25 Eylül 2010 Cumartesi

Üniversitelere Neo-liberal Öpücük / Sibel Özbudun

Üniversitelere Neo-liberal
Öpücük / Sibel Özbudun

SİBEL
ÖZBUDUN
 
"Eğitim, insanlar gibi davranan
makineler
ve makineler gibi davranan insanlar
üretir."
[2]
 
Sanıyorum bu panel için uygun
gördüğünüz başlık, alışılageldik YÖK
eleştirilerinin ötesinde, üniversitelerdeki
"dönüşüm"ü anlamaya/anlamlandırmaya
yönelik bir çabayı ifade etmekte. Ne âlâ! Biz de
bugün bunu yapmaya çalışalım.
Ama YÖK'ün üniversitedeki bu
"dönüşüm"ün -hemen adını koyalım:
"neo-liberal dönüşüm"ün-
gerçekleştirilmesinde oynadığı rolü göz ardı
etmeksizin.
Çünkü bu rol, "devletin
küçültülmesi, özgürlükler alanının
genişletilmesi" retoriğine sıkça başvuran neo-liberal piyasa
ekonomisi "guruları"nın yarattığı yanılsamayı da
açığa çıkartan bir örneği oluşturuyor…
Eski deyişle, referandum "sath-ı
mail"indeyiz. İktidar partisi AKP, elindeki her şeyi masaya
sürdüğü bir restleşme içerisine gidi,
öngördüğü Anayasa değişikliklerini topluma kabul
ettirmek üzere. Başvurduğu temel retorik de, malûm; Anayasa
değişiklikleri ile birlikte ülkenin "askerî-sivil
bürokratik rejim"in vesayetinden kurtularak
özgürleşeceği yolunda. Bu yolda bir dizi palyatif
düzenlemeyi sürüyor toplumun önüne: kamu
çalışanları için grevsiz toplu sözleşme, kadınlar
için, devletin kadın-erkek eşitliğini sağlamak, çocuk,
yaşlı, özürlü, malul gazi vb.ni korumak üzere alacağı
önlemlerin eşitlik ilkesine ters sayılamayacağı, yurt dışına
çıkış tahdidinin hâkim kararına bağlanması vb.
Ama dikkat ederseniz, Anayasa değişikliği
gündeminde YÖK ile ilgili en ufak bir düzenleme yok! Oysa
iktidara gelmeden önce, hatta ilk iktidar yıllarında bu kurum,
AKP'nin birincil hedef tahtalarından birini oluşturmaktaydı.
Ne mi oldu? 12 Eylül
"Devletlû"larının hangi parti hükümet olursa
olsun, Cumhurbaşkanlığı makamının her zaman kendi uhdelerinde
olacağına dair öngörüleri müthiş bir fiyaskoyla
sonuçlandı ve laik rejime bir tehdit olarak gördükleri AKP,
12 Eylül rejiminin muazzam yetkilerle donattığı o makamı eline
geçirince, YÖK gibi, bileşimi neredeyse tek başına
Cumhurbaşkanı'nın takdirine bırakılmış kurumlar bu partinin
denetimine geçti… Böylece de
"özgürlükçü" AKP'nin YÖK
eliyle üniversiteleri denetlemesinin yolu açıldı.
Gerçekten de YÖK, AKP iktidarına (ya da
herhangi bir iktidara) üniversiteler üzerinde geniş bir tasarruf
alanı sunduğundan, kurulduğu 1981'den bu yana, yani yaklaşık 30
yıldır siyasal arenanın vazgeçilmezi konumunu
sürdürmekte.
Aslında bütün katı, merkeziyetçi ve
yekpare görüntüsüne karşın, kurulduğundan bu yana
YÖK'ün, iktidarların yüzyüze geldiği pek
çok yeni durumla baş edebilecek bir esneklik sergilediğini teslim
etmeliyiz. Örneğin, ilk yıllarında bir yandan öğrencilerin
"zapt u rapt altına alınması" (ki bu işlevini başından bu
yana elden bırakmış değildir), giderek "üniversite
öğrencisi" profilinin değişime uğratılması (1970'lerin
toplumsal sorunlara duyarlı, başkaldıran, politize gençliğinden,
günümüzün apolitik, tek-benci, uzlaşmacı
öğrencilere), ve çatlak ses çıkartan öğretim
elemanlarının tasfiyesi, dolayısıyla Akademia gövdesinin
"uyumlulaştırılması" üzerinde yoğunlaşırken, bir
yandan da Vakıf üniversitelerinin önünü açan
düzenlemeleriyle, neo-liberalizmin üniversite alanına
müdahalelerinin aracı olacağını haber veriyordu.
Kurum, Kürt sorununun yoğun
çatışmalara yol açtığı 1990'lı yıllarda,
Genelkurmay'ın Milli Askerî-Siyasi Konsept'inin
yüksek öğrenim alanındaki uygulayıcısı rolünü
üstlenirken -yalnızca Kürt öğrenciler üzerindeki
polisiye tedbirlerle değil, aynı zamanda akademik camianın "devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü" fikri etrafında yekvücut
olmasını sağlayarak- 28 Şubat sürecinde, bu kez de "Laik
Cumhuriyet" bekçiliğine soyundu…
Günümüzdeyse, AKP'nin
"liberal-İslâmcı" fikriyatını, çeper
üniversitelerden merkeze doğru yayan bir kurum
görünümünü
sürdürüyor…
Ancak bu "hâkim siyasal iklimlere
uyarlanabilme" yetisi bir yana, YÖK'ün başından, yani
Vakıf üniversitelerinin kurulmasına olanak sağlayan ilk
düzenlemelerinden bu yana tutarlı bir biçimde
sürdürdüğü bir politika var ki, sanırım "sebeb-i
hikmeti"ni o oluşturuyor.
Üniversitelerin neo-liberal piyasa ekonomisinin
birer unsuruna dönüştürülmesinden söz
ediyorum… Ve bu söyleşide YÖK'ün iktidar
partilerine sunduğu, öğrencileri ve öğretim elemanlarını
denetleme, onlar üzerinde baskı kurma, ya da siyasal iktidara
üniversitelerde kadrolaşma olanağı sağlama gibi avantajlardan
çok, "bir neo-liberalleşme aracı olarak YÖK" konusu
üzerinde durmak istiyorum.
Neo-liberalizm, biliniyor, Batı kapitalizminin
1970'li yıllarda içine düştüğü krizi aşmak
üzere II. Dünya Savaşı'ndan beri sürdürülen
Keynesyen paradigmadan vaz geçişe denk düşmektedir.
Özünde kamu ile özel sektör arasındaki dengenin
sürdürümü, kalkınma ve iktisadi-toplumsal gelişme
çabalarında devletin öncü görev üstlenmesi gibi
içerimlere dayanan Keynesyen paradigma, II. Dünya Savaşı
sonrası biçimlenen Sosyalist Blok'un da baskısıyla,
çeşitli kurum ve sektörlerin piyasanın baskıları dışında
göreli özerk bir varoluş sürdürmesine olanak
sağlamaktaydı.
Bu, yüksek öğrenim için de
geçerliydi - Türkiye'de ne ölçüde
uygulandığı bir hayli tartışmalı da olsa- "üniversite
özerkliği" ilkesi, bugün büküldüğü
üzere "mali özerkliğe" indirgenmiş değildi; esas
olarak üniversitelerin kendilerini merkezi müdahalelerden masun
olarak, öğretim elemanları (giderek idari personel ve
öğrenciler) tarafından kendi bünyelerinden seçilen
yöneticiler eliyle, şeffaf bir biçimde yönetmesi ve kendi
akademik programlarını ve içeriklerini tayin edebilmeleri olarak
algılanıyordu. "Mali özerklik" ise, bugün
tercüme edildiği hâliyle "üniversitenin kendi
kaynaklarını kendisi yaratması" değil, tahsis edilen kaynakları
kendi başına yönetme yetisi olarak anlaşılmaktaydı.
"Özerklik"in de ötesinde,
dönemin örgütlü emek hareketlerinin basıncıyla, gerek
eğitim gerekse sağlık, birer "kamu hizmeti" olarak
görülmekteydi. Hiç kuşku yok ki, II. Dünya Savaşı
sonrası kapitalist ülkelerinde her aşamasıyla eğitim, genel olarak
kapitalizmin gereksindiği vasıflı işgücünü
biçimlendirme misyonuyla tanımlanmıştı; bu, özellikle o
yıllarda Türkiye'nin dâhil edildiği "kalkınmakta
olan ülkeler" kategorisinde üniversitelere biçilen
"kalkınma ajanı olma" rolünde belirgin biçimde
görülmektedir. Ancak piyasa ekonomisi ve isterleri, birazdan
anlatmaya çalışacağım üzere üniversite alanının her
milimetre karesine nüfuz etmiş değildi; öğrenci ya da
öğretim elemanı, bireylerin piyasanın dışında -mütevazı da
olsa- bir varoluşu seçme özgürlüğü piyasanın
eriş(e)mediği bir dokunulmazlık alanı olarak mevcuttu.
Yükseköğrenimin nihaî ürünü, vasıflı eleman
ya da bilimsel buluş, dileyen herkesin (kamu ya da özel; iktidar ya da
muhalefet) erişim ve kullanımına açıktı.
Kapitalizmi her türlü kamusal/sosyal
özelliğinden arındırarak tümüyle piyasa
güçlerinin denetimine terk eden ve kuramsal düzlemde piyasa
aktörleri üzerindeki her türlü kamusal denetimi lağveden
neo-liberal girişim, yerkürenin her köşesinin ve her kurum ve
alanın serbest piyasa mantığı çerçevesinde yeniden
yapılandırılması buyrultusu üzerine temellenmektedir. Ve ABD devlet
başkanı Ronald Reagan ve Britanya başbakanı Margaret Thatcher eliyle
yürürlüğe sokulduğu 1970'lerin sonlarından itibaren,
XIX. ve XX. yüzyılın sınıf mücadeleleri
çerçevesinde biçimlenmiş olan kamusallığı berhava
edecek tarzda işlemeye koyulmuştur.
Piyasanın bu kapsayıcı tasallutundan,
üniversiteler de masun kalamazdı. Kalamazdı, çünkü
yüksek öğrenim, sermaye açısından birkaç bakımdan
"ballı" bir alan oluşturmaktaydı.
Öncelikle, 1950-60'ların refah
devleti/sosyal devlet modeli orta sınıfın tabanını genişletirken
yüksek öğrenime olan talepte de bir patlama yaratmıştı.
Yüksek öğrenim kurumlarında yığılan öğrenciler,
yalnızca öğrenim faaliyetleri için değil, aynı zamanda
beslenme, barınma, boş zaman, kitap-kırtasiye malzemesi, giyim, ulaşım
vb. ihtiyaçlar açısından muazzam bir "müşteri
potansiyeli" anlamına geliyordu. Yanısıra, sermayenin
gözünde üniversite, özel kesime yönlendirilebilecek
bir çok kamusal kaynağın tüketicisi konumundaki "atıl
işletmeler"di. Ne yapılıp edilmeli, daha az kamusal kaynakla daha
etkin bir işlerliğe kavuşturulmalıydılar.
Bu kadar da değil; üniversiteler, XX. yüzyıl
sonları kapitalizminin, krizini aşmak üzere gereksindiği yüksek
teknolojiye değgin "know-how"ın da potansiyel
üreticisiydi: bilişim, nanoteknoloji, genetik, biyoteknoloji,
nükleer enerji, mikro-elektronik, vb... Daha doğru bir deyişle, bu
"know-how"ı binaları, laboratuarları, teknik donanımları,
araştırmacıları, hizmet personeli vb. kamu kaynakları tarafından
sağlanan üniversiteler eliyle gerçekleştirip
sonuçlarını (satın alma suretiyle) temellük etmek, AR-GE
kurumlarını ("üniversite-sanayi işbirliği" adı
altında) kampus alanına taşıyarak vergi kolaylıklarının yanı sıra,
personel giderlerinden de tasarruf sağlamak, tekil firmalar
açısından, kendi araştırma kuruluşlarını finanse etmeye
göre daha kârlı bir "iş"ti.
Ancak bütün bunların olabilmesi yüksek
öğretimin "kamusal bir hizmet" olduğu fikrinin bir daha
dirilmemek üzere tarihe gömülmesini gerektiriyordu. Kemal
İnal'ın deyişiyle,
"Bu maddi gelişmeler
düşünsel bazda da desteklenmiş, bunun yoğun propagandasına
girişilmişti. Neo-liberallere göre, kamunun egemenliğindeki devlet
kaynakları hem rasyonel kullanılmamakta hem de tüketicilerin
tercihleri yeteri kadar karşılanmamaktaydı. Oysa, ancak piyasa
koşullarında yapılacak eğitimle insan sermayesi verimli biçimde
işletilebilirdi. Dolayısıyla eğitim, sermaye için
kârlılığı temel alan bir alan olarak görülmeliydi. Bu
yüzden devletin eğitim hizmetlerinden vazgeçmesi, hatta eğitim
hizmetlerinin verimli olabilmesi için eğitim hizmetlerinin piyasa
koşullarına uydurulması istenmeliydi.
O hâlde, kriz nedeniyle daralan
kamu finansmanları sonucu ulus-devlet hükümetleri,
üniversitelerin maliyetlerini üstlenmemeye ya da daha az
üstlenmeye yöneldiler. Sonuçta, yükseköğretimin
her hizmet ve kademesi paralı hâle getirildi, hatta piyasa
dalgalanmalarına bırakılmaya başlandı. Sosyal devlet anlayışı
yıpranırken, üniversitelerin ekonomik kalkınma ve büyümenin
motor gücü olduğu düşüncesinin terkedilmesi söz
konusu oldu; resmî katta üniversitelere, hem resmî
ideolojinin aktarıldığı yarı resmî kurumlar olarak hem de
piyasanın aktörlerinden biri olarak bakılmaya başlandı.
Üniversiteler devlet ve sermaye tarafından gerek ideolojik gerekse
iktisadi açıdan bir kez daha yeniden tanımlandı. Bunun anlamı,
üniversitenin kapitalizme bir kez daha, ama bu kez daha yoğun bir
biçimde tabi kılınmasıydı. En nihayet üniversiteler,
pazar/piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirmesi ve
ürünleriyle rekabet gücü kazanması gereken piyasa
aktörleri olarak görülmeye başlandı. Girişimci
üniversite modeli böyle doğdu."
size="2">[3]
 
NEOLİBERALİZM VE TÜRKİYE
ÜNİVERSİTELERİ
 
Eşzamanlı olarak dünyanın hemen her bucağında
yürürlüğe konulan "yükseköğrenimin
(neo-liberal) yeniden yapılandırılması" girişiminin
Türkiye'deki enstrümanı, bilindiği üzere, YÖK
olmuştur. Kurum bunu çoğu kamuoyunca yakından bilinen birkaç
yoldan gerçekleştirmektedir.
Bu yollardan ilki, sayıları her yıl artan kamu
üniversitelerine bütçeden ayrılan payın sabit kalması,
hatta göreli azaltılması karşısında, üniversitelerin
"kendi kaynaklarını yaratmaya teşvik edilmesi"dir. 2010 yılı
bütçesinde Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan payın
milli gelire oranı yüzde 2.74 (bu oran örneğin 2007 yılında
yüzde 3.40 idi); yükseköğrenime ayrılan payın milli gelire
oranı ise, yüzde 0.91'dir. Yükseköğrenim
bütçesinin düşüş trendi, aşağıdaki tablodan da
izlenilebilecektir:
 
TÜRKİYE'DE BÜTÇEDEN
YÜKSEKÖĞRETİME AYRILAN PAY
VE MİLLİ GELİRE ORANLARI (yüzde) size="2">[4]
dir="LTR">

YILLAR

YÜKSEKÖĞRETİM
BÜTÇESİNİN
KONSOLİDE
BÜTÇEYE ORANI
YÜKSEKÖĞRETİM
BÜTÇESİNİN
MİLLİ GELİRE
ORANI
2002
2.55
0.89
2003
2.27
0.94
2004
2.45
0.86
2005
3.34
1.07
2006
3.35
1.04
2007
3.21
1.05
2008
3.29
1.02
2009
3.33
0.79
2010
3.24
0.91

 

Bu yüzde 0.91'lik payın 94 kamu
üniversitesi arasında pay edildiği ve 51 vakıf üniversitesinin
de kamu kaynaklarından desteklendiği göz önünde
bulundurulduğunda, iktidarların üniversitelere "Başınızın
çaresine bakın," dediği ortadadır. Hele ki, bu payın parasal
karşılığı olan 9 milyar 355 milyon TL.'nin yarıdan fazlasının
(yüzde 50.52) personel gideri olduğu
düşünüldüğünde… Geri kalanın
tümünün kamu üniversitelerine harcandığını
varsaymamız durumunda dahi, 94 üniversitenin yuvarlak hesap 4.5 milyar
ile "idare edemeyeceği" ortadadır.
Bu nedenle, üniversiteler öncelikle
ellerindeki olanakları (araziler, binalar, hizmetler) özel sektöre
açma yoluna gitmektedirler. Üniversite arazilerinin doğrudan
satışa çıkartılması, üzerlerinde "kongre
merkezi" adı altında otel, "lojman" adı altında konut
vb. yapılmasının yanı sıra, "Teknokent" adı altında
üniversite arazilerinde faaliyet gösteren şirketlere
"serbest bölge" avantajları tanınarak ve stajyer
öğrenciler kişiliğinde ucuz işgücü temini olanağı
sağlanarak kamu kaynak ve olanaklarının özel kesime aktarılmasında
üniversiteler aracılık etmektedir.
Benzer biçimde, üniversite içi
hizmetlerin (yurtlar, öğrenci servisleri, öğrenci
restoranları…) özel sektöre ihale edilmesi yoluyla
yükseköğrenim kuruluşları "plazalaştırılmakta",
öğrenciler müşteriye tahvil edilmektedir.
Üniversitelerin "kendi kaynaklarını
yaratması"nın bir başka kanalı da, yükseköğretimin
tedricen paralı hâle getirilmesidir. Bu yol da, yine YÖK eliyle,
her yıl biraz daha yükseltilen ve esnek biçimde belirlenen
"yüksek öğrenim harçları"yla açılmaya
çalışılmakta; harçlara "Yükseköğrenim
kamusal değil, sonuçları bireylere fayda sağlayan yarı kamusal bir
hizmettir. Bireyler, aldıkları öğrenim ölçeğinde daha
yüksek gelir elde etme olanağına sahip olmaktadır. Üstelik
yükseköğrenimin parasız olması, yoksulların ödediği
vergilerle zengin çocuklarının okumasına olanak sağlamaktadır; bu
da sosyal adalet ilkesine aykırıdır…" gibi liberal
argümanlar eşlik etmektedir. [Bu "liberal"
argümanların, yoksul öğrenciler için
öngörülen "burs sistemi"nin, öğrenimi bir
"hak" olmaktan çıkartarak bir "lütuf"a
dönüştürecek bir baskı aracı olacağı ve bu
gençlerin tüm yükseköğrenim yıllarını "bursum
kesilirse" korkusunun gölgesinde geçirmesine yol
açacağı gerçeğini "es geçtiği"
ortadadır. Bunun yanı sıra, onbinlerce dolar ödeyerek mezun olmuş
bir gencin kamusal yararı yüksek, ama malî getirisi
düşük alanlar yerine -halk hekimliği, sosyal hizmet, eğitim vb.-
kendisine yapılan yatırımı bir an önce karşılamak üzere
"akçası yüksek" işlere yöneleceği de
cabası…]
* * *
Ancak "kaynak yaratma" sürecinde daha
da önemli olan, üniversitenin ürettiği hizmetlerin (eğitim
ve araştırma) piyasaya eklemlenmesi sürecinin YÖK marifetiyle
hızla ilerlemekte oluşudur. Kanımca yukarıda değindiğim
süreçler arasında en kritiği ve en sakıncalısı, zararlısı,
geri dönüşü zor olanı da budur. Dikkat ederseniz,
"bilimin, bilimsel bilginin metalaşması"ndan söz
etmiyorum; bu, Özgür Narin'in haklı olarak belirttiği gibi,
neredeyse XX. yüzyıl başlarında tamamlanmış bir
süreçtir:
"… 'Bilimin meta
hâline gelmesi', yani bilimsel ürünün meta
hâline gelmesi laboratuarında fedakârca çalışan
bilimcinin zanaatkâra benzeyen üretiminde
gerçekleşmekteydi. O, çoğunlukla buluşunu satıyor, hatta
patent alıyordu. Burada bilimcinin ürünü bir metadır, ancak
zanaatkâra benzeyen bilimcinin emek süreci kendi özerk alanı
olarak kendi denetimi altındadır. Kapitalist para sermayesi ile bilimciyi
kendi hizmetinde meta üretmeye ancak dışsal olarak bağlayabilir. Bu
bilimcinin emeğinin sermaye tarafından biçimsel olarak
belirlenmesidir. Sermayenin bilim ile ilişkisi, bu evrede emek süreci
ve mekanizması açısından dışsaldır. Oysa bu devir neredeyse XX.
yüzyılın başında kapanmıştır! Bilimin metalaştığını
hatırlatarak XXI. yüzyılı irdelemeye çalışan
'kuramsal' önermenin, bir betimlemeden öteye
gidememesinin nedeni budur. O devir çoktan geçmiş, kapitalizm
epey bir yol almıştır."
size="2">[5
Burada söz konusu olan, "bilimin
metalaşması"nın ötesinde, üniversite içi
üretimin kapitalist piyasanın bir parçası hâline
gelmesidir. Akademisyen/araştırmacı, bağımsız bir "buluş"
gerçekleştirip, onu patentleyerek temellük eden, ardından da
taliplere satışa çıkartan bir "zanaat erbabı" olmaktan
çıkmış, bölüm ya da enstitüsünün aldığı
sipariş doğrultusunda harekete geçirilen araştırma
mekanizmasının (ücretli) bir unsuruna dönüşmektedir
günümüzde. Ve üniversite BU anlamda
özerklikten çıkmış, piyasanın bir unsuruna
dönüşmüştür. Piyasanın talepleri doğrultusunda,
piyasa koşulları içerisinde işleyecek, onun kurallarına boyun
eğecektir. (I. Wallerstein, bir sınavda bir öğrencisinin kendisine
"Bu sorunuzun yanıtını veremem, çünkü yanıt X
şirketiyle imzaladığımız patent anlaşmasının kapsamına
giriyor," dediğini şaşkınlıkla aktarır!)
Günümüzde araştırmaya yeltenen bir
akademisyen, araştırma için gereken fonları, büyük
ölçüde piyasadan sağlamak durumundadır; bu ise onun
bilimsel faaliyetini kamu yararına değil, fonu sağlayan vakıf ya da
şirketin taleplerine endekslemesini gerektirmektedir. Ya da, daha yaygın
uygulamayla, idarî amiri tarafından, birimine sipariş edilen ve
döner sermayeye girdi sağlayacak projelerde
görevlendirilir…
Aslına bakılırsa, (üniversiteyi piyasaya
eklemlemeye zorlayan "mali özerklik" dışındaki
"özerklikler" (idari, akademik, bilimsel vb.) piyasa
açısından çok da dert değildir; üniversite üretimi
bir girdi oluşturduğu sürece, üniversiteyi (becerebiliyorlarsa)
akademisyenler de yönetebilir, bürokratlar da, profesyonel
işletmeciler de! Ve zaten piyasa taleplerine yazgılanmış
akademisyenlerin, "diledikleri"ni araştırmalarında bir
sakınca yoktur; değil mi ki, akademik terfileri "liyakat"a,
"liyakat" ise, bir yandan yönetilen/katılınan projelere,
bir yandan da atıf endeksli dergilerde yapılacak yayınlara
bağlanmıştır ve atıf endeksli dergiler, ağırlıklı olarak
küresel piyasa yönelimli soru(n)lara öndelik vermektedir;
araştırma "çerçeveleri" piyasanın gizli eli
tarafından dikte edilmektedir…
Bir başka deyişle, üniversiteyi yöneten
mantığın "akademik mantık" olmaktan çıkartılarak
"şirket mantığı"na tahvil edilmesiyle bizatihî
"üniversite özerkliği" fikri anlamsızlaşmıştır.
Bir kurum olarak üniversite, bu yolla akademik dilden uzaklaşarak
"piyasanın dili"ne ve piyasa işleyişine teslim olmaktadır:
"idarî özerklik" yerine "toplam kalite
yönetimi", "bilim özgürlüğü"
yerine "proje çalışmaları", "bilimsel
başarı" yerine "performans", "kalkınma
hedefleri" yerine "Üniversite-sanayi işbirliği",
"kampüs" yerine "Teknokent",
"öğrenci" yerine "müşteri", "kamu
yararı" yerine "vizyon-misyon", ve nihayet hisse
senetlerini borsaya sunan, ya da borsada oynayan üniversite!
"Akademi mantığı"nın şirket
mantığı"na tahvil oluşunu bir-iki örnekle somutlayalım
mı?
İlki, dilerseniz üniversitelerin "personel
politikaları" alanından olsun. Bu ülke üniversitelerinde
bir süredir kamu sektörünün diğer alanlarında olduğu
gibi istihdamda esnekleştirme/güvencesizleştirme politikasının
izlendiğini biliyor olmalısınız. Bu süreç ilk olarak,
araştırma görevlilerini yerleştirdi hedef tahtasına. Önceleri
"öğretim elemanı yetiştirme" alanı olarak
görülen asistanlık kurumu YÖK'le birlikte
"araştırma görevlisi" pozisyonuna
dönüşürken, bu "güvencesizleşme"
sürecinin ilk adımı atılmıştı gerçekte; bu pozisyon,
araştırma görevlilerinin öğrenim süreleriyle
sınırlıydı; doktorasını tamamlayan araştırma görevlisinin
bölümüyle ilişkisinin kesilmesini öngörüyordu.
Ancak çoğu üniversite bu gereği kulak arkası yaparak
araştırma görevlilerini mezuniyet sonrası da kalıcı pozisyonlar
sağlayacak "hile-i şeriyye"leri sürdüregeldiler; size="2">[6] ta ki, TÜSİAD'ın birden
yüksek öğrenim sorunlarına "ilgi" (!) duymaya
başlayıp birbiri ardı sıra Yüksek öğrenim raporları
yayınlamaya başladığı 2000'li yıllara ve YÖK'ün
hazırladığı, haddinden fazla TÜSİAD kokan 2006 tarihli
"Strateji Raporu"na dek… Bu raporda:
" '…garantili maaş
sistemi yerine, tarafsız kurulların değerlendirilmesine dayanan, belli
bölümleri performansa dayalı maaş sistemine geçilmesi ve
idari ve akademik personele kadro güvencesinin hangi koşullarda
verileceğinin yeni kurallara bağlanmasının
düşünülebileceği…' belirtilirken; 2008 tarihli
TÜSİAD raporunda ise iş güvencesi, 'mevcut ortamda,
yenilikçi öğretim ve araştırmayı engelleyen diğer bir
etmen…' olarak görülmektedir. Bu raporda da
çözüm olarak üniversite sanayi işbirliği
içerisinde gerçekleştirilecek projelere bağlı bir performans
değerlendirme sistemi önerilmektedir."
size="2">[7]
deniliyordu… Mesaj üniversite
yönetimlerince derhâl alındı ve "esnek/güvencesiz
istihdam" politikaları (tabii ki yine YÖK marifetiyle)
bütün üniversitelerde yürürlüğe konuldu.
Akademide "esnek istihdam", deyim yerindeyse üniversitenin
"çaylakları", araştırma görevlileri üzerinde
denemeye sokulmuştu…
Ancak iş, araştırma görevlileriyle sınırlı
kalmayacaktı. Akademik yükseltmeler "aslanın ağzı"na
yerleştirilerek öğretim üyelerini rehavetlerinden
"silkinmeleri" sağlandı!
Akademik terfilerin "liyakat"e
bağlandığına değinmiştim. Hâl-i hazırda, yükseltmeler,
adayın tabanı YÖK tarafından belirlenen bir puanı doldurmasını
gerektirmektedir. Aday yaptığı yerli-yabancı yayınlar, yazdığı
bilimsel kitaplar, ulusal-uluslar arası bilimsel kongrelere sunduğu
tebliğler, yönettiği/katıldığı projeler, mezun ettiği yüksek
lisans, doktora öğrencileri vb.nin her birinden belirli bir puan
almakta ve ancak belirli bir puanı doldurduktan sonra doçentlik ya da
profesörlük unvanı için müracaatta bulunabilmektedir.
İşin ilginç yanı, YÖK'ün belirlediği puan
listesinde indeksli dergilerde yayınlanan herhangi bir makalenin, bir
kitaptan daha fazla puan getirmesidir ve bazı "pilot"
üniversiteler, akademik yükseltmelerde indeksli bir dergide bir ya
da daha fazla yayın yapmış olmayı koşul koymaktadır.
İşin püf noktası da budur: indeksli dergiler,
büyük ölçüde ABD merkezli, akademik alanda
ana-akımların sözcüsü ve piyasa-yönelimli dergilerdir;
bir yandan bilimsel paradigmaları küresel ölçekli olarak
belirlerken, bir yandan da kendi alanlarında merkez-çevre
işbölümünü tesis etmektedirler. Bizatihi bu durum,
öğretim elemanlarının "marjinal" addedilen konu ve
yönelişlere itibar etmemesini sağlayan, standartlaştırıcı bir
"otosansür" mekanizması işlevini
üstlenmiştir…
"Proje/indeksli dergi sarmalı" akademik
camiayı böylelikle serbest piyasa aktörlerine/vaizlerine
dönüştürmektedir.
Üniversitenin ürettiği iki temel
"hizmet"ten ilkinin, yani "bilimsel araştırma"nın
yazgısı, neo-liberal iklimde bu: serbest piyasanın bir girdisi olmak ya da
yok olmak…
Gelelim ikincisine, yani öğretime…
Neo-liberalizmin hedef tahtasına yerleşmeden önce
üniversitelerde hocanın amfide neyi nasıl anlatacağını denetleyecek
bir mercii yoktu - en azından kuramsal olarak, en azından Batı
akademiasında… Bir akademisyen için amfisini dolduran
öğrencilerin ilgisi, çoğunlukla nakdî bir karşılığa
tahvil edilemeyen bir manevî bir doyumdu. Hoca, o gün kafasını
kurcalayan sorunsalı öğrencileriyle tartışmaya açar, onların
görüş ve sorularıyla geliştirirdi tezlerini…
Böylelikle bilimsel bir fikir öğrencilerin ve ardından
meslektaşların katılımıyla kolektif bir ürün olarak
biçimlenir, bundan kimse de rahatsız olmazdı.
Neo-liberalizm için bu türden bir bilimsel
merak, artık çöp sepetine atılması gereken lüks bir
jimnastik, getirisiz bir çabadır.
Bu yaklaşımın hukuksal çerçevesi,
Türkiye'nin YÖK eliyle 2000'de dâhil olduğu
Bologna süreciyle oluşturulmaktadır.
Bologna sürecini anlatmayı Adnan Gümüş
Hoca üstlendiğine göre, ben bu sürecin, Avrupa Yüksek
Öğrenim Alanı'na dâhil olacak üniversiteler arasında
müfredat, sınav ve kredilendirme sistemi açısından bir
standardizasyon sağlamanın (böylelikle, örneğin bir Alman
öğrencinin lisans öğreniminin birinci yılını kendi
ülkesinde, ikinci yılını İngiltere, üçüncü
yılını Polonya, dördüncü yılını ise, diyelim ki
Türkiye'de tamamlamasının olanaklı olması
öngörülmektedir) yanı sıra, sürece dâhil olan
üniversitelerin "bilgiye dayalı ekonomi"nin
işgücü ve know-how'ının üretildiği
mekânlar olarak tasarlanmasına yönelik olduğunu belirtip
geçeyim.
Ama Bologna sürecinin öyle bir getirisi oldu
ki, burada değinmeden geçmek, olmaz. ECTS ya da
Türkçeleştirilmiş hâliyle AKTS (Avrupa Kredi Transfer
Sistemi) terimini duymamış olamazsınız. Bir öğrencinin yüksek
öğrenim kurumundan mezun olmak için doldurması gereken
"kredi" toplamından söz ediyorum. "Not"un
"kredi"ye tahvil edilmesindeki absürdlük bir yana, bu
sistemle birlikte öğrenci bir müşteri, ama aynı zamanda bir
mamûl, öğrenim süreci ise Taylorist bir üretim şeridi
olarak yeniden tanımlanmaktadır.
İnanmayacaksınız ama, AKTS bir öğrenci
"konvertibilite" sistemi. Diyelim ki Dokuz Eylül
Üniversitesi İşletme Fakültesinde okuyan bir öğrencinin,
yine diyelim ki üçüncü sınıfı Bonn
Üniversitesi'nin denk bölümünde okuyabilmesi
için "kaç kredi"ye denk
düştüğünü net, şeffaf ve sınanabilir bir şekilde
hesap edebilme tekniği. Bir bakıma, farklı yüksek öğrenim
kuruluşlarından öğrenciler arasında "çapraz
kurları" saptayabilmenin yöntemi. Bir "hammadde"
olarak üretim şeridine yerleştirilen öğrencinin,
"üretim süreci" sonunda beklenen "öğrenim
çıktı"larıyla örtüşüp
örtüşmediğinin, "iş yükü" x
"performans" gibi bir hesaplamayla saptanması…
Firmaların personel dairelerine, iş başvurusunda bulunan yeni mezunu
değerlendirmelerinde kullanabileceği "nesnel, rasyonel" bir
kriter… Akademik değerlendirmenin bankacılık dilinin boyunduruğu
altına girmesi… Yükseköğrenimin nihaî hedefi olması
gereken, yalnızca mesleğine gerekli donanıma değil, aynı zamanda
toplumsal sorumluluk duygusuna, siyasal bilince ve etik duruşa sahip
"bütünsel insan"ın, yerini piyasa arrivistine
bırakması…
Kemal İnal, neo-liberal eğitim politikaların
hedeflediği insan tipini şu özelliklerle betimliyor:
- Biri İngilizce olmak üzere en az
iki dili çok iyi bilmek,
- Yeni teknolojilere uyumlu
olmak,
- Yaratıcı olmak ve kendini
sürekli yenileyebilmek,
- Batı kültürüne aşina
olmak,
- Dünya ekonomisiyle
bütünleşebilecek bilgi ve beceri kapasitesine sahip
bulunmak,
- Finans, işletme, ithalat-ihracat
alanından haberdar olmak,
- Vizyon sahibi olmak,
- Liberal değerlere bağlı
bulunmak,
- Takım çalışmasına
açık olmak.
[8]
* * *
Sakın ola ki "Ne var bunda?"
demeyin…
Demeyin ki, neo-liberal kapitalizmin, zihinlerimizi daha
ilk tanımdan itibaren sömürgeleştirdiğini kabullenmek zorunda
kalmayalım.
Bu, kapitalist vahşet karşısındaki yenilgimizi tam
ve mutlak kılacaktır.
Ne miydi o ilk tanım?
Hatırlayın: "İnsan bir zoon
politikon
'dur", yani toplumsal bir hayvan; "gemisini
kurtaran kaptan" değil…
İnsan başkalarıyla yaşar, varlığını
sürdürebilmek için hemcinslerini gözetmek
zorundadır.
Üstelik de salt hemcinslerini gözetmesi
yetmez; içerisinde yaşadığı bios'u da
sürdürülebilir kılmak zorundadır.
Bios, yani hava, su, toprak, ateş, yani
yeryüzünde yaşamı olanaklı kılan her şey, temellük
edilerek özel mülkiyete dönüştürülemez.
O, hiç kimsenindir; ve eğer bir tür
olarak varlığımızı sürdüreceksek, herkesin özenini
gereksinmektedir…
İnsan, tüm canlılar arasında biyolojik ile
toplumsalın en fazla örtüştüğü varlıktır.
Ve bu dengenin sürdürümü,
bugün, yalnızca türümüzün değil, yeryüzü
yaşamının sürdürümünde aslî hâle
gelmiştir…
Bilim, bu dengenin sürdürümünün
aracıdır, başka bir şey değil…
Bu nedenledir ki bilimin tek hedefi vardır ve öyle
de kalmalıdır: Emeğin ve hayatın yanında olmak!
Üniversite üzerindeki neo-liberal tasallut,
"bilim"i piyasa girdisine dönüştürerek hayatı
baltalamaktadır gerçekte.
Bu nedenledir ki, sakın ola "Ne var bunda?"
demeyin!
Bu, zincirinden boşanmış, düşlerimiz dahil
hayatın her alanını ele geçirmeye çalışan piyasa
mantığının zehirli öpücüğüne kanmak
olur…
 
21 Ağustos 2010 10:26:57, Ankara.
 
N O T L A R
[1]
25 Ağustos 2010 tarihinde ÖEP'in İzmir Selçuk'ta
düzenlediği 'V. Gençlik Kampı'nda yapılan
konuşma…
Newroz, Yıl:4, No:146, 22 Eylül
2010…
[2]
Erich Fromm.
[3]
Kemal İnal, "Neoliberal Eğitim ve Üniversiteler",
href="http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/%2002/neoliberalizm-ve-universitelerkemal.html"> color="#000000">http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/
02/neoliberalizm-ve-universitelerkemal.html


[4] color="#ca0006"> href="http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441"> color="#000000"> size="2">http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441



[5]
Özgür Narin, "Kapitalist Toplumda Bilim Yol Gösterici
Olabilir mi? Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler ve
bilim", 23.12.2009, http://anti-bologna.blogspot.com/2009/12/
kapitalist-toplumda-bilim-yol-gosterici.html.
[6]
Bkz. Muammer Kaymak, "Öğretim Elemanı Piyasası! Asistanlıktan
Esnek Öğretim Elemanı Piyasasına", Bilim ve Gelecek, sayı 17,
Temmuz 2005.
[7]
Özgür Müftüoğlu, "Üniversitede Esnekleştirme
Çabaları ve 50/d Mücadelesi",
color="#ca0006"> href="http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/03/universitede-esneklestirme-cabalar-ve.html"> color="#000000"> size="2">http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/03/universitede-esneklestirme-cabalar-ve.html



[8] size="2">Kemal İnal, "Neoliberal Eğitim ve Üniversiteler",
href="http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/%2002/neoliberalizm-ve-universitelerkemal.html"> color="#000000">http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/
02/neoliberalizm-ve-universitelerkemal.html



 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder