel bağlamlarda
farklı biçimler almıştır. Çağımız, entelektüel
özgürlükler, akılcı düşünce ve kültürel
demokrasi alanlarında yüzyıllık mücadeleyle elde edilmiş
kazanımları geriletmek isteyen kendine özgü bir
anti-entelektüalizm biçimine sahip. Bu geriye
dönüşün küresel çapta gözlemlendiğine
dikkat etmek gerekiyor: şimdi Sarah Palin biçiminde karikatürize
edilmiş olan ABD’deki Bush çetesinden, sözde
Konfüçyüs Enstitüleri’nde karikatürize
edilen Çin’deki Konfüçyüs işportacılarına,
İslâm ve Hindu tutucularından, temsil ettiklerini iddia ettikleri
karmaşık geleneklerin karikatürü hâline gelmiş olan Hilmi
Yavuz gibilerine...

       size="3">Eleştirel entelektüelin baskı görüyor
olması zaten yeterince acı  verici. Tüm bunları daha
da buruk hâle getiren, kısmen eleştirel entelektüellerin,
tüm bunların gündeme getirilmesinde oynadıkları rol... Naipaul
hadisesi tipik bir örnek teşkil ediyor…”

       size="3">Hepsi bu!

       size="3">NAİPAUL KİMDİR?

       size="3">Hayır buradan V. S. Naipaul’ün görüşlerini
benimsediğim, savunduğum sonucu çıkarılmasın!

       size="3">Naipaul’ün görüşlerini benimsediğim gibi,
şiddetle karşı çıkıp, eleştiriyorum…

       size="3">Naipaul vakasında savunduğum onun düşüncelerini
özgürce ifade edebilme
özgürlüğüdür…

       size="3">Hızla sıralarsak: Vidiadhar Surajprasad Naipaul 1932’de
Trinidad Tobago’da doğdu.

      Az
gelişmiş ülkeler üzerine kaleme aldığı eserlerle
tanındı. 

       size="3">Seçtiği temalarla dikkatleri üzerine çeken yazar
2001 yılında Nobel Ödülü’nü kazandı.

       size="3">İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak
gösterilen Naipaul, ‘David Cohen Ödülü’,
‘Booker Ödülü’ gibi birçok ödül
aldı.

       size="3">Edward Said ve Derek Walcott, Naipaul’ü yeni kolonyal
(sömürgeci) dönemi savunmakla suçlamıştı.

       size="3">Hint milliyetçiliğine de sempati besleyen bir yazar olarak
biliniyor.

       size="3">Yani “Naipaul, bu Hint kökenli İngiliz yazar,
Hindistan’dan Venezüella’nın Kuzey doğusundaki minik
Trinidad Adası’na göçmüş yoksul bir ailenin
çocuğu. Doğduğu ve üniversite öğrenimi için
İngiltere’ye gidinceye kadar yaşadığı yer de Trinidad. Yani, Hint
kökenli, Trinidadlı bir İngiliz yazardan söz ediyoruz... Peki,
neden İngiliz?

       size="3">Herhâlde İngilizce yazdığından ve kendini İngiliz
edebiyatına ait saydığından. Biyografisinde, İngiliz gazetesi The
Times’ın 2008’de yayımladığı bir listede, onu 1945’ten
o tarihe kadar en büyük elli İngiliz yazarı arasında yedinci
sıraya koyduğunu okudum. Demek ki yazarın aidiyetinde, ait olduğu etnik
köken dışında da ölçütler
olabiliyor...”
size="2">[7]

       size="3">ÖZELLİĞİ

       size="3">Gülçin Şenel’in, “Kitaplarında
İslâmı aşağılayan, İslâm’a ve
Müslümanlara hakaret eden, sömürgeci bir
yazardır,” diye betimlemeye çalıştığı yazar
aslında Edward Said’in, “Sömürgeci
aydın” tanımıyla tıpa tıp
örtüşmektedir…

       size="3">Onun için olumlu bir şey yazmam mümkün olmasa da,
onun yazma ve konuşma, yani ifade özgürlüğünü
-kendime rağmen olsa da- sonuna dek savunuyorum; buna karşı
çıkanların karşısına dikiliyorum; biliyorum, Edward Said’de
aynısını yapardı…

       size="3">Çünkü… O eleştiriyordu… Kaldı ki
“Naipaul sadece İslâm ülkelerini değil, kendi ülkesi
olan Hindistan’ı da eleştirdi,” Ömer Faruk Reca’nın
da işaret ettiği gibi…

       size="3">“V. S. Naipaul’un… kitaplar yazmak dışında
ikinci en iyi yaptığı şey insanları kızdırmaktır. Veya, İngiliz bir
gazetecinin sözleri ile ‘Gerçekleri söyleyip
düşman kazanmak.’

       size="3">Bir zamanlar en iyi arkadaşlarından biri olan Paul
Theroux’yu o kadar kızdırdı ki Theroux onu yerden yere vuran 376
sayfalık bir kitap yazdı. Başbakan iken Tony Blair’e
‘korsan’ dediği için 10 Downing Street’e davet
edilmedi.”
size="2">[8]
Vb’leri, vb’leri…

       size="3">Kötücül zekânın nasıl bir şey olduğunu
Naipaul’ün dilinde görüyordunuz. İran, Pakistan,
Malezya ve Endonezya insanlarını o “kötücül
zekâ” ile ince ince aşağılıyordu...

       size="3">Kolay mı? Sömürgeleşmiş kalifiye bir beyin,
efendisine tapan zeki ve sadık bir köle zihni vardı
Naipaul’de...

       size="3">Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir şey var... Naipaul
kimilerinin sunduğu gibi bir “İslâm eleştirmeni”
değildi. Naipaul’ün İslâm düşüncesine/
maneviyatına/ felsefesine/ doktrinine yönelik entelektüel tek bir
eleştirisi yoktu!

       size="3">Bunların yanında “Naipaul, sadece edebi eserlerinde
sergilediği sömürgeci, misantropik görüşleri nedeniyle
tartışmalı bir yazar değildi. İslâmcı radikalizmi kendince
değerlendirmek üzere, İran devriminin hemen ardından dört
Müslüman ülkeye yaptığı gezilerden derlediği ‘Among
the Believers’ (1981) Müslüman dünya’yı son
derece sığ ve aşağılayıcı biçimde değerlendiriyordu.

       size="3">Üstelik, işin peşini bırakmayıp, daha sonra, bu
ülkelere yeniden gitti ve benzer bir anlayışı sergilediği
‘Beyond Belief’ (1998) adlı ikinci bir kitap yazdı. Bu
kitapların edebi hiçbir yönü yok.

       size="3">Dahası, kimse
tartışmalı kitaplarını okumadığı için
farkında değil ama, Naipaul, bu kitaplarda sadece dindarları değil,
hoşlanmadığı tüm fikirleri aşağılamak için vesileler
buluyor. Pakistan ve İran’a ilişkin bölümlerde uzun uzun,
bu ülkelerde karşılaştığı Marksist, solcu aydınlar, alaycı
biçimde konu ediliyor…”
[9]

       size="3">NİHAYETİNDE!

       size="3">Nihayetinde!

       size="3">Zeynep Oral’ın işaret ettiği gibi oldu: “Sonunda
tahammülsüzlüğün zorbalığı kazandı.

       size="3">Herkesin içi rahat etsin: Naipaul gelmiyor.

       size="3">Daha kısa bir süre önce benzer bir olayı Antalya
Film Festivali’nde yaşadık. Emir Kusturica olayından sonra, bu
köşeden soruyordum: ‘Hrant Dink’i öldürdük,
Orhan Pamuk’a hayatı zindan ettik, Emir Kusturica’yı Sinema
Festivali’nden kovduk... Sırada ne var?’

       size="3">Meğer sırada Naipaul’a ‘istemezük’
çekmek varmış!

       size="3">Ya benim gibi düşün, ya öl!

       size="3">Baştan anlatayım derdimi: Daha önce bin kez söyledim.
Tekrarlıyorum: Benim derdim o sinemacıya, bu yazara, şuna ya da buna
yapılan haksızlıktan öte bir şey!

       size="3">Benim derdim her geçen gün, daha ırkçı, daha
dinci, daha çok şiddet üreten bir toplum olmamız!

       size="3">Benim derdim tahammülsüzlüğümüz!

       size="3">Bizim gibi düşünmeyene söz hakkı tanımamak.
Bırakın söz hakkını, yaşam
hakkı tanımamak!”

       size="3">Evet, evet “Heykelleri ucube ilan eden” Başbakan Tayyip
Erdoğan, Balkanlar’da dinlerarası uzlaşı için onlarca kez
zirve toplayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Avrupa
başkentlerinde Türkiye’de ‘farklı dinlere gösterilen
hoşgörü’yü anlata anlata bitiremeyen
Başmüzakereci Egemen Bağış, ne Naipaul ne de Kusturica aforoz
edilirken kendi mahallelerine karşı seslerini çıkarmışlar ya da
çıkarabilmişlerdir.

       size="3">Celal Üster’in “Sanatsal değil dinsel bir
linç” tespiti ile birlikte yazar Nilüfer Kuyaş’ın
“Türkiye son zamanlarda niçin müminlik
yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş
bekçiliği yapmaya başladı?” sorusuna katılmamak elde değil.
Bu soru, “Türkiye’de neden antisemitizm kaygı verici
biçimde sürmektedir?” ya da “Neden Türkiye
gayrimüslim din adamlarının öldürüldüğü bir
ülke olarak anılmaktadır,” gibi sorularla genişletilebilir.

       size="3">Naipaul tartışmasında sessiz kalan bir başka lider de CHP Genel
Başkanı  Kemal Kılıçdaroğlu’ydu.

       size="3">Oysa 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne jüri
üyesi olarak çağrılan ünlü Sırp yönetmen Emir
Kusturica’ya, 10 Şubat 1999 günü Magazin Gazetecileri
Derneği’nde verilen “yılın en iyi sanatçısı”
ödülünü aldığı toplantıda Ahmet Kaya’ya, 41
yaşında kafasına bir odun vurup öldürülen Sabahattin
Ali’ye, 17 Haziran 1951 günü bir motorla
Türkiye’den ayrılmak zorunda bırakılan Nâzım
Hikmet’e, 19 Ocak 2007 günü güpegündüz, işlek
bir caddede kurşunlayarak katledilen Hrant Dink’e ve benzerlerine
uzanan bir hunharlığın ardında eleştiri (ve ifade)
özgürlüğüne tahammülsüzlük
vardır…

       size="3">ELEŞTİRİ  (VE İFADE)
ÖZGÜRLÜĞÜ

       size="3">Evet eleştiri (ve ifade) özgürlüğü olmadı
mı; böyle olur…

       size="3">Oysa,
“Özgürlüğünüzü güvence altına
almak istiyorsanız, düşmanınızı  bile baskılardan
korumalısınız: bu görevinizi yerine getirmezseniz, o baskıya
önünde sonunda siz de uğrarsınız,” derdi Thomas
Paine…

       size="3">Oysa, “Bu dünyada bireyin özgür,
araştırıcı zihninden daha değerli bir şey olmadığına
inanıyorum. Zihnin, kimse tarafından yönlendirilmeksizin, dilediği
yönü seçme özgürlüğü uğrunda
savaşırım. Bireyi sınırlandıran ya da yok eden her
türlü düşünce, din ya da yönetime karşı
savaşmam gerekir,” derdi John Steinbeck…

       size="3">Oysa, “Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak
demektir; bu ise rüzgârı zapt etmekten daha zordur,” derdi
Gandhi eleştiri (ve ifade) özgürlüğü
konusunda…

       size="3">Oysa V. S. Naipaul vakası veslesiyle Gündüz
Vassaf’ın dediği üzere; “Özellikle ifade
özgürlüğüne ilişkin konuştuğumuz konuları, 100 yıl
önce de konuşuyor olabilirdik.

       size="3">Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her
yerinde yaygınlaşan tahammülsüzlük ortamında,
hâlâ Voltaire’in ‘fikirlerine katılmıyorum ama
ifade etmeni savunurum’ sözlerinin hatırlatılıyor olması,
uygarlığımızın günümüzdeki konumu açısından
ibret vericidir.”

       size="3">Eleştiri (ve ifade)
özgürlüğü yalnızca sözde kaldığı, siyasal
iktidarın “kendine demokrat”lığına karşı 
çıkanların susturulup kapatıldığı bir ülkede yazarın
muhalif tavırlarını koruması “olmazsa olmaz”dır…

       size="3">Çünkü her türlü kültürel ve
edebî etkinliğin esası eleştiri (ve ifade)
özgürlüğü anlamlanır.

       size="3">Bu özgürlüğün önüne
çekilen doğrudan ya da dolaylı  duvarlar yani ifade
özgürlüğüne karşı sansürün ve şiddetin
engellenmesi için öncelikle (Hilmi Yavuz gibi) “Vicdan
moderatörleri”nin
size="2">[10]
manipülasyonlarına karşı çıkılması
gerekiyor…

       size="3">“Her aykırı iddia karşısında hemen ‘mahallenin
namusu elden gidiyor’ nidasıyla çıkıp kendilerini siper
eden”lerin
size="2">[11]
işlev “zındık” ilan edilenler için cadı avlarının
önünü açan McCarthyciliği tecessüm
etmektir…

       size="3">Oysa bir yazarın, bir sanatçının ilksel işi, ne biliyor,
ne hissediyorsa, bunu sanatının kuralları içinde başkalarına
iletmektir. “Şunu söyleyebilirsin, bunu söyleyemezsin”
diye bir dayatma düşünülemez.

       size="3">Sanatçı iletmek istediğini iletmekte sonsuz
özgürse, biz hepimiz de onun ilettiği şeyi eleştirmekte
sonsuz özgürüz. Ama bunun “yaptırım”ı buraya
kadardır; yani eleştirmek! Hepsi bu ve bu kadar…

       size="3">Nedim Gürsel’in, “Bir yazar soykırımı
desteklememişse, ırkçı ve faşist değilse, demokrasi adına o
yazarın söz almasına karşı çıkamayız,” dediği
koşullarda; Levent Yılmaz’ın işaret ettiği gibi, “Bir insan
İslâm karşıtı da, Hıristiyanlık karşıtı da olabilir. Şiddet
eğilimine dönüşmediği sürece bu görüşler
tartışılabilir boyuttadır.”

       size="3">Kaldı  ki Naipaul’ün vatandaşı, yazar Hari
Kunzru, ‘Avrupa Yazarlar Parlamentosu’ndaki konuşmasında ifade
özgürlüğünün önemi vurgulayarak, “Salman
Rüşdi ve Muhammed karikatürlerindeki tartışmalardan doğru ve
fazla ışık çıktığı söylenemez. İfade
özgürlüğü, saldırganlıkların eşiğinde
duruyor” derken; Naipaul’ün toplantıya gelmemesine
üzüldüğünü belirterek ekledi:

       size="3">“Burada her türlü eğilimi, akımı konuşmak
gerekirdi. Bu toplantı da hepsine açık olması gerekirdi. ‘Şu
çeşit düşünceleri istemiyoruz’ gibi bir sesin
yükselmesi doğru değil. Kimse gücenmesin ama Hrant Dink ve Orhan
Pamuk’u burada açmak gerek. TCK’nın 301. maddesi
Türklüğe hakareti cezalandırma eğiliminde. Orhan Pamuk Ermeni
soykırımıyla ilgili röportajında bir şeyler söyledi. Hrant
Dink’in öldürülmesinden sonra katilin polis karakolunda
Türk bayrağının önünde gülümseyen polislerle
fotoğrafları yayımlandı. Hiçbir Avrupalı yazar bu tehdit altında
çalışmak istemez.”
size="2">[12]

       size="3">TEMEL İNSAN(LIK) HAKKI: ELEŞTİRİ (VE İFADE)
ÖZGÜRLÜĞÜ

       size="3">Eleştiri (ve ifade) özgürlüğü temel
insan(lık) hakkıdır; insan olmanın ve kalmanın
vazgeçilmezidir… Yani Sokrates’in ifadesindeki
üzere, “Size ne yapacağınızı söyleyebilirler, ama ne
düşüneceğinizi asla”!

       size="3">Eleştiri (ve ifade) özgürlüğünün
dinsel fanatizmin “hassasiyet faşizmi”ne kurban edilmesiyse bir
insan hakları ihlâlidir.

       size="3">Bu bağlamda egemen devletin hakları  kısıtlaması, bu
hakların kullananları  cezalandırması ya da çeşitli
sınırlamalarla kullanılmaz hâle getirmesi burjuva varoluşun
doğasına mündemiçtir.

       size="3">Eleştiri (ve ifade) özgürlüğünün
Türkiye’deki hikâyesine gelince neyin ne ve nasıl olduğu
kendiliğinden ortaya çıkar. Bir başka deyişle, coğrafyamızda
eleştiri (ve ifade) özgürlüğünü yalnızca
İslâm dinin muhafızlığına soyunmuş işgüzarlar
engellemezler…

       size="3">Mesela T.“C” Anayasası’nın 25. maddesine
göre, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine
sahiptir”. “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse,
düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz;
düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve
suçlanamaz.”

       size="3">26. maddesine göre, “Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya
toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet
resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir
almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü,
radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayınların izin
sistemine bağlanmasına engel değildir.”

       size="3">İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19., Uluslararası
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 19., Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddelerine göre uluslararası,
anayasanın 25 ve 26. maddelerinin de ulusal koruması altında olan
düşünce ve düşündüklerini ifade etme ve yayma
hakkı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Handyside v. United
Kingdom (5493/72) kararında” işaret ettiği gibi, sadece “hoşa
giden” düşünceler için değil “Devleti veya
toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız
eden” görüşler için de geçerlidir.

       size="3">Diğer taraftan ifade özgürlüğünün
işlevlerinden birisi “tartışmaya yol açması” olup
“konuşmanın huzursuzluğa yol açması ve hatta insanları
kızdırması bu işlevin doğal sonucu ve hatta gereğidir. O
önyargılara ve daha önce oluşmuş kanaatlere saldırabilir ve
düşünceyi kabul ettirmek için alışılmadık önemli
etkiler doğurabilir. Bu nedenle ve sınırsız olmamakla birlikte, ifade
özgürlüğü sadece kamusal rahatsızlığın,
kızgınlığın ve huzursuzluğun ötesinde ciddi ve somut bir zararın
var olduğunun açık ve mevcut tehlikesi gösterilmedikçe,
sansür edilemez ve cezalandırılamaz,” denmesine denir ama kazın
ayağı hiç de böyle değildir…

       size="3">Örneğin ‘BİA Medya Gözlem Masası’nın
2010’un üçüncü çeyreğine dair
hazırladığı rapora göre, düşünce ve ifade
özgürlüğüyle ilgili suçlarla yargılanan,
saldırıya uğrayan gazeteci, yazar, siyasiler ve medya kuruluşlarıyla
hapisteki korkunç boyutlardadır.
size="2">[13]

       size="3">Toparlarsak; sadece Naipaul vakası değil; bunların yanında
düşüncelerini ifade etmek isteyen üniversite
öğrencilerinin maruz kaldığı şiddetle ve yine eylem sırasında 19
yaşındaki bir genç kızın polisin tekmeleriyle bebeğini
kaybetmesiyle, cezaevlerindeki hasta tutukluların serbest
bırakılmamasıyla, duvarların arkasında yapılan işkencelerle…
baskı ve şiddet olanca pervasızlığıyla hüküm
sürüyor hâlâ topraklarımızda!

       size="3">“DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MÜ?”
DEDİNİZ?

       size="3">Siz hâlâ “Demokrasi ve özgürlük
mü?” diyorsunuz?

       size="3">Hayır, yüz bin kere hayır!

       size="3">Tekelci (sürdürülemez) kapitalizm koşullarında
eleştiri (ve ifade) özgürlüğünün
“demokrasi” dayatmalarına itiraz, karşı çıkış ve
isyan dışında hiçbir güvencesi yoktur ve olamaz
da…

       size="3">Çünkü Louis Latzarus’un dediği gibi,
“Demokrasilerde, halkı kendin yönettiğine inandırmak sanatına
politika denir”!

       size="3">Çünkü devlet-demokrasi ve özgürlük
hususundaki birtakım tarihsel hakikâtler, Lenin’in de
değindiği üzere olduğu gibi durmaktadır: “Devlet
varoldukça, özgürlük yoktur. Özgürlük
olacağı zaman, devlet de olmayacaktır”. Bu nedenle en demokrasinin
ötesine yöneltmek icap etmektedir.

       size="3">Özlenen eleştiri (ve ifade) özgürlüğü
de tam burada olacaktır…

       size="3">Hem de Walter Benjamin’in “Düşünü
kurduğu hiçbir örnek yoktur yıkıcı karakterin. Gereksindiği
şeyler de azdır, hele en az ihtiyaç duyduğu şey: Bilmek’tir,
yıkılanın yerine neyin geleceğini bilmek,” diyerek işaret ettiği
tipoloji konusunda eklediği gibi:

       size="3">“Yıkıcı karakterde, asıl heyecanı olayların gidişine
karşı duyduğu altedilemez kuşkularda bulan ve her şeyin ters
gidebileceğine her an hazır olmanın verdiği tarihsel insan bilinci
vardır. O nedenle güvenilirliğin ta kendisidir yıkıcı karakter.

       size="3">Hiçbir şeyin kalıcı olduğunu kabul etmez
yıkıcı karakter. Ama işte bu yüzden her yerde bir takım yollar
görür. Başkalarının duvarlar ve dağlarla karşılaştığı
yerde de bir yol görür o. Ancak bir yol gördüğü
içindir ki her yerde de engelleri ortadan kaldırmak zorundadır. Her
zaman kaba değil, zaman zaman en soylu şiddetle. Her yerde bir yol
gördüğü için de kendisi hep yol ağızlarındadır.
Zamanın hiçbir anı sonraki anın neler getireceğini bilemez. Var
olanı yıkıntıya çevirir bu karakter, yıkıntı olsun diye değil,
tersine bu yıkıntıdan geçecek yolu açmak için.

       size="3">Hayatın yaşanmaya değer olduğu duygusu içinde yaşamaz
yıkıcı  karakter, intihar etmek zahmetine değmez diye yaşar
sadece…”

      3
Mart 2011 22:33:54, Ankara.

       size="3">N O T L A R

       size="2">[*] Güney Dergisi, No:56, Nisan-Mayıs-Haziran
2011…

       size="2">[1] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel
Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534,
2’inci baskı, 1986, s.194.

       size="2">[2] Semih İdiz, “İslâmi
‘Aydınımıza’ Voltaire’i Öneririz”, Milliyet,
27 Kasım 2010, s.21.

       size="2">[3] Celal Üster, “Allah Akıl Fikir
Versin...”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2010, s.19.

       size="2">[4] Orhan Miroğlu, “Oryantalizm ve
Edebiyat”, Taraf, 25 Kasım 2010, s.11.

       size="2">[5] 4/Nisa, 140; ayrıca bkz. 5/Maide, 57-58;
6/En’am, 68.

       size="2">[6] Ali Bulaç, “Hiç Davet
Edilmemeliydi”, Zaman, 25 Kasım 2010, s.27.

       size="2">[7] Ataol Behramoğlu, “Güney, Kaya,
Naipaul...”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2010, s.6.

       size="2">[8] Metin Münir, “Kızdırma Ustası
Naipaul”, Milliyet, 25 Kasım 2010, s.10.

       size="2">[9] Nuray Mert, “Naipaul Kavgası ve
‘Demokratlar’…”, Hürriyet, 27 Kasım 2010,
s.31.

       size="2">[10] Leyla İpekçi, “Naipaul, Lübnan
Ermenileri, Başbakan, Sanatçılar, vs...”, Taraf, 26 Kasım
2010, s.5.

       size="2">[11] Şükrü Ergin, “Ömür
Biter Zındıklar Bitmez”, Radikal, 29 Kasım 2010, s.31.

       size="2">[12] “Bu arada simultane çevirmenin,
‘Ermeni soykırımı’ sözünü ‘sözde
Ermeni soykırımı’ diye çevirme işgüzarlığı da
günün tuhaflıklarından biri olarak kaldı.” (Cem Erciyes,
“Parlamento’dan Tam Özgürlük
Çağrısı”, Radikal Hayat, 26 Kasım 2010, s.11.)

       size="2">[13] “İsim İsim Yargılanan Gazeteci, Yazar ve
Siyasetçiler”, Bianet, 29 Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder