"Beni Tarihle Yargıla"
Derdi Ahmet Kaya / Temel Demirer
“Hayatı geleceğe
dönük yaşar,
size="2">geriye dönerek anlarız.”[1]
size="3">Sürgünde egemenler tarafından katledilmesinden 10 yıl
sonra, bir alay patırtı arasında Ahmet Kaya’ya dair yazarken; ilke
anımsanıp/ anımsatılması gereken, J. Baudrillard’ın,
“İlkel toplumların maskları vardı, burjuva toplumun aynaları,
bizim ise görüntülerimiz var,”
sözüdür…
size="3">Görüntüler(imiz)in maskeye
dönüştü(tüldü)ğü bir sahtekârlığın
kol gezdiği koordinatlarda, devrime ve devrimcilere, yani hakikâtlere
dair yazmak, konuşmak A’dan Z’ye tüm kapitalist
dünyaya ve beşeri ilişkilerine meydan okumayı “olmazsa
olmaz” kılar…
size="3">Çünkü sözünü ettiğim
“Dünya, incelikten yoksun hilekârlar, alçak
yalancılar tarafından kaba bir biçimde oynanan kötü bir
komedidir,” diyen Stendhal’ın da ifade ettiği veya Melih Cevdet
Anday’ın,“Bayılırım şu düzenli dünyaya/ Altta
ölüler/ Üstte diriler/ Gel keyfim gel,” dizelerindeki
ironik betimlemede dile getirildiği…
size="3">Bir an düşünün Mustafa Suphi ve 15’lerden
Sabahattin Ali’ye, Ermeni Soykırımı’ndan mübadeleye,
Kürt ve Aleviler’den ve Dersim Katliamı’na, Nâzım
Hikmet’den Yılmaz Güney’e, oradan da Ahmet Kaya ve
ötekilere uzanan geniş ve derin egemen(lik) albümü, hepimize,
herkese neyin ne, sorumlunun kim olduğunu yeterince net anlatmıyor
mu?
size="3">Hayır; olup-bit(mey)eni bir Gülen’ci, Eyüp Can
gibi, “Hepsi ‘zamanın ruhuna’ uygun bir şekilde
hoyratça ülkelerinden koparılmış geniş bir
sürgünler albümü bu… Keşke bu ülke
‘zamanın ruhuna’ kafa tutan aydın ve sanatçılarına
karşı bu kadar hoyrat olmasaydı. Ama oldu!” türünden
“genellemeler” ile geçiştiremeyiz…
size="3">Tam da burada Roland Barthes’in, “Faşizm, konuşma
yasağı değil, söyleme mecburiyetidir,” uyarısı anımsanıp,
Gülen’ci Eyüp Can türünden “söyleme
mecburiyeti”nin ne olduğu göz ardı edilmeden; William
Shakespeare’in, “Zamanın görkemi…/ Maskesini
düşürür yalanın, gerçeği açığa
çıkarır,” sözlerinin altı
çizilmelidir…
size="3">Evet, zamanın görkemi yalanın maskesini
düşürmüştür…
size="3">Onun içinde Sürgünün simgesi olan Nâzım
Hikmet Ran; 1981 Ekim’inde sürgüne çıkmak zorunda
bırakılan Yılmaz Güney; Kürtçe bir klip çektiğini
ve bunun yayınlayacak yürekli televizyoncuların da olduğunu
söyledikten sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalıp,
1999’da sürgünlüğü başlayan ve -kahrından-
öl(dürül)en Ahmet Kaya ile ötekiler hakkındaki
manipülatif egemen yalanlar deşifre edilerek açığa
çıkar(tıl)lmalıdır…
size="3">Evet, “Çok zor, Ahmet Kaya üzerine
yazmak… Herkese başka bir şey ifade ediyor Ahmet
Kaya,” Mustafa Kuleli’nin deyişiyle…
size="3">Ancak, bir tek, yani aslî Ahmet Kaya var ki, o da bizim
başkaldıran isyancı Ahmet Kaya’dır…
size="3">Buna kimin itirazı olabilir?
size="3">O Ahmet Kaya ki, 1999’da katıldığı Magazin
Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde
“Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu
şarkıya bir klip çekeceğim,” sözlerinin ardından
geceye katılanların çatallı bıçaklı linç
girişimine maruz kalıp, İstanbul DGM’de toplam 13.5 yıl ağır
hapis istemiyle yargılanması üzerine Haziran 1999’da
Türkiye’den ayrılmak zorunda bırakılıp, tekrarlıyorum
kahrından geçirdiği kalp krizi sonucu Paris’te 16 Kasım
2000’de öl(dürül)müştü…
size="3">“Benim annem, kardeşlerim, dostlarım, çocuklarım,
karım, herkes orada, o ülkede yaşıyor. Ve ben Mecnun’un
Leyla’yı sevmesi gibi seviyorum ülkemi,” diye haykıran
Ahmet Kaya’nın katili bu düzen, onun ortakları, savunucuları ve
şakşakçıları ile ona saldırıldığında
susanlardır!
size="3">O susanlar ki bugün şamatalarından
geçilmiyor!
size="3">Buna kimin itirazı olabilir?
size="3">Yeri geldi, aktarmadan geçmeyeyim: Onu
-Sırrı Süreyya Önder’in ifadesiyle-, “Gurbete
mahkûm edip, kahrından öldürdüler.
O
gece o lanet salonda olup da bedenini Ahmet’e siper etmeyen Kürt
kökenli herkes Muhundulu Hüseyin’dir.
size="3">Çatal, tabak fırlatırken köpüklü
ağızlarıyla hamasi marşlar söyleyen herkes, Hz.
İsa’yı öldürmeye gelen askerlere öperek işaret
eden Yehuda’dır.
size="3">Kendisi gurbette sürgüne mahkûmken yalan manşetler
atarak kinlerini kusan herkes kalleştir.”
size="3">HAKKI VERİLMİŞ BİR YAŞAM: GERÇEK(LER) VE
İTİRAF(LAR)!
size="3">Eşi Gülten Kaya’nın, “15 yıl boyunca
hiç sıkılmadığı” bir insan olarak anlattığı
Ahmet Kaya’nın en yalın hâli, “Kod Adı Bahtiyar”
olan koca yürekli bir isyancılıkla dünyaya sataşacak kadar
çocuksu bir cüreti bağdaştırarak yaşamış
olmasıydı…
size="3">O böyle yaşadı ve “ya beni de sararsa memleket
hasreti” diye anlattığı bir mecburi sürgünlükte
öl(dürül)dü.
size="3">Hâlâ neden Ahmet
Kaya’nın öldüğünden söz edilir
ki?
size="3">Ahmet Kaya öldürüldü; hem de taammüden
ve devlet ile işbirlikçileri ve çanak yalayıcıları
tarafından…
size="3">Mesela Serdar Ortaç’ı, “Prestij
Müzik” çevresini, çatal bıçakların
uçuştuğu salonda Kaya’yı protesto etmek için 10. Yıl
Marşı’nı söyleyenleri, onların arasında Mahsun
Kırmızıgül’ün suskunluğunu, ‘Hürriyet’
gazetesini ve Ertuğrul Özkök’ü nasıl unutur ve
“es” geçersiniz?
size="3">Mesela anımsanacağı üzere
‘Hürriyet’ gazetesinin 14 Şubat 1999 tarihli
manşetinde yer alan “Ayıp Ettin
Gözüm” başlıklı haberde, Kaya’nın
Berlin’de katıldığı bir konserde Kürdistan haritası ve
Abdullah Öcalan’ın fotoğrafı önünde bir konuşma
yaptığı belirtilerek, Kaya’nın, “Orkestrayla gelmedim.
Gelseydim bu konser 20-25 bin marka mal olurdu. Dağdaki adamın paraya
ihtiyacı var” şeklinde sözler sarf ettiği
yazılmıştı.
size="3">Haber üzerine hakkında İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nde “PKK’ya yardım ve yataklık
yapmak” suçlamasıyla dava açılan Ahmet Kaya, bir
süre sonra yurt dışına çıkmak zorunda kalmış ve yargılama
sonunda 3 yıl 9 ay hapis cezasına mahkûm edilmişti. İlk kez ortaya
çıkan görüntülerde Kaya’nın seslendirdiği
şarkıların arasında iddia edildiği gibi “Dağdaki adamın paraya
ihtiyacı var” şeklinde bir cümle kurmadığı ve arka planda
Öcalan’ın fotoğrafının yer almadığı,
görüntüler montajlanmış olduğu ortaya
çıktı. size="2">[2]
size="3">Bunları nasıl unutur ve
“es” geçersiniz?
size="3">Sonra da, bugün mangalda kül
bırakmayanların “Ahmet Kaya linç edilirken bizler
de doğru dürüst tepki gösteremedik aslında,” ve
“Aydın Engin, o günlerde ikimizin birden yazılarının
azaltılması ve geri sayfalara atılmasına tepki olarak yazarlığı
bırakmıştı. Ben ise o dramatik günlerde ‘Yine de bir şeyler
söylemek’ gibi bir kaygıyla yazmayı
sürdürmüştüm,” size="2">[3] size="3"> yollu itiraflarını…
size="3">Bugün mangalda kül bırakmayanların 10 yıl önce
sesi soluğu çıkmıyordu… Bunları nasıl unutur ve
“es” geçersiniz?
size="3">Onlar korkuya teslim olanlardır!
size="3">Korkaklık, insanın insanî duruşunu ve
hayatını olumsuzlayan; onu egemene teslim eden bir
yabancılaşmadır.
size="3">Alman psikolog Jürgen Margraf’ın, yaşanan gelişmelere
“Korku Çağı” adını vermiş olması boşuna ve
karşılıksız değildir.
size="3">Korkular yeni korkular doğuruyorken; egemenler iktidarlarını
böyle korkularla, “öcü”lere,
“cadı”lara dair söylencelerle
sürdürüyorlar.
size="3">Burada soru(n) egemenlerin iktidar üretimine dair
yaptıklarından çok, bunun karşısındaki
tutumumuzdur.
size="3">Unutulmamalıdır ki, egemen karşısında susmak, ortak olmaktan
başka bir şey değildir…
size="3">O hâlde Ahmet Kaya’dan Hrant Dink’e onlar
linç edilirken susanlar, öldürülmeleri ardından
timsah gözyaşları döken
sahtekârlardır… (Geçerken o malum ve meş’um
‘Magazin Gazetecileri Derneği’ ödül töreninde,
Ahmet Kaya’ya sahip çıkan az sayıdaki insan(lar)dan birinin de
Mehmet Aslantuğ olduğunu saygıyla anımsatalım…)
size="3">Onlar hakkında diyebileceğimiz tek şey, “Kendini affetmeyen
bir kimsenin bütün kusurları affedilebilir,” diyen
Konfüçyüs’ün sözlerinin altını
çizmekten başka bir şey olamaz …
size="3">“UCUZ KAHRAMANLAR”: NEREDEYDİN(İZ)?
size="3">Böylesi bir tutum; “ucuz kahramanlar”a
yöneltmemiz gereken “Neredeydin?” sorusunun
vazgeçemeyeceği bir siyasal duruştur.
size="3">Çünkü bize, “Çok dinlememiz ve az
konuşmamız için iki kulağımız ve bir dilimiz vardır,”
diyen Diogenes’in sözlerini anımsatan “ucuz
kahramanlar”, mangalda kül bırakmayan kocaman yalanlardan başka
bir şey değildir…
size="3">Evet, evet, hemen her şey Ahmet Hakan’ın işaret ettiği
gibidir: “Bakmayın siz bugün ‘Ah Ahmet Kaya, vah Ahmet
Kaya’ diye ortalığın inletilmesine... Ahmet Kaya üzerinden
delikanlılık yapanların sayıca fazlalığına... Ben yakinen şahidim: O
meşhur ‘Ahmet Kaya’ya yönelik düşmanlıklar’
sürecine girildiğinde ortalık delikanlı falan kaynamıyordu. Ahmet
Kaya’ya vurmak neredeyse milli spor olmuştu. Vurmayanlar ise
susuyordu.”
size="3">Tabiî, “Kurtulamazsın Özkök... Ne kadar
uğraşsan da aklanamazsın Özkök, sonuna kadar suçlusun.
Hem ahlâken hem hukuken suçlusun. Tek sen değil, bu gazetenin
patronu Aydın Doğan da suçlu, bu haberi yapan da suçlu,
tüm Hürriyet gazetesi camiası suçlu... Elbirliğiyle Ahmet
Kaya’yı öldürme operasyonunu başlattınız ve başarıya
ulaştınız… Katledilişinin 10. yılında destansı adam Ahmet
Kaya’yı rahmetle anıyorum,” deyip ardından da,
“Başbakan Erdoğan da Ahmet Kaya’nın anma etkinliğine
katılacağını açıkladı. Umuyorum Kılıçdaroğlu da
katılır, hükümet ile ana muhalefet bir insanlık ortak zemininde
buluşur. Sistemli bir cinayet operasyonuyla öldürülmüş
Ahmet Kaya’nın yanında olmak, vicdanın ve insanlığın gereğidir
çünkü,” diye ekleyen Rasim Ozan
Kütahyalı’nın -geçmişteki zor günlerde
çıtı çıkmadığı gibi- Ahmet Kaya hakkında susması daha
uygundur…
size="3">Ahmet Kaya, Kütahyalı’nın lanetlediği
devrimcilerdendir; AKP yalakalığıyla Ahmet Kaya’yı düzene
eklemlemeye çalışan Kütahyalı’nın Ona sahip
çıkmaya kalkışması ise sahtekârlıktır…
size="3">Tıpkı “Ölümünün 10’uncu
yılında Ahmet Kaya yine gündemde. Peki bugün Ahmet
Kaya’yı ne kadar anlayabiliyoruz?” sorusunu neden
dillendirdiği anlamakta güçlük çektiğim
“ulusal solcu” Soner Yalçın veya “Ah güzel
Ahmet abi!” nakaratıyla ‘Taraf’çı Mithat
Sancar’ın ya da liberal Ümit Kıvanç’ın,
“Ahmet’i andık, ne iyi ettik” demesi
gibi…
size="3">Bunlarla ve “10 yıl geçti, başka bir 10. yıl marşı
çalındı. Bir bakan, on milletvekili, yüzlerce gazeteci,
sanatçı, aydın, üç bin kişi bir yürek Ahmet
Kaya’yı andı… Türkiye değişiyor mu? Önemsiz bir
soru değil,” diyen Koray Çalışkan’la bizim Ahmet
Kaya’nın ne alâkâsı var ve olabilir ki?
size="3">“Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan
dünyayı üç kez dolaşır,” diyen Mark Twain,
“Yalan kartopuna benzer, yuvarlandıkça büyür,”
diyen Martin Luther ile “Yalanın dostu, gerçeğin de
düşmanı çoktur,” diye haykıran Girardin haklılar; kesin
olarak!
size="3">Yılmaz Güney-Ahmet Kaya tartışma ve değerlendirmelerinde
bir vaziyet meydana çıkıverdi.
size="3">Zor günlerde, malum dönemlerde onlara çamur
atan… Demediklerini bırakmayan… Ahmet Kaya’ya
“şerefsiz” diye manşetler atıp yazılar
yazanlar…
size="3">Yani 12 Eylül’de 12 Eylülcü… 28
Şubat’ta 28 Şubatçı… Şimdi asker karşıtı olan
medya yönetmenlerinin… Yazarlarının…
“Düşünürleri”nin… şimdilerde Ahmet
Kaya’dan Kürt meselesinde dek
özgürlükçü kesilmelerine “tanık”
oluyoruz!
size="3">Bukalemuna taş çıkaran onların sayıları da bir
değil, iki değil, üç değil… Sürüsüne
bereket!
size="3">Biz(ler)e “Eşitlik ve özgürlüğü bir
arada vaadeden yasa koyucular ya da devrimciler ya hayalperesttirler ya da
şarlatan,” size="2">[4] size="3"> vaazı veren onlar karşısında sesiz kalamayız;
çünkü toplumsal belleğin siyasal bir mücadele alanı
olduğu bilinir.
size="3">“Neden” mi? Sözü Foti Benlisoy’un
çok önemli saptamalarına bırakıyorum:
size="3">“11 Aralık Cumartesi gecesi Lütfi Kırdar Kongre
Sarayı’nda gerçekleştirilecek olan Ahmet Kaya anmasının,
başta Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere devlet ricalimizden
mümtaz şahsiyetlerin iştirakiyle gerçekleşeceği maalesef
kesinleşti. En hâlisane niyetlerle düzenlendiği aşikâr
olan etkinliğin Ahmet Kaya’nın hatırasının egemenlerce
zaptedilmesine vesile olması gerçekten acı…
size="3">Zamanında Nâzım Hikmet nasıl bir ‘vatan
şairi’ hâline getirilerek bütün köktenci
siyasal iddia ve içeriğinden arındırılmaya
çalışılmışsa, şimdi de Ahmet Kaya etrafında bir milli mutabakat
örülmeye girişiliyor anlaşılan. Öyle ya, muzaffer liberal
tolerans çağında Nâzım Hikmet de Ahmet Kaya da
büyük bir alincenaplıkla ulusal panteonda yer bulabilirler; yeter
ki zamanında simgeleştirdikleri siyasal davadan arındıralarak depolitize
edilebilsinler…
size="3">Bellek ihmal edilmemesi gereken bir mücadele alanıdır. Hele
söz konusu olan on yıl önce sürgünde
hayatını kaybeden bir devrimci sanatçının hatırasına
gösterilecek ‘sadakat’ ise. Geceyi tertip eden
arkadaşlarımıza ve kendimize soralım: Ezilenlerin geleneğindeki yerini
çoktan almış olan Ahmet Kaya’nın hatırasının
devletlûlarımızca taltif edilmesine ihtiyacı var mı?
size="3">Tekrar tekrar tekrarlamakta yarar var: Tarih bugün ve
gelecekten bağımsız olmadığı gibi, hafıza da basbayağı bir siyasal
mücadele alanıdır. Başka bir gelecek ve başka bir şimdi için
mücadele edenler, egemenlerin belleğimiz üzerindeki
tahakkümünü kırmaya çalışırlar,
çalışmalıdırlar. Unutmayalım, düşman zafer
kazandıkça sadece yaşayanların, yani bizlerin hayatını karartmaz,
ölülerimize de el koyar. Onların hafızamızdaki imgesini
çarpıtır, kendi meşrebince, kendi siyasal emelleri mucibince
yepyeni bir kalıba sokar; Deniz Gezmiş’i ‘darbeci’,
Nâzım Hikmet’i ‘vatan şairi’ yapar.
size="3">Şimdi de Ahmet Kaya, mezarında Kürtsüz Kürt
açılımının, neo-liberal ‘demokratikleşmenin’
hizmetine sokulmak isteniyor. Tarihimizi ve belleğimizi bu küstah
düşmanın yağmasına teslim etmemek, ölülerimizin
egemenlerin zafer alayında yerlerde sürüklenmesine karşı
çıkmak basbayağı siyasal bir görevdir…
size="3">Devlet ricalinin etkinlikte yer alacağı haberi üzerine geceye
katılmayacağını açıklayan ve böylece bellek
mücadelesinin bayraktarlığını yapan Bandista ne güzel
söylemiş: ‘Tarihimiz onları tatmin etmek,
sömürülerinin malzemesi olmak yahut yüksek siyasetlerinin
masasında kart olarak atılmak için yazılmamıştır. Ki aç
gözlerini doyuracak olanlar biz değiliz’...” face="Times New Roman" size="2">[5]
size="3">SONUÇ YERİNE: “HAKKINDA”
size="3">“Ağlama Bebeğim”deki tutkulardan, “Acılara
Tutunmak”taki ısrara; oradan da “Şafak
Türküsü”ndeki dik duruştan “An Gelir”deki
başkaldırıya; linç girişimine maruz olan, egemenler tarafından
kahrından öldürülen Ahmet Kaya bizim
yoldaşımızdır…
size="3">Onu, kurda kuşa “yem”; liberaller
sosyal-demokrat illüzyonlara “kurban”
ettirmeyelim…
size="3">Biz(ler)e, Konfüçyüs’ün, “Eğer
ağaca çıkmak istiyorsanız, yıldızlara çıkmaya niyet
edin,” sözünü anımsatan yaşam
hikâyesiyle; özgüveni, cesareti, devrimciliğiyle O bizimdir;
isyanın saflarında ve en ön safındadır…
size="3">Çünkü egemen(lerin) ketemperesinin kurbanı olan
O; Kürtlerin inkârına karşı yürütülen
resmî politikalara bir isyandır…
size="3">Çünkü O bir haksızlık mağduru ve aynı
zamanda da haksızlığa başkaldırıdır…
size="3">Çünkü “Güneşi tutacağız,
göreceksin” diye şarkılar söyleyen, fark ettiren bir
cürettir; “Ezdirmem sana kendimi kafama sıkar
giderim”dir...
size="3">“Beni tarihle yargıla” diyebilen “Başı
belada”ki insanî itirazın en güzel sesidir;
“inadına”dır…
size="3">Onun bu ve benzerleri olduğu gün gibi aşikârken; hayır
on(lar)a, Doğan Özgüden’in deyişiyle,
“Père-Lachaise’dekilere saygısızlık,”
etmeyin…
size="3">Susun… Sezar’ın hakkını Sezar’a
verin ve Ahmet Kaya’nın yoldaşlarının, “Düşmanlarımız
tarafından aldatılmayı da, dostlarımızın ihanetine
uğramayı da asla hoş görmeyiz,” diyen
François de la Rochefoucauld’un sözünü
kulaklarına küpe ettiklerini unutmayın…
23
Ocak 2011 12:09:36, Ankara.
size="3">N O T L A R
size="2">[*] Sosyalist Demokrasi, No:103, 4 Şubat
2011…
size="2">[1] Søren Kierkegaard.
size="2">[2] “Ahmet Kaya’ya Kürdistan
Haritası Komplosu Ortaya Çıktı”, Birgün, 14 Aralık
2010, s.9.
size="2">[3] Oral Çalışlar, “Ahmet’i
Linç Günlerinin Tarihsel Kodları”, Radikal, 14 Aralık
2010, s.15.
size="2">[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev:
Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.254.
size="2">[5] Foti Benlisoy, “Ahmet Kaya’yı
Nasıl Anmalı, Tayyip’i Nasıl Ağırlamalı?”, Birgün, 11
Aralık 2010, s.6.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder