Somut Örnekleriyle
Türk(iye) Hukuk(suzluğ)u / Temel Demirer
“Sabahın bir sahibi
var
size="2">Sorarlar bir gün sorarlar
size="2">Biter bu dertler, acılar
size="2">Sararlar bir gün sararlar.”[2]
size="3">‘Sıra Kimde?’ İnisiyatifi’nin
düzenlediği ‘Türkiye’de Hukuk ve Demokrasi
Sempozyumu’nun ‘Hukuk Kimin İçin, Kime karşı?’
başlıklı Oturumu’nda sunacağım ‘Somut Örnekleriyle
Türk(iye) Hukuk(suzluğ)u’ başlıklı tebliğime; “Sıra
‘suçumuz insan olmak’ diyen hepimizde!” vurgusuyla
başlamak istiyorum.
size="3">Sıra hepimizde; aşkı ve hayatı; adaleti ve eşitliği;
ekmek ve özgürlüğü; hakkı ve kardeşliği savunan yani
zalimin zulmünden, sömürüsünden, cinayetlerinden
yana olmayan herkeste…
size="3"> Bu durum da, hepimiz için tek yol, “Kurtulmak yok
tek başına, ya hep beraber ya da hiç birimiz,” demek
ve buna uygun düşünüp, davranmak…
size="3">Böylelikle de en son söylenmesi gerekeni başta
söyleyerek başlayayım diyeceklerime…
size="3">Ben, “hukuk”un sınıfsal olduğunu; ancak bu
saptamanın da indirgemeciliğe eşitlenmesinden özenle
kaçınılması gerektiğini
düşünenlerdenim.
size="3">Ciddi “ikircimler” içermekle birlikte,
“hukuk”un “görece bir özerklik alanı”na
sahip olduğunu düşünürüm.
size="3">Yani somut örnekleriyle Türk(iye) Hukuk(suzluğ)undan
söz ederken, dolaysız biçimde T.“C”nin siyasal
tarihinden süzülüp gelen bir ekonomi-politikadan söz
ederiz; farkında olalım ya da olmayalım.
size="3">Ki bu da tamı tamına bir sınıf egemenliği ve ideolojik
hegemonyadan başka bir şey değildir; olamaz…
size="3">Soyuttan söz etmekten çok somutun
altını çizmekten yanayım.
size="3">Örneğin Ankara Hukuk Fakültesi öğretim
üyelerinin yaptığı bir ankete katılan yargıçların
yüzde 50’den fazlası hukuka göre değil, devletin
çıkarlarını gözeterek karar verdiklerini açıkça
itiraf ettiler. Bir ülkede yargıçların çoğunluğu
devletin çıkarını gözeterek ya da ideolojik tercihlerine
göre karar verebiliyorsa o ülkede hukuk devleti değil, devlet
için hukuk vardır.
size="3">Devlet için hukuk dediğiniz şey ise, bir sınıfın
iktidarının yine kendi kurallarıyla “yasal” denilen
formlarda “meşrulaştırılması” gayretinden başka bir şey
değildir.
size="3">Kimse inkâr edemez: Mevcut yargı organlarının
(özellikle özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin) kendilerine
biçtikleri/biçilen biricik misyon; mevcut devleti bir
bütün olarak, sorgulamadan korumak ve kollamaktır.
size="3">Söz konusu mahkemelerin kuruluş felsefesi ve misyonunu en
iyi adlandıran, eski adı olan “Devlet Güvenlik
Mahkemeleri”ydi. Yani Devlet(in) Güvenlik Mahkemesi.
size="3">Devlet merkezli ideolojik hukuk anlayışına sahip yargıç
ve savcılar aracılığıyla soykırım veya insanlığa karşı
işlenmiş bu suçları halk adına
çözülmesini, cezalandırılmasını beklemek
Godot’yu beklemekten daha vahim ve karşılıksızdır.
size="3"> Tam da bu bağlamda, “Vatandaş olmak zor bu
ülkede! Bir hâkim ağabeyimiz hep öyle derdi: Bu ülkede
vatandaş olmak çok zor!”[3]
size="3">Gerçekten de coğrafyamızda vatandaş olmak,
hakkına-hukukuna sahip çıkmak zordur; hatta nihayetinde ne olacağı
bilinmeyen bir “çılgınlık”tır!
size="3">Sadece yakın geçmişimize göz atmak dahi bunun
böyle olduğunu net karelerle karşımıza diker: Ergenekon, Susurluk,
“Hayata Dönüş”, KCK, TMK mağduru çocuklar,
Devrimci Karargâh, Hrant Dink, Pınar Selek, İsmail Beşikçi,
protestocular, gazeteciler, çizerler, yazarlar...
Bu
siyasi dava bolluğu, aynı zamanda hak ihlâllerinin ve
dolayısıyla da adaletsizliğin somut kanıtları değilse nedir
ki?
Bu
tabloda Necmiye Alpay, “Pek çok dava ‘terör’
yaftasıyla açılıyor: KCK, İsmail Beşikçi, protestocular,
gazeteciler, çizerler, yazarlar... ‘Terör’ yaftası
başlıca üç olguyu gizlemeye yarıyor: 1) Yargı
mekanizmasının bir gözdağı verme aracına
dönüştüğünü, 2) Fikirlerin yargılandığını, 3)
Şimdi ara vermiş olan gerilla savaşını. Yargıyı bir siyasi
mücadele aracı olarak kullanmak, siyasi hasım sayılanı bertaraf
etmek için gözaltına almak, yurttaştan çok devlet
mensuplarını ve devletin faşizan çekirdeğini korumak,”
derken; Tahir Elçi de ekliyor: “Tarihsel olarak
güçlü bir hukuk ve adalet kültürünün
bulunmadığı Türkiye’de, resmî ideoloji veya kişisel
görüş ve kanaatlerinin etkisi altında adaletsiz kararlar
üretiliyor.”
size="3">Özetle T.“C”nin sınıfsal yargısının
taraflı hâllerinin şaşırtıcı olmadığı gibi,
“bağımsız” olmasının da mümkün olmadığı
koordinatlarda toplumsal yaşam mağdurlar için cehenneme
dönerken; yargıçların (polisiye) diktası ezilenlerin ensesinde
boza pişirmektedir.
size="3">I. AYRIM:
“HUKUK” DEYİNCE…
size="3">Hukuku inşa eden sınıfsal zihniyet, kaçınılmaz
biçimde hukukçularını da üretir. Onlara
“raison d’etat/ hikmet-i hükümet”in
olağanüstü özgüvenini verirken; önlerindeki
mevzuattan başka bir şeye ihtiyaçları olmadığı fikrini de
aşılar.
size="3">Bu da Prof. Dr. Turgut Tarhanlı’nın, “Kamu
yararına hukukçuluk” dediği şeyin imkânsızlığını
devreye sokar.
size="3">Kamu ve dolayısıyla da kamuyu temsil eden çoğunluk
adına ve onlar için olmayan bir hukuk, özü gereği,
dolaysız biçimde hukuksuzluk olmaktan başka anlam ve değer
taşımaz.
size="3">Örneğin Eflatun’un
‘Devlet’ çalışmasını oluşturan 10 kitabın
birincisi ve yedincisi, “adalet” ve “adaletli toplum”
kavramı üzerine çok önemli bir tartışma
içerir.
size="3">Eflatun, bir toplumun adaletli olup olmadığının esas
gözlemlenme alanının, bireysel değil, devlet yönetimi ve
politika olduğunu söylemektedir.
Bu
önerisini geliştirmek için, siyasal kuramına
özgünlük veren diyalog yöntemini uygular ve sofist
Thrasymachus ile Sokrates arasında adalet kavramı üzerine bir diyalog
oluşturur.
size="3">Adalet kavramına, yaşadığı şehir devletindeki iktidar
kavgaları, kötü toplum yönetimi ve “yönetici
sınıfların siyasal güç ve ekonomik zenginlik hırsı”
temelinde şüphecilikle yaklaşan Thrasymachus, “varolan adalet
kavramı sadece iktidarda olanların yararına hizmet eden bir
kavramdır” saptamasını yapar.
size="3">“Bu nedenle de, adaletsiz yaşamın adaletli yaşama tercih
edilmesi gerektiği” gibi iddialı ve kafa karıştıran bir
öneride bulunur. Hemen kabul edilmesi zor olan adaletsiz toplum tercihi,
esasında varolan devletin ve yönetimin adaletsizliğinin ciddi bir
eleştirisini içerir. Eğer varolan adalet anlayışı, sadece
yönetici sınıfın çıkarına, bu sınıfın iktidar ve
zenginlik hırsına hizmet ediyorsa, o zaman adaletsizliği tercih etmek
aslında varolan devlet yönetiminin eleştirisi anlamına
gelmektedir.
size="3">Thrasymachus, “yönetici sınıflar için iktidar,
güç ve zenginlik hırsı her zaman adaletten daha
önemlidir” derken, “adaletsizlik adaletten daha
iyidir” önerisiyle varolan yönetici sınıfın ve
yönetim anlayışının ciddi bir eleştirisini yapmaktadır.
size="3">Thrasymachus’u dinleyerek Türkiye’nin bugün
yaşadığı kurumsal kavgaların, iktidar-muhalefet
uzlaşmazlıklarının, darbe ve parti kapatma girişimlerinin esas
kaynağının, yönetici sınıfın kendi iktidar, güç ve
zenginlik hırsları olduğunu görebiliriz ve bu sınıfın konuştuğu
adalet yerine adaletsizliği seçebiliriz. Bugün, tüm
yönetici sınıfını içine alan, iktidar, güç ve
zenginlik hırsına mahkûm edilmiş bir Türkiye var karşımızda.
Ve Thrasymachus’un adaletsizlik tercihi, varolan yapının
eleştirisini yapma olanağını bize veriyor.
size="3">Bununla birlikte, Thrasymachus’in
güçlü eleştirisi, “Adaletli bir toplum
yönetimi nasıl olur?” sorusuna yanıt vermiyor. Bu yanıtı
vermek isteyen Sokrates, toplum yönetiminin sadece iktidar hırsı
temelinde görülmemesi, “adalet” ve “erdem”
kavramlarının da toplum yönetimi içinde yer alması
gerektiğini vurgular.
size="3">Sokrates’a göre adalet, toplum yönetiminin kurucu
niteliği olarak görülmeli. Adalet, hem iktidarın nasıl
bölüşüleceği hem de kamusal yararın, toplum için iyi
olanın bulunmasının belirlenmesinde kurucu rol oynayabilir.
size="3">“Hukuk” söylemi, her türlü imtiyazın
üzerinde, şeklî bile olsa, “tüm insanları eşit
sayma, herkese eşit, evrensel, standart kurallar” uygulama iddiasında
olsa da; yargı erki, yasama ve yürütme erkinden ayrılmazsa ne
özgürlük ne de eşitlikten söz etmek mümkün
olur. Yasama erkiyle birleşirse toplum yaşamı ve
özgürlüğü keyfi kontrole gidebilir. Hâkimler kanun
yapan konumuna ulaşabilir. Yürütme organıyla birleşen yargıda
hâkimler şiddet ve baskı oluşturacak şekilde davranabilir ve
düzenin irrasyonelliğiyle karşınıza dikilebilirler.
size="3">Örneğin bu konuda Yücel Sayman’ın uyarıları
çok öğreticidir:
size="3">“… ‘Anadilde eğitim’ mi dediniz, bu
özgürlük, özgürlük alanından
çıkartılır, devletin ülkesi ve milletiyle birliği, yani
bütünlüğü ve bölünmezliği gibi
özgürlükler alanının kendi felsefesi ve kavramları
dışında ele alınır. Ve ‘tehlike’ alarmı
çınlar.
size="3">TCK 301’inci madde kaldırılsın, ‘düşünce
özgürlüğü’ mü dediniz, hemen
özgürlük alanından çıkılır ve
resmî ideolojinin belirlediği toplumsal kurgunun
kavramları karşınıza dikilir.
‘Tehlike’ bağırış çağırışları
özgürlüğünüzü kullanmanız cezaevi tehdidiyle
savuşturulur.”
size="3">Tam da bu koordinatlarda hukuk(suzluk) dendiğinde bir Marksist
olarak yapılabilecek temel saptama, dünyanın hukukçu bakış
açısıyla açıklanıp anlamlandırabileceğinin reddi ve
hukukun kaynağının salt iradede aranmaması gerektiğidir.
size="3">Ayrıca hukuk(suzluk) konusundan söz edilirken; Hz.
Ali’nin, “Mal çokluğu kalpleri bozar, günahları
doğurur”;Emerson’un “Bir tutsağın boynuna
geçirdiğiniz zincirin öteki ucu, kendi boynunuza takılı
verir”; Albert Camus’nün, “Adalet olmadan düzen
olmaz”; Aristo’nun, “Adalet ilkin devletten gelmelidir.
Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir”;
Sigmund Freud’ün, “Adaleti aklın yardımı olmadan
kullanmak olanaksızdır,” uyarıları göz ardı
edilmemelidir…
size="3">I.1) “YARGI BAĞIMSIZLIĞI” MI?
size="3">Yargı “bağımsızlığı” sadece asılsız
bir “iddia” ya da boş bir
söylencedir.
size="3">Bu hem teorik hem de teoriyi şaşırtıcı bir biçimde
doğrulayan bir pratik olarak böyleyken; “Yasaların değişmesine
değil, yargının zihniyet değişimine acil ihtiyaç var,”
demektedir Ahmet İnsel…
size="3">Çünkü “Türkiye’de torpilsiz
adalet yok.” size="2">[4]
size="3">Örneğin HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, 6 Eylül 2010
tarihli açıklamasında, AKP’nin bir genel başkan
yardımcısı, bir bakan ve bir milletvekili torpil istedi” demişti.
AKP’lilerin yakınlarına torpil istemini içeren üç
belge Özbek’in sözlerini doğruluyor. Bu belgelerden ikisi
Adalet Bakanı olduğu dönemde Cemil Çiçek’in
özel kaleminden yargıya gitti. Bir değer belge ise AKP Malatya
Milletvekili Fuat Ölmeztoprak’ın TBMM antetli kâğıda, bir
kişi hakkında ‘ilgi’ isteyen ve Osman Kaçmaz’a
gönderilen yazısıydı…
size="3">Bu adalet “bağımsız” olabilir mi?
size="3">Üstüne üstlük Adalet Bakanı Sadullah
Ergin’in, hâkim ve savcı adaylarının kumara, içkiye
düşkünlüğü ve giyimiyle ilgili, staj yaptıkları
yerlerin hâkim ve savcılarından görüş alınarak gizli
fişler hazırlandığını açıkladığı koşullarda bu adalet
“bağımsız” olabilir mi?
size="3">Olamaz!
size="3">Elbette “hukuk teorisi”nde, “Hukukun
üstünlüğünün dışlanamaz koşulu,
yargı bağımsızlığıdır. Amacı, yargıç kimliğini korumak
ve geliştirmek olan yargı bağımsızlığının gerçekleşmesi:
‘İyi eğitilmiş ve güvencelerle donatılmış’
yargıçların varlığını gerekli kılar,” face="Times New Roman" size="2">[5] denir denmesinde; kazın ayağı hiç de
öyle değildir; olmamıştır da…
size="3">Türkiye’de
yargının “tarafsızlığı konusu”
bir “mit”tir Nuray Mert’in
deyişiyle…
size="3">Çünkü Strazburg Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden Dr. Mehmet Rıfat Tınç’ın da işaret
ettiği gibi, “İktidarın, sağ veya sol bir partinin, askerin ya da
herhangi bir sivil örgütlenmenin etkisi altında karar veren bir
yargı,… adalet ve barış ortamını sağlayamaz.”
size="3">“Bağımsızlık”, hâkimin kararlarını
bütünüyle özgürce, talimat ve baskılardan arınarak
almasıdır!
size="3">“Bağımsız yargı” ise, işleyişi ve
kararlarının içeriği açısından, kendi kurum ve
kuruluşlarından başka hiçbir kişiye veya kuruma hesap vermemesi,
herhangi bir kişi veya kurumun yaptırımlarına maruz
kalmamasıdır!
size="3">Bunlar, kapitalist iktidar (ve ilişkinin)
örüngülerinde mümkün müdür?
size="3">Kaldı ki Rıza Türmen’in, “Yargının
kararlarının her zaman siyasal iktidarı memnun edici nitelikte
olması, yargının görevini gereği gibi yapmadığı,
demokrasinin iyi işlemediği yolunda kuşkulara yol açabilir,”
uyarısını dillendirmek zorunda kaldığı mevcut tabloda unutulmamalıdır
ki, Türkiye’de yargıçlar otoriter devlet yanlısı,
kanunları baskıcı amaçlarla yorumlayan kararlar verdikleri zaman
hep terfi ettiler, kariyer yaptılar, destek gördüler ve
görüyorlar…
size="3">Açıkçası, “Ne yaptıysam devlet
için yaptım” mantığı içinde
davrandıkları, insan haklarını, demokrasiyi hiçe
saydıkları zamanlarda müdahaleden uzak kalırlar, bağımsız
hareket edebilirler.
size="3">Tersini yaparlarsa başları belaya girer. Yani
“Devletin çıkarı söz konusuysa hukuk
teferruattır” diyen hâkim ve savcıların coğrafyasında
yargı bağımsız olamaz.
size="3">Örneğin… AİHM’nin Türkiye’ye ilişkin
kararlarını değerlendiren Türkiye Barolar Birliği Başkanı
Özdemir Özok’un, “AİHM’nin raporu,
Türkiye’deki yargı uygulamasının, anayasanın 90. maddesi ile
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde
düzenlenen ‘Adil yargılanma koşullarına aykırı’
davrandığını açık bir biçimde ortaya
koyuyor”!
size="3">Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in, adli
yılın başlaması nedeniyle düzenlenen törende
“Yandaş yargı” uyarısı yaparak,
“Yandaş yargıyı değil, tam bağımsız ve tarafsız
yargıyı oluşturmak için uğraşmalıyız”!
size="3">Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın,
“Hesap vermeyen bir yargının sınır tanımazlığı, felaketlerin en
büyüğü olarak ifade edilmektedir”!
size="3">Yargıtay 5. Ceza Dairesi Üyesi M. Nihat
Ömeroğlu’nun, “Yerel yargı, yüksek yargı
tarafından vesayet altına alınmak isteniyor,” dedikleri ve
somut verilerin daha çoğaltılmasının olası olduğu dizaynda ateş
olmayan yerden duman çıkar mı ve yargı
“bağımsızlığı”ndan söz edilebilir mi?
size="3">II. AYRIM: GENELDE TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)UNA -SOMUT-
“ÖRNEK”LER
size="3">Türk(iye) hukuk(suzluğ)u, somut
“örnekler”iyle, “… ‘Hukuk
devleti’ bu mu? ‘Habeas Corpus’a ne oldu?” dedirten
malum ve meş’um bir vakıadır!
size="3">Örneğin Dersim’de düzenlenen bir konserde TİKKO
kurucusu İbrahim Kaypakkaya’yı andığı gerekçesiyle Malatya
3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakkında dava açılan ve
“Ben konser sırasında İbrahim Kaypakkaya’dan söz ederek
suç işlediğimi düşünmüyorum. Ben hiç bir
şekilde örgüt propagandası yapmadım. Ancak İbrahim
Kaypakkaya’nın suçlu olduğunu da
düşünmüyorum,” diyen Halk Müziği
sanatçısı Pınar Sağ’dan, 2010’un Ağustos ayında
Türkiye’ye giriş yaptığı sırada tutuklanan yazar Doğan
Akhanlı’ya ya da Türkiye’de 22 yıl ile bir kadın olarak
siyasal düşüncelerinden dolayı en uzun süre cezaevine
atılan Nevin Berktaş’a veya Ferai Tınç’a,
“Washington’ı W ile yazmaya bir şey diyemem ama Kandil
Dağı’nı sakın Q ile yazmayın… Örgüt
propagandasından başınız derde girebilir. Araştırmacı yazar İsmail
Beşikçi -ki kendimi bildim bileli düşüncelerini ifade
ettiği için ya hapistedir ya da hapis cezası ile yargılanmaktadır-
Çağdaş Hukukçular’ın dergisinde yer alan makalesinde
Kandil’i Q harfi ile yazdığı için mahkemede hesap
veriyor,” dedirten İsmail Beşikçi Hocamıza dek neler nelerden
söz edilemez ki?
size="3">Hepsi başlı başına bir faciadır!
size="3">Madalyonun bir yüzü böyleyken;bir de
öteki yüzü var; ondan söz edersek:
size="3">Milletvekili Süleyman Sarıbaş Baskın Oran ve Prof. İbrahim
Kaboğlu’na “Babanız kimmiş, ananıza sorun” dedi,
Yargıtay “ifade özgürlüğüdür” diye
beraat ettirdi.
size="3">Oysa Türk adaleti, bir yargıca “işgüzar”
diyen gazeteci Nazlı Ilıcak’ı 11 ay 20 gün hapse mahkûm
etti. Bu yargıcı tanıyorsunuz; Sincan 1. Ağır Ceza Yargıcı Osman
Kaçmaz. Bir Yargıtay eski üyesi kendisine başvurmuş ve
“Kayıp Trilyon davasında ben şahsen zarar gördüm”
diyerek Gül hakkında (cumhurbaşkanı olması nedeniyle verilmiş)
takipsizlik kararının kaldırılmasını istemişti. Yargıç
Kaçmaz da kaldırarak Gül’ü yargılama yolunu
açmaya girişmişti. Oysa O. Kaçmaz, Belediye-İş Sendikası
davasında takipsizlik kararına yapılan itirazı şu gerekçeyle
reddetmişti: “Sendikaya aidat ödeyen denetçiler
suçtan zarar görmemiştir, itiraz hakları
yoktur.”
size="3">Hrant, 301’den mahkûm edilince, kendini savunan bir
yazı yazdı. Bunun üzerine Türk adaleti bir de “Adil
yargıyı etkilemeye teşebbüs”ten (TCK 288) dava açtı
Hrant’a.
size="3">Oysa, Org. Büyükanıt Şemdinli’de bombacıya
“Tanırım, iyi çocuktur” demişti. Org. Başbuğ
Ergenekon sanığı Org. Saldıray Berk için açıkça
“Suçsuzdur” dedi. Türk adaleti soruşturma bile
açmadı. Oysa, Askerî Ceza Kanunu md. 148/C şöyle diyor:
“Siyasi amaçla demeç veren askerî şahıslar 1 ay
ilâ 5 yıl arası hapsedilirler”. Aksine, HSYK, generallere
söz söylemeye cesaret eden savcıların, ne biçim yargı
bağımsızlığı ise, derhâl defterini dürüyor: Org. Kenan
Evren’e dava açmak isteyen savcı Sacit Kayasu’yu ve Org.
Büyükanıt’ın adını iddianamesinde geçiren
Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya’yı memuriyetten attı. Org.
Berk’i ifadeye çağıran Erzurum Savcı Tarık
Gür’ü görevden aldı. Şimdi de Balyoz’un iki
savcısını.
size="3">Nijeryalı gariban mülteci Festus Okey,
götürüldüğü Beyoğlu Asayiş Şube
Müdürlüğü’nde 34 ay önce
öldürüldü, Türk adaleti Nijerya’dan “Bu
adam Festus Okey midir?” diye sordu ve tam 10 duruşmadır cevap
bekliyor. Hâlbuki, bir sığınmacı olan Festus’un resmî
kimlik bilgileri Ankara’daki BM Mülteciler Yüksek
Komiserliğinde mevcut.
size="3">Oysa, Türk adaleti, “taş atan çocuklar”a
tek celsede 15 yıla varan cezalar veriyor. Bunların birçoğunun
dosyasındaki tek “kanıt”, polis veya asker ifadesi... Tabii,
bir de sırtlarının terli oluşu. Diyarbakır’da inşaat
işçisi Mahmut Yaşar “ıslık çalarak
bölücü örgüt lehine slogan attığı”
için 10 ay hapis yedi. Yine de şanslı; şarkıcı Rojda, bir
şarkısıyla “terör örgütünün
propagandasını yapmak”tan 1 yıl 8 ay almış bulunuyor.
size="3">Türk adaleti, seçimde Kürtçe konuştu diye
Orhan Miroğlu’na 6 ay verdi; şimdi 5 yıl Kürtçe
konuşması yasak. Tahir Elçi, Mahmut Vefa, Mahmut Alınak, Mehdi
Tanrıkulu, Nuri Yaman, daha sayayım mı? Seçim kampanyasında
Kürtçe “Hemen git su getir” diyen Sırrı
Sakık’a bile fezleke düzenlendi.
size="3">Oysa, Kürtçe kullanma konusunda, Anayasa md
90/5’in “ulusal yasaya üstün” kıldığı Lozan
md. 39/4 diyor ki: “Bütün TC uyrukları her türlü
açık toplantılarda, ticarette, basın-yayın organlarında
istedikleri dili kullanabilirler ve buna karşı hiçbir kısıtlama
getirilemez.” size="2">[6]
size="3">Bu tezatlardan malûl Türk(iye) hukuk(suzluğ)u
linççileri de yargılanmayıp aklayandı!
size="3">Yer, Edirne; tarih, 16 Aralık 2009.
Üç üniversite öğrencisi “ABD defol bu vatan
bizim” kampanyası kapsamında bildiri dağıtırken
gözaltına alınarak, tutuklandı. Olaydan bir hafta sonra ailelerin de
aralarında bulunduğu Edirne Gençlik Derneği üyesi 15
kişi, basın açıklaması yaptı, tutuklananların serbest
bırakılmasını istedi. Ardından da imza standı açtı.
size="3">Ancak yaklaşık bin kişilik grup, imza standına tahammül
edemedi ve dernek üyelerini linç etmek istedi. Polis,
linç girişiminde bulunan gruba hiçbir müdahalede
bulunmazken, 2 öğrenci daha tutuklandı.
size="3">Bunun üzerine Halk Cephesi üyesi bir grup,
tutuklamaları ve linç girişimini protesto etmek
için 3 Ocak 2010’da İstanbul’dan Edirne’ye doğru
yola çıktı. Daha şehir merkezi girişinde polis ve jandarma
engeliyle karşılaşan gruba, polis, gaz ve coplarla müdahale etti.
Halk Cephesi üyeleri, olayı haber alan kalabalık bir grubun da
linç girişimine maruz kaldı. “PKK dışarı, Edirne’de
bölücülere geçit yok” diyerek, saldıran gruba
ise polis seyirci kaldı.
size="3">Altı gün Edirne’nin girişinde bekletilen Halk
Cepheliler hakkında dava açıldı. Polisler hakkında hiçbir
yasal işlem yapılmazken, linç girişiminde bulunanların kimlikleri
bile tespit edilmedi. Saldırganların ülkücü ve sivil polis
oldukları iddia edildi!
size="3">Linççilerini yargılanmayıp aklayan Türk(iye)
hukuk(suzluğ)u halka kurşun sıkan polislerini de “aklayıp”
beraat ettirir...
size="3">Mesela Avcılar-Firuzköy’de
“Dur” ihtarına uymadığı iddiasıyla İsmail
Karaman’ı vurarak öldüren polisler 9 yıllık yargılamanın
ardından beraat etti!
size="3">Muğla’da Şerzan Kurt adlı üniversitelinin polis
kurşunuyla öldürülmesiyle ilgili soruşturmayı
yürüten polis, dört gün içinde birbiriyle
çelişen iki evraka imza attı. Önce olay yeri tutanağında
Şerzan vurulduğunda polisin olay yerinde olmadığı öne
sürüldü. Daha sonra hazırlanan fezlekede ise sokağı
gören kamera kayıtları gizlenmek istendi. Kaydı bulundu, üstelik
kayıtta polis gençlerin üzerine doğru ateş ederken
görülüyordu!
size="3">27 Ekim 2008 tarihinde Antalya’da Yunus timinde görevli
bir polis tarafından ensesinden vurularak öldürülen 18
yaşındaki Çağdaş Gemik davasında Yargıtay tartışmalı bir
karara imza attı. Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Gemik’i ensesinden
vurarak öldüren polis memurunun, “Olası kastla adam
öldürme” suçundan değil, “kasten yaralama
suçundan” cezalandırılmasını karar vererek yerel mahkemenin
kararını bozdu!
size="3">Nihayet Ferhat Gerçek’in polis kurşunuyla vurulup 17
yaşında felç olmasının üzerinden 3
yılı aşkın zaman geçse de mahkeme, altı aydır,
Ferhat’a isabet eden mermiye ilişkin Adli Tıp Kurumu’ndan
gelecek raporu bekliyor!
size="3">Hâl-i pür melali bu merkezde
olan Türk(iye) hukuk(suzluğ)u, somut
“örnekler”in karakteristik özelliklerine gelince:
öncelikle müthiş Bir “zehir hafiye”dir ve durmadan
öküz altında buzağı ararken, yurttaşlarını daima potansiyel
“suçlu” olarak görür ve sunar.
size="3">Mesela yazar Yılmaz Okumuş’un kaleme aldığı Karadeniz
öykülerini politik bir dille kurgulayıp ‘Laz Marks’
tiplemesini canlandıran Haldun Açıksözlü, 15 Mayıs
2010’da Tunceli’de sahneye çıktı. Gösterisi
sırasında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim
Kaypakkaya’nın isimlerini anarak, “Bizim tarihimiz değil mi
ulan... Gezmiş, Çayan, Kaypakkaya, hangi direnişin tarihini
yazdılar. Diyarbakır zindanlarında mazlumların yaktığı ateş
hâlen yanmıyor mu?” dedi.
size="3">Bu ifadeler üzerine Açıksözlü’ye,
‘suçu ve suçluyu övdüğü’
iddiasıyla Tunceli Sulh Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.
Açıksözlü’nün daha önce açılan bir
diğer davası da Rize’de görülüyor.
Açıksözlü, 2009 yılında Rize’de
gerçekleştirdiği gösteride, kahramanının “Rizeli Recep
Tayip” olduğunu söylediği bir fıkra anlattı.
size="3">Bu fıkranın anlatıldığı sırada,
Açıksözlü’nün iddiasına göre bir polis,
izinsiz şekilde gösterisini kamerayla çekiyordu. Hatta
Açıksözlü, kürsüden, “Korkma uşağum,
çok beğendiysen çek. Belki satıştan para
kazanursun” diye laf attı.
size="3">Daha sonra bu görüntülere dayanılarak, Haldun
Açıksözlü hakkında “Başbakan’a
hakaret” suçlamasıyla Rize 2. Sulh Ceza
Mahkemesi’nde dava açıldı!
size="3">Evet, fıkradan “hakaret” davası
açan bir hukuk(suzluk)tur sözünü
ettiğim…
size="3">Bundan başka Ankara’da, faaliyet yürüten Mamak
işçi Kültür Evi, 2010 yılının ağustos ayında
yedincisini düzenlediği Mamak Kültür ve Sanat Festivalinden
sonra yasadışı örgüt operasyonuna uğradı. Festivalde
açış konuşmasını yapan, standlarda malzeme taşıyan, kitap ve
gazete satan dokuz gence, yasadışı Türkiye Komünist
İşçi Partisi üyeliği ve propagandası iddiasıyla 15 yıla
kadar hapis istemiyle dava açıldı!
size="3">Evet, legal kutlamalardan “gizli
örgüt” davası açan bir hukuk(suzluk)tur
sözünü ettiğim…
size="3">Nihayet Polis, Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP) operasyonunda
gözaltına alınan Birgül Mızrak’ın okuduğu, kapağı
görünmeyen kitabın kime ait olduğunu satır satır
karşılaştırmayla belirledi. Savcılık da kitabı örgütsel
doküman saydı…
size="3">ESP üyelerine yönelik açılan dava, 1 Mayıs 2008
günü bir kafede oturan Masis
Kürkçügil’e yumruk atan maskeli meslektaşlarını
bile bulamayan polisin “solcu öğrencilere” yönelik
operasyonlarda ne kadar “titiz” çalıştığını ortaya
koydu!
size="3">Hakkında ceza istenilen Birgül Mızrak isimli
öğrencinin, arkadaşı tarafından cep telefonuyla çekilen
fotoğrafını “ele geçiren” polis, fotoğrafta
Mızrak’ın 49. sayfasını okuduğu kitabın ‘TKİH ve TKP/ML
Hareketi Birlik Kongresi Belgeleri’ isimli kitap olduğunu
“tespit etti,” savcılık da fotoğrafı Mızrak hakkındaki
“terör örgütü üyeliği”
suçlamasına kanıt yaptı.
size="3">Mızrak hakkında katıldığı eylemler ve okuduğu kitap
nedeniyle 43.5 yıl hapis cezası istendi!
size="3">Evet, kitap kapağı fotoğrafından “43.5 yıl hapis
cezası isteyen” bir hukuk(suzluk)tur sözünü
ettiğim…
size="3">Bu “zehir hafiye” hukuk(suzluğ)una kim
“Evet” diyebilir ki?
size="3">Türk(iye) hukuk(suzluğ)unun bir diğer karakteristiğiyse,
bireyden yana özgürlükçü olmayan, devletin
baskıcılığını meşrulaştıran bir yasakçılıktan
malûl olmasıdır…
size="3">Mesela Bedri Adanır bandrol alamadığı için
dağıtamadığı Öcalan kitapları yüzünden bir
yıldır hapis. Kitaba biçilen ucuz fiyat, örgüt
suçuna “delil” oldu…
size="3">Bedri Adanır, Aram Yayınları ile aylık Hawar gazetesinin
yöneticilerinden. Suçu, 2009 yılı 19 Ocak’ında
tutuklandıktan 11 gün sonra Diyarbakır Savcılığı tarafından
hazırlanan iddianamede yazılı: “Abdullah Öcalan’ın
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verdiği dilekçeleri
kitaplaştırmak…”
size="3">Adanır sorgusunda, “Amacım tamamen ticari, PKK’yı
desteklemek değil” dese de, savcı böyle
düşünmüyor. Yöneltilen suçlama
Öcalan’ın savunmalarını kitaplaştırmak değil sadece.
İddianameye yansıyan cümleyle, “(kitapları) herkesin
rahatlıkla alabileceği bir rakam belirlemek suretiyle piyasaya
sürmek” de suçun destekleyici unsuru. Bu cümle, sorgu
tutanaklarıyla birleştirildiğinde şu anlama geliyor:
Öcalan’ın kitapları 25 TL gibi herkesin ödeyebileceği bir
tutara satılacağı için amaç ticari olamaz. O hâlde
Adanır bu yayını PKK’yı desteklemek için
yapmıştır!
size="3">Bitmedi; Aram Yayıncılık’ın daha önce 10 kez
soruşturma geçirmiş olmasına karşın yayın politikasında
değişikliğe gitmemiş olması da Adanır’a yöneltilen
suçlamalara dayanak hâline getirilmiş iddianamede:
“Öcalan’ın propagandasını oluşturacak nitelikteki
yayınlarını devam ettirerek, PKK yayın organı gibi hareket ederek
şüphelinin örgüte üye olmamakla birlikte örgüt
adına suç işlemek yanında 2 kez PKK propagandası yapmak, ayrıca
gerek dergi, gerekse Öcalan’ın kaleme aldığı kitap
içeriklerinde birden fazla PKK ve elebaşısının propagandasını
yaparak suç işlediği anlaşılmaktadır.”
size="3">Evet tam da böyle işte…
size="3">Bitmedi; bir komedi daha var; o da şu:
size="3">‘Radikal’ Gazetesi Haber Koordinatörü
Ertuğrul Mavioğlu ile gazeteci Ahmet Şık’ın ‘Ergenekon
Davası’ üzerine yazdığı 1116 sayfalık ve iki ciltlik
‘Kırk Katır Kırk Satır’ başlıklı kitaba, piyasaya
çıktığı gün soruşturma açıldı.
size="3">Savcı Dursun Yılmaz, emniyetin bir gün
içerisinde 1116 sayfayı okuyup şikâyetçi olduğunu
söyledi!
size="3">İki gazeteci de verdikleri ifadede, 1116 sayfanın bir günde
okunup soruşturma başlatılmasına anlam veremediklerini,
suçlamaların da tamamen soyut olduğunu söyledi. Savcı Yılmaz
ise emniyet görevlilerinin kitapları bir gün içerisinde
okuyup bitirdiğini ve ardından suç duyurusunda bulunduklarını,
kendisinin yalnızca göz geçirdiğini
söyledi…
size="3">Buyurun size Türk(iye) hukuk(suzluğ)unun
mantık(sızlık)ı…
size="3">Türk(iye) hukuk(suzluğ)u dedik; o her adımında ve
santimetrekaresinde devlet totaliterliğinin hazır ve nazır olduğu
sistematik bir baskı ve kontrolden başka bir şey değildir!
size="3">Örneğin Bilgi Üniversitesi’nde, IMF Başkanı
Dominique Strauss-Kahn’a ayakkabısını atan
‘Birgün’ün editörü Selçuk Özbek
ve aynı anda pankart açan üniversite öğrencisi Zeynep
Çatalkaya’dan Dominique Strauss-Kahn davacı olmazken, devletin
Özbek ile Çatalkaya’ya, “hakaret”ten işlem
yaptığı ortaya çıktı…
size="3">Mesela Halkevleri’nin
Kadıköy Çarşısı’nda krizi protesto için
kurduğu Halk Kürsüsü’nde mikrofonu alıp,
“Tüpümüz bitti. Banyo yapmaya, arkadaşıma gidiyorum.
Bu hâlde yaşıyoruz. Söylemek istediğim tek şey var: Tayyip,
Allah belanı versin!” diyen Alper Ateş hakkında, Başbakan Tayyip
Erdoğan’a hakaretten iki yıla kadar hapis istemiyle dava
açılması…
size="3">Mesela İTÜ’nün 2008 Akademik
yılı açılış törenine katılan Başbakan Tayyip
Erdoğan’ı protesto ettikleri gerekçesiyle Öğrenci
Kolektifi üyesi 18 öğrencinin 1 yıl 3 ay hapis, 80’er TL
para cezasına çarptırılmaları…
size="3">Mesela Samsun’da, Halkevleri’ne bağlı yasal
mücadele yürüten ‘Öğrenci Kolektifleri’ ve
‘Liseli Genç Umut’un üyelerine “silahlı
örgüt üyeliği ve propagandası”ndan dava
açılması; aralarında Halkevleri Samsun Şube Başkanı Halil
Mert’in de bulunduğu altısı tutuklu 12 gence yöneltilen
suçlamalar arasında Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’i anmak
ve AKP’nin duvarına “Tek yol devrim” yazmanın da
olması…
size="3">Mesela Adana’da 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
görülen davada Halkevleri üyesi 21 kişiye, Mahir
Çayan’ın ölüm yıldönümündeki anma
töreninde terör örgütü propagandası yaptıkları
gerekçesiyle 10 ay hapis cezası verilmesi... gibi!
size="3">Türk(iye) hukuk(suzluğ)u bu görüntülerden
malûlken; İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı
Öztürk Türkdoğan, 2010 yılında adil yargılamalar konusunda
ciddi hak ihlâlleri yaşandığına dikkat çekerken, Anayasa
Mahkemesi’nin ve HSYK’nın yapısının değiştiğini, ancak
adil yargılanma konusunda her hangi bir değişiklik olmadığını
kaydetti.
size="3">Özel güvenlikli ve yetkili ağır ceza mahkemelerinin
mutlaka kapatılması gerekildiğini belirten Türkdoğan, bu
mahkemelerin DGM’lerin bir devamı olduğunu ifade ederek,
“DGM’lerin anayasal dayanağı kalmamışken buna rağmen bu
mahkemelerin kurulması anayasaya aykırıdır” dedi.
size="3">Haksız, keyfi tutuklamalara da dikkat çeken Türkdoğan,
Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, insanların çok rahatlıkla
tutuklanmasını sağlayan bir “katalog suç tanımı”
olduğunu söyledi.
size="3">“Bir savcı sizi belirli suç tipiyle suçluyorsa,
mahkemeler de bu konuda sizin suçlu olduğunuzu kabul ediyor”
diyen Türkdoğan, “Haksız tutuklamaların, toplumsal muhalefeti
sindirme amaçlı uygulandığını” söyledi. Hâlen
cezaevlerindekilerin yüzde 56’sının tutuklu olduğunun altını
çizerek, aslolanın tutuksuz yargılanma olduğunu, tutuklu
yargılanmanın istisnai bir durum olduğunu kaydetti.
size="3">Gizli tanıklıkların tüm davalar için ayrı bir
sorun olduğunu da vurgulayan Türkdoğan, gizli tanıklara dayanılarak
verilen cezalara atıf yaparak, “Gizli tanıkların beyanları ve
ifadeleri insanların hayatını karartmaya
yetiyor” dedi.
size="3">Türkiye’nin tutuklamalarda Avrupa birincisi, cezaevindeki
mahkûm sayısında ise Avrupa üçüncüsü
olduğunu dile getirip, AKP’nin 8 yıllık iktidarı süresinde
cezaevlerindeki doluluk oranının yüzde 100 artırıldığını
kaydeden Türkdoğan, bunun irdelenmesini istedi.
size="3">Polisin tutumunun gelinen noktada “aşırı güç
kullanımı” değil, “işkence” olarak değerlendirilmesi
gerektiğinin altını çizen Türkdoğan, 2009’da
göstericilere güvenlik güçlerinin saldırısı sonucu
565 yaralanma olayı yanı sıra, ölümlerin de yaşandığını
söyledi.
size="3">Türkiye böylesi bir hukuk(suzluk)la kasıp
kavrulurken; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM)
yapılan başvurular 2002’de 54 seviyesine kadar düşmüşken,
2007 ve 2008’de tekrardan 300’lere çıktı. 7 yılda
Türkiye’nin AİHM grafiği sürekli bozulma yolu izledi ve
Türkiye tekrardan AİHM’in başmüşterisi hâline
geldi.
size="3">AİHM kaynaklarından edinilen bilgiler çarpıcı bir
gerçeği gözler önüne seriyor. Buna göre
1990’lı yılların sonuna kadar çok yüksek bir AİHM
grafiği olan Türkiye’nin durumu, 2002 yılına gelindiğinde
çok düzelmiş; hatta Türkiye, Fransa’dan bile
daha iyi bir grafiğin sahibi olmuştu. Ancak bu durum, 2002’den
itibaren değişmeye başladı ve 2002’den 2008’e kadar
geçen sürede Türkiye’den yapılan başvurular,
54’ten 300’ler seviyesine çıktı.
EN ÇOK VERİLEN CEZALAR (AİHM verilerine göre Türkiye en çok cezayı alanlar) |
531 adet vaka ile adil yargılanma hakkının ihlâli... |
458 vaka ile malvarlığı hakkının ihlâli... |
348 vakayla güvenlik ve özgürlük hakkının ihlâli... |
262 vakayla yargılanma süresinin uzunluğu... |
189 vakayla sağlık ve hukuksal yardım ihlâli... |
170 vakayla ifade hürriyetinin ihlâli... |
147 vakayla insanî olmayan ve aşağılayıcı muamele... |
120 vaka ile yeterli adli araştırma yapılmamasından... |
66 vaka ile yaşam hakkının ihlâli... |
47 vaka ile özel ve aile yaşam hakkının ihlâli... |
30 vaka ile örgütlenme hakkının ihlâli ile aldı… |
size="3">III. AYRIM: ÖZELDE ÖNE ÇIKAN -SOMUT-
“ÖRNEK”LER
size="3">Türk(iye) hukuk(suzluğ)unun geneli böyleyken
altı özel ve öne çıkan örneği de zikretmeden
geçmemek gerekiyor.
size="3">III.1) SDP-TÖP “ÖRNEĞİ” (YA DA
DEVRİMCİ KARARGÂH TEZGÂHI) …
size="3">SDP ve TÖP’lü yoldaşlarımıza yönelik
olarak AKP patentli kriminalizasyon tezgâhı ya da “21 Eylül
Komplosu” AKP hükümeti, Gülen cemaati, polis ve yandaş
medyanın bir pasifikasyon harekâtından başka bir şey değilken;
“Devrimci Karargâh’ın üçüncü
dalgası” diye sunulan SDP ve TÖP’e yönelik saldırı,
aslında tüm devrimci sosyalist güçlere
yöneliktir…
size="3">Bilindiği üzere İstanbul Bostancı’da
“Devrimci Karargâh” örgütü ile
polis arasında çıkan çatışmanın ardından başlatılan
operasyonlara ve devam eden yargılama sürecine yönelik tepkiler
sürüyor. 2009 yılında yaşanan çatışmanın ardından
birbiri peşi sıra gelen operasyonların ilki 27 Nisan 2009’da
düzenlendi. Operasyon kapsamında, 16 kişi tutuklandı.
4
Ekim 2010’da gerçekleştirilen ikinci operasyonla Demokratik
Dönüşüm Dergisi yazarı Murat Akıncılar’ın yanı
sıra 7 kişi daha tutuklandı.
size="3">Üçüncü operasyonun tarihi ise 22 Eylül
2010’du. Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal
Özgürlük Platformu’na yönelik operasyonla SDP Genel
Başkanı Rıdvan Turan ile birlikte 13 kişi tutuklandı. İşin
ilginç yanı ise, daha operasyonların ilk saatlerinde AKP’yle
yakınlığı bilinen medya organlarının, operasyonları “Devrimci
Karargâh” olarak kamuoyuna lanse etmesi, “Emniyet’ten
şok görüntüler” şeklinde son dakika haberlerine yer
vermesiydi.
size="3">Oysa gözaltına alınanların ifadesi bile
alınmamıştı henüz. Ardından yaşananlar ise tam bir
skandaldı. İlk olarak “Silahlı örgüte üye
olmak” iddiasıyla yargılanan sanıklara, hazırlanan iki iddianamede
de örgütle ilgili hiçbir soru sorulmadığı ortaya
çıktı. Daha sonra ise 20 yıl önce 1 Mayıs’a katılmak,
Orhan Yılmazkaya ile çay içmek, aynı üniversitede
okumuş olmak suç kapsamında sayıldı…
size="3">Aslında, içine (işkenceci) Hanefi Avcı’nın da dahil
edildiği “tezgâh”, size="2">[7] size="3"> sosyalistlere ve Kürtlere karşı “iç
düşman” konseptiyle kotarılmış düzmece
senaryodur.
size="3">Sosyalistlerin ve Kürtlerin yargılandığı, DGM’leri
dahi aratan fiillere imza atan özel yetkili mahkemeler,
olağanüstü hukuk(suzluğ)u olağan hâle getiren bir
keyfilikten başka bir şey değildir…
size="3">Bu durumda “Yeni TMY ve TCK’de zaten var olan hukuka ve
evrensel ceza normlarına aykırı hükümleri son derece keyfi
ve özgürlükler aleyhine yorumlayan mahkemeler, artık herkesi
‘terör örgütü üyesi’ ve her fiili de
‘terör suçu’ olarak nitelendirmektedirler.
size="3">Toplumsal muhalefetin baskı altına alınıp sindirilmesini
temel görev edinen yargı organlarına göre artık basit bir
basın açıklamasına, mitinge, cenaze törenine katılmış olmak
bile suç.
size="3">Üstelik bütün bu faaliyetlerin yasal olup olmadığı
da bir anlam ifade etmiyor, herhangi bir örgütün
çağrısı üzerine bir araya geldiği varsayılan insanlar
‘örgüt üyesi olmasalar da örgüt adına
faaliyet yürütmekten’ örgüt üyesi gibi
cezalandırılıyorlar.
size="3">Bütün bu varsayımlar ve afaki yorumlarına hukuka
aykırı bir delil bulmaları da gerekmiyor, insanların evinde
bulunan ve piyasada serbestçe satılan, yasaklama
kararı bulunmayan kitaplar, kasetler, CD’ler bile
‘suç delili’ olabiliyor. Örgüt
üyeliğinin kriterleri ve hukuka aykırı delillerin değerlendirilmesi
noktasında geçmiş dönemlerdeki Askerî Yargıtay
kararlarının çok gerisinde kararlar veren Yargıtay’a paralel
olarak yerel mahkemeler de Sıkıyönetim Mahkemeleri’ni ve Devlet
Güvenlik Mahkemeleri’ni aratır konumdalar…
size="3">Örneğin birinci Devrimci Karargâh dosyasından sonra
ikinci bir operasyonla yeni bir dava daha açıldı ve birleştirme
istemiyle aynı mahkemeye gönderildi. Bu dosya kapsamında da
birincisinde olduğu gibi farklı dergi ve dernek çevrelerinden
insanlar, çatı partisi girişimcileri ve her iki gözünde
körlük tehlikesi bulunan sendikacı Murat Akıncılar var.
Aralarında hiçbir örgütsel ilişki olmadığı hâlde
sırf birilerini tanıyor olmaktan ya da bazı dergilere yazı yazıyor veya
okuyor olmaktan ötürü haklarında dava
açıldı.
size="3">Her iki iddianame de gayrı ciddi ya da tersine bir
söylemle son derece bilinçli biçimde bundan sonraki
davalara örnek teşkil edecek tarzda hazırlandı; Şeyh
Bedrettin’in hayatına dair yazılar, Marx, Engels, Lenin kitapları,
Korkut Boratav, Mustafa Yalçıner, Bülent Forta, Sibel
Özbudun, Temel Demirer yazıları, 30 yıl önceki broşürler
vs. her şey suç delili sayıldı. Hatta Temel Demirer’in
yalnızca yazıları değil kendisi de Devrimci Karargâh
örgütü şeması içinde gösterildi.
size="3">Her iki dosyada da Türkiye’deki pek çok illegal
örgütün Devrimci Karargâh ile birlikte hareket ettiği,
SDP, ÖDP, EMEP, Çatı Partisi Girişimi vb. pek çok
yasal parti ve oluşumun da doğrudan veya dolaylı biçimde bu
örgütle ilişkili olduğu ifade edildi…
size="3">Özellikle Taraf, Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinin
başını çektiği bu yayınlarla basın, uzun süredir bir
dezenformasyon kampanyası içinde ve yaratmaya çalıştıkları
bulanıklık ve verilmek istenen mesajlar artık sınırları aşmış
durumda. Bir yanda haksız yere tutuklanıp cezaevinde duruşmaya
çıkarılmayı bekleyen onlarca sanık ve bir yandan da açık
olan soruşturma dosyası nedeniyle yeni bir operasyonla sanık konumuna
getirilecek olanların yaşadığı ve yaşayacağı mağduriyet kimsenin
umurunda değil. Aksine polisin hukuk dışı uygulamalarına paralel
biçimde süreklilik hâlini alan bu sistemli yayınlarla
neredeyse haklarında ‘hüküm’ verilmiş
durumda…” size="2">[8]
size="3">Bugün bu keyfilikten SDP ve TÖP’lü
yoldaşlarımız doğrudan mağdurdurlar…
size="3">Tıpkı 2009 yılında Devrimci Karargâh Operasyonu ile
gözaltına alınan ve bazı basın yayın kuruluşlarınca
“örgütün teorisyeni” ilan edilen Gümrük
Muhafaza memuru Ergin Öncü gibi. Uzun süredir tutuklu bulunan
Öncü’nün hakkında hazırlanan iddianame ise
çelişkilerle dolu…
size="3">Örneğin, “Devrimci Karargâh davası nedeniyle 1.5
yıldır Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevinde tutukluyum. 27 Nisan
2009’da örgüte yapılan genel bir operasyon kapsamında sabah
saatlerinde çalıştığım iş yerinde gözaltına alındım.
Dört gün gözaltında kaldık ve bu süre zarfında
dışarıda yaratılan ‘infial’den habersizdik. Yaratılmış bu
‘infial’ sebebiyle tam 1.5 yıldır tutukluyum. Bu 1.5 yıllık
süreç hukuka, yasalara göre değil, işte bu
‘infial’ durumuna göre işletildi. Ne için
gözaltına alındığımı(zı) anlamadan tutuklanmış olduk ve
öğrenmek için 6 ay beklemek zorunda kaldık. Nihayet
içinde ‘delil’ olmayan bir iddianame vasıtasıyla
‘örgüt üyesi’ olmakla suçlandığımı
öğrendim.
size="3">Ben gümrük muhafaza memuruyum, görevim gereği silah
taşıyorum. Taşıma ve bulundurma ruhsatım var yani. Bunu neden
belirtiyorum; bana isnat edilen suçlardan biri de ruhsatsız silah
taşımak. İddianamenin başlangıç kısmında ne iş yaptığım ve
üzerimdeki silahın çalıştığım kuruma ait olduğu
iddianameyi hazırlayan savcı tarafından belirtilmiş olmasına rağmen,
iddianamenin sonuç kısmında ruhsatsız silah taşıdığım
gerekçesiyle cezalandırılmam istenmiş. Şaka gibi,” diyen
Öncü hakkındaki bir suçlama da Ergenekon sanıklarıyla
telefon görüşmelerinin olduğuydu. Ancak dosya incelendiğinde,
Ergenekon sanıklarına ait denilen telefonların bir GSM şirketi ve bir
seyahat firması olduğu anlaşıldı. Ergin Öncü’nün
mektubunda yer verdiği iddialara göre, Öncü 2007’de bir
otobüs firmasının yazıhanesini arayarak rezervasyon yaptırmış,
aynı firmayı 2003 yılında da Ergenekon sanıklarından biri aramıştı.
İddialara göre, arada kurulan bağlantı bundan
ibaretti…
size="3">Öncü hakkındaki bir diğer iddia ise sol yayın yapan
kimi internet sitelerine girmek ve oralardan yazılar, resimler indirmekti.
Polis, Öncü gözaltına alındıktan bir gün sonra,
ailesiyle birlikte işlettiği internet kafede bulunan iki bilgisayara el
koymuştu. Bu bilgisayarlardan elde edilen dökümler delil olarak
sunuldu ve suç unsuru olarak dosyasına konuldu. Oysa aile, ısrarla
bu bilgisayarların bir internet kafenin bilgisayarları olduğunu vurguluyor
ve her gün onlarca kişinin bu bilgisayarları kullandığına dikkat
çekiyordu.
size="3">Evet, söz konusu davaların ciddiyeti ve kanıtı bu
kadardır; yani traji-komedidir!
size="3">III.2)
DEV-LİS “ÖRNEĞİ”…
size="3">Tıpkı Dev-Lis
“Davası” örneğindeki
üzere…
size="3">Bu “dava”nın “sanık”larından
Erdal Kozan’ın, “Kimseyi öldürmedik, tecavüz
zanlısı değiliz. Uyuşturucu satmadık, yolsuzluk yapmadık. 63 yılla
yargılanıyoruz çünkü hakkımız olanı istedik,
çünkü biz parasız eğitim istedik,” diye
haykırdığı bir davadır sözünü
ettiğim…
size="3">Evet dershane terasına çıkıp pankart açan
Dev-Lis’li 11 genç için 63’er yıl hapis cezası
talebiyle dava açıldı…
size="3">Ciddiyim; aynen böyle…
size="3">Polis tarafından sert müdahaleye uğrayan, biri tacize
uğrayan ve 10’u iki gün tutuklu kalan gençlere bu kez de
iki ayrı dava açıldı. 18 yaşından büyük olanlara
yedi ayrı suçtan 63’er yıla kadar; sekiz liseli için
ise altışar yıla kadar hapis cezası isteniyor.
size="3">Ankara Emniyeti’nin fezlekesine göre polis, dershane
önündeki grubu dağılması için uyardı. Ardından
Çevik Kuvvet ekipleri terasa çıkmaya çalıştı ama
eylemciler direndi. Aşağıdaki 24 eylemci de polise direnmiş, flamaların
sopalarıyla polise vurmuşlardı. Polis fezlekesinde, “Kask
giydirilmeyen personelin göz ve kafalarına aldıkları darbeler
sonrasında kendilerini korumak, saldırıyı def etmek amacıyla zor
kullanılarak saldırı engellenmiştir” denildi.
size="3">Oysa TV kameralarının kaydettiği görüntülere
göre polis teras ve kapıda çok sert müdahalede bulundu.
Eylemcilere sert müdahaleye itiraz eden biri er dört kişi de
gözaltına alındı. Karakola götürülenlerden liseli kız
öğrenci G.Ö., kadın polis olmadığından erkeklerce
arandıklarını ve bu sırada taciz edildiklerini ileri sürdü.
Yaşları 18’den küçük eylemciler bırakılırken, 10
kişi gözaltına alındı.
size="3">Şüphelilerin üzerindeki
‘kanıtlar’ şunlardı: ‘Sınavlar kaldırılsın,
dershaneler kapatılsın’ yazılı pankart,
‘Dev-Genç’ yazılı önlük,
‘Özgürlük Sokaktadır’ yazılı
flamalar...
size="3">Ayrıca yedi polis, eylemcilerin kendilerini darp ettikleri
iddiasıyla şikâyetçi oldu. Mahkeme 10 kişiyi tutukladı.
Tutuklananlar iki gün içerisinde bırakıldı.
size="3">Fakat gençlerin çilesi bununla bitmedi. İki dershane
görevlisi ve dokuz polis şikâyetçi olmuştu. Bunun
üzerine aralarında taciz edildiğini iddia eden
G.Ö.’nün de olduğu 18 yaşından küçük
sekiz liseli ile 18’den büyük 11 genç için
davalar açıldı. İki iddianameye göre gençler uyarıya
kulak asmayıp “Şerefsizler açın
önümüzü”, “Faşist polis” diye direndi.
Yedi polis hafif yaralandı. Terasa çıkan öğrenciler de masa ve
sandalyelerle barikat kurdu. Dershane malzemelerine 100 TL’lik zarar
verildi ve eğitim kesintiye uğratıldı.
size="3">İddianamede 7 ayrı suç sıralanıyor Ankara Asliye Ceza
Mahkemesi’nde yargılanan 18 yaşından büyük gençler
için 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten üçer,
‘kasten yaralama’ suçunun yedişer kez işlendiği
iddiasıyla 35’er, ‘eğitim ve öğretimin
engellenmesi’nden üçer, ‘konut dokunulmazlığının
ihlâli’nden ikişer, ‘hakaret’ suçunun
yedişer kez işlenmesinden 14’er, ‘mala nitelikli zarar
verme’den altışar, ‘görevi yaptırmamak için
direnme’den de üçer yıl hapis isteniyor. Toplamda 11
genç için 63’er yıl hapis ile tüm kamu haklarının
ellerinden alınması isteniyor. 18’den küçük sekiz
genç için ise altışar yıla kadar hapis isteniyor.
size="3">Müdahale görüntüleri basında yer alınca Ankara
Valiliği, orantısız güç kullanımı ile ilgili inceleme
başlatmıştı. Ancak polislerin hakkında nasıl bir işlem yapıldığı
bilinmiyor.
size="3">İşte size anlatmak istediğim hukuk(suzluk) budur;
böyledir…
size="3">III.3) KÜRTLER VE KCK
“ÖRNEĞİ”…
size="3">Ve Kürtler…
size="3">Yakın zamanda ‘KCK operasyonu’ adı
altında Kürt siyasetçilerin rencide edici yöntemlerle ve
hiçbir hukuki gerekçeyle izah edilemeyecek biçimde
gözaltına alınıp tutuklanması da yargının içinde bulunduğu
durumu çarpıcı biçimde gözler önüne
sermektedir…
size="3">Eldeki verilere göre bu operasyonlarda yalnızca bir yılda
4500 gözaltı ve 2000’e yakın tutuklama
gerçekleşmiştir...
size="3">Bu ürkütücü rakamların ortaya koyduğu
gerçeklik, yargının Kürt sorununa sahip çıkanlara
yönelik özel bir yönelim içinde olduğu ve Kürt
sorununun çözümsüzlüğe gidişinde rol
üstlendiğidir…
size="3">Bundan kimsenin kuşkusu olamaz…
size="3">Bir halkın mücadelesi, seçilmiş
önderleri cezalandırılarak, gözdağı verilmek
isteniyor!
size="3">Bu konuda KCK dışında yüzbinlerce örnek daha
var!
size="3">Mesela Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, ‘Azadiya
Welat’ Gazetesi eski Yazıişleri Müdürü ve
İmtiyaz Sahibi Emine Demir’e, yayınlanan haberlerde
“örgüt propagandası” yaptığı iddiasıyla 138 yıl
ağır hapis cezası verdi...
size="3">Bundan bir süre önce de Azadiya Welat gazetesi
yazıişleri müdürü Vedat Kurşun 166 yıl, Ozan
Kılınç ise 21 yıl hapis cezasına
çarptırılmıştı…
size="3">Van’da 13 Şubat 2010’daki baskınlarda gözaltına
alınan ve 14’ü tutuklu bulunan toplam 18 öğrencinin
yargılandığı davanın iddianamesi hazırlandı. PKK ve DTP’nin
gençlik yapılanmasının aynı olduğu yönünde
şemaların hazırlandığı iddianamede, ‘Heval (
Arkadaş)’ sözü bile suç unsuru
sayıldı…
size="3">Diyarbakır’da, 2009 yılının 1 Eylül Dünya
Barış Günü’nde düzenlenen ‘Onurlu Bir Barışa
Evet’ mitinginde, ‘PKK
propagandası yapıldığı’ gerekçesiyle tertip komitesi
üyeleri Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Galip
Ensarioğlu, Güneydoğu Sanayici ve İş Adamları Derneği Başkanı
Şahismail Bedirhanoğlu ve Tabipler Odası Başkanı Dr. Selçuk
Mızraklı’nın da aralarında bulunduğu 9 sanık hakkında 21 Aralık
2010 tarihinde, Diyarbakır 4’üncü Ağır Ceza
Mahkemesi’nde yargılanan 9 kişiyi Terörle Mücadele Kanunu
kapsamında ‘PKK propagandasını yapmak’ suçundan 1 yıl
hapis cezasına çarptırdı…
size="3">Diyarbakır 4. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde “Örgüt üyesi olmamakla
birlikte örgüt adına suç işleme” iddiası ile
yargılanan ve Türkçe savunma yapan sanığa ceza indirimine
giderek 7 yıl 6 ay, Kürtçe savunma yapan sanığa ise herhangi
bir indirim yapmayarak 9 yıl hapis cezası verildi…
size="3">Yine Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi skandal bir karara daha
imza attı. Habur’dan giriş yapacak Barış Grubu’nun
karşılanması için kapatılan DTP Nusaybin İlçe
Örgütü imzalı bildiriler nedeni ile açılan davadan 10
ilçe yöneticisi ile bildirileri basan matbaacı hakkında
dava açıldı. İlçe yöneticilerinden ikisinin
“suç” tarihinde cezaevinde olması dahi onları ceza
almaktan kurtaramadı. Sık sık “ağır cezalarla” gündeme
gelen mahkemenin kararı “cezalandıralım da ne olursa olsun”
zihniyetinin göstergesi gibi…
size="3">Nihayet çarpıcı bir şey daha: Kemal Yanık adındaki
yurttaş 1993 yılında PKK’ye katılan kardeşinin aynı yıl
Silvan’ın Dolapdere Köyü Erkençik Mezrası’nda
(Şawo) yaşanan bir çatışmada 6 arkadaşıyla birlikte yaşamını
yitirdiğini ve toplu olarak gömüldüğünü
belirterek, İHD Diyarbakır Şubesi’nden yardım talebinde bulundu.
İHD Şube Diyarbakır yöneticileri Av. Serdar Çelebi ve Rehşan
Bataray da mezarların açılması için Silvan Cumhuriyet
Savcılığı’na başvurdu.
size="3">Bu arada Dolapdere Köyü’ne bağlı başka bir mezra
olan Ergeçit’teki yurttaşlar da kendi köylerinde bir toplu
mezar olduğunu İHD’lilere bildirdi. Dernekten bir heyet de mezraya
gidip, keşif yaptı. Ardından da mezarların açılması için
Silvan Cumhuriyet Savcılığı’na bir başvuruda daha
bulundu.
size="3">İHD’liler dilekçelerinde bölgede çok
sayıda işlenen faili meçhul cinayet olduğunu, bulunan toplu
mezarın faili meçhul cinayetlere kurban giden kişilere ait
olabileceği belirtti. Mezarların açılmasını ve bulunan
kemiklerden örnek alınmasını isteyen İHD’liler, mezardakilerin
de Belediye Mezarlığı’na defnedilmesini istedi. İHD adına Av.
Serdar Çelebi’nin 29 Eylül 2010’da yaptığı
başvuruyu değerlendiren savcılık kovuşturmaya yer olmadığını karar
verdi.
size="3">Savcılığın kovuşturmaya yer
olmadığı yönündeki kararını dayandırdığı
gerekçe ise akıl almazdı. Toplu mezarı suç unsuru
olarak görmeyen savcılık, “Müracaat sahibinin sunduğu
dilekçe ve delillerden soruşturma açacak suç unsuru
bulunmadığını” öne sürdü. Toplu mezarı ve
İHD’nin başvurusunu ihbar kabul etmeyen savcılık, İHD’nin
herhangi bir sıfatının olmadığını ve mezarın açılması
için derneğin tek başına yeterli olmadığını belirterek,
“mezarda bulunanların” başvuru yapmasını istedi.
“Mezardaki ölülerden” başvuru gelmeyince savcılık
kovuşturmaya yer olmadığı gerekçesi ile dosyayı
kapattı…
size="3">“Mezardakiler başvuru yapsın” diyen bir
hukuk(suzluk)tur KCK ile tüm Kürtleri “yargılama”ya
kalkışan…
size="3">III.4) HRANT DİNK
“ÖRNEĞİ”…
size="3">Hrant Dink katledileli dört yıl oldu ve onu
öldürtenler hâlâ elini kolunu sallayarak
dolaşıyor.
size="3">Ayak işlerini gördürdükleri
üç-beş adamı mahkemenin önüne attılar.
Görevlilerinin doğru dürüst
soruşturulmasını önlemek için devlet valisiyle,
komutanıyla, siyasetçisiyle, yargıcı ve savcısıyla seferber oldu.
Attıkları manşetlerle cinayete zemin hazırlayanlar, pişman olacakları
yerde pişkin pişkin görevlerini sürdürdü. Cinayete yol
açan veya göz yumanlar, katilleri yetiştiren, onlara resmî
görevler verenler, katili bayrağın önüne koyup kahramanlık
görüntüleri çeken ve dağıtanlar... Hepsi korundu,
kollandı ve hepsi hâlâ devlet görevlisi.
size="3">Bütün bunların ışığında soralım:
size="3">Hrant’ın katili kimdir?
size="3">Ve cevap verelim: Hrant’ı kollektif bir
“resmî” irade öldürdü.
size="3">Hrant Dink cinayetinin arkasındaki “devlet
eli” tereddüde yer vermeyecek şekilde
yargı önüne çıkarılmadıkça, katillere
yardım eden, göz yuman, raporları hasıraltı eden, katile
kahraman muamelesi yapan polis amirlerinden, jandarma komutanlarından,
valilerden, soruşturmaları engelleyen yargı üyelerinden hesap
sorulmadıkça bir ilerleme kaydetmek mümkün
değildir…
size="3">“Hrant Dink cinayeti Türkiye için bir yüz
karasıdır.
size="3">Bir yüz karası olmasının ötesinde, aynen Abdi
İpekçi cinayeti gibi, sadece bir tetikçinin üzerine
yıkılacak kadar basit bir olay da değildir.
size="3">Aslında benzer nitelikli cinayetler zincirinin bir
parçası gibi görünmektedir.
5
Şubat 2006 tarihinde Trabzon’da Rahip Andrea Santoro
öldürülmüştü.
size="3">19 Ocak 2007 tarihinde Hrant Dink
öldürüldü.
size="3">18 Nisan 2007’de Malatya’da Protestan cemaat ile yakın
ilişkileri olduğu öne sürülen Zirve Yayınevi
bürosu basıldı ve burada üç cinayet
işlendi.
size="3">Bütün bu olayların failleri ve
bunları azmettirenlerin bir bölümü
yakalandı.
size="3">Ama hâlâ büyük resim
netleşmedi…
size="3">Büyük resmin ipuçları, gazeteci Nedim
Şener’in, Güncel Yayıncılık tarafından yayımlanan
‘Hrant Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’
başlıklı kitabında var.
size="3">Şener’in kitabındaki bilgi ve belgelere göre, gerek
Trabzon Emniyeti gerekse İstanbul Emniyeti cinayet öncesi
bütün olaylardan haberdar.
size="3">Dink’in öldürüleceği ve hatta kimlerin bunu
planladığı, kimlerin tetikçi olarak görevlendirildiği,
bunların nerelerde neler yaptığı biliniyor.
size="3">Dink cinayetindeki istihbarat bilgilerinin bu denli zengin ve
ayrıntılı olması da şaşırtıcı değil.” face="Times New Roman" size="2">[9]
size="3">Evet, “Hrant Dink cinayeti tüm siyasi katliamlardan
öte bir anlam taşıyor. Devlet içindeki örgütler,
çeteler farklı dönemlerde kimi yurttaşlarını yok
etti, biliyoruz. Ancak Dink cinayeti, bu çetelerin bu toprağın
öz çocuklarını, hâlâ bu toprağa ait
hissetmedikleri için öldürüldüklerini
belgeliyor...
size="3">Bir Ermeni (ya da diğer azınlıklar ve farklı kökten,
dinden, mezhepten, inançtan olan herkes...) asla bu toprağın
insanı olamaz! Bu net... Öyle olduğu içinde kendi gibi
olmak için uğraş veren herkes, hepimiz tehdit
altındayız…” size="2">[10]
size="3">İş bu merkezdeyken konuya ilişkin olarak Hrant’ın oğlu
Arat Dink diyor ki:
size="3">“Devlet ve katiller arasındaki benzerlik, savunmalarındaki
benzerlikten ibaret değildir. Savunmaların benzerliği, aralarındaki
benzerliğin sebebi değil tam tersine sonucudur. Dahası aralarındaki
ilişki benzerlikten çok aynılıkla
açıklanabilir…
size="3">Diyorlar ki ‘Devlet deme’, yok ‘bir kısım
de’, yok ‘derin de’. O kısmı neyse çıkar ortaya,
sen söyle. O kısım tamamen ortaya çıkmadıkça bunun
adı ‘devlet’tir.
size="3">Diyorlar ki ‘Devlete katil deme’,
‘dedirtmem’. ‘Ben devletim’ diyen katilleri
çıkar ortaya, onlara ‘sen devlet değilsin’ de önce,
sonra beni tashih edersin.
size="3">Rahip Santoro cinayetine bakıyoruz,
öldürüldüğü güne kadar devletin emniyet
teşkilâtı ‘Pontusçuluk’tan dinlemeye almış.
Malatya’daki ‘misyoner cinayetleri’ne bakıyorsun, dava
dosyasının yarısı maktuller hakkında devletin topladığı bilgilere
ayrılmış. Babam hakkında fişler tutulmuş. Bunları bilmek için
bu belgelere ihtiyacımız var mıydı? Misyonerlik faaliyetleri ve
azınlıklar bu devletin güvenlik konsepti içinde birer tehdit
kaynağı olarak ele alınmıyor mu? Geçmişe dönüp faili
sözde meçhul cinayetlerin bütün kurbanlarına bakalım
mı, ortak noktaları ne diye? Kürtlere yapılanlara bakalım mı? Yoksa
birilerinin hidayete erip ‘devlet itirafçısı’
olmalarını mı bekleyelim?
size="3">Bize tek araç ‘söz’ kaldı.
Sözümüze de göz diktiler. Diyorlar ki ‘Devlete
katil deme’. Olur. Seri Katil…”
size="3">Evet durum böyleyken; Türk(iye) hukuk(suzluk)u Hrant
davasında bir adım dahi atabilmiş değildir.
size="3">Hatta Hrant Dink’in 301’inci maddeden
aldığı cezayla ilgili AİHM’e gönderdiği savunmada T.
“C”, Dink’in yazısında
“Türklüğü aşağılamak,
halkı kışkırtmak ve nefret söyleminde bulunmakla
suçlandığı” savunmasına örnek olarak, AİHM’in
bir Nazi liderinin Nasyonal Sosyalizm’i öven yazısını
suçlu bulması gösterdi!
size="3">Ne mantık(sızlık), ne adalet(sizlik) anlayışı değil
mi?
size="3">Son bir şey daha: Arat Dink, aradan yıllar geçmesine
rağmen Hrant Dink cinayetinin aydınlatılamamasını sert bir dille
eleştirerek, “Sadece bizimle mahkeme salonlarında dalga
geçildi. Açıkçası ben bu ülkenin adaletine
güvenmiyorum... 100 yıl önce avdık, şimdi yem
olduk” diye isyan ediyor…
size="3">Haksız da değil…
size="3">III.5) KEMAL TÜRKLER
“ÖRNEĞİ”…
size="3">Hukuk adına büyük utancı hepiniz biliyorsunuz;
Kemal Türkler davası zamanaşımından
düşürüldü.
size="3">DİSK’in kurucularından Kemal Türkler, 22 Temmuz
1980’de öldürüldüğünde 1.5 yaşında olan
torunu Burç Akpınar 1 Aralık 2010’da avukat olarak davanın
duruşmasındaydı ve mahkeme kararını açıkladı: “Davanın
zamanaşımından düşmesine...”
size="3">Türkler’in kızı Nilgün Soydan 30 yıl önce
babası evden çıkarken odasından el salladığı sırada
öldürülüşüne tanık olmuştu. 1 Aralık
2010’da karara tepkiliydi: “Ünal Osmanağaoğlu babamı
öldüren katillerden biridir. Gözümle gördüm.
Devlet katilin hesabını tarihe verecektir...”
size="3">Zamanaşımına uğrayan davanın özeti şöyle:
“Cinayetin ardından iki kişi yakalandı. Dava 1981’de
açıldı. 1987’de iki sanık 32 yıl hapis cezası aldı.
Osmanağaoğlu 19 yıl sonra yakalandı, 2003’te beraat etti. Yargıtay
beraat kararına bozdu. 2007’de tekrar delil yetersizliğinden beraat
kararı verildi. Yargıtay yine bozdu. Mahkeme 30 Temmuz 2009’da
kararında direndi. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, hükmün
bozulmasına karar verdi.
DAVA SÜRECİ |
Türkler’i öldürdükleri iddiasıyla Osmanağaoğlu, Aydın Eryılmaz, Abdulsamet Karakuş ve İsmet Koçak hakkında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Askerî Mahkemesi’nde Aralık 1980’de dava açıldı. Osmanağaoğlu kayıplara karıştı, Eryılmaz ve Karakuş 12’şer yıl ağır hapse çarptırıldı… |
Osmaağaoğlu 19 yıllık firarının ardından yakalandı ve yargılanmaya başlandı… |
14 Nisan 2003’te Osmanağaoğlu’nun beraatına karar verildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı bozdu. Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Osmanağaoğlu’nun beraatına karar verdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise beraat kararını bozdu. Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi, beraat hükmünde direnme kararı aldı. Yargıtay Ceza Genel Kurulu hükmün bozulmasına karar verdi… |
Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen üçüncü davada, 1 Aralık’ta dosya zaman aşımına uğradı. Dava düştü! |
size="3">Konuyla ilgili olarak Türkler’in kızı Nilgün
Soydan, “Devlet tarafından zamanaşımına uğrattırıldıysa bu
dava, o zaman cinayeti devlet işlettirmiştir. Devlet katili sonuna kadar
korudu.” “Ben artık bu ülkede yaşamaktan
utanıyorum,” dedi!
size="3">DİSK Başkanı Süleyman Çelebi de, “Kemal
Türkler’in katili bizim vicdanımızda mahkûm
edilmiştir” vurgusuyla, Türkler’in faşist katiller
tarafından katledilişinin 30. yılında, sanığın davasının,
zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasıyla, adalet arayış ve
çabalarının boşa çıkarıldığını, adalet duygularının
bir kez daha rencide edildiğini belirtti…
size="3">Haksız mı? Kim olanların hukuki olduğunu, olabileceğini
savunmaya kalkışabilir ki?!
size="3">III.6) PINAR SELEK
“ÖRNEĞİ”…
size="3">Nihayet Pınar Selek...
9
Temmuz 1998’de Mısır Çarşısı’nda meydana gelen
patlamadan sonra “bombacı” diye suçlanan sosyolog Pınar
Selek 12 yıldır adalet arıyor, adalet bekliyor, adalet peşinde koşuyor.
11 ayrı bilirkişi raporu var; bazıları “bomba bulgusu yok”
diyor, bazılarına göre “bomba değil, tüpgaz
kaçağı”.
size="3">Mahkeme iki kez Pınar Selek için beraat
kararı veriyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 10 Mart 2009’da yerel
mahkemenin beraat kararını bozarak Pınar Selek’e müebbet hapis
cezası verilmesini istiyor.
size="3">Pınar Selek “Kim” mi?
size="3">“Pınar Selek bir araştırmacı... Hem feminist hem
sosyalist… Çocuk hakları savunucusu ve masal yazarı...
Mağdurun desteği, gaddarın hasmı…
Entelektüel…” size="2">[11]
size="3">Nihayet “Pınar Selek, tam 12 yıldır süregelen ve
kendisini tanıyanların ‘Mısır Çarşısı
Komplosu’ diye niteledikleri bir davanın mağduru. Mağduru, zira
Pınar Selek, 12 yıl içinde iki kez beraat kararı verilen
davasının kararının Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde bozulması
üzerine, Yargıtay Genel Kurulu’nun 9. Ceza Dairesi’nin
bozma kararını onaylaması sonucunda, 2011 Şubat’ından itibaren
‘ağırlaştırılmış müebbet’ cezası istemiyle tekrar
yargılanacak. Pınar Selek, kendisine isnat edilen suçtan
ötürü 2.5 yıl hapiste yatmış olmasından gayrı, ağır
işkencelerden de geçmişti. Buna rağmen, Türkiye’de
hukukun rafa kaldırıldığı yıllarda dahi, iki kez beraat etti.
Gelgelelim, 2010 Türkiye’sinde ‘ağırlaştırılmış
müebbet cezası’ istemiyle tekrar yargılanmasına karar
verildi.
size="3">12 yıldır tecelli edemeyen bir ‘adalet’ söz
konusu. Bu davaya, neresinden bakılsa, yabancı dillerde ‘adaletin
travestisi’ gibi bir değerlendirme yapılır. Unutmayalım, Pınar
Selek için verilen beraat kararını bozmuş olan Yargıtay 9. Ceza
Dairesi, Hrant Dink için verilen mahkûmiyet kararlarını
onaylayan yüksek mahkeme. Ve o Yargıtay 9. Ceza Mahkemesi’nin
kararları, Yargıtay Genel Kurulu’nda onaylanırken, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nden dönüyor. Pınar Selek, ‘hukuk
devleti’nin değil, Türkiye ‘kanun devleti’ ve onun,
kararları insan hakları açısından uygun görülmeyen
yüksek yargı organlarının kurbanı ve mağduru.
size="3">Ve Pınar Selek, Berlin’de yaşamak, ülkesinden
uzaklaşmak zorunda bırakıldı.” size="2">[12]
size="3">Böylelikle “Pınar Selek adı bir kez daha memleket
semalarına vahşice gerildi…
size="3">Ayrıca, 12 yıldır Şahmaran hikâyesine
döndürülmüş bu davayı
hâlâ hukuki bir vakıa olarak değerlendirmek de hiç
kimseyi nesnel kılmaz…
size="3">12 yıl boyunca bu genç kadının başına gelenleri
hiç mi izlemediniz? Davanın aşamalarının ne tür hukuk
rezaletleriyle bezeli olduğunu” size="2">[13] size="3"> bilmeyen görmeyen yok mu?
size="3">Evet, evet “Bu ülkenin yargı sisteminin baştan
aşağı yenilenmesi, yeniden kurgulanıp kurulması
gerekli…
size="3">Kafka’nın ‘Dava’ adlı romanı, suç
işlemediği hâlde hakkında dava açılan K’nın
hikâyesini anlatır. K, apartopar tutuklanmasından itibaren, neyle
suçlandığını, kim tarafından yargılandığını bilmeksizin
kendisine yapılan haksızlıkla mücadele etmek için
çırpınır durur. K, kasvetli mahkeme koridorlarında umutsuzca
davasına dair bilgi verebilecek bir yetkili ararken anlar ki
çıkışı yoktur.
size="3">Türkiye yargısının Pınar Selek’i içine ittiği
cehennem, bana hep Kafka’nın K’sını anımsatır. Selek’e
isnat edilen bazı ‘suçlar’ ve aleyhinde bir
‘iddianame’ vardır var olmasına ama yargı sürecinin
gerektiği gibi işlediği izlenimini veren bu usul tiyatrosuna rağmen
Selek’in ve K’nın yaşadığı şey özünde aynıdır.
Asla öğrenemeyecekleri bir nedenle kendilerini tehdit olarak algılayan
sistemin ağına düşmüş, çırpındıkça batan iki
insandır onlar…” size="2">[14]
size="3">IV. AYRIM: KEYFİLİKLE MALÛL
T.“C”
size="3">Diyeceklerimi toparlıyorum; durmadan ve biteviye bir rutinle Josef
K.’lar yaratan, düşünce ve ifade
özgürlüğü düşmanı Türk(iye) hukuk(suzluğ)u,
Mecelle’nin madde 59’undaki “Hak muhterem ve himâyesi
vâciptir,” uyarısını “es”
geçer…
size="3">Çünkü Türk(iye) hukuk(suzluğ)u,
koyduğu kuralları bile ihlâl eden bir yasadışılıktan
malûldür.
size="3">Mesela mı? Adana’da, Mahir Çayan ve dokuz
arkadaşının 1972 yılında Tokat’ın Kızıldere köyünde
güvenlik güçleriyle girdikleri silahlı çatışmada
öldürülmelerinin yıldönümünde
yürüyüş yapan, 23 kişiye “terör
örgütü propagandası” suçlamasıyla dava
açıldı. İddianamede, iki şüphelinin poliste fişlemesi
olduğu açık bir şekilde yer aldı. Türk Ceza Kanunu’nun
“kişisel verilerin kaydedilmesi” suçunu düzenleyen
135. maddesine göre 4.5 yıla kadar hapis gerektiren
“fişleme” suçunun hâlen işlendiği
gerçeği, bu iddianameyle resmî ağızdan itiraf edilmiş
oldu...
size="3">Mesela mı? Edirne’de, arkadaşlarının
tutuklanmasını ve ABD’nin İncirlik
Üssü’nü protesto eden gençlerin
linç girişimine maruz kalmasıyla ilgili açılan davada
ilginç gelişmeler yaşandı. Basın
açıklaması yaparken linç girişimine maruz kalanlar
“terör örgütü propagandası yapmaktan”
tutuklanırken, saldıran grupta yer alanlar tutuksuz yargılanıyor.
Saldırganları kışkırttıkları ileri sürülen polisler
hakkındaysa soruşturma izni yok…
size="3">Mesela mı? Savcı Osman Şanal, istihbarî dinleme
yapılarak elde edilen telefon kayıtlarının mahkemede delil olarak kabul
edilmesini istedi. Şanal’ın özel yetkili savcı olduğu
dönemde yaptığı bu temyiz başvurusu önümüzdeki
günlerde Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nde karara bağlanacak.
Daire’nin Şanal’ın isteği doğrultusunda karar vermesi
hâlinde sadece bir suçun takibi için yapılan adli
dinlemeler değil, istihbarat örgütlerinin talebiyle yapılan
önleme (istihbarî) dinlemeler de delil olarak kabul
edilecek…
size="3">Görülüyor: Bu ülkede yargı sistemi
(“hukuk” demeye insanın dili varmıyor) siyasal
iktidarlarin öndelik ve tercihlerini hayata geçirecek tarzda
işleyegeliyor. Bir başka deyişle, yargı, “kamu vicdanı”nın
değil, iktidarı pekiştirmenin bir aracı. “Raison
d’état” (hikmet-i hükümet) fikri soyut
“devletin bekası” gerekçesini, sonsuz suistimallerin,
istismarların gerçeklenmesinin zemini kılıyor. “Devletin
bekası” gerekçesi arkaplanında 18’ine erişmemiş
çocuklara, “suç”ları “muhalif” olmak
olan gençlere, aydınlara, devrimcilere, anadillerini
özgürce konuşmak isteyen Kürtlere onlarca yıllık cezalar
kesilirken, üniformalı ve üniformasız katiller
açıkça korunuyor, kollanıyor.
size="3">Evet Türkiye’de bizatihî yargı,
muhalifleri kuralsızca ted’ip, cezalandırma aygıtına
dönüştürülmüş durumdadır; Blaise
Pascal’ın, “Ama adaletsiz hüküm zorbalık olur,”
deyişindeki üzere…
size="3">Martin Luther King Jr’nin, “Düşmanlarımızın
sözlerin değil, dostlarımızın sessizliğini
anımsayacağız,” sözlerinin kulaklarımızda
çınladığı verili durum; Euripides’in, “Madem
haksızlık… ağır basacak. O zaman inanmayalım tanrılara”;
Aristoteles’in, “Zayıf daima adalet ve eşitlik ister,
hâlbuki bunlar güçlünün umurunda bile
değildir,” diye betimlediği noktadadır…
size="3">Bunun panzehiri ise Jean Rostand’ın, “Bir kişiyi
öldüren, katil; milyonlarca insanı öldüren, fatih;
herkesi öldüren, tanrı olur,” diye özetlediği
sınıflı-sömürücü yapılarda; Andre Malraux’nun,
“Gerçekten başka adalet yoktur,” vurgusuyla
“suçu toplum hazırlar, birey de işler” gerçeğini
unutmamaktır…
size="3">10 Ocak 2011 20:12:51, Ankara.
size="3">N O T L A R
size="2">[1] 15 Ocak 2011 tarihinde ‘Sıra
Kimde?’ İnisiyatifi’nin düzenlediği
‘Türkiye’de Hukuk ve Demokrasi Sempozyumu’nun
‘Hukuk Kimin İçin, Kime Karşı?’ başlıklı III.
Oturumu’na sunulan ‘Somut Örnekleriyle Türk(iye)
Hukuk(suzluğ)u’ başlıklı tebliğ… Kaldıraç, No:118,
Şubat 2011…
size="2">[2] Ruhi Su.
size="2">[3] Mithat Sancar, “Vicdanî Kanaat ve
Hakkaniyet”, Taraf, 24 Eylül 2009, s.13.
size="2">[4] “Türkiye’de
‘Torpil’ Mülkün Temelidir!”, Radikal, 8
Eylül 2010, s.11.
size="2">[5] Çetin Aşçıoğlu,
“Nasıl Bir Yargıçlar Kurulu? (1)”, Cumhuriyet Bilim
Teknik, Yıl:23, No:1172, 4 Eylül 2009, s.10.
size="2">[6] Baskın Oran, “Türk Adaletine
İngiliz İsyanı”, Radikal İki, 11 Nisan 2010, s.5.
size="2">[7] Devrimci Karargâh örgütü
davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle
yargılanan tutuklu sanık Cemal Bozkurt, Devrimci Karargâh
örgütüne yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanan
Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın devrimci
olamayacağını söyleyerek “Avcı’nın tasfiyesi devletin
yeniden yapılanması ile ilgilidir. Fethullah Gülen ve AKP
çevresi Hanefi Avcı ile ters düşmüş ve onu paçavra
gibi bir yere atmışlardır” dedi.
size="2">Gazeteci Aylin Duruoğlu ve sendikacı Murat Akıncılar’ın
da yargılandığı Devrimci Karargâh davasının 7 Aralık 2010
tarihli İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki
üçüncü oturumunda tutuklu sanıklardan Cemal Bozkurt,
Hanefi Avcı’nın 1990’da gerçekleşen faili
meçhullerin organizatörü olduğunu öne sürerek
profesyonel işkenceci olduğunu belirtip, Devletin Devrimci Karargâh
örgütü ile ilgili belirsizlik ve dezenformasyon yaratmaya
çalıştığı vurgusuyla, “Avcı’nın devrimcilerin
içinde yer alması mümkün değil. Devrimciler,
Avcı’dan sadece hesap sorar. Yalan yanlış bilgilerle davanın
gidişatı karıştırılmak isteniyor” dedi. (“Devrimci
Karargâh Davası: ‘Avcı Devrimci Olamaz’…”,
Cumhuriyet, 8 Aralık 2010, s.8.)
size="2">[8] Gülizar Tuncer, “Son Dönem
Yargılamaları ve Devrimci Karargâh Davası”, Günlük,
23 Şubat 2010, s.11.
size="2">[9] Emre Kongar, “Hrant Dink Cinayetinden
Kim Sorumlu?”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2010, s.8.
size="2">[10] Enver Aysever, “Herkesin Bildiği
Sır: Hrant Dink Cinayeti”, Birgün, 20 Ocak 2010, s.7.
size="2">[11] Koray Çalışkan,
“Ahmet’e Yandık Pınar’a Yanmayalım”, Radikal, 2
Ocak 2011, s.6.
size="2">[12] Cengiz Çandar, “Adaletin
Üç Lekesi...”, Radikal, 1 Aralık 2010, s.12.
size="2">[13] Yıldırım Türker, “Pınar Selek
Meselesi Siyasi”, Radikal, 29 Kasım 2010, s.16.
size="2">[14] Dilek Kurban, “Yargıdan Kim Hesap
Soracak?”, Radikal, 24 Kasım 2010, s.4.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder