19 Haziran 2012 Salı

İleri demokrasinin kamp ateşleri / Ali Topuz

İleri demokrasinin kamp
ateşleri / Ali Topuz

Yanıyoruz. Sınır boylarında, işçi
çadırlarında, deprem çadırlarında kış boyu yandık. Şimdi insan
istiflenen sözüm ona ceza ve tutukevlerinde alevler yükseliyor. Duracak
bir ateş değil, çünkü “kendi aralarında kavga eden mahkûm ya da
tutuklulardan” çıkmıyor, kötü bir sistemin çarklarından
çıkıyor.

Sözüm ona ceza ve tutukevleri. Çünkü, ceza ve
tutukevlerinden bahsetmek için, mutabık kalınmış, denetlemeye açık ve
hukuka uygunluğu yani kendi açıkladığı ilkelere uygunluğu denetim
sürecinde tekrar tekrar kanıtlanabilir bir hukuk sisteminden bahsetmek
gerekir. Elbette bu, ceza ve tutukevlerini yaratan, ceza ve tutukevlerine
muhtaç bir toplum yaratan siyasal aklın aklanmasına yetmez; ama beterin
beteri var.

ZİNDAN ÇAĞINDAN KAMP ÇAĞINA />
Zindan çağından cezaevleri çağına geçiş arasında bir fark
vardır: Zından çağı, kralın buyruğunun hakkın yerini belirlediği
çağdı. Cezaevi çağı hiç değilse hakkın yerini “yasa”nın
belirlediği çağ olma iddiasını taşır. Bir ihtimal daha var ve o da
olduğumuz yer, beterin beteri: Giorgio Agamben’in eski Yunan’dan
Guantanamo’ya kadar izini sürdüğü yer, kamp. Dünya onu en
çarpıcı haliyle Nazi döneminden biliyor: Sözde bir yasaya bile yaslanma
ihtiyacı duymayan, çünkü insanı yasayla ilişkili bir şey olarak
görmeyen, uygarlık tarihinde kapıdan kovulmuş gibi görülen çıplak
siyasal şiddeti duvarları yıkıp içeri buyur eden aklın ürettiği
mekân. Çıplak insanın, aklından ve dilinden soyulmuş çıplak insanın
çıplak egemenlikle karşı karşıya bırakıldığı yer. “(İşte)
kamp, istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zaman açılan
mekândır.” (G. Agamben, Kutsal İnsan, Ayrıntı Yayınları) Gestapo
şefi Diels konuşuyor: “Kampların doğuşu ne bir emre ne bir
talimata dayanıyor: Kamplar bilinçli olarak kurulmadı; bir gün baktık ki
orada burada kamplar vardı.”

Kamp, olağanüstü hal
hukukunun olağan rejime dönüştüğü yerde, birden bire her yerde ortaya
çıkabilir. 10 kişilik koğuş 30 kişiyle doldurulmuşsa, 250 kişilik
cezaevi 1000 kişiyle doldurulmuşsa, sadece oraya insan dolduran hukukun
olağanüstü hal hukuku olduğu sonucu çıkarmakla yetinemeyiz; bu hukuk
içinde de bir eşiğin aşıldığını, zindan değil kampla karşı
karşıya olduğumuzu görürüz.

LAYÜSEL İKTİDAR

İktidarsa sorumluluk kabul etmiyor. Hiçbirinde etmedi.
Etmeyecek. Sorumsuz bir iktidar. Layüsel. Fakat bu da zaten kampın
yaratılış koşullarından biri: O çıplak egemen olarak, egemenliği
uygulamak için kendi iradesinden başka bir kurala bağlı değildir. />
Demokrasilerde sorumsuzluk diye bir kural olmadığına göre
yönetimin demokrasi inancı yok. Fakat bu önemli değil, devlet
yönetimleri, egemenliği kullananlar demokrasiye inanmazlar zaten; tek
dertleri onu tahkim etmektir, her gün biraz daha. Sadece hep yandaki arsayı
isteyen kapitalist aklın siyasetteki hali: Sadece hep muhaliflerin gücünü
de temerküz etmek ister. İktidarlar ya demokrasiye zorlanırlar, ya da
zorla yaptırdıkları şeyleri demokrasi diye yine zorla yutturmaya
bakarlar. Cezaevleri bu yüzden tıklım tıklım: İktidarı demokrasiye
zorlayacak siyasal mücadele arayışındakilerle dolu.
/>BİR İNSAN OLMANIN UTANCI

Primo Levi, Nazi
kamplarının içimize “bir insan olmanın utancını”
yerleştirdiğini söyler. Gilles Deleuze, şöyle yorumlar Levi’yi:
“Bizi inandırmak istedikleri gibi, hepimiz Nazizmin sorumluları
olduğumuz için değil, onunla lekelendiğimiz için: Kamplardan sağ
çıkanlar bile, sağ kalmak için bile olsa, uzlaşmalardan geçmek zorunda
kaldılar.”

Evet, kamplar bu işe yarar: Ceza ve
tutukevlerinden beklenen “ıslah” ya da “ödetme”ye
değil, “uzlaşma”ya zorlama. En siyasal olmayan kişi için bile
doğası gereği siyasal bir konum. İstisna tanımayan istisnai zorun işi:
Sağır dilsizler propaganda yapmaktan, çocukların örgüt üyeliği ya da
örgüt lehine eylemden, politikacıların görünür ya da görünmez,
delilli ya da delilsiz mesleki ya da politik faaliyetlerden
“içeri” alınması. Ya güçle uzlaşırsınız ya da kampta
çürürsünüz. Sanık hakları, tutuklu hakları, mahkûm hakları da ne?
Üstelik kamp, sadece içindekini değil, dışındakini de uzlaşmaya
zorlar; mücadele ve müzakere yaparak siyasal sonuç alma anlamında değil,
dehşete aklını, ruhunu, ahlakını teslim ederek boyun eğme
anlamında.

“DÜNYAMIZI ELİMİZDEN ALDILAR”

“Dünyaya inanmak, bizde eksikliği en çok
görülen şey budur; dünyayı tamamen yitirdik, onu elimizden
aldılar.” Gilles Deleuze, Toni Negri’yle 1990’daki
söyleşide böyle diyordu. (Müzakereler, Norgunk yayınları) Filozofun
sözündeki karamsarlık, gerçekte bir yılgınlık beyanından çok,
direniş imkânları araştırmasındaki birinin hareket noktasıdır. />
Sözdeki karamsarlığa katılmasak da her gün olan bu, her gün
gecenin yeniden gelmesi gibi, her gün egemenlik ağı hepimizi yeniden
sarar; aynı mekanikle, aynı kesintisizlikle, aynı kayıtsızlıkla.
Dünyanın gecesi kendiliğinden gündüz olur, siyasetin olmaz. Gecede
kalmamak için, kamp utancının bulaşmaması için bir mum yakmayı
başarmak mecburiyeti var. Deleuze’ün dediği gibi:
“İhtiyacımız olan ahlaki ve sözde-uzman bir bilgeler komitesi
değil, hak sahibi gruplardır.” Ya hak sahibi gruplardanız ya hak
gasp edenlerden.

Kaynak: Radikal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder