31 Temmuz 2011 Pazar

Mühendislik, Mimarlık ve Planlamada +İvme Dergisi Ankara Bürosu Yeni Adresi

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7180>Mühendislik, Mimarlık ve
Planlamada +İvme Dergisi Ankara Bürosu Yeni Adresi</a></h1><p
style="text-align: center;"><img
src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/ivme_logo_0.jpg" align="middle"
/></p><p>İstanbul Şişli'nin ardından 30 Mayıs 2009 tarihinde dergimizin
ikinci bürosu olarak açılan Ankara büromuz, hızla artan
örgütlülüğünün mekansal ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına
aynı binanın teras katına taşınmıştır.</p><p>Birlikte düşünmek,
birlikte üretmek ve birlikte paylaşmak üzere tüm devrimci, demokrat,
yurtsever meslektaşlarımızı yeni büromuzda ağırlamaktan mutluluk
duyarız.<br /><br /><strong>Yeni Adresimiz:</strong> <br />+İvme Dergisi
Ankara Bürosu <br /> Kocatepe Mah. İnkılap Sok. Devrim Apt. <br />No:24/18
<br />Kızılay ANKARA</p><p><strong>İvme Dergisi</strong></p>

29 Temmuz 2011 Cuma

Toplumsal Şiddet ve Linç Kültürü / Ahmet Yapar

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7179>Toplumsal Şiddet ve Linç
Kültürü / Ahmet Yapar</a></h1><p>"(...) Şiddet toplumsal değişimlere
yol açmaz,<br />toplumsal değişimler şiddetten yararlanır.<br
/>Şiddetin yöntemleri ise ekonomik gelişme düzeyine<br />göre
farklılıklar gösterir."<br />(Marks)<br />"(...) Siyasal şiddet,
tarihin ateşleyicisi değil,<br />yaratıcısıdır. Her türlü siyaset
şiddet<br />her şeyden önce ekonomik koşullara bağlıdır."<br
/>(Engels)<br /><br />Şiddet, bir amaç uğruna gidilen yolda öne
çıkılan tüm engelleri ortadan kaldırmak için kullanılan bir
yöntemdir. Sert bir yöntemdir... Kanlı bir yöntemdir...<br /><br
/>Şiddeti, en genel anlamıyla farklı sınıfların bakış açısına
göre çeşitli şekillerde değerlendirmek mümkün ancak bunu bu yazı da
yapmayacak ve yaşanan son olayların ışığında sadece şiddetin
kör/amaçsız ve egemenlerin halkı birbirine kırdırmanın bir yolu olarak
kullanmasını ele alacağız...<br /><br />Şiddet bugün, hem iktidarın
hem de onun borazanı medyanın ağzı ve düzenin "hatırı sayılır"
bilim adamları(!) ve sosyologlarının(!), bilimsel(!) düşünceleriyle
"toplumumuzun yok sayılamaz bir gerçeği" olmuş durumda.<br /><br
/>Ortada "yok say›lamaz" bir durum oldu¤u muhakkak... Ancak bu
gerçekliğin, yukarıda adlarını saydığımız şüreka tarafından
nedenlerinin ortaya konuluşunda bir sakatlığın olduğu da...<br /><br
/>Şiddetin her yerde yapılabilecek tanımıyla başlayalım... "Kişi ya
da kişilerin, kurum ya da kuruluşların birbirlerine ya da yaşanılan
doğa, hayvanlar ve diğer<br />yaşam koşullarına karşı uyguladıkları,
bilinçli olarak yapılan çeşitli amaçlar adına çıkar elde etmek,
onlara karşı üstünlük ya da hakimiyet kurmak, istenilen<br />hal ve
hareketlerin elde edilmesini sağlamak, imtiyaz ya da ayrıcalık sağlamak,
saygınlık ya da sevgi kazanmak, kısacası maddi ve manevi çıkar ve
menfaatlerin<br />elde edilmesini sağlamak amacını güden fiziksel,
psikolojik, sözlü davranışların tümü..."<br /><br />Bu tanım, ya da
muadili tanımlar, kavramı en genel anlamda açıklıyor gözükse de,
sınıfsal temellerinden soyutlanmış olduğundan eksik ve yanıltıcıdır.
Ve çok önemli bir nokta da, şiddeti maddi temelleriyle değil de,
idealistçe açıklayan bu tanımların insanı yanıltan ve burjuvazinin
dezenformasyonuna zemin hazırlamasıdır. Anlı şanlı sosyologların,
bilim adamlarının, profesörlerin, toplum psikolojisi üzerine ahkam kesen
psikologların ve bilcümle entelektüelin TV ekranlarına arz-ı endam
ederek döktürdüğü her şey bu nedenle bilimsel değildir, idealist
bakış açılarının veya art niyetlerinin ürünüdürler.<br /><br
/>Konumuzu oluşturan kör şiddeti bir eylem biçimi olarak bireyin
dünyasında var eden nedenlerin başında ilgisizlik, yalnızlaşma,
belirsizlik, korku, endişe ve güvensizlik gösterilmektedir. Günümüz
insanını bu karanlık atmosfere iten nedenlerin temelinde kuşkusuz
kapitalizm ve onun getirdikleri yer almaktadır. Sistem tarafından bir
üretim aracı olarak betimlenen birey, bastırılan duygularını açığa
vurarak, kendini ifade edecek alan buldu¤u anda, o ana kadar karıncayı
bile incitmemiş olmasına rağmen, şiddeti bir "ifade biçimi" olarak
görebilmekte, daha doğrusu buna itilebilmektedir.<br /><br />Tüm bunların
yanında hızlı nüfus artışı, çarpık kentleşme, göç, etnik ve dini
ayrımcılık, çarpık toplumsal ve ekonomik ilişkiler, medya,
milliyetçilik, ilkel töreler, yoksulluk ve daha ilkokul kitaplarında
ayrımcılığı beyinlere kazıyan devlet de, şiddete ve suça neden olan
unsurların arasında yer almaktadır.<br /><br />Bu durumu
toplumsallaştırdığımız zaman şöyle bir gerçeklik çıkıyor
karşımıza; şiddet, yaratma gücünün karşısında
"devletleştirildiğinde" somutlaşır, ete kemiğe bürünür ve
milliyetçilik refleksi ile belli bir renk kazanır. Bunun adı da bellidir,
kitlesel kör şiddet ya da kısaca linç.<br /><br />Ülkemizde refleks
olarak kabul gören tepkinin şiddete dönüştürülmesi, linçlere,
katliamlara yol açması devletin geleneğinde olan bir durumdur. Bu ülkenin
kaderinde var olmayan, sürekli yaratılan ve "milletin haklı tepkisi…
milletin tepkisini kontrol edemeyiz…" gibi söylemlerle
meşrulaştırılan bir kurgudur.<br /><br />Birileri bir şeyler yazar ve
arkasında başka işler çevirir. Devlet, kendi ideolojisini savunmak için
yarattığı küçük devleti bu kurgularla,<br />kıyımlarla besler.
Yıllardır bu meşruluğu bir devlet politikası haline getiren,
dönüştürenin adı hep aynıdır: Oligarşi.<br /><br />Oligarşinin
yarattığı olay aslında birbirinden bağımsız ve kopuk hikâyeler
değildir. Cumhuriyet tarihiyle hemen hemen aynı yaflta olan bu olaylar
yıllardır sistematik olarak linç kültürünü geliştirmeye
çalışıyor. Linç olgusu satırla, bıçakla, silahla, sopayla yalım
yalım soluyan, ağzından salyalar akarak pusuda<br />bekleyenler için
kaçınılmaz fırsattır. Çünkü bu savaş hali onlar için rahatlama,
kahramanlaşma, övünç kaynağı haline dönüşecektir. İçlerinden bir
kaçı da bu işten ciddi paralar kazanacaktır.<br /><br />Vatan millet
edebiyatıyla göğsü şişen fakat dolup taşamayanlar, kendi
topraklarında yaşamalarına tahammül etmedikleri, edemedikleri kimliklere
ve sınıflara karşı ciddi bir boşalım ve haz duygusu içinde olacaklar
ve ileride çocuklarına armağan edecekleri kıyım hikâyeleri
biriktireceklerdir! Kimileri de kendilerini<br />ifade etme, kendilerini
kanıtlama aracı olarak oligarşik kurgunun içinde kendini bulacaktır.<br
/><br />Şiddetin en aza indirildiği bir toplumun inşa edilmesi; eğitim,
kültür ve gereken sosyal koşulların yaratılmasıyla mümkün
görünmektedir. Yalnız kapitalizmin hakim olduğu bizim gibi ülkelerde bu
hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Bu en başta sınıfsal olarak
mümkün değildir, eşyanın tabiatına aykırıdır.<br /><br />Öte yandan
şiddet, linç ve suç olguları gerici-faşist iktidarların işine
gelmektedir. Devlet böylelikle halk üzerinde kendi hegemonyasını, kendi
gücünü göstermekte, halkı susturmakta, halkı korkutarak belli bir
baskı oluşturmaktadır. Böylelikle o istediği zaman, düğmeye bastığı
zaman kitlesel bir karmaşa ve kaos oluşacaktır ve aynı coğrafya
üzerinde yaşayan halkları birbirine kırdıracaktır. İnsanlar beraber
yaşadığı müddetçe, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya
çıkardığı çeşitli sosyal çelişkiler, uyumsuzluklar bulundukça suç
ve şiddet de her zaman var olacaktır. Suçu oluşturan fiiller zaman ve
ortama göre değişiklik gösterse de ortaya çıkan fotoğraf hiç
değişmeyecektir. Örneğin bugün suç sayılan pek çok davranış
geçmişte vatanseverlik göstergesi<br />olarak tanımlanmaktadır. Keza
bugün suç sayılmayan bazı fiiller de geçmişte en ahlâk dışı
hareketler olarak sayılmaktaydı.<br /><br />Bugünün iktidarı tarafından
çerçevesi çizilen suç kavramının kapsamına giren bir şiddet eylemi,
yarın başka bir iktidarın rötuşuyla kahramanlık sayılabilir. Ya da
şiddeti uygulayan tarafın iktidar olması halinde bu eylem devletin meşru
yaptırımı haline dönebilir. Yine bu noktada her devlet kendi bekasını
korumak<br />için şiddete başvurabilir, kendine yönelik şiddet
eylemlerini suç sayabilir. Bugün demokrasi mücadelesi verenlere terörist,
eylemlerine de terörizm denildiği gibi...<br /><br />* * *<br /><br />Bu
durumu örneklemek için son dönemlerde yaşanan linç hareketlerinden sonra
devlet yetkilileri tarafından yapılan açıklamalara ve basında çıkan
haberlere kısaca bakalım;<br />"İstanbul'daki 30 Ağustos (2009) Zafer
Bayramı kutlamalarında Lübnan'a asker gönderilmesini protesto eden
öğrencilerin açtığı pankart, linç girişimine neden oldu. Bu olayın
hemen ardından İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ın,
'Gerekli ve güzel bir tepki' sözleri tartışma yarattı."<br /><br
/>"Edirne'de, arkadafllarının tutuklanmasını ve ABD'nin İncirlik
Üssü'nü protesto eden gençlerin linç girişimine maruz kalmasıyla
ilgili açılan davada ilginç gelişmeler yaşanıyor. Mağdurlarından
ikisi, 'Yaşasın Dev-Genç' diye slogan attıkları için 'terör
örgütü propagandasından' tutuklanırken, linç girişiminde bulunan
sanıklar tutuksuz yargılanıyor. Savcının yeterli önlem almadıkları
iddia edilen polisler hakkındaki soruşturma talebiyse önce Edirne
Valiliği'nden, ardından idare Mahkemesi'nden döndü."<br /><br
/>"Edirne'de Trakya Üniversitesi öğrencisi ve Edirne Gençlik Derneği
(EGD) üyesi üç genç, 'terör örgütü propagandası'ndan 17 Aralık
2009'da tutuklandı. Tutuklamaları protesto için 27 Aralık'ta
Saraçlar Caddesi'nde toplanan EGD'liler 'İncirlik kapatılsın',
'Amerika defol demek suç değildir' diye slogan atarak imza topladı. O
sırada toplanan bir grup göstericilere 'Apo' nun piçleri yıldıramaz
bizleri' diye bağırarak saldırdı. Polisin linç girişimine karflı
yeterli önlem almadığı ileri sürülürken, 'korunmak için'
gözaltına alındıkları söylenen üç eylemci daha sonra tutuklandı.
Tutuklu mağdur sayısı beşe çıkarken linç girişiminde bulunanların
tümü de serbest kaldı."<br /><br />"Trabzon'da yaşanan linç
girişimi sonrası Başbakan Erdoğan olayı bayrak ve İstiklal Marşı
hassasiyetine bağladı ve, 'Halkımızın hassasiyetleri vardır. Birşey
yapıldığında, bu hassasiyetleri dikkate alarak yapmak gerekir.'
dedi."<br />"Rize'de TAYAD'l›lara yönelik linç girifliminde, ilin
valisi Enver Salihoğlu: 'Vatandaş tahrik oldu.' Milletvekili
Abdülkadir Kart: 'Devlete ve millete bağlı Karadeniz insanı gerekli
dersi vermiş.'<br />Belediye Başkanı Halil Bakırcı: 'Minibüsçü
tartışması sandım.<br />TAYAD'lılar olduğunu bilsem, inip ben de
vururdum.' MHP<br />Genel Baflkan Yardımcısı Mehmet Fiandır:
'Demokratik tepki.'<br />dedi."<br />"Bir dönem bu coğrafyada
başbakanlık yapmış birisinin "Kurşun atan da kurşun yiyen de
kahramandır." demesi; yine bir dönem başbakanlık, daha sonra
cumhurbaşkanlığı yapan birisinin "Tespih çekenle tetik çekeni bir
tutamazsınız ve bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz."
demesi; son olarak,<br />mevcut iktidarın başbakanı ve her konuşmasında
demokratikleşmeden, birlikte yaşamaktan dem vuran Tayyip Erdoğan'ın
'Vatandaşlarıma sabır tavsiye ederim, ama tabii sabır nereye kadar.'
demesi…"<br /><br />Bu haberler sadece son birkaç yıl içinde öne
çıkanlardır…<br />* * *<br />Son 5 yılda yaşanan linç girişimlerine
baktığımızda;<br />- 6 Nisan 2005: Trabzon'da bildiri dağıtan
TAYAD'lı gençler linç edilmek istendi.<br />- 10 Nisan 2005: 4
TAYAD'lı gencin tutuklanması üzerine Trabzon'da basın açıklaması
yapmak isteyen TAYAD'lılar yine linç edilmek istendi.<br />- 12 Nisan
2005: Sakarya'da, TAYAD'lılara yapılan saldırıları protesto etmek
için bildiri dağıtan 5 genç yüzlerce kişi tarafından linç edilmek
istendi.<br />- 21 Ağustos 2005: İzmir Seferihisar'da 5 Kürt genci
PKK'li diye linç edilmek istendi.<br />- 6 Eylül 2005: Gemlik'te
yapılması planlanan ve izin verilmeyen mitinge katılmak için yola çıkan
otobüsler Bozüyük'te ülkücülerin saldırısına uğradı.
Otobüslerdekilerin diri diri yakılmak istendiği olaylarda yüzlerce kişi
yaralandı.<br />- 31 Aralık 2005: Artvin'de bildiri dağıtan iki
TAYAD'lı genç dövüldü.<br />- 31 Mart 2006: Sakarya
Üniversitesi'nden dokuz öğrenci, Çark Caddesi'nde duvarlara Mahir
Çayan ile ilgili afiş asmaya çalışırken 2 bin kişinin saldırısına
uğradı.<br />- 8 Nisan 2006: Isparta'da bildiri dağıtan gençlere
PKK'li oldukları iddiasıyla linç girişiminde bulunuldu.<br />- 12
Mayıs 2006: Mersin'de bildiri dağıtan TAYAD'lılar ülkücülerin
saldırısına uğradı.<br />- 29 Ağustos 2006: Konya'nın Bozk›r
ilçesinde Kürt inşaat işçilerine yönelik linç girişimi başlatıldı.
Bir işçi linç girişiminden son anda kurtarıldı. 25 kişi ilçe
dışına çıkarıldı.<br />- 30 Ağustos 2006: İstanbul'da 30 Ağustos
kutlama törenle rinde 4 genç 'İsrail Askeri Olmayacağız!'
pankartını açtı. Polis bunları 'vatan haini' diyerek hedef
gösterdi. Bunun üzerine 4 genç linç girişimine maruz kaldı.<br />- 7
Eylül 2006: Sakarya Akyazı'da bir çay bahçesinde MHP'liler fındık
işçilerine "Sizler PKK'lisiniz", "Terörist Kürtler" diyerek
saldırdı. 4 Kürt işçi gözaltına alındı.<br />- 5 Haziran 2007: Ahmet
Kaya tişörtü giydikleri ve Özgür Gündem Gazetesi okudukları için
Diyarbakırlı iki işçi, 500 MHP'li tarafından linç edilmek istendi.<br
/>- 30 Aralık 2007: Polisin Sakarya'da PKK sempatizanı olduğu
iddiasıyla gözaltına aldığı 20 kişi muayene için götürüldükleri
Erenler Sağlık Ocağı önünde linç edilmek istendi.<br />- 27 Nisan
2008: 'Barış ve Kardeşlik şöleni' düzenleyen DTP'lilere
ülkücüler saldırdı, 65 yaşındaki Ebubekir Kalkan kalp krizi geçirerek
yaşamını yitirdi.<br />- 3 Eylül 2008: Mersin Tepeköy Beldesi'nde
şeftali toplamaya giden çoğu kadın 150 Kürt işçi, belde sakinlerinin
saldırısına maruz kaldı.<br />- 15 Haziran 2008: Kocaeli'nin Gebze
ilçesinde 12 Kürt işçi 13 Haziran akşamı bir kadına sözlü tacizde
bulundukları iddiasıyla linç girişimine maruz kaldı.<br />- Ekim 2008:
Balıkesir'in Ayvalık ilçesinin Altınova beldesinde gençlerin sözlü
sataşmasıyla bafllayan ve 2 kişinin ölümüyle sonuçlanan kavganın
ardından yaşanan olaylarda, beldede yaşayan Kürt yurttaşların evleri
taşlandı, işyerleri talan edildi, arabaları yakıldı. Linç edilmek
istenen Kürtler, ülkücü grupların provokasyonuyla olayların
büyüdüğünü belirttiler.<br />- 19 Mayıs 2009: Son dört yılda 6 kez
Kürtlere yönelik linç girişimine sahne olan Sakarya'nın Akyazı
ilçesinde günlerce devam eden gerginliğin ardından, Kürt fındık
işçilerine yönelik saldırı oldu. 1 işçi öldürülürken, 2 işçi de
yaralandı. Kürt işçilerin ilçeyi terk etmesine yönelik baskıların
olduğu belirtilirken,<br />Sakarya Valisi Hüseyin Atak ise saldırıların
kendilerini de üzdüğünü söyledi.<br />- 20 Ağustos 2009: Sivas
Cumhuriyet Üniversitesi'nde okuyan Gençlik Federasyonu üyesi 28
öğrencinin yargılandığı Erzurum'da,<br />basın açıklaması yapmak
isteyen TAYAD üyelerine<br />ülkücüler ve polisler birlikte saldırdı.
Ülkücülerin kendilerine sıradan vatandaş görüntüsü vermeye
çalışması dikkat çekti.<br />- 6 Ekim 2009: Taksim Meydanı'nda
yapılan IMF ve Dünya Bankası protestosuna polisin müdahalesi sert
olurken, bazı 'hassas vatandaşlar' durumdan vazife çıkardı ve
yakaladıkları göstericileri sopalarla dövdü. Göstericiler, olay yerine
gelen polisten de dayak yediler.<br />- 25 Ekim 2009: Konya'da DTP il
binasına taşlı saldırıda bulunan ülkücü grup, binanın cam ve
kapılarını kırdı. Sloganlar atan yaklaşık 150 kişilik grup, DTP il
binasını akşam saatlerine kadar ablukaya aldı.<br />- 13 Kasım 2009:
Tekirdağ'ın Hayrabolu ilçesinde Kürtçe konuştukları gerekçesiyle
linç giriflimine maruz kalan işçilerden 2'si ağır olmak üzere 6'sı
yaralandı.<br />- 17 Kasım 2009: Afyon Kocatepe Ünversitesi'nde bir grup
ülkücü, Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü öğrencisi Ali
Canan'ı "Hakkarili" olduğu gerekçesiyle dövdü.<br />- 22 Kasım
2009: İzmir'de DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ü karşılayan konvoya
ülkücülerin saldırması üzerine gelişen olaylarda, aralarında kadın
ve çocukların da bulunduğu 20'yi aşkın kişi yaralandı, yüzlerce araç
hasar gördü.<br />- 26 Kasım 2009: Çanakkale'nin Bayramiç ilçesinde
yaklaşık 2 bin 500 kişi Kürtlere linç girişiminde bulundu. Kürtlerin
yaşadığı Harmanlık Mahallesi önünde toplanan binlerce kişi Kürtlerin
ilçeyi terk etmesini istedi. İhlâs Haber'in olayları "Polise
saldıran 4 kişi halk tarafından linç edilmek istendi." başlığıyla
duyurması dikkat çekti.<br />- 13 Aralık 2009: DTP'nin kapatılması
kararını protesto için düzenlenen basın açıklaması ve yürüyüş
sırasında, ellerinde demir sopalar, döner bıçakları ve ateşli silahlar
olan bir grup, protestoculara saldırdı. Saldırgan ülkücüler, iki
kişinin yaralanmasına neden oldular.<br />- 15 Aralık 2009: Muş
Bulanık'ta DTP gösterileri sırasında göstericilere otomatik tüfekle
ateş eden Turan Bilgen, 2 kişinin ölümüne, 7 kişinin yaralanmasına yol
açtı. Bilgen'in Jitem ile bağlantılı ve korucu olduğu iddia
edilirken, babasının da MHP Bulanık ilçe örgütü kurucularından
olduğu belirtiliyor.<br />- 27 Aralık 2009: Edirne'de, Trakya
Üniversitesi'nde okuyan Edirne Gençlik Derneği üyelerinin
"yasadışı örgüt propagandası "yaptıkları gerekçesiyle
tutuklanmalarını protesto edenlere yönelik linç girişiminde
bulunuldu.<br />- 3 Ocak 2010: Edirne'de tutuklamalara ve linç girişimine
karşı açıklama yapmak için İstanbul'dan giden Halklar ve
Özgürlükler Cephesi üyelerine karşı linç girişimi yaşandı.<br />- 3
Ocak 2010: Erzincan'da Edirne'de yaşananları protesto etmek isteyen
üniversite öğrencileri, linç girişimine maruz kaldı.<br />- 5 Ocak
2010: İki liseli gencin kavgası, Mersin'in Akdeniz ilçesine bağlı
Kazanlı Mahallesi'nde Arap-Kürt kavgasına dönüştü. Altı kişi
yaralandı.<br />- 6 Ocak 2010: Manisa'nın Selendi ilçesinde 35 yıldır
yaşayan Romanlara, bir kahvehanede sigara içilmesi yüzünden çıkan
tartışmayı bahane eden binlerce kişi saldırdı. Evlerini ve
araçlarını ateşe verdi. Romanlar ilçeyi terk etmek zorunda kaldı.<br
/>- Temmuz 2010: Hatay ve Bursa'da yaşanan son olaylar; İnegöl'de
önceki gece borç meselesiyle başlayan olaylar, provokatörlerin
kışkırtmasıyla Kürt-Türk kavgasına çevrilmeye çalışıldı. 15
aracın tahrip edilip yakıldığı olaylarda 39 kişi gözaltına
alınırken 20 polis yaralandı. Hatay'ın Dörtyol ilçesinde polis<br
/>aracına yapılan saldırıda 4 polis öldürüldü ve ardından
Kürt'lere yönelik linç girişimleri başladı.<br /><br />... Bu
haberler çeşitli haber sitelerinden derlenmiştir.<br />* * *<br />Tanıl
BORA Türkiye'nin Linç Rejimi adlı kitabında şöyle diyor:
"Tarihimizde pek çok örneği bulunan, bugün de gayet olağan bir
şekilde sürüp giden linçler silsilesi, Türkiye'de sürekli bir linç
rejiminin varolduğunu düşündürüyor. Hepsinin bahanesi ya da hedef
aldığı kesimler, isimler birbirine benziyor.<br />Bunlar eskiden
azınlıklar, daha yakın zamanda Aleviler, komünistler olurdu. Şimdilerde
linç, PKK'yı bahane ederek Kürtlere yöneliyor. Linçleri besleyen tarih
anlatısı, 'milli' eğitimden itibaren resmi ağızlarca
yaygınlaştırılan düşmanca, ırkçı-etnisist söylemler
barındırıyor. Yaşanan linç girişimlerine bunların izdüşümleri
olarak da bakılmalı." Günümüzde egemen sınıfın dışında sayılan
her sınıf, kimlik, mezhep... herkesten ve her şeyden soyutlanarak birer
suçlu<br />haline dönüştürülüyor. Doğduğu günden öleceği ya da
öldürüleceği ana kadar ayk›r› bir hale büründürülüyor, medya
tarafından da öyle gösteriliyor. Devlet kendi baskısını, gücünü
güçlendirmek için sömüreceği, kullanacağı kimliği, sınıfı,
mezhebi belirlemiş oluyor. Bu ister bir Rum, ister Alevi, ister Ermeni,<br
/>ister Kürt olsun fark etmez. Milliyetçilik kisvesi dışında kalan her
ırk, sınıf, kimlik devletin, oligarşinin bir gün katledeceği potansiyel
suç makineleridir!<br />Örneğin, 6 – 7 Eylül olaylarıyla
popülerleşen linç kültürü, 12 Eylül 1980'de artan terör
eylemleriyle devam etti. Devletin otoritesinin sarsıldığı öne
sürülerek girişilen şiddeti şiddetle bastırma politikasının suçu
önlediği ve toplumu özlenen huzur ortamına kavuşturduğu savunulurken
devletin hanesine yüzlerce resmi cinayeti işlemekten başka işe yaramadı.
Etnik kimlik ayrımcılığı tavan yaptı. O dönem idam cezası verilen 517
kişiden 49'u infaz<br />edildi, 171 kişinin işkenceden öldüğü
belgelendi. Onlarca kişi cezaevlerindeki uygulamaları protesto etmek için
yapılan açlık grevlerinde yaşamını yitirdi. "Kaçarken"
vurulanların, "çatışmada" ölü ele geçirilenlerin, "intihar"
edenlerin sayısı yüzlerle ifade ediliyordu. Tüm bunların yanında
dönemin yarattığı korku ve baskı ortamı geniş vadede pek çok insanı
suça ve şiddete yöneltti. Yani devlet, özlenen huzur ortamını şikâyet
edilen ortamdan çok daha kanlı ve şiddetli bir tabloyu arkasında
bırakarak sağlamaya çalıştı. Şiddetin kurumsallaşması ve
gelenekselleşmesi onun en tehlikeli boyutudur. Çünkü bu kılışlar
altında şiddet, şiddet olarak değerlendirilmez. Geleneklerin ve
törelerin sorgulanamaz olmaları şiddeti yaygınlaştırırken bir taraftan
da meşrulaştırmaktadır. Engizisyonlar, töreler, milliyetçilik,
ırkçılık, hamasi kahramanlık duygusu, intikam türü ilkel duygular bu
meşrulaştırma araçlarının başında gelmektedir. Kitlesel şiddet de
bireysel şiddet de benzer meşru zeminleri kullanır. Örneğin
özgürlüğümüze ya da malımıza yönelen bir tehdit durumunda bireysel;
sınırların, iktidarın bekasının tehlikeye düştüğü durumlarda
kitlesel şiddet bir anda meşrulaşabilir ve hatta aksini düşünenler
kınanabilirler. Oligarşi bireylerin ya da kitlelerin değer yargılarına
balans ayarı yapar; kitleler, bireyler kendilerini kanıtlama, vatanı için
yapabileceklerini gösterme ve kendilerini ifade etme aracı yaratırlar.
Yukarıda da belirttiğim gibi bu durumu "devletleştirdiğimiz" zaman
milliyetçilik refleksi ile renk katmış oluruz.<br /><br />Bu
meşrulaştırılan zemin kaygandır, tarih bu kaygan zeminlerin yarattığı
yıkımlarla, kıyımlarla doludur. Korku, baskı, zulüm, işkence… vs.
Yaratamayıp, yok etmek isteyen, yaratık rolünün üstüne geçen adamlar
örneği var, yakın tarihimizde linç kültürünün yarattığı iç savaş
örnekleri var. Liberya, Ruwanda, Irak...<br /><br />Eğri oturup doğru
konuşmanın zamanıdır. Bu kaygan zeminden şimdilik tökezleyerek
gidiyoruz, tarih daha nelere gebe acaba?<br /><br />Ahmet Yapar<br /><br
/>Kaynak: Tavır Dergisi, (Ağustos,2010)</p>

"Sayın Soğancı Sen Bizim Gerçekten Arkadaşımız mısın?"

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7178>"Sayın Soğancı Sen Bizim
Gerçekten Arkadaşımız mısın?"</a></h1><p>25 Temmuz 2011 tarihinde TMMOB
internet sitesinde yayınlanan "<em>Tercihlerinde Mühendislik, Mimarlık,
Şehir Plancılığı Bölümlerini Düşünen Öğrencilere: Geleceğinizi
Yanlış Tercihler ile Yok Etmeyin"</em> başlıklı basın
açıklamanızın bazı bölümlerine katılmamak mümkün değil. Örneğin:
"<em>Uzunca bir süredir eğitim ve öğretim hizmetleri, uluslararası
sermayenin yönelimleri doğrultusunda piyasa ve sermayenin hizmetine
sunulmakta, eğitim metalaştırılmaktadır</em>" ve "<em>AKP iktidarı
döneminde, eğitim alanında görülen temel yönelim, üniversite
sayısını hızla artırmak ve nitelikli işgücünü bir maliyet unsuru
olarak görüp ucuz emek sömürüsüne dahil etmektir."</em> ifadeleri
hemen herkes tarafından kabul görecek
niteliktedir.</p><p>&nbsp;</p><p>Gerçekten de üniversitelerin eğitim
sistemindeki dönüşümü, eğitimi giderek bir hak olmaktan çıkarmakta,
metalaştırmakta ve bir kar aracı haline getirmektedir. Bazı
üniversitelerden mezun olup mesleğinde önemli yerlere gelmiş, başarılı
olmuş insanların varlığı, çoğunluğunun işsiz ve/veya niteliksiz
olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.&nbsp;İşsizliğin had safhada
olduğu günümüzde, gençlere iyi bir gelecek kurmanın tek yolu olarak
üniversite eğitimi gösterilmekte ve yaratılan bu mecburiyet duygusu
üzerinden aileler sömürülmektedir. Harçlar eğitimin
ticarileştirilmesinin en önemli araçlarından biridir. Bugün her yerde
mantar gibi biten özel üniversiteler eğitimin nasıl adım adım paralı
hale getirildiğinin bir diğer göstergesidir.&nbsp;Eğitim almak her
insanın hakkıdır ve bunu devletin ücretsiz ve eşit olarak halka sunma
zorunluluğu vardır.</p><p>&nbsp;</p><p>Ancak Sayın Soğancı sizin de
bahsettiğiniz, bizim de önemli bir bölümüne katıldığımız bu
görüşlerin ardından biz öğrencilere önerdiğiniz çözüm nedir?
AKREDİTASYON. Peki Sayın Soğancı, siz akreditasyonun ne olduğunu
bilmiyor musunuz? Akreditasyon, 30 Aralık 2008'de Resmi Gazete'de
yayımlanan "Mesleki Yeterlilik Sınav ve Belgelendirme
Yönetmenliği'nde yer alan haliyle: "<em>Yetkili bir kurum tarafından;
belgelendirme veya eğitim kuruluşlarının ulusal veya uluslararası kabul
görmüş teknik ölçütlere göre değerlendirilmesi, yeterliğinin
onaylanması ve düzenli aralıklarla denetlenmesi" </em>olarak
tanımlanmaktadır. Daha önce de dergimizin Teknik Eğitim" başlıklı 3.
sayısında belirttiğimiz üzere&nbsp;akreditasyon ve belgelendirme çok
büyük rant oluşturan alanlardır ve bu rantın uluslararası akreditasyon
tekellerince pay edileceği açıktır.&nbsp;&nbsp;Odalara uluslararası
tekellerin taşeronu olma işlevinin yükleneceği koşullar altında,
yazınızın da başında eleştirdiğiniz eğitimin piyasalaşmasının
araçlarından biri de akreditasyon değil midir? Dolayısıyla ek olarak
şunları da soruyoruz; Siz gerçekten bizim çıkarımızı mı
savunuyorsunuz yoksa karşıymış gibi görünerek üniversitelerin
piyasalaştırılması, mühendislik, mimarlık eğitiminin emperyalizm
adına tasfiye edilmesi sürecine bulunduğunuz yerden kan mı
veriyorsunuz?</p><p>&nbsp;</p><p>Diğer taraftan üniversite eğitiminden ve
eğitimin &nbsp;piyasalaştırılmasından bahsedip de bunun en somut
örneği olan vakıf üniversitelerden de bahsetmiyorsunuz Sayın Soğancı.
Vakıf üniversitelerine de karşı mısınız yoksa yalnızca niteliksiz
eğitim verilen üniversitelere mi karşısınız? Üniversitelerdeki
eğitimin niteliksizleşmesinin temelinde, genelde eğitimin
ticarileştirilmesi özelde ise vakıf üniversiteleri/özel üniversiteler
yok mudur? Ayrıca şu ana kadar eğitimin piyasalaştırılmasına karşı
birkaç yazılı basın açıklaması dışında ne yaptınız? Biz cevap
verelim: HİÇ. Buna karşın piyasalaştırmanın en somut hali olan yetkin
mühendislik yönetmeliklerini çıkarmaya, bizim üzerimizden belge vererek
para kazanmaya çalıştınız, odaların bu tür çalışmalarını
desteklediniz.</p><p>&nbsp;</p><p>Yazınızda birçok yerde bizlere hitaben
"Sevgili öğrenci arkadaşlarım" diye hitap ediyorsunuz. Sizin bizlere
karşı sevginizi; TMMOB'nin her dönem karar altına aldığı ancak
bürokratik nedenlerle sürekli engellediğiniz, yaptırmadığınız
öğrenci üye kurultaylarında görmek isterdik, biz öğrencilere bildiri
dağıttığımız, masa açtığımız için oda yöneticileri tarafından
yapılan saldırılara karşı tavır alırken görmek isterdik, birçok
odada yetkin mühendisliğe karşı çıktığı için kapatılan öğrenci
üye&nbsp;komisyonlarına ses çıkarırken görmek isterdik.&nbsp;&nbsp;Biz
bunların hiçbirini görmedik Sayın Soğancı. Tüm bunlardan sonra son ve
zorunlu olarak şunu da soruyoruz: Siz bizim mi yoksa karşı çıkıyormuş
gibi göründüğünüz eğitimi piyasalaştıranlarla mı
arkadaşsınız?</p><p>&nbsp;</p><p>1980 darbesi sonrasında ülkemiz
üniversitelerinde pek çok akademik kadro tasfiye edilirken, aslında bilim
tasfiye edilmiştir. Bunun sonucu olarak üniversitelerde bilimsel düzey
hızla düşmüş, bu da doğal olarak tüm mezunların, özel olarak da
mühendis ve mimarların, eğitim düzeylerinde ciddi bir gerilemeye yol
açmıştır. Gelişigüzel açılan özel ve kamu üniversitelerinin
niteliksizliği de bu bozulmayı hızlandırmıştır. Yine de üniversite
eğitiminin düzeyinin düşüklüğü, üniversite dışı bir eğitim
süreci tariflenmesinin gerekçesini oluşturamaz.</p><p>&nbsp;</p><p>Bozulma
kendi içinde onarılmak zorundadır. Örneğin kamu işletmelerinin
doğrudan devlet eliyle bozulması, özelleştirme uygulamalarını haklı
çıkartamaz. Doğru olan, kasıtlı bozulma gerekçe gösterilerek ve
kaçınılmaz olduğu düşünülerek özelleştirme uygulamalarının
peşine takılmak değildir. Aynı durum üniversiteler için de geçerlidir.
Üniversitelerin eğitim düzeyindeki düşüş yetkin ya da yetkili
mühendisliğin gerekçesi olarak gösterilemez. Öncelikli yapılması
gereken, mevcut eğitim kalitesi standartlaştırılmadan yeni
üniversitelerin açılmasından vazgeçilmesidir. Diğer taraftan da
eğitim, üretim içerisinde verilmeli ve teorik bilginin pratikteki
kullanımı uygulamalı olarak gösterilmelidir. Ayrıca denetim
mekanizmaları sağlam bir şekilde oluşturulmalı ve sürekliliği
korunmalıdır. Kısaca yetkinleşmesi gereken yeni mezun mühendisler
değil, onları yetiştiren üniversiteler, uygulamada çok önemli bir yere
sahip olan denetim mekanizmaları (rantçı oda yönetimleri ve rüşvetçi
belediyeler) ve mevcut durumun sorumlusu halihazırdaki
sistemdir.</p><p>&nbsp;</p><p>Son olarak şunları belirtelim Sayın
Soğancı. Biz buradayız.&nbsp; Tüm bu sorunlar ne birilerinin bize
oturdukları yerden akıl vermesiyle ne de&nbsp;arkadaşımız gibi
görünerek sırtımızı sıvazlamasıyla değil, mücadelemizle
çözülecektir.&nbsp; Bizler İvme Genç olarak tüm öğrenci
arkadaşlarımızı akreditasyon ve yetkin mühendisliğe karşı verdiğimiz
mücadelemizi büyütmeye davet ediyoruz.</p><p>&nbsp;</p><p>&nbsp;</p>

Kütahya’da Tehlike Görünenden Büyük

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7177>Kütahya'da Tehlike
Görünenden Büyük</a></h1>Kütahya'da Eti Gümüş A.Ş'ye ait madende
çalışan işçiler, kanlarında yüksek oranda arsenik bulunmasının
tedirginliğini yaşıyor.

Kendi imkanlarıyla Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesine başvuran
işçilerin çoğunluğu 35 yaşın altında. Madenin farklı birimlerinde
çalışan işçiler, hepsinde arsenik çıkmasının tesadüf
olamayacağını belirtiyor. Meslek Hastalıkları Hastanesindeki incelemenin
sonucuna göre diğer işçiler ve madenin çevresindeki köylerde
yaşayanların da sağlık durumu mercek altına alınacak.

YEMEKHANEDE ÇALIŞAN BİLE ZEHİRLENMİŞ

Siyanürlü atık havuzunda yaşanan kazayla gündeme gelen Kütahya'daki
Eti Gümüş AŞ maden işletmesinde çalışan 65 işçi Ankara Meslek
Hastalıkları Hastanesinde tedavi altına alındı. Onlarca mesai
arkadaşları da hem endişeyle onların sağlık durumunu merak ediyor, hem
de taburcu olacakların yerine hastaneye çağrılmayı bekliyor.

İşçiler, ellerine verilen kan tahlilleriyle "Sağlığınız iyi değil,
en yakın sağlık kuruluşuna başvurun" denmesinin şaşkınlığını
yaşıyor. İşçilerin büyük çoğunluğu 35 yaşın altında. Kimisi 10
aydır madende çalışıyor, kimisi 7 yıl. Kimisi 6 aylık periyotlarla
geçici işçi olarak çağrıyla çalışıyor. Aralarında şoför olan da
var, laboratuvarda çalışan da var, yemekhanede görevli olan da.

BİN İŞÇİNİN GÖZÜ KULAĞI ONLARDA

Madende çalışan bine yakın işçinin gözü kulağı onların sağlık
durumlarına ilişkin yapılan detaylı incelemenin sonucunda. Sonuçlar ya
içlerini rahatlatacak, ya da onları da Ankara yollarına düşürecek.
İncelemesi tamamlanan işçiler tedavi olmak için başka hastanelere sevk
edilecek. Şirketin yaptırdığı tahlillerde kanlarında ağır metal
çıkan diğer işçiler de gruplar halinde hastaneye yatacak.

İsmini vermek istemeyen bir işçi, "Hissettiğimiz bir sağlık sorunu
yoktu. Geçen hafta bize sonuçları verip, 'Hastaneye gidin' dediler.
Genel Müdürlük kanımızda çıkan yüksek arseniğin fabrikayla ilgisi
olmadığını söyledi. Ama biz bu arseniği bakkaldan almadık ya.
Hepimizde çıkması tesadüf olamaz" diye anlatıyor.

30 YAŞINDA KEMİK ERİMESİ YAŞIYORLAR

Başka bir işçinin anlattıkları da işin başka boyutlarına dikkat
çekiyor. 30'lu yaşlarda olmalarına rağmen birçok mesai arkadaşında
kemik erimesi olduğunu anlatan işçi, bunun maden nedeniyle olmasından
endişeli. "Yaklaşık bin kişi çalışıyoruz madende. İhtiyaç
duyuldukça çağrılarak işbaşı yapan geçici işçi arkadaşlar da var.
Kimi arkadaşlar yeni işe girdi. Hepimizde yüksek oranda arsenik
çıktı" diyen işçinin söyledikleri, "Tehlikenin henüz su
yüzündeki kısmını mı görüyoruz" sorusunu akla getiriyor.

KÖYLÜLER DE ZEHİRLENMİŞ OLABİLİR

Sağlık ve meslek örgütleri önceki gün Meslek Hastalıkları Hastanesine
giderek hastane yetkilileri ve işçilerle görüştü. İşçilerden alınan
kan, idrar ve saç örneklerinin Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezinde tahlil
edildiğini belirten meslek örgütü yöneticileri, arsenik zehirlenmesinin
bölgenin coğrafi yapısı ve toprak oluşumundan mı, yoksa madenden mi
kaynaklandığının araştırılacağını ifade etti. Bu kapsamda maden
civarındaki köyler ve madenden uzak köylerden örnekler alınarak
karşılaştırılacağı öğrenildi.

BİZ ARSENİĞİ BAKKALDAN MI ALDIK?

İşçiler, Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesini kendi imkanlarıyla
bulmuşlar. Rutin sağlık taramalarında kan tahlili yapıldığını, ancak
kazadan sonraki taramada kan ve idrar tahlili yapıldığını anlatan
işçiler, geçtiğimiz hafta içinde tek tek çağrılarak tahlil
sonuçlarının ellerine verildiğini belirttiler. İşçiler, şirket
yetkililerinin "Kanınızda yüksek miktarda arsenik tespit edildi. En
yakın hastaneye gidin" demesiyle şaşkına döndüklerini söylüyorlar.
Meslek Hastalıkları Hastanesine başvuran birkaç işçi tetkik ve
kontroller için acilen hastaneye yatırılınca, işin gerçek boyutu ortaya
çıkmış.

'ASGARİ ÜCRETE CANIMIZI DEĞİŞMEYELİM'

2006 yılından beri madende çalışan Salih Yiğit, şu ana kadar hastaneye
yatanlar içinde kanında en yüksek oranda arsenik çıkan işçi.
Geçtiğimiz pazartesi sabahı hastaneye yatan Yiğit, tetkik ve tahlillerin
ardından ne yapacağını şimdiden kara kara düşünüyor.
Yaşadıklarının ardından artık madende çalışmak istemediğini
belirten Yiğit, "Bu arsenik tedavi istiyor. Burada tedavi etmeyecekler.
Rapor verip hasta olanları hastanelere sevk edeceklermiş. Ama Kütahya'da
bırakın tedavi etmeyi, bunu tahlil edecek hastane bile yok" diyor.
Yüzlerce işçinin kendi durumunda olabileceğini ifade eden Yiğit,
kanlarındaki ağır metal oranının işyerine bağlı olup olmadığını
bir an önce açıklanmasını istiyor ve ekliyor: "Asgari ücrete kimse
canını değişmesin."

Kaynak: Evrensel

Ukrayna'da Grizu Patlaması: 16 Ölü

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7176>Ukrayna'da Grizu Patlaması:
16 Ölü</a></h1>Ukrayna'nın Lugansk bölgesindeki bir madende meydana gelen
grizu patlamasında, 16 madencinin öldüğü bildirildi.

Interfaks ajansı, Ukrayna Acil Durumlar Bakanlığına dayanarak, yerel
saatler 01:57'de meydana gelen patlamanın ardından 10 kişiden haber
alınamadığını, 2 madencinin ise hastaneye kaldırıldığını duyurdu.

Kaynak: Cumhuriyet

28 Temmuz 2011 Perşembe

TMMOB Başkanlığı'na Verdiğimiz Dilekçenin Ardından...

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7175>TMMOB Başkanlığı'na
Verdiğimiz Dilekçenin Ardından...</a></h1>+İvme Dergisi olarak 23 Haziran
2011 tarihinde TMMOB Yönetim Kurulu Başkanlığı'na verdiğimiz tutuklu
mühendislik öğrencilerini sahiplenmeye çağıran dilekçemize halen
olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmemiştir. O tarihten itibaren süreci
titizlikle takip eden yayın kurulu üyelerimize ardı arkası gelmeyen
bahaneler üreten TMMOB sekreterlik birimi, oyalamanın tüm örneklerini
sergileme marifetini göstermiştir. Gelinen son nokta ise hepsinden daha
vahimdir.Dilekçemizin Genel Sekreter'de olduğunun söylemesi üzerine Hakan
Genç ile görüşmek isteyen arkadaşımıza kendisinin az önce acil(!) bir
seyahate çıktığı bilgisi verilmiş oysa Hakan Genç aynı günün
akşamında Yüksel Caddesi'nde dolaşırken görülmüştür. İşte TMMOB
mevcut yönetiminin saklambaç oyunu da böylece sona ermiştir.


TMMOB mevcut yönetimi +İvme Dergisi'nden köşe bucak kaçsa da ülkemiz
gerçeklerinden kaçması o kadar kolay değil maalesef. +İvme Dergisi
emekçisi arkadaşımız İnönü Üniversitesi Kimya Mühendisliği
bölümü öğrencisi Erkin Kocaman, İnönü Üniversitesi Makine
Mühendisliği öğrencisi Yusuf Yılmaz, Fırat Üniversitesi Kimya
Mühendisliği öğrencisi Candaş Kat ile ODTÜ Metalurji ve Malzeme
Mühendisliği bölümü öğrencisi Ö. Çağdaş Ersoy'un tutukluluğu
halen devam etmektedir. 22/07/2011 tarihinde dergimiz Yazı İşleri
Müdürü Fatih Özgür Aydın'da gözaltına alınarak tutuklanmıştır.
AKP'nin demokratik kurum ve kişilere tahammülsüzlüğü olanca şiddetiyle
devam ederken TMMOB mevcut yönetimi üyelerini sahiplenmek için daha neyi
beklemektedir? Tutuklu mühendislik öğrencilerine destek olmak yerine neden
ünversite tercihlerini yapacak öğrencilere eğitimin piyasalaşmasının
araçlarından biri olan akredite olmuş üniversiteleri önermektedir?

Üniversite öğrencileri verdikleri demokratik mücadele nedeniyle
ömürlerini tecrit hücrelerinde geçirirken, parasız eğitim isteyen
gençler 15 yılla yargılanırken, son altı ayda yapılan operasyonlar ile
100'ü aşkın kişi tutuklanırken, insanlar sokak ortasından uzun namlulu
silahlarla kar maskeli kişiler tarafından kaçırılıyorken, sokak
ortasında bir öğretmen öldürülebiliyorken, bir ağbi katledilip toplu
mezara atılmış kardeşinin sadece bir mezar taşı olsun diye bedenini
ölüm orucuna yatırmışken TMMOB mevcut yönetiminin mücadele edenlerin
sesine kulaklarını tıkaması onları sorumluluklarından kurtarmaya
yetmeyecektir. Çünkü aynı silah "Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve
Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve
Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri İle Kamu Görevlilerine
İlişkin Konularda Yetki Kanunu" ile 6 Nisan 2011 tarihinde TMMOB'ye de
çevrilmiştir. F tipleri TMMOB mevcut yönetiminin gündemi değildi,
tutuklu mühendislik öğrencileri de bir aydır bahsi geçen gündeme
giremedi. Demokratik Kitle Örgütü olmanın tüm görev ve
sorumluluklarından kaçan TMMOB mevcut yönetiminin örgütlülüğümüze
yapılan bu saldırı karşısında basın açıklaması yayınlamak
dışında umarız devrimci geleneğine denk düşen bir mücadele gündemi,
bir mücadele programı vardır.

Bizler emekten ve haktan yana mühendis ve mimarlar olarak; TMMOB'nin
tarihsel geleneği ile yarattığı mücadele perspektifini taşımayan,
demokrat, devrimci, yurtsever tüm kesimlere yönelen faşist saldırılar
karşısında sessiz kalan, TMMOB örgütlülüğünü yok etmenin zeminini
oluşturan yasalara karşı kararlı bir direniş örgütlemeyen TMMOB mevcut
yönetimini bir kez mücadeleye, örgütlenmeye ve tutuklu mühendislik
öğrencilerini sahiplenmeye çağırıyoruz. İlgili dilekçemizde de
belirttiğimiz gibi; bu sessizliğin sonu Nazilere karşı çıkan Alman
Rahip Martin Nemoer gibi sesini duyuracak kimsenin kalmadığı bir duruma
düşmeye mahkum olmaktır.


23 Haziran 2011 tarihinde TMMOB Başkanlığı'na verdiğimiz dilekçe;

http://www.ivmedergisi.com/tmmob-y%C3%B6netim-kurulu-ba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1na-dilek%C3%A7e.html

Halk Cephesi Ali Yıldız İçin Yol Kesti

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7174>Halk Cephesi Ali Yıldız
İçin Yol Kesti</a></h1>Ali Yıldız'ın cenazesinin verilmesi için
İstanbul Şişli'de yol kesme eylemi yapan Halk Cephesi üyelerine esnaf
olduklarını söyleyen bir grup saldırdı. Gruba polis müdahale etmezken,
gruptan bazı kişilerin ellerinde telsiz bulunan sivil polislerle sohbet
ettikleri görüldü.

Halk Cephesi, Tunceli Çemişgezek'teki toplu mezarda bulunduğu belirtilen
Ali Yıldız'ın cenazesinin verilmesi talebiyle Şişli Camii önünde yol
kesme eylemi yaptı.

Halk Cephesi üyesi 7 kişi, yolu trafiğe kapatarak "Dersim'deki toplu
mezara gömülü Ali Yıldız'ın cenazesini ailesine verin. Bu zulme son
verilsin" yazılı pankart açtı. Halk Cephesi üyeleri, Ali Yıldız'ın
ağabeyinin kardeşinin cenazesinin verilmesi için başlattığı açlık
grevini ölüm orucuna dönüştürdüğünü söyledi.

Eylemde "Cenazeleri istiyoruz" sloganları atılırken, 15 dakika boyunca
trafik kilitlendi.

Bu sırada esnaf olduğunu söyleyen bir grup Halk Cephesi üyelerine
saldırdı. 7 kişi, Ali Yıldız'ın cenazesi verilmeden yolu trafiğe
açmayacaklarını belirtirken, esnaf eylemi gerçekleştiren 7 kişiye tekme
ve yumruklarla saldırdı.

Eylem yerine resmi polisler gelmezken, etrafta bulunan sivil polisler Halk
Cephesi üyelerine yönelik saldırıyı izlemekle yetindi. Saldırıyı
gerçekleştiren kişilerin elinde telsiz olan kişilerle görüştükleri
görüldü.

Saldırının ardından yolu bir kez daha trafiğe kapatan Halk Cephesi
üyeleri yaptıkları konuşmanın ardından "Cenazelerimizi istiyoruz
alacağız" sloganıyla eyleme son verdi.

Kaynak: Etha

'Bizi de Alın' Diye Sokaklara Çıktılar

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7173>'Bizi de Alın' Diye
Sokaklara Çıktılar </a></h1>Başbakan Erdoğan'ı protesto eylemlerinden
sonra 2 aydır süren gözaltı ve tutuklamalar, Hopalıları sokaklara
döktü. "Biz de oradaydık. Bizi de alın" diyen Hopalılar, Kaymakamlığa
yürüdü.

Hopalılar, 2 aydır süren gözaltı ve tutuklamalara karşı bugün
sokaklara çıktı. Kaymakamlığa yürüyen halk, Metin Lokumcu'nun
yaşamını yitirdiği saldırı emrini veren ve "vicdanım rahat" diyen Hopa
Kaymakamı'nın istifa etmesini istedi. Hopa'da yarın da adliyeye
yürüyecekler.

Başbakan Erdoğan'ın 31 Mayıs'ta ilçeye gelmesi nedeniyle düzenlenen
protesto gösterisi gerekçe gösterilerek, Hopa'da ve destek eylemleri
yapılan illerde yüzü aşkın kişi gözaltına alınmış, bunlardan 15'i
Hopa'dan toplam 35 kişi tutuklanmıştı. 2 aydır aralıklarla süren
gözaltılar, halkı bugün sokaklara döktü.

Aralarında ESP, ÖDP, Halkevleri, Esnaf ve Sanatkarlar Derneği, Muhtarlar
Derneği, Gençlik Muhalefeti'nin de olduğu kurumlar, "Biz de oradaydık.
Bizi de alın" diyerek Kaymakamlığa yürüdü.

Eyleme, haklarında arama kararı bulunanlar ile tutukluların ailelerinin de
içinde olduğu 200 kişi katıldı. Hopa parkında toplanan halk, önce AKP
ilçe binasına yürüdü. "Metin'in katili Tayyip Erdoğan", "AKP Hopa'dan
elini çek" sloganlarını atan Hopalılar, daha sonra Kaymakamlık önünde
basın açıklaması yaptı.

'HOPA HALKI TERÖRİZE EDİLİYOR'

Şefik Kalkan, devletin Hopa'da ve Hopalılara destek eylemlerinin
yapıldığı illerde terör estirdiğini söyledi. Kalkan, "Hopa olayları
ile ilgili tutukluların saysı 35 olmuştur. Halen ellerindeki listelerle,
her gün sokaklarımızda, alanlarımızda sürek avını sürdürüyorlar,
Hopa halkını terörize etmeye çalışıyorlar" dedi.

"Tayyip Erdoğan'ın şahsında cisimleşen, gerici, faşist, neoliberal
yağma iktidarının forsunu yerle bir eden Hopalıları, günlerdir süren
sıkıyönetim uygulamalarıyla ürkütmeye" çalıştığını ifade Kalkan,
şöyle devam etti:

"Bu sıkıyönetim uygulamaları, kelimenin tam anlamıyla, Hopalıların
safları sıklaştırmasını sağladı. Hopa halkı, kendi evlatlarına
sahip çıkmaya devam ediyor, devam edecek. AKP iktidarının maskesini
alaşağı eden Hopalılar, bu gözaltı ve tutuklamaların üstesinden de
gelecektir. Hopa sokakları, fuhuşa, uyuşturucuya, tarikat şeyhlerine
teslim edilmeyecek. Hopa sokakları, özgürlüğün, barışın,
demokrasinin sloganları ve türküleriyle şenlenecektir."

KAYMAKAM İSTİFA ETSİN

"Taleplerimiz gerçekleşene kadar size rahat vermeyeceğiz" diyen Kalkan,
taleplerini şöyle sıraladı: "Gözaltılar derhal durdurulsun. Çevik
Kuvvet geri gönderilsin. Aylardır tutuklu olan Hopa tutsaklarının mahkeme
tarihi belirlensin. Tutuklular biran önce serbest bırakılsın. 31 Mayıs
günü kolluk kuvvetlerine saldırı emrini ben verdim, vicdanım rahat diyen
Hopa Kaymakamı, Metin hocasını o saldırıda kaybeden Hopa halkından
özür dileyerek, derhal istifa etmelidir. Metin Lokumcu'nun katilleri derhal
yargı önüne çıkarılsın."

Yarın da Hopa adliyesine gidilerek hazırlık soruşturmasını sürdüren
savcıya "Bizi de alın" diyeceklerini söyleyen Hopalılar, tüm kamuoyunu
ve Hopalıları duyarlılıklarını sürdürmeye çağırdı.

Eylem, yoğun polis ablukası altında yapıldı. Artvin'den çok sayıda
çevik kuvvet ve özel harekat polisleri yürüyüş için ilçeye getirildi.

Kaynak: Etha

MAS-DAF işçileri Ankara’da

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7172>MAS-DAF işçileri
Ankara'da</a></h1>MAS-DAF Pompa Sanayisi'nde Birleşik Metal-İş
Sendikasına üye oldukları için işten atılan işçilerden 12'sinin
başlattığı yürüyüş Ankara'da son buldu. İstanbul Yolu üzerinden
Ankara'ya giren işçileri DİSK, KESK ve Emek Partisi yöneticileri
karşıladı.

Burada konuşan Birleşik Metal-İş Kocaeli Şube Sekreteri Talat Çelik,
Masdaf işçilerinin sendikalı çalışabilmek bir yıldır için mücadele
ettiğini belirterek, "Bizler direnişimiz boyunca zaman zaman gözaltına
alınan, saatlerce sorguda kalan, kolluk kuvvetleri tarafından darp edilen
işçileriz" dedi.

'AKLIMIZI YİTİRMEDİK, MACERA ARAMIYORUZ'

127 gündür direnişin devam ettiğini hatırlatan Çelik, "9 gün boyunca
42 derece sıcaklıkta yürüyerek geldik. Peki ne istiyoruz? Aklımızı
yitirmedik. Macera aramıyoruz" dedi. Çelik, yasalarla güvence altında
olan sendikalaşma haklarının tanınmasını istedi. Çelik, sadece
patronları değil, hükümeti de ILO'ya şikayet edeceklerini belirterek,
Çalışma Bakanı'ndan bu insanlık ayıbına, bu kanayan yaraya bir
aracı olmasını istedi.

İşçiler geceyarısına kadar Göksupark'ta dinlendikten sonra, geceyi
Birleşik Metal-İş İç Anadolu Bölge Şubesi'nde geçirdi. İşçiler
sabah da İstanbul Yolu üzerinden Kızılay'a doğru yürüyüşe geçti.
İşçiler ilk önce Kızılay'da İzmir Caddesi'nde bulunan sendika
binalarına gitti. İşçiler yarın da Uluslararası Çalışma Örgütü
(ILO) Türkiye Temsilciliği önünde eylem yapacak.

DÜZCE'DE İMAMI-JANDARMASI PATRONUN YANINDA SAF TUTTU

İşçilerden Musa Tut, önceden sendikanın ne demek olduğunu bile
bilmediğini, fakat uğradıkları haksızlıklarından sonra sendikalı
olduklarını anlattı. "Masdaf işçisinin hali perişan. Biz patronun
evini barkını istemiyoruz. Biz işimizi istiyoruz. 4 aydır evimize ekmek
götüremiyoruz" diyen Tut, Ankara'ya dertlerini anlatmaya geldiklerini
vurguladı.

Tut, her türlü engellemelerine rağmen sendikalı olduklarını ve 4
Nisan'da kendi işyerlerinde işten çıkartıldıklarını
öğrendiklerini belirtti. Tut işten atılma süreçlerini şöyle anlattı:
"Sendikaya üye olduktan sonra en başta 20 arkadaşımız işten atıldı.
Eli silahlı 10 insan soktular fabrika işine. 4 Nisan'da bütün
arkadaşlarımız sokağa düştü. 'İşe' diye evden çıktık ama
servisler gelmedi. Kendi imkanlarımızla fabrikaya gittik. İşten
çıkartıldığımızı söylediler. 'İşçiler benim fabrikamı işgal
etti' dedi. 120 insan işten atıldık. Gözaltında tutulduk". Tut,
Düzce'nin imamının bile kendileri için hutbe çıkardığını da
anlattı: "Düzce'nin imamı hutbe çıkarmış bizim için. Dini de alet
ettiler kendilerine. Patronun karını düşürmek, sendikalı olmak,
hakkını aramak günahmış meğer. Vali zaten bizim sırtımızdan inmiyor.
Jandarmayla desen akraba olduk".

Kaynak: Evrensel

Macahel Vadisi Nefes Aldı

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7171>Macahel Vadisi Nefes Aldı
</a></h1>Rize İdare Mahkemesi'nin, UNESCO'nun biyosfer rezerv alanı ilan
ettiği Artvin'in Macahel Havzası'nda yapılması planlanan iki HES
projesine verilen ''ÇED gerekli değildir'' ve ''orman kullanım izni''
kararı için yürütmeyi durdurma ve iptal kararı verdiği bildirildi.

Derelerin Kardeşliği Platformu Avukatı Yakup Şekip Okumuşoğlu,
yaptığı yazılı açıklamada, Doğu Karadeniz'de yapılması planlanan
700'e yakın HES projesine karşı yürütülen demokratik ve hukuksal
mücadelelerinin artık yeni kazanımlar verdiğini ifade etti.
Okumuşoğlu, bu kapsamda Artvin'in Borçka ilçesine bağlı Macahel
(Camili) Vadisi'nde İÇTAŞ Enerji grubuna ait Dağlar Elektrik firması
tarafından yapımı planlanan Sarnıç 1-2 Regülatörleri ve HES projesi
için Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından verilen ''ÇED gerekli
değildir'' kararı ile yine aynı bölgede Kiler Holding'e bağlı Gülkar
Enerji firması tarafından yapımı planlanan 5 megavat kurulu gücündeki
Düzenli Regülatörü ve HES projesi için 280 bin metrekarelik ''ormanlık
alan kullanım izni'' raporları hakkında Camili Çevre Koruma Derneği ile
18 kişinin Rize İdare Mahkemesinde iptal ve yürütmenin durdurulması
amacıyla dava açtıklarını kaydetti.

Okumuşoğlu açıklamasında şu ifadelere yer verdi:

''Rize İdare Mahkemesi, UNESCO tarafından Dünya Biyosfer Rezerv Alanı
ilan edilen Macahel Vadisi'nde yapılmak istenen Sarnıç 1-2 Regülatörü
ve HES Projesi ile Düzenli Regülatörü ve HES projesi için iptal kararı
verdi. Mahkeme Sarnıç HES için verilen 'ÇED gerekli değildir'
kararının açıkça hukuka aykırı olduğu ve kamu yararına uygun
bulunmayan bu işlemin telafisi güç zararlar doğuracağı sonucuna
varmıştır. Mahkeme, Düzenli HES için verilen 'orman kullanım izni'nin
ise doğal yaşama müdahale niteliği taşıyacağı ve bunun doğal yaşama
ciddi bir tehdit oluşturacağına, iptal kararında dikkat çekmiştir.
Mahkeme ayrıca, Orman Kanunu uyarınca bu işlem için ortada bir zaruret
olmadığı gibi işlemde açıkça kamu yararına, mevzuata ve hukuka
uyarlık bulunmadığına da vurgu yapmıştır.''

Ülkenin her köşesindeki hemen hemen her dere üzerinde birbiri ardına
projeler üretildiğini belirten Okumuşoğlu, şunları kaydetti:

''Derelerin en az yüzde 90'ının kaynağından denize kadar borulara,
tünellere, kanallara hapsedilip, peş peşe onlarca HES projesinin
planlandığı bir anlayışı kabul etmemiz mümkün değildir. Aynı dere
üzerinde birbirinin kopyası projeler ve ÇED raporları ile su
kaynaklarımızı en az 49 yıllığına elimizden alan bir anlayışa
karşı yürüyen mücadelenin bir çevre ve doğa mücadelesinin ötesinde,
bir su mücadelesi, bir su hakkı mücadelesi olduğu bilinmelidir. Suya
erişimin, insanların sudan yararlanmasının temel bir insan hakkı olduğu
Birleşmiş Milletlerde 122 ülke tarafından kabul edilmiş bir temel insan
hakkıdır. Dünya üzerinde su olmadan yaşam olamayacağından, su
mücadelesi, diğer bir temel hak olan yaşama hakkı ile de doğrudan
ilgilidir. Kaldı ki bu hak, sadece insanların değil, doğadaki tüm
canlıların hakkıdır.''

Türkiye'de mevzuatlarla suyun, ham madde olarak görüldüğünü ve su
madenciliği yapıldığını ileri süren Okumuşoğlu, şöyle devam etti:

''Suyun ticaret konusu haline getirilmesi, alınır-satılır kılınması
hak kavramı ile bağdaşmaz. Sular doğaya aittir. Doğadan kopartılıp,
borulara, kanallara tünellere hapsedilemez. 'Suyun şu kadarını, bu
kadarını dere yatağına bıraktım' diyen bir anlayışla hazırlanıp,
'çevreye zararı yok' diyen bir anlayış kabul edilemez. Bu anlayışla
hukuk mücadelemiz bundan sonra daha çok 'su hakkı' kavramı üzerinden
yapacağımız tartışmalar ile sürecektir.''

Mahkemenin verdiği her iki iptal kararını da sevinçle
karşıladıklarını belirten Okumuşoğlu, açıklamasını şöyle
tamamladı:

''Ancak gelecek için endişelerimiz var. Politik anlayışta bir değişim
olmadığı sürece, bu kararlar bir son karar olmayabilir. İdare tarafında
bir görüş değişikliği olmadığı takdirde küçüklü büyüklü
yaklaşık 4 bin 500 HES ile 2023 yılı itibarı ile Anadolu'nun tüm
derelerindeki sular bir bakıma özelleştirilmiş olacak. Bu sürecin
sonunda Anadolu kırsal yaşamının büyük bir ekolojik açmazla karşı
karşıya kalacağını, aynı zamanda su hakkı üzerinden pek çok
tartışmaya gebe bir geleceğin de bizi beklediğini düşünmekteyiz.''

Kaynak: Cumhuriyet

İspanya Cervantes’i Arıyor

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7170>İspanya Cervantes'i
Arıyor</a></h1>İspanya, yel değirmenlerine karşı savaşıyla ün kazanan
gezgin şövalye Don Kişot ve yardımcısı Sancho Panza'nın
yaratıcısı Miguel De Cervantes'in kemiklerini aramak için harekete
geçti.

Tarihçi ve arkeologlar, Madrid Başpiskoposluğunun resmi izniyle,
1616'daki ölümünün ardından şehir merkezindeki ''Kadınlar
Manastırı''na gömüldüğü bilinen batı edebiyatının en önemli
isimlerinden Cervantes'in kayıp kemiklerinin peşinde.

Bu projeyle adli arkeologların, Ressam Juan de Jauregui tarafından yazarın
ölümünden 20 yıl sonra çizilen, şimdiye kadar bilinen tek resminin ne
kadar gerçek olduğunu da ortaya çıkarması bekleniyor. Tarihçi ve
arkeologlar, yazarın dış görünüşünü ve neden öldüğünü tespit
etmeye çalışacak. Bulunacak kemikler aynı zamanda bazı kesimler
tarafından alkolik olduğu ve siroz hastalığı nedeniyle öldüğü iddia
edilen Cervantes'in içkiden ölüp ölmediğini gösterecek.

ÖLÜM NEDENİ ANLAŞILACAK

Arama projesini gerçekleştirecek Tarihçi Fernando Prado, yaşamının son
dönemlerinde oldukça hasta olduğunun söylenmesine rağmen Cervantes'in
birçok eser ürettiğini belirtti.

Prado, elde edilecek sonuçların yazarın fiziksel özelliklerinin nasıl
olduğu konusunda kesin bilgi veremeyebileceğini ancak neden öldüğünün
net şekilde anlaşılabileceğini kaydetti.

Yazarın ölümünün 100. yılı nedeniyle 2016'da birçok uluslararası
etkinlikler düzenlenmesinin planlandığını ifade eden Prado,
Cervantes'in kemiklerinin bu tarihe kadar bulunacağı konusunda umutlu
olduklarını dile getirdi. Yazarın kemiklerinin 1673'te manastırda
yapılan inşaat çalışmaları sırasında başka bir manastıra
gömüldüğü, daha sonra tekrar Kadınlar Manastırına getirildiği
biliniyor. Ancak yine de yazarın kemiklerinin tam olarak manastırın
neresinde olduğu konusunda bilgi bulunmuyor.

KAynak: Evrensel

Van'da Bir Toplu Mezar Daha

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7169>Van'da Bir Toplu Mezar
Daha</a></h1>Çatak ilçesinde, 28 PKK'linin gömülü olduğu ileri
sürülen bir toplu mezar daha bulundu; cenazelerin Ekim 1998'de
gömüldüğü açıklandı.

Siirt'teki Kasaplar Deresi'nde (Newala Qesaba) Türkiye'de toplu mezarlar
gerçeğinin açıklandığı gün, bir toplu mezar da Van'ın Çatak
ilçesinde çıktı.

Van'ın Çatak ilçesine bağlı Görentaş köyünden 30 kilometre
uzaklıktaki Badılgali Yaylası'nda, 28 kişinin olduğu toplu mezar
bulundu.

DİHA'ya konuşan görgü tanıklarına göre, Ekim 1998'de çıkan
çatışmada 28 PKK'li ve 14 korucu helikopterlerden açılan ateşle
öldürüldü. 14 korucunun cesedi askerlerce alınırken, PKK'liler üst
üste konulduktan sonra yakıldığı ileri sürüldü. Bir PKK'linin
yakılmadan önce kafasının kesildiği de iddia edildi.

Şırnak'ın İidil ilçesinden Abdullah Malgaz'ın ailesi, çocuklarının
toplu mezarda olduğunu söyleyerek İnsan Hakları Derneği'ne (İHD)
başvurdu. İHD Van Şube Sekreteri Sami Görendağ ile bir heyet bölgeye
gitti.

İHD heyetiyle birlikte toplu mezar bölgesine giden Malgaz Ailesi de,
bölgede buldukları elbise parçalarını toplayarak cenazelerin
gömüldüğü taşların altına koydu.

Kaynak: Bianet

İMO: Deprem Kendini Yine Hatırlattı

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7168>İMO: Deprem Kendini Yine
Hatırlattı</a></h1>İnşaat Mühendisleri Odası, 25 Temmuz 2011 tarihinde
Marmara denizi Tekirdağ açıklarında meydana gelen 5.2 büyüklüğündeki
deprem üzerine 27 Temmuz 2011 tarihinde bir basın açıklaması yaparak, 17
Ağustos 1999 depreminin yıldönümünde İzmit`te gerçekleştirilecek
"TMMOB Depreme Duyarlılık Yürüyüşü"ne katılım çağrısında
bulundu.

DEPREM KENDİNİ YİNE HATIRLATTI

25 Temmuz 2011 akşamı saat 20.57'de Marmara Denizi Tekirdağ
açıklarında gerçekleşen 5.2 büyüklüğündeki deprem, İstanbul ve
çevre illerde hissedilerek korkuya neden oldu. Sürekli bir şekilde
gündem dışında tutulma ve hasır altı edilme çabalarına rağmen deprem
gerçeği bir kez daha kendisini hatırlattı. Bu sefer 5.2 büyüklüğünde
olması nedeniyle herhangi bir can ve mal kaybına yol açmaması sevindirici
olsa da, olası daha şiddetli bir sarsıntının yol açacağı yıkımın
son derece kaygı verici olduğu bir gerçektir

Mevcut yapı stokumuz belirlenerek, yapı envanterinin çıkarılıp tüm
yerleşim birimlerimizin deprem ve diğer afetlere karşı dayanıklı hale
getirilmesi yerine İstanbul halkına hangi avantajlı kesimlerin
kullanacağı belli olmayan iki yeni şehir vaadinde bulunanlar unutmuş
olabilirler, ancak bizler depremin yol açtığı kayıpları ve yaşanan
acıları unutmadık.

* Bu nedenle İnşaat Mühendisleri Odası olarak, depremden çok
"güvenliksiz yapıların" kayıplara yol açtığını bir çok kez ifade
ettik ve etmeye devam edeceğiz.

* Mevcut yapıların deprem yönetmeliğine uygun hale getirilmesinin
öncelikli ve acil bir görev olduğunu sorumluluk sahiplerine bir çok kez
hatırlattık hatırlatmaya devam edeceğiz.

* TOKİ ve binalarının neden yapı denetim mekanizmasının dışında
tutulduğunu sormaya, sağlıklı ve nitelikli bir yapı denetim sisteminin
hayata geçirilmesinin önemini vurgulamaya devam edeceğiz.

Tıpkı 2008'de 2009'da 2010'da olduğu gibi bu yıl da 17
Ağustos'ta 99 depreminin yol açtığı kayıpları unutturmamak için,
deprem gerçeğini sorumlularının gündemine taşımak ve yeni acıların
yaşanmasını önlemek için, 17 Ağustos 2011 saat 03:02'de İzmit'te,
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'nin bütün bileşenleriyle
birlikte yakınlarını kaybeden halkımızla kol kola yürüyeceğiz.

Tüm duyarlı insanları "2011 Depreme Duyarlılık Yürüyüşü"ne davet
ediyoruz.

İNŞAAT MÜHENDİSLERİ ODASI

27 Temmuz 2011 Çarşamba

"İstanbul Emniyet Müdürlüğü Önünde Oturma Eylemindeyiz! "

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7165>"İstanbul Emniyet
Müdürlüğü Önünde Oturma Eylemindeyiz! "</a></h1>Vatan caddesindeki,
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Önünde, bugün saat 18.00'de Halk
Cephesi yaptığı basın açıklamasıyla oturma eylemine başladı.
"Polis 5 Gün İçinde 9 Kişiyi Kaçırdı Neden? Gözaltılar
Tutuklamalar Baskılar Bizi Yıldıramaz / Halk Cephesi!" pankartının
açıldığı eyleme 25 kişi katıldı.
Eylemde ayrıca "Kaçırma Terörüne Son; Katil Polis Mahallelerimizden
Defol; Yola Gelmeyeceğiz Islah Olmayacağız" dövizleri ile birlikte,
kaçırılan 9 kişinin isimlerinin serbest bırakılmaları talebiyle yer
aldığı dövizler de taşındı. Dokuz ayrı dövizde kaçırılan
kişilerin isimleri yer alıyordu:Çiğdem Yahşi Serbest Bırakılsın

Gazi Nefes Serbest Bırakılsın
Özlem Kütük Serbest Bırakılsın
Fatih Özgür Aydın Serbest Bırakılsın
Emel Keleş Serbest Bırakılsın
Yusuf Aslan Serbest Bırakılsın
Yasemin Karadağ Serbest Bırakılsın
Sevgi Daylan Serbest Bırakılsın
Pembe Özlem Olgun Serbest Bırakılsın

Yapılan açıklamada, Emniyet Müdürlüğü'nün önünde oturma eylemine
başladıklarını duyuran Halk Cepheliler, eylemlerinin gözaltında kimse
kalmayıncaya kadar devam edeceğini söylediler. Okunan açıklama metninde
şunlar vurgulandı: "… Son 5 gün içerisinde 9 arkadaşımız yolda
yürürken, sokakta kaçırılarak gözaltına alınmıştır. Bir
arkadaşımız minibüsteyken minibüsün önü siyah camlı araçlar
tarafından kesiliyor ve onlarca insanın gözleri önünde terör
estirilerek alınıyor, bir arkadaşımız bir ticari taksi tarafından önü
kesilerek zorla araca atılıyor, bir arkadaşımız Çayan Mahallesi'nde
açlık grevi çadırından uzun namlulu silahlar eşliğinde ve kar
maskeliler tarafından kaçırılıyor… Yolda yürürken, arabada giderken,
gece yarısı baskınlarıyla gözaltına alınıyoruz, tutuklanıyoruz.
Bütün beyinleri uyuşturmaya çalışıyorlar, ayakta dik durmaya
çalışanları, mücadele eden devrimcileri de bitirmeye çalışıyorlar.
Bu şekilde insan kaçırarak mafya yöntemleri kullanarak, filmlerdeki
sahneleri aratmayacak şekilde gözaltına alma furyasının sebebi nedir?
Bunu bütün kamuoyuna açıklasınlar."
Açıklamanın ardından Grup Yorum bir dinleti sundu ve oturma eylemi
başladı.


Kaynak: www.halkinsesi.tv

Mas-Daf İşçileri Göksu Parkı'nda

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7163>Mas-Daf İşçileri Göksu
Parkı'nda</a></h1>Sendikalı oldukları için işten atılan Mas-Daf
işçilerinin Düzce'den Ankara'ya başlattıkları yürüyüş 9. gününde.
Göksu Parkı önünde KESK ve DİSK'e bağlı sendikaların üye ve
yöneticileri tarafından karşılanan Mas-Daf işçileri bu geceyi Göksu
Parkı'nda geçirecek. İşçiler yarın sabah Ankara yürüyüşlerine devam
edecek.

DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye olmalarının ardından işten
atılan Mas-Daf işçileri Göksu Parkı'na ulaştı. 9 gün önce Düzce'den
Ankara'ya yola çıkan işçileri, Göksu Parkı'nda DİSK ve KESK'e bağlı
sendikaların üye ve yöneticileri karşıladı. Geceyi Göksu Parkı'nda
geçirecek işçiler yarın sabah yürüyüşlerine devam edecek. Polis ise
işçilerin Göksu Parkı'nda kalmasına ve yarın Ankara'ya doğru
yürüyüşü sürdürmelerine izin vermeyeceğini söyledi.

Sendika ve toplu sözleşme hakkı için dört aydır direnişte olan 120
Mas-Daf işçisinden 10'unun başlattığı Düzce-Ankara yürüyüşü
tamamlanmak üzere. Bugün akşam saatlerinde Göksu Parkı'nda KESK ve
DİSK'e bağlı sendikaların üye ve yöneticilerinin katılımıyla basın
açıklaması yapan Mas-Daf işçileri, polisin yürüyüşü engelleme
çabalarına rağmen Ankara'ya yürüyerek gitmekte kararlı olduklarını
söyledi.

Göksu Parkı önünde yapılan basın açıklamasında işçiler adına
konuşan Birleşik Metal-İş Sendikası Kocaeli Şube Sekreteri Talat
Çelik, bir yıldır sendika ve TİS hakkı için başlattıkları
mücadeleyi, 4 ay önce ise 120 işçinin işten atılmasıyla direnişe
dönüştürdüklerini söyledi. 9 gün önce Düzce'den yürüyüşe
başladıklarını hatırlatan Çelik, Anayasanın 51. maddesi olan
sendikalı olma hakkını, özgürce, hiçbir engelle karşılaşmadan,
işten atılmadan, açlıkla terbiye edilmeden kullanmak istediklerini ifade
etti.

'HÜKÜMETİ ILO'YA ANLATACAĞIZ'

Çelik, sadece Mas-Daf işçileri adına değil, tüm işçilerin hakları
için yürüdüklerini söyleyerek, "Türkiye Cumhuriyeti'nin orta yerinde,
ileri demokrasinin uygulandığı iddia edilen bir ülkede, anayasal
hakkımızı kullanmak istediğimizi söylemek, hükümetin verdiği sözleri
tutmadığını ILO'ya anlatmak için, Çalışma Bakanlığına görevlerini
hatırlatmak için Ankara'ya gidiyoruz" dedi.

Birleşik Metal-İş Sendikası üyeleri olarak bedel ödeyen bir kültürden
geldiklerini vurgulayan Talat Çelik, "Bu mücadele sonucunda yerimiz
hapishane, gözaltı, dar ağacı olsa da biz boğazıma ilmeği geçirir,
sandalyeyi kendimiz tekmeleriz" şeklinde konuştu. Çelik, mücadeleyi
sürdüreceklerini söyledi.

İŞÇİLERE POLİS ENGELİ

19 Temmuz günü Düzce'den yürüyüş başlatmak isteyen işçiler bir gün
içerisinde 3 kez gözaltına alınırken, benzer baskılar Ankara girişinde
yaşanmaya başladı. Yürüyüşün 8 kilometrelik bölümünde 4 kere
durdurulan işçilerin geceyi Göksu Parkı'nda geçirmelerine izin
verilmeyeceği söylendi. Göksu Parkı'nın kapılarını kapatan polis,
yarın sabah saat 10.00'da başlayacak yürüyüşe de izin vermeyeceklerini
kaydetti. Polis, işçilerin otobüslere binerek Ankara'ya gitmelerini
söyledi. İşçiler ise bu geceyi Göksu Parkı'nda geçirme ve Ankara'ya
yürüyerek gitme konusunda kararlılıklarını ifade etti.

"Amaç Kayıt Dışındaki Kuralsızlığı Yaygınlaştırmak"

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7162>"Amaç Kayıt Dışındaki
Kuralsızlığı Yaygınlaştırmak"</a></h1>DİSK Araştırma Enstitüsü
Müdürü Öngel, "Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi, bütünlüklü bir
saldırı olarak görülmeli. Kıdem tazminatı başlıklardan yalnızca
biridir. Esneklik bu bütünlüklü saldırının üst başlığıdır"
diyor.

61. Hükümet Programı'nın açıklanmasından sonra gündeme gelen "kıdem
tazminatı fonu"nu ve kıdem tazminatı, esnek çalışma, asgari ücret gibi
bir dizi alanda yeni düzenlemeler yapılmasını öngören "Ulusal İstihdam
Stratejisi"ni DİSK Araştırma Enstitüsü Müdürü F. Serkan Öngel bianet
için değerlendirdi.

2009'dan itibaren taslakları hazırlanmaya başlanan "Ulusal İstihdam
Stratejisi Belgesi", 61. Hükümet Programı'ndaki "işsizlikle mücadele"
bölümünde geçen bazı ifadeler nedeniyle gündeme geldi. Hükümet
programının ilgili bölümünde şu ifade yer alıyor: "İşçilerin
büyük çoğunluğunun alamadığı, işletmelerin üzerinde ödeme
baskısı oluşturan, çalışma hayatının en önemli soru alanlarının
başında gelen kıdem tazminatı sorunu, kazanılmış hakları koruyan ve
bütün işçilerin kıdem tazminatı garanti altına alan bir fon
oluşturularak çözülecek..." Mevcut kıdem tazminatı uygulamasının
yerini bir "fon"un alması ve genel olarak Ulusal İstihdam Stratejisi
Belgesi"nin yeni yasal düzenlemelere temel olması ne gibi sonuçlara yol
açar?

"Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi" adı verilen ve emeğin kazanılmış
haklarına yönelik, Cumhuriyet tarihinin en önemli saldırısı olarak
değerlendirebileceğimiz düzenlemeler çalışma yaşamını kökten
değiştirmeyi amaçlayan bir içeriğe sahip. Bu anlamda bütünüyle
güvencesiz, kuralsız, esnek bir çalışma yaşamı öngörülüyor.
Sermaye kesimlerinin bu alandaki beklentilerinin neredeyse bütünü bu
belgede kendisine yer buluyor. Amaçlanan, kayıt dışı sektörlerdeki
kuralsızlığın, sömürünün ve güvencesizliğin, yasal çerçeveye
kavuşturularak çalışma yaşamının bütününe yayılmasıdır. Belge,
bütünlüklü bir saldırı olarak görülmelidir. Yani kıdem tazminatı
başlıklardan yalnızca biridir. Esneklik bu bütünlüklü saldırının
üst başlığıdır. Kıdem tazminatının kaldırılması da, esnek
çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması da, taşeron
uygulamalarının kolaylaştırılması, bölgesel asgari ücret, özel
istihdam bürolarına geçici iş ilişkisi kurulması da bu başlığın
altında yerini alıyor. Bu saldırı, AKP'nin ustalık döneminde emeği
bütünüyle esaret altında alma çabasının ürünüdür.

Yapılacak yeni düzenlemelerde, kıdem tazminatı tutarının her yıl için
bir brüt maaştan 20 yıl için altı maaşa indirileceği söyleniyor.
Değerlendirir misiniz?

Kıdem tazminatı, emekçilerin uzun mücadeleler sonucunda elde ettikleri
temel bir hak. Sermaye çevrelerinin ödemekten hiç hoşnut olmadıkları ve
kendi üzerilerinde bir yük olarak gördükleri bu hak, işçilerin
çalıştıkları kuruma verdikleri yıllarının, bu süreçte
yaşadıkları yıpranmanın sonucunda açığa çıkan ve verdikleri emek
ile mukayese edilemeyecek kadar cüzi düzeyde bir tazminattır.
Dolayısıyla burada sorun emeğin kazanılmış bir hakkının, sermaye
kesimleri tarafından gasp edilmesi girişimidir. Bu girişim yeni de değil.
Sermaye kesimleri her buldukları fırsatta bu haktan kaynaklı olarak
duydukları rahatsızlığı dile getiriyor. Bu kesimler için en başat
gerekçe ise, "işten çıkartma maliyetlerinin yüksekliği", "işgücü
piyasalarının katılığı"dır. Türkiye'de iş güvencesine ücretli
çalışanların yarısından çoğunun erişimi bulunmazken, kapsamı AKP
iktidarının 2003 yılındaki ilk icraatlarından biri olan 4857 sayılı
iş kanunu ile daraltılan iş güvencesi yasasının bile uygulamasında
devasa sorunlar yaşanırken, Türkiye açısından iş gücü
piyasalarının katı olduğunu söylemek gerçekçi değildir. Tersine
güvencesiz ve kuralsız çalışma hızla yaygınlaşıyor. Kıdem
tazminatının 20 yıllık çalışmaya karşılık mevcut uygulamadaki gibi
20 ay değil altı ay olarak uygulanması konusu, OECD ülkeleri dikkate
alınarak ortaya konulmuş bir hedeftir. Her ülkenin kendine özgü
özellikleri bulunmaktadır. Söz konusu ülkeler arasında en az sosyal
hakkın olduğu, işçilerin yasalarca en az korunduğu, sendikal hakların
en geri düzeyde bulunduğu ülke Türkiye'dir. Bu nedenle böyle bir
karşılaştırma büyük bir çarpıtmadır. Hükümet bu alanda,
Türkiye'yi olmadığı bir ligin ülkeleri ile, Kuzey ülkeleri ile
karşılaştırıyor, işçilerin oradaki kazanımlarını görmezden gelip
sermayedarların beklentilerine karşılık verecek örnekleri sürekli
kamuoyunun gündemine sokuyor.

Yeni düzenlemeyle kıdem tazminatının ödemelerinin oluşturulacak "Kıdem
Tazminatı Fonu" üzerinden yapılması isteniyor. Bu fonun yönetimi ve
denetimi kimde olacak?

Kıdem tazminatının fona devredilmesi konusu aslında uzun vadede bu
hakkın ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir düzenlemedir. Bu
düzenleme ile işverenlerin işten çıkartma maliyetlerinin minimize
edilmesi, böylelikle işten çıkartmanın kolaylaştırılması
amaçlanıyor. Türkiye fonlar konusunda kötü bir şöhrete sahip. Zorunlu
Tasarrufu Teşvik Fonu, Konut Edindirme Fonu, İşsizlik Fonu
uygulamalarının sonuçları ortada. Bu fonlarda biriken paralar amaçları
dışında kullanıldı. Hükümetler tarafından yağmalandı. Yeni
oluşacak ve uzun erimde amacı işverenlerin üzerindeki yükü almak olan
böyle bir fonun yaşama şansı yok. Bu konudaki tasarının son hali ortada
yok, ama daha önceki tasarılarda fonun idaresinin işveren ağırlıklı
olacağı öngörülmüştür. Yani işçinin parasını işverenler idare
edecektir. Özel emeklilik sistemi de sözü edilen konular arasındadır.
Ama sorun ne yönetim ne denetim işidir. Sorun, böyle bir hakkın
hükümetin en yüksek düzey yetkilisi tarafından bir sorun olarak
görülmesidir.

Kıdem tazminatlarının büyük ölçüde zaten ödenemediği iddiası var.
Bu konuda kanunu işletemeyen devlet şimdi nasıl bir güvence verebiliyor?

Kıdem tazminatının uygulanması konusunda sıkıntılar ortada. Mahkemeler
bu konuda süren davalarla dolu. Bu durumun sorumlusu elbette siyasi
iktidardır. Hükümetin emekçilerin canını yakacak böyle bir
düzenlemeyi geçirebilmesi için desteğe ihtiyacı var. Bu desteği
kazanmak için, işten kendi isteğiyle ayrılanların da kıdem tazminatı
fonundan yararlanacağı propagandası yapılıyor. Halbuki, bunun için fon
kurmaya gerek yok. Küçük bir düzenlemeyle bunu sağlamak mümkün. Devlet
güvencesine gelince, her türlü kazanılmış hakkın bir bir elimizden
alındığı yeni liberal çağda hiç kimse böyle bir güvenceye sırtını
dayamamalı.

Fonun kurulması ve hayata geçirilmesi çalışma hayatındaki dengeleri
nasıl etkileyecek?

Fonun kurulması sonucunda çalışanların önemli bir güvencesinin ortadan
kalkacağı açıktır. Dengeler sermayedarlar lehine değişecektir.
Kıdemli ve yaşlı işçiler ilk elden bu işin mağduru haline gelebilir.
Artık insanlar daha sık işsizlik gerçeği ile karşılaşacaklardır.
Bunun yanında işçinin işten kendi rızası ile ayrıldığı bazı
durumlarda da kıdem tazminatı alma hakkını kullanılabildiği (askerlik,
15 yıl kıdem, işyerinin yer değiştirmesi) durumlar söz konusudur. Bu
durumdaki kişilerle, emekli olduğunda bu haktan faydalananlar ciddi hak
kaybı yaşayacaktır. Kriz döneminde pek çok işçi kendi rızası ile
kredi borçlarını ödemek için, tazminatlarını alıp işten ayrıldı.
Yani kriz döneminde de kıdem tazminatı işçinin can simidi oldu.

Bölgesel asgari ücret uygulamasının ekonomik ve toplumsal sonuçları ne
olabilir?

Bölgesel asgari ücret uygulamasını bölge kalkınma ajanslarının bir
parçası olarak görmek gerekiyor. Küresel rekabetin yanı sıra bölgesel
rekabet de canlandırılmaya çalışılıyor. Acımasız bir sistem inşa
edilmeye çalışılan. Rekabet baskısı ile her bölge asgari ücreti daha
aşağıya çekmeye çalışacak. Reel ücretlerde gerileme ve yoksullaşma
bu sürecin en önemli toplumsal sonuçları olacak. İlk aşamada, ekonomik
olarak gelişmemiş bölgelerde işçilerin kazanılmış hakları hedefte
olacak.

Daha önce 1951-1974 arası uygulanan bölgesel asgari ücreti, eşitlik
ilkesine aykırı olduğu için 1974'te Anayasa Mahkemesi iptal etmişti.
Bugün gerçekleştirilmesi düşünülen uygulamayı bu çerçevede
değerlendirir misiniz?

Bugün eşitlik ilkesi artık rafa kaldırılmış durumda. Rekabetin olduğu
yerde eşitlik olmaz. Bu nedenle kurulmak istenen yeni çalışma düzeni,
eşitsizliklerin, haksızlıkların üzerinde yükselecektir. Sermaye
birikiminin en acımasız bir biçimde gerçekleşeceği bir dönemle yüz
yüze kalabiliriz.

Esnek çalışma modelleri için yasal düzenleme yapılacağından söz
ediliyor. Yarı zamanlı işçi, uzaktan çalışma gibi farklı modellerin
çalışma hayatına girmesi istihdam sorununu çözer mi? Ayrıca bu
çalışma biçimlerinin işçilerin kayıt dışı çalıştırılmasını
engelleyeceği söyleniyor.

Esnek çalışma biçimleri işsizliği giderici bir unsur değildir. Amacı
daha az kişi ile daha çok iş yapmak olan, işin yoğunlaştırılmasını
ve sömürüyü artırmayı amaçlayan bir tarzın işsizliğe çözüm
olacağını söylemek mümkün değil. Ancak resmi işsizlik rakamlarında
düşüşlere yol açabilir. Örneğin son üç ay içinde bir saat bile olsa
herhangi bir gelir ve fayda getirici faaliyette bulunan, böylelikle işsiz
sayılmayan "gizli işsizler"in sayısı artacaktır. Amaç da işsizliğin
bu kategori altında toplanıp "azaltılması"dır. Burada bir çözüm yok.
Zaten amaç işsizlikle mücadele etmek değil. Türkiye'de tam zamanlı
çalışan işçiler haftada Avrupa ortalamasının 12 saat üzerinde
çalışıyor. İşsizliğe çözüm arayan önce bu çalışma süreleri ile
mücadele etmeli. "Kayıt dışı çalışmanın engellenmesi" olarak sunulan
şey ise, kayıtlı sektörler ile kayıt dışı sektörler arasında
çalışma koşulları açısından herhangi bir farkın bırakılmaması ile
ilgilidir. Yani siz kayıt dışı koşullara yasal bir çerçeve
getirirseniz kayıt dışı zaten ortadan kalkar. Ama ne pahasına?

İşverenin 25 yaş altındakileri çalıştırırken dört ay deneme süresi
koyabileceği düzenlemelerden söz ediliyor. Dört ay deneme süresi
çalışanlara ve işverene ne gibi olanaklar yaratabilir?

Torba yasada var olan bu hüküm tepki üzerine geri çekilmişti. 4857
sayılı İş Kanununda deneme süresinin en önemli uygulama alanı ihbar
öneli ve ihbar tazminatıdır. Deneme süresi içinde tarafların iş
sözleşmesini bildirim süresine gerek olmaksızın ve tazminatsız olarak
feshedebileceği açıkça belirtilmektedir. İş Kanunu'nda, kıdem
tazminatı ve iş güvencesi hükümlerinin aksine, ihbar öneli ve ihbar
tazminatı için herhangi bir asgari çalışma şartı aranmamıştır. Bu
nedenle, deneme kaydının bulunmadığı hallerde, iş sözleşmesi bir gün
bile sürse en az iki hafta ihbar tazminatı söz konusu olacaktır.
Önerilen uygulama bu hakkın gasp edilmesi anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla işverenler açısından maliyeti aşağıya çeken bir
unsurdur. Bu yolla deneme süresi ile işçileri çalıştırıp işine son
vermek bir yöntem olarak daha sık uygulanır hale gelecektir.

Kaynak: Bianet

'Diri Diri Yakanlar Cezalandırılsın'

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7160>'Diri Diri Yakanlar
Cezalandırılsın'</a></h1>"Hayata Dönüş" adıyla katliam
operasyonlarının yapıldığı cezaevlerinden biri olan ve 12 tutuklu ve
hükümlünün yaşamını yitirdiği Bayrampaşa Cezaevi katliamı ile
ilgili açılan davanın 3. duruşması yapıldı. Katliamla ilgili adalet
talebinde bulunanlar, "39 erin zoraki yargılaması ile katliamın üzeri
örtülemez" dedi.

"Hayata Dönüş" adı altında 19-22 Aralık 2000 tarihlerinde ölüm
oruçları eylemine karşı operasyon yapılan cezaevlerinden biri olan ve 12
tutuklu ile hükümlünün hayatını kaybettiği Bayrampaşa Cezaevi
katliamı ile ilgili sadece 39 er hakkında açılan davanın 3. duruşması
Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başladı. 39 erin tutuksuz
yargılandığı davanın duruşması öncesinde adliye önünde toplanan
Halk Cephesi ve TAYAD üyeleri ise, daha önceki duruşmalarda olduğu gibi
adalet taleplerini yeniledi.

"11 yıl oldu, 19 Aralık 2000'de Bayrampaşa'da diri diri yakanlar
cezalandırılsın" pankartı açan eylemciler, "Diri diri yakanlar hala
cezalandırılmadı", "19-22 Aralık katliamcıları yargılansın"
dövizleri taşıdı. Grup adına açıklama yapan TAYAD Yönetim Kurulu
Üyesi Nagihan Kurt, katliamla ilgili sadece 39 erin yargılanmasını kabul
etmedikleri ifade etti.
"20 cezaevine 39 askerin emri ile mi girildi, 20 bin bomba ve on binlerce
kurşunu sadece bu askerler mi kullandı" diye soran Kurt, merkezi
düzeydeki savcılarla operasyon yapma anlaşmasını imzalayanların,
operasyon emri verenlerin kim oldukları ortaya çıkarılmadıkça,
katliamın hesabının sorulmuş olmayacağını söyledi. Kurt, "39 erin
zoraki yargılaması ile katliamın üzeri örtülemez" dedi.

'HAYATA DÖNÜŞ' İTİRAFLARINA SUÇ DUYURUSU

"Hayata Dönüş" katliamına Bayrampaşa Cezaevi'nde katılan uzman
jandarma çavuş Altan Sabsız'ın itirafları üzerine MAZLUMDER suç
duyurusunda bulundu. MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, "Hayata
Dönüş" operasyonunun gerçek sorumlularının açığa
çıkarılmasını talep etti.

Operasyona katılan uzman jandarma çavuşu Altan Sabsız, aradan 11 yıl
geçtikten sonra 5 Temmuz 2011'de Van 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ne ifade
vermişti. Sabsız'ın ifadesinde, Ankara Jandarma Komando Özel Asayiş
Komutanlığı'ndan (JKÖAK) gönderilen ve nereden geldiğini bilmediği
personelin cezaevine girerek ateşli silahlarla müdahale ettiğini
belirtmişti. Sabsız ayrıca, yanan koğuşta teslim olmak isteyenlerin
dışarı çıkarılmadığını, yangına müdahale edilmediğini ve yanan
tutukluların üzerine yanıcı madde içeren battaniye atıldığını
söylemişti.

MAZLUMDER Sabsız'ın ifadesinin suçun itiraf edilmesi anlamına
geldiğini belirterek, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç
duyurusunda bulundu. Sabsız'ın anlattıklarının savcılık tarafından
dikkate alınarak, insanlığa karşı işlenmiş suç kapsamında
değerlendirilmesini talep eden MAZLUMDER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal,
"gerçek sorumlular tespit edilip adalet önüne getirilene kadar meselenin
takipçisi olacağımızı kamuoyuna bildiririz" dedi.

Kaynak:Evrensel

Tayad'lılara İkinci Gözaltı

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7158>Tayad'lılara İkinci
Gözaltı</a></h1><p>Tunceli &Ccedil;emişgezek&#39;teki toplu mezarın
a&ccedil;ılması talebiyle a&ccedil;lık grevi yapan TAYAD&#39;lı aileler
gece saatlerinde bir kez daha g&ouml;zaltına alındı. TAYAD&#39;li Aileler,
dayanışma &ccedil;ağrısı yaptı.</p>
<p>Ali Yıldız&#39;ın cenazesinin bulunması i&ccedil;in Ankara Y&uuml;ksel
Caddesi&#39;nde a&ccedil;lık grevi yapan TAYAD&#39;lıların gece bir kez
daha g&ouml;zaltına alındı.</p>
<p>TAYAD&#39;lı Aileler&#39;den yapılan a&ccedil;ıklamada g&uuml;n boyu
vğe gece yaşanan g&ouml;zaltılar ş&ouml;yle anlatıldı: &quot;26 Temmuz
2011 Y&uuml;ksel caddesinde, 1997&#39;de Dersim&#39;de katledilen ve toplu
mezara g&ouml;m&uuml;len Ali Yıldız&#39;ın ailesinin evlatlarının
cenazesini alabilmek i&ccedil;in başlattıkları a&ccedil;lık grevine
destek vermek i&ccedil;in 2 g&uuml;nl&uuml;k a&ccedil;lık grevi yapmak
istedik. Sabah 10.30&#39;da &ccedil;adır ve imza masamıza polis tarafından
m&uuml;dahale edildi ve g&ouml;zaltına alındık.</p>
<p>Y&uuml;ksel caddesine aylardır herkes &ccedil;adır a&ccedil;masına
rağmen, TAYAD&#39;lılar yaptıklarının yasadışı olduğu &ouml;ne
s&uuml;r&uuml;lerek g&ouml;zaltına alındı. Akşam saatlerinde serbest
bırakıldık.</p>
<p>Gece 24.00 civarında yine sivil polisler ve &ccedil;evik kuvvut
&ccedil;adırımıza ve a&ccedil;lık grevimize saldırdı. Gece kalan 3
TAYAD&#39;lıyı g&ouml;zaltına aldı. İsimlerini &ouml;ğrenebildiklerimiz
Tuncer G&uuml;m&uuml;ş ve İlhan Kaya.&quot;</p>
<p>&quot;Ankara polisi Ankara&#39;da eşkiyalığa soyunmuş durumda&quot;
denilen a&ccedil;ıklamada, şu ifadelere yer verildi: &quot;G&ouml;zaltılar
ve baskılar bizi yıldıramayacak. G&ouml;zaltına alınmaya devam
ettiğimiz s&uuml;rece, &ccedil;adırımız ve eşyalarımız AKP polisi
tarafından gaspedildiği s&uuml;rece oturma eylemimiz de devam edecek. Bu
bilinmelidir. Biz Abdi İpek&ccedil;i parkında 4 yıl oturduk, onlarca kez
g&ouml;zaltına alınıp tutuklandık. &Ccedil;adırımızı tekrar
a&ccedil;ıp a&ccedil;lık grevi oturma eylemimize devam edeceğiz.</p>
<p>T&uuml;m devrimci demokrat yapıları, sendika ve demokratik kitle
&ouml;rg&uuml;tlerini, baskıya ve zulme karşı herkesi
&ccedil;adırımızı sahiplenmeye &ccedil;ağırıyoruz.&quot;</p>
<p>&nbsp;</p>
<p><em><strong>Kaynak: Etha</strong></em></p>

26 Temmuz 2011 Salı

BTK 22 Şubat 2011 tarihli Kurul Kararı hakkında İnternet Kurulu Önerileri Değerlendirmesi / Alternatif Bilişim Derneği

<h1><a href=http://www.ivmedergisi.com/node/7157>BTK 22 Şubat 2011 tarihli
Kurul Kararı hakkında İnternet Kurulu Önerileri Değerlendirmesi /
Alternatif Bilişim Derneği</a></h1><p
class="rtejustify"><strong><em>Alternatif Bilişim Derneği / 25 Temmuz
2011</em></strong></p>
<p class="rtejustify"><strong>BTK Kurul Kararı ile 22 Ağustos&rsquo;ta
y&uuml;r&uuml;rl&uuml;ğe girecek, devlet eliyle merkezi filtreleme sistemi
hakkında İnternet Kurulu (İK) değerlendirme ve &ouml;neriler paketi
yayınladı. Maalesef rapor, kamuoyunun beklentilerinin &ccedil;ok uzağında
olmasının yanı sıra yanıltıcı bilgilerle dolu.</strong></p>
<p class="rtejustify">Kamuoyu &ouml;ncelikle şunu bilmelidir ki,
derneğimizin ve ilgili bir&ccedil;ok STK&rsquo;nın katılımıyla
ger&ccedil;ekleşen İK toplantısında ortaya konulan hemen t&uuml;m
fikirler g&ouml;z ardı edilmiştir. Hepimizin ortak fikri devlet eliyle
merkezi filtrenin kesinlikle kabul edilemeyeceği, yapılan d&uuml;zenlemenin
her a&ccedil;ıdan problemli olduğu ve derhal geri &ccedil;ekilmesi
gerektiğiydi. Fakat İK&rsquo;nın &ouml;nerisi d&uuml;zenlemenin yeniden
yazılması ve merkezi filtreleme sisteminin devam etmesi
y&ouml;n&uuml;ndedir. Bu kabul edilemezdir.</p>
<p class="rtejustify">&Ouml;nerilen standart ve yurti&ccedil;i paketin
kaldırılması fakat aile ve &ccedil;ocuk paketinin tek bir se&ccedil;enekte
kullanıcılara sunulmasıdır. Fakat filtrelemenin bu profillerde de merkezi
olması, beyaz ve kara listelere dayandırılması korunmaktadır.</p>
<p class="rtejustify"><strong>Rapordaki maddi hatalar merkezi filtreyi
desteklemek ama&ccedil;lıdır</strong></p>
<p class="rtejustify">Değerlendirme b&ouml;l&uuml;m&uuml;nde verilen
&ouml;rnekler ve &ccedil;eşitli raporlardan yapılan alıntılar maddi
hatalarla doludur. Ortaya &ccedil;ıkan metin &ldquo;merkezi filtre
sisteminin yaygın ve gerekli bir uygulama&rdquo; olduğunu anlatmak
kaygısı i&ccedil;erisindedir.</p>
<p class="rtejustify">İK Raporunda diğer &uuml;lkelerdeki uygulamalar şu
şekilde ifade edilmiştir: &ldquo;İnternetin zararlı ya da yasal olmayan
i&ccedil;eriklerinden korunmak i&ccedil;in pek &ccedil;ok &uuml;lke
&lsquo;filtre&rsquo; uygulamaları geliştirmektedir. Aralarında
T&uuml;rkiye&rsquo;nin de yer aldığı Avustralya, İtalya, İngiltere,
Kore, Japonya, Almanya, İspanya, Kanada, Amerika, Meksika, Danimarka, Yeni
Zelanda, İsve&ccedil; ve Norve&ccedil; gibi pek &ccedil;ok &uuml;lkenin
internetin filtrelenmesi konusunda geliştirdikleri uygulamalar ve
izledikleri yollar OECD Raporu kapsamında aşağıda ele
alınmıştır.&rdquo; Bu ifadelerin ilki yanlış, ikincisi
yanıltıcıdır. Pek &ccedil;ok &uuml;lke &ldquo;filtre&rdquo; değil,
başka yollar geliştirmektedir. Adı ge&ccedil;en &uuml;lkelerin
hi&ccedil;birinde bizdeki &ldquo;merkezi filtreleme&rdquo; sistemi yoktur.
Bazılarında yasal olarak, bazılarında g&ouml;n&uuml;ll&uuml; olarak
erişim engellemesi yapılmaktadır. Raporda kaynak g&ouml;sterilen OECD
raporuna g&ouml;re de, &ldquo;merkezi filtreleme&rdquo; sadece
T&uuml;rkiye&rsquo;de zorunluluktur.</p>
<p class="rtejustify">Verilen Almanya ve İtalya &ouml;rneklerinde de
filtreleme ve erişim engelleme birbirine karıştırılmakladır.
Avustralya&rsquo;daki uygulama ise g&ouml;sterilen tepkiler sonucu askıya
alınmıştır. G&ouml;zden ge&ccedil;irilmektedir. ABD&rsquo;deki filtreleme
ise ev kullanıcılarını kapsamamaktadır. Sadece okullara ve
k&uuml;t&uuml;phanelere filtre i&ccedil;in fon verilmektedir. Yine
&ldquo;merkezi filtrelerin yaygın kullanıldığı&rdquo; iddiası da
ge&ccedil;ersizdir. Mesela İK Raporunda İngiltere&rsquo;de s&ouml;z edilen
programa sadece bir tane filtreleme yazılımı başvurmuştur. Altı
&ccedil;izilen, &ldquo;Filtreleme İspanya&rsquo;da Yasal Zorunluluk&rdquo;
ifadesi de doğru değildir. Zorunlu olan, sonraki satırlarda da
belirtildiği gibi <strong>BİLİN&Ccedil;LENDİRMEDİR</strong>, kullanım
değil!</p>
<p class="rtejustify">Rapor başından sonuna kadar başka &uuml;lkelerdeki
uygulamaları maksatlı aktarmıştır. Ama&ccedil; bizde uygulanması
&ouml;ng&ouml;r&uuml;len sisteme destek aramaktır. Fakat yurtdışındaki
uygulamalar ve bir &ccedil;ok rapor tam tersini s&ouml;ylemektedir.</p>
<p class="rtejustify"><strong>Devlet eliyle merkezi filtre uygulamak
sans&uuml;rd&uuml;r</strong></p>
<p class="rtejustify">Her t&uuml;rl&uuml; erişim engeli ve filtrelemeler
bahsedilen OECD raporunda ve T&uuml;rkiye&rsquo;yi bağlayan bir &ccedil;ok
raporda &ccedil;ocukları korumaya yeterli g&ouml;r&uuml;lmemektedir. Merkezi
olarak devlet eliyle uygulanması da SANS&Uuml;R olarak nitelendirilmektedir.
Avrupa G&uuml;venlik ve İşbirliği Teşkilatının &ldquo;İnternette
İfade &Ouml;zg&uuml;rl&uuml;ğ&uuml;&rdquo; başlıklı Temmuz 2011
raporunda da T&uuml;rkiye AGİT b&ouml;lgesindeki devlet eliyle filtre
uygulayacak tek &uuml;lke olarak işaret edilmiş, AGİT&rsquo;in de bu
gelişmeden duyduğu kaygı belirtilmiştir. Keza aynı kaygı, ABD Dış
İlişkiler Sekreterliği tarafından da a&ccedil;ıklanmıştır.</p>
<p class="rtejustify">AGİT devlet eliyle filtreyi &ouml;nermemektedir.
G&ouml;n&uuml;ll&uuml; filtre uygulaması &ouml;nermektedir. Ki bu t&uuml;r
yazılımlar halen T&uuml;rkiye&rsquo;de yazılım end&uuml;strisinde
mevcuttur. B&ouml;yle bir d&uuml;zenlemeye bu anlamıyla ihtiya&ccedil;
yoktur.</p>
<p class="rtejustify"><strong>&Ccedil;&ouml;z&uuml;m eğitim ve
bilin&ccedil;lendirmededir</strong></p>
<p class="rtejustify">&Ccedil;&ouml;z&uuml;m eğitim ve bireyi
g&uuml;&ccedil;lendirmekten ge&ccedil;mektedir. İnternetle barışık, risk
algısından uzak, makro tekno-sosyal politikalara ihtiyacımız vardır.
Sorun, teknik yasaklarla &ccedil;&ouml;z&uuml;lemez. Eu Kids Online Projesi
Kordinat&ouml;r&uuml; Prof. Dr. Sonia Livingstone, T&uuml;rkiye&rsquo;de
dijital becerilerin az olduğunu ifade etmektedir. Dijital okuryazarlığın
her d&uuml;zeyde &ccedil;ocuk, ebeveyn hatta &ouml;ğretmenler d&uuml;zeyinde
geliştirilmesi gereklidir. Taslak &ouml;neride bu husus yerindedir ve acilen
iyi niyetli bir &ouml;neri olmanın &ouml;tesine ge&ccedil;melidir. Dijital
okuryazarlığın her d&uuml;zeyde &ccedil;ocuk, ebeveyn hatta
&ouml;ğretmenler d&uuml;zeyinde geliştirilmesi gereklidir. Ancak, devlet
eliyle filtre uygulaması hi&ccedil; bir şekilde demokratik ve
&ccedil;oğulcu toplum/k&uuml;lt&uuml;r yapısına hizmet vermez/veremez. Tam
tersine tek boyutlu bir insan profili oluşturup, kamusal s&ouml;ylemi
tektipleştirir.</p>
<p class="rtejustify">İK &ouml;nerileri arasında yer alan siyah ve beyaz
liste uygulaması da toplumun, yurttaşların tektipleştirmesinden başka
bir şeye hizmet etmez. Bu nedenle g&ouml;n&uuml;ll&uuml; aile filtresi
uygulaması dışında zorunlu bir uygulama dayatılamaz.</p>
<p class="rtejustify"><strong>İlgili t&uuml;m taraflar s&uuml;rece etkin bir
bi&ccedil;imde katılmalıdır</strong></p>
<p class="rtejustify">Yine &ouml;neriler arasında yer alan Aile ve Sosyal
Araştırmalar Genel M&uuml;d&uuml;rl&uuml;ğ&uuml;&rsquo;n&uuml;n filtre
konusunda tek d&uuml;zenleyici akt&ouml;r olması hem yetersiz, hem de
konunun gerektirdiği y&ouml;netişim mantığına aykırıdır. Danışma
kurulunda iletişim sosyoloğu ile yeni medya sosyoloğunun olmaması
&ccedil;ok temel bir eksikliktir. Yine bu kurulun STK&rsquo;larla
s&uuml;rekli iletişimde olacağı ve g&ouml;r&uuml;şlerini &ccedil;alışma
grubuna ileteceği şeklindeki iyi niyetli bir tavsiyenin ne kadar
uygulanabilir olduğu, İK&rsquo;nın bu raporuna yansımayan
g&ouml;r&uuml;şlerimizden şimdiden a&ccedil;ıktır.&nbsp; Bu &ccedil;ok
temel rapora bir &ccedil;ok STK&rsquo;nın a&ccedil;ık&ccedil;a
ortaklaştığı g&ouml;r&uuml;şlerin neredeyse hi&ccedil;birinin
yansımamış oluşu neler yaşanacağı hakkında fikir vermektedir.</p>
<p class="rtejustify">Sorun ve &ccedil;&ouml;z&uuml;m konusunda bizim de
dahil olduğumuz bir &ccedil;ok STK ve uzman g&ouml;r&uuml;şlerini defalarca
kamuoyu ile paylaşmıştır.</p>
<p class="rtejustify"><strong>İnternet erişimi temel bir insan
hakkıdır</strong></p>
<p class="rtejustify">İK Raporu vesilesiyle, İnternet kullanıcılarını
bekleyen tehlikeye karşı kamuoyunu bir kez daha uyarmak istiyoruz.</p>
<p class="rtejustify">İnternet artık t&uuml;m d&uuml;nyada temel bir insan
hakkı olarak tanınmaya başlanmıştır. T&uuml;rkiye&rsquo;de karar verici
akt&ouml;rleri, muhafazakar, korumacı kollamacı, risk algısı y&uuml;ksek
politikalardan uzak durmaya, sans&uuml;r anlamına gelebilecek her
t&uuml;rl&uuml; uygulamadan bir an &ouml;nce vazge&ccedil;meye
&ccedil;ağırıyoruz. Konuyla ilgili t&uuml;m STK&rsquo;ları tepkisiz
kalmamaya, t&uuml;m internet kullanıcılarını ise verilecek tepkilere
ortak olmaya davet ediyoruz.</p>
<p class="rtejustify">Sınırsız, sans&uuml;rs&uuml;z, &ouml;zg&uuml;r bir
İnternet istiyoruz.</p>
<p class="rtejustify"><strong>Kaynak:
http://yenimedya.wordpress.com</strong></p>