1 Nisan 2011 Cuma

İyiki Doğdun Yılmaz Güney / Yavuz ÖNEN

İyiki Doğdun Yılmaz
Güney / Yavuz ÖNEN

Yılmaz'ın yazdığı özel bir sahneydi sanki o an. Cezaevine
giriş çıkışların yapıldığı kasvetli bir mekan, iki gardiyan,
önceden tanışık olmayan göz göze hızlı bir iletişimle
konuşan iki tutsak. Ve candan bir kucaklaşma.

Kara Mart 1972-Anılar yazımdan sonra Nadire Mater;  1 Nisan Yılmaz
Güney'in doğum günü, "onun için de yazar
mısın?" diye sordu.

Tamam, dedim. Yılmaz Güney'le cezaevindeki ortak yaşamımızdan
ve sohbetlerimizden bir şeyler yazarım diye düşündüm. Onu
doğum yılı olan 1937 tarihinden 74, Paris'te yitirdikten 27 yıl
sonra, doğum günü vesilesiyle anmış olacağız. Nadire'ye
teşekkür ediyorum.

Yıl 1972,  Mart ayının sonu. Sağmalcılar Cezaevinde merdivenaltı
denen mahalline bir gardiyan eşliğinde girdiğim anda, koğuşlarla
bağlantı sağlayan kapıdan da Yılmaz girdi. İlk defa
karşılaşıyorduk.

Tanışmak üzere randevulaşmış gibi oldu ve hiç tereddüt
etmeden beklemeden kucaklaştık. Selimiye Kışlasına
götürüyorlardı onu. Hürriyet Gazetesi "Yılmaz
Güney öldü mü?" manşeti atınca yerini
değiştirmeye karar vermişler. Böyle bir anda tanıştık.

Yılmaz'ın yazdığı özel bir sahneydi sanki o an. Cezaevine
giriş çıkışların yapıldığı kasvetli bir mekan, iki gardiyan,
önceden tanışık olmayan göz göze hızlı bir iletişimle
konuşan iki tutsak. Ve candan bir kucaklaşma.

Tanışma sahnesini özellikle dramatize etmek istedim. Zira
Yılmaz'ın her anı-yaşamı; dramatiktir, teatraldir, estetiktir,
tutkuludur, ve de -sinema sanatçısı tarzıyla- abartılıdır. 27
aylık tutukluluk döneminde birlikte olduğum tüm anlar-sahneler ve
konular değişik de olsa-öyleydi.

Kendisiyle, çevresindeki insanlarla, toplumla sürekli ve dinamik
bir alış-veriş içinde. Bu alış veriş, öyküdür,
romandır, sinemadır, yaşamın ta kendisidir. Yaşadığı her an bir
öyküyü, bir romanı, bir sinema sahnesini üretir,
yansıtır.

Onun için yaşam daha ziyade bir sinema anlatımıdır. Bu
anlatımın öğesi ve öznesi insandır. Ezilen horlanan
sömürülen özgürlüğü kısıtlanmış
korkutulmuş insanlar.

Bu anlatım da süreklidir. Yılmaz Güney de bu anlatımın
emekçisidir. Günde 24 saat algılayan duyarlı ve üreten bir
emekçi. İçimizdeki korkuyu yok etmeliyiz önce, derdi.
Sorgulayıcı olmalıyız, derdi.

Türkiye sinemasını sorguladığı gibi içinde bulunduğu ortam
dahil olmak üzere devrimci sol siyasi ortamını da sorguladı. Eşi
Fatoş'a, oğlu Yılmaz'a hasretini yazdı.

Güney Filmcilik yayını Selimiye Mektupları kitabında derlendi bu
yazılar. Benim birlikte olma şansını yakaladığım süre
içinde gördüğüm, kavradığım algıladığım Yılmaz
Güney buydu.

Tutuklanmadan önceki yıllarda bu alanda ürettikleri, onu
Türkiye sinemasında devrim yapan bir usta, halk nezdinde bir efsane
kahramanı, dünya çapında da önemli bir sinema
sanatçısı yapmıştı.

Selimiye Kışlasındaki Yılmaz Güney, vurdulu kırdılı çok
insanın telef olduğu Yeşilçam filmleri dönemini aşmış son
birkaç filmi ve özellikle Umut Filmi ile toplumcu
gerçekçi sinema evresinde kendini
dönüştürmüş bir sinema sanatçısıydı.

Devletin resmi ideolojisiyle çatıştı. Gençliğinden
itibaren soruşturuldu yargılandı mahkum oldu. Filmleri sansürlendi.
Yasaklandı.  Sistemin tüm asker sivil neferlerinin hedefiydi. Bir
kavga adamıydı, pes etmedi.

Yüzünde gülücükleri eksik olmayan sevecen bir
DEV'le arkadaş olmuştum. Yılmaz Güney deryasında daha fazla
kulaç atmayayım. Onu tüm yönleriyle öğrenmek tanımak
istiyorsanız Güney Yayınları'ndan Atilla Dorsay'ın Yılmaz
Güney Kitabı'nı okuyun.

Aslında değerli yazar, bu kitap ile gerçekte bir kişinin değil
bir ülkenin bir toplumun serüvenini ve
içyüzünü anlatmış oluyor. Atilla Dorsay'ın bu
çabası olağanüstü, başarılı ve değerli. Kendisine ne
kadar teşekkür etsek azdır.

Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) davası
sanıklarıydık. İçinde bulunduğum bir grup sanık 20 ay
Sağmalcılar Cezaevinde kaldı. Sinema ve Tiyatro dünyasından
Yılmaz'ın arkadaşları Güven Şengil, Mustafa Alabora, Erkan
Akın da bu grubun içindeydi.

Bu sanatçı arkadaşlarımın cezaevi cehenneminde yarattıkları
vahaları, insani keyifli ortamları hiç unutamam. Soluklanır şifa
bulurduk bu arkadaşlarla.

Güven'le Mustafa'nın oynadığı ve senaryosu "ordu
içindeki yandaşımız generaller bir gün mutlaka bizi
kurtaracaklar" umudu üzerine inşa edilmiş olan oyunu pek
severdim. Ancak oyuncular zorla konuşabiliyorlardı ve çok
yaşlanmışlardı.

Titrek sesiyle Güven'in elinde bastonu iki büklüm
"Mirim, Gürler (Faruk) Paşa haber göndermiş biraz sabırlı
olsunlar diyormuş," şeklinde Mustafa'ya hitap edişi hep
gözümün önünde.

Yılmaz'ın bir arkadaşı olarak müsaadenizle bir başka muhteşem
anı, anıyı yazmak istiyorum. Sağmalcılar cezaevinde iki katlı ve kırk
hücreli müşahede bloğunda kırk kişiydik.

Hücrelerimize kapatıldıktan sonra gün batımında Ahmet Arif
imdadımıza yetişirdi. Erkan Akın kulaklarımda hala duran gür
sesiyle "Akşam Erken İner Mapushaneye" şiirini okurdu.

Akşam erken iner mapushaneye.

Ejderha olsan kâr etmez

Kâr etmez ustalığın çatal yürek civan oluşun

Kâr etmez inceden inceye sinen hasrete..

İnlerdi ortalık. Hüzün yalnızlığımıza katık olurdu.
Karşı koğuşta ağır suçların hükümlüleri
kalırdı. Katiller, mafya babaları vb. Erkan biraz geciktiğinde
seslenirlerdi, ne oldu hadi şiir okunsun derlerdi. Hep birlikte tiryakisi
olmuştuk şiirin ve Erkan'ın sesinin.

Selimiye Kışlasındaki büyük bir salonda yapılan ve
tutuklandıktan bir yıl sonra başlayan duruşmalarda, yemek aralarında
beraber olurduk Yılmaz'la. Sonra bizi de Selimiye'ye kışlasına
getirdiler. Yedi aylık çok yakın bir birlikteliğimiz oldu.

Le Monde, Le Monde Diplomatique gazeteleri gelirdi bana. Buralardan
dünya sinemasıyla ilgili derlediğim bilgileri kendisine aktarır, bu
çerçevede avangard sinema, politik sinema, devrimci sinema
konularına girerdik.

Latin Amerika'da o dönemde devrimci sinema dikkatleri
çekiyordu. Bunu aktarmaya çalıştığımda verdiği yanıt,
sinema alanında kendine biçtiği misyonu yansıtması bakımından
önemliydi; "dünya devrimci sineması bizim topraklarda
gelişecek, öncüleri de biz olacağız".

Selimiye kışlasının koridorlarında atılan sayısız ve saatler
süren voltalarda arkadaşlarının yaşam öyküsünü
dinledi. Ayrıntılarını isterdi öykülerin. Ve kaydederdi
hafızasına.

Öyküleri dinlerken bir söz bir deyim bir davranıştan
hoşlanmışsa konuşmayı keser ve bunu kullanabilir miyim diye sorardı. Bu
öykülerden bazılarını kitaplaştırdı. Sevgili Yaşar
Yılmaz'ın yaşamını konu alan Sanık kitabı gibi.

Birlikte attığımız voltalarda beni uzun uzun dinledikten sonra,
dışarı çıktığımızda ortak bir çalışma
yapabileceğimizi söyledi. Doğduğum ve on dört yaşıma kadar
kaldığım Mardin iline bağlı çok dilli çok
kültürlü Midyat'la ilgili bir film yapacaktık senaryoyu
ben yazacaktım, çekimde birlikte olacaktık.

Buna çok sevinmiştim. Ancak bir gün yine bir voltada
"Yavuz, düşündüm, Midyat'la ilgili filmi yapacağız
o iş tamam ancak seni götürmeyeceğiz. Zira sen ayrıldıktan
sonraki bir dönemde gittim oraya. Senin duyumsayarak, yaşayarak heyecan
ve özlemle anlattığın Midyat artık yok. Hayallerinde kalsın o
Midyat. Üzülmeni istemiyorum," dedi.

Gerçekten 1952'de Midyat'tan çıkmış bir daha da
geri dönmemiştim.

Bir ziyaret günü kızım Zeynep'le oğlum Gün'ü
içeriye koğuş bölümüne getirmişlerdi. Yılmaz, her
birini bir koluna aldı, çocuklara baktı sonra da bana
dönüp, "bütün kavgamız bunların özgür
geleceği için" demişti.

Evet, bu ortak kavgamızdı. Ancak kendisini birlikte tahliye olduğumuz 20
Mayıs 1974 gününden sonra Ankara Kapalı Cezaevi'nde
görebildim. Son kez de İmralı Açık Cezaevi'nde
görüştük.

Yılmaz'ın aile çevresine ayrı sayfalar açmak gerek.
Ankara Alaçam sokakta komşuluk da yaptık. Annesi Güllü
Teyze'nin, eşi Fatoş'un ve kızkardeşi Leyla'nın çaba
ve desteklerine çok yakından tanık oldum. Cezaevine her gün en
az on kişilik yemek gönderilirdi. Evde yapılırdı bu yemekler.
Güllü teyzeyi de sevgiyle rahmetle anıyorum.

Yazım dağınık ve uzun oldu. Ancak Yılmaz'ın Anıt Mezar
öyküsünü de kısaca yazmak istiyorum. Fatoş
Güney'le birlikte çalışarak yetmiş civarında projenin
katıldığı bir yarışma düzenledik.

Projenin gerçekleşmesi için 1990 yılının Ocak ayında
Paris'te ve Stockholm'de Türkiye'den Atıf Yılmaz, Tarık
Akan, Tuncel Kurtiz, Atilla Dorsay, Şerif Gören, M. Tali
Öngören gibi yönetmen, oyuncu ve eleştirmen olan sinema
ustalarının, Ahmet Kaya, Edip Akbayram, Arif Sağ, Melike Demirağ, Şıvan
Perver gibi ses sanatçılarının, Aziz Nesin, Erdal Öz, Adalet
Ağaoğlu, Nihat Behram, Server Tanilli, Mustafa Ekmekçi gibi yazar ve
gazetecilerin Vera Tülyakova Hikmet'in, İnsan Hakları Derneği
Genel Başkanı Nevzat Helvacı, Ahmet Türk, İbrahim Aksoy, Fehmi
Işıklar, Salih Sümer gibi politikacıların destek verdiği iki
görkemli etkinlik düzenlendi.

Paris'te Zénith Salonundaki etkinliğe Avrupa'ya çil
yavrusu gibi dağılmış siyasi sürgünlerden yaklaşık yedi bin
kişi katılmıştı. Salon coşkulu bir izleyici kitlesiyle hınca
hınç dolu.

Sahnede Nihat Behram konuşmasının bir bölümünde, 
"Romanya Bayrağından kestikleri orak çekici yerine yeniden
koyacağız" diyor ve salon inliyor.

Berlin duvarının yıkıldığı Sovyetlerin Perestroyka dönemine
girdikleri bir dönemdi. Doğu Avrupa ülkeleri sosyalizmden birer
birer kopuyordu.

Salonun Behram'ın direnişine verdiği bu müthiş desteği
gören bir Fransız dostum eğilip kulağıma "yahu bu coşkulu yedi
bin devrimcinin varlığına rağmen siz Türkiye'de sosyalist
devrimi nasıl beceremediniz?" diye soruvermişti.

Mezar Projesi Raportörlüğünü Rezzan Önen yaptı.
Benim de görev yaptığım seçici kurulda değerli heykeltıraş
Prof. Zühtü Müridoğlu, Mimarlar Cengiz Bektaş ve Şaban
Ormanlar'ın bulunduğunu hatırlıyorum. Yaşar Kemal, Emil Galip
Sandalcı ve Mahmut Tali Öngören de değerlendirmelerde danışman
olarak katkı sundular.

Mimar Erdal Sorgucu'nun eseri seçildi ve Paris'te Pere La
Chaise Mezarlığında inşa edildi. Fransa'nın ünlülerinin
gömülü olduğu bir mezarlık. Mezarlığın en modern yapıtı
olarak Fransa'dan da ödüller aldı.

Paslanmaz çelikten dört kare ayak, bu ayakları iki metre
yükseklikte birleştiren bir çerçeve ve zeminde mezar
büyüklüğünde yine çelik bir yatay satıh. Bir
ayna-satıh, her ziyaretçinin kendi yansımasını görebileceği
bir ayna.

Mezarın üstü her daim taze çiçekle
örtülü. Ziyaretçilerin ardı kesilmiyor. Mezarın
çelik ayaklarına hayranları Yılmaz ağabeylerine kısa mektuplar
kazımış.

Oraya gidenlere sorsanız Yılmaz'a kıyanların zulmedenlerin
yasaklıyanların hiç birini tanımaz. Bu adı silinmişler halkıyla
Yılmaz Güney'in arasını açmayı başaramadı. O halkının
kalbinde, evinin duvarında, mücadele ruhunda yaşıyor. İyi ki doğdun
Yılmaz Güney.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder