Bizimkilerin Tarihsel
Anlamı ve Güncel Önemi / Temel Demirer
“Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma.” [2]
Onlardan, yani Bizimkilerden söz etmek; aşka, hayata, isyana dair
asla vazgeçmeyen tutkuların altını çizmektir…
Çünkü Bizimkilerin yaşam serüveni, nihayetinde
aşka, hayata, isyana bağlanmışlığını insana ait
öyküsünden başka bir şey değildir…
Nihayetinde Onlar sadece en hasından başkaldıran insan olmalarına
dair yalansızlıklarıyla çok önemlidirler…
Antonio Porchia’nın, “Seni onlardan ayıran mesafeyi, onlara
katılarak öğreneceksin,” size="2">[3] uyarısı eşliğinde Bizimkilere dair
unutulmaması gereken; “Veremediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi
vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız.
Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde
değildir,”[4]
gerçeğini iliklerine dek yaşamışlıklarıdır ki, bu da, XXI.
yüzyılın şafağındaki yerküremizde ve Türkiye’sinde
kilit önemdedir…
NEREDEN NEREYE? YA DA TÜRK(İYE) İNSANI
Soren Kierkegaard’ın, “Hayat ancak geriye doğru
anlaşılabilir, ama ileriye doğru yaşanmalıdır,” uyarısını
göz ardı etmeden; yaşamın bir reçete değil, insan(lık) ve
mücadelesi tarafından yaratılan serüven olduğunu
unutmamalıyız…
Hayata dair her şeyi mücadele ya da vazgeçişler belirliyor;
uğruna mücadele edilen hayat yaşanılmaya değer insanî
özellikler kazanırken; vazgeçişler ise hayatı cehenneme
çeviriyor…
Bir an hatırlayın; İsimler(imiz)i bile sözünü ettiğim
mücadele ya da vazgeçişler belirliyor…
1940’larda Mübin, Şehbal, Nazan adları
“sosyetik”ti. 1968’de bu adlar demode olsa da
öğretmen kızlarla hukukçu delikanlılar “sosyete
gençliği” sayılıyordu. Devlet memurları arasında
kalçalara sıyrılan mini etekler ve kravata uygun kesim bıyıklarla
caz müziği dinleyip dans etmek de olağan karşılanıyordu.
1980’lerde doğan Deniz’lerin, Ulaş, Mahir, Taylan, Yusuf,
Baran, Erdal ve Hüseyin’lerin karşısına Eylül,
Öykü, Özlem, Türkü ve Hazan kızlar
çıktıysa eğer, hayır raslantı değildi, bir yenilginin
burukluğuna ad düşülmüştü.
1990’dan hemen önce ve sonra, bolca Muhammed, Abdullah, Ramazan,
Talha, Yahya, Malik, Muaz, Dücane, Şeyma, Kübra, Sümeyye,
Büşra, Havvanur ve hatta Meymune doğdu...
Tarihin döngüsüne bakılırsa, bu dalganın ardından mutlaka
ters yönde bir dalga gelecek ve dini referans göstermeyen yeni
adlar türeyecek. Günümüzün Lara, Alara, Ada, Derin,
Ares, Melisa vb.’leri, yeni agnostik “trend”in ilk
tomurcukları.
Mücadele edenler azalırken, vazgeçenlerin
çoğaldığı Türkiye çürüyor/
çürütülüyor…
Örneğin Türkiye’de kişi başına tüketilen alkol 1.4
litre... 2010’da şarap tüketimi 10 milyon litre daha arttı ve 53
milyon litreyi geçti. Çok değil, 2004’te bu tüketim
25 milyon litre idi. Demek ki, şarap tüketimi artıyor… Rakıda
ise tüketim, 40-42 milyon litreden aşağı düşmüyor…
2010 yılında 800 milyon litre dolayında…
Öte yandan Türkiye’de “aşk ve cinsellik”
ekonomisi 2010’da krize karşın büyümeyi
sürdürdü. Flört sitelerinin
büyüklüğü 20 milyon dolara ulaşırken Sevgililer
Günü döneminde kredi kartlarından 642 milyon TL’lik
harcama yapıldı.
Ve Toto Teşkilât Başkanlığı’ndan Bekir Yunus
Uçar’a göre, 2010’da 3 milyar 746 milyon TL ciroya ve
yüzde 34’lük büyümeye imza atarak devlet
kontrollü spor organizasyonları arasında dünya ikincisi oldu.
Türk(iye) insanı çürüyor/
çürütülüyor…
İNSAN OLMAK (VE KALMAK)
Tam da bu noktada insan olmak (ve kalmak) ile buna mündemiç
örnekler önem kazanıyor…
Evet şimdilerde “ahlâk ve özgürlük”
üzerine yeniden ve bir kez daha kafa yormalıyız; hem de “Batı
Dünya Egemenliği ile Uygarlık Krizi” size="2">[5] iç içe
geçmişken…
Aklıma bir sözü geldi: Prof. Krugman, “Zombiler
Kazandığında” başlıklı yorumunda, “Serbest piyasa
köktencileri hemen tüm öngörülerinde yanıldılar,
ama şimdi siyasi ortama her zamanından daha egemenler,” diyor ki, bu
korkunç bir şey!
Böyle karanlık bir yolda ilerlemeye zorlayan “Zombiler”,
halkın, özellikle çalışanların, bu yolun getirdiği
yükleri uysalca kabul edeceklerine ya da başkaldırılarının
zamanında ezilebileceğine inanıyorlar!
Sermaye derken aslında dikkatleri mali sermaye üzerinde
yoğunlaştırmakta yarar var. Çünkü şu anda hâlen
dizginler mali sermayenin elinde. Sözünü ettiğim
“14” büyük aile hâlen ABD mali piyasalarını
denetliyor.
Daha yakından bir bakış, türev piyasalarının yönetiminin
üyeleri, JPMorgan Chase, Goldman Sachs, Morgan Stanley gibi bankalardan
gelme, kimlikleri gizli tutulan, içlerine yeni kimseyi almayan, dokuz
kişilik bir komitenin elinde olduğunu ortaya koyuyor.
Bu, George Orwell’in, “Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört”ünü anımsatan, küresel bir oligarşik
diktadır!
Orwell’in işaret ettiğiğ gibi sürdürülemez
kapitalizmin ulaştığı koordinatlarda da “Savaş barıştır…
Özgürlük köleliktir… Cahillik
güçtür…”
Bunu böyle kılan da, her düzlemde tüketime eklemlenmiş
kapitalist ahlâksızlıktır!
Kolay mı? Günümüzde ahlâk kapitalizmin
ürünüdür. Bu bağlamda ahlâk kurallarını
kapitalizm belirler. Bize dayatılan ahlâk egemen sınıfın
ahlâkıdır.
F. Engels çok doğru olarak “egemen sınıf için iyi
olan şey, egemen sınıfın kendisiyle özdeşleştiği bütün
toplum için de iyi olmalıdır,” size="2">[6] demektedir.
Günümüzde egemen ahlâkı üreten, yayan ve
meşrulaştıran araçlar, din ve milliyetçiliktir. Din, kendi
ahlâkını meşrulaştırmaktadır. Ve bu ahlâki kuralları
mutlak sayıp doğruluğunu tartışmaz hâle getirmektedir.
Milliyetçilik ise Türk toplumunun geçmişten
günümüze gelen milli bir ahlâkın olduğunu ileri
sürerek bu ahlâkı üretip, yayıp meşrulaştırmaktadır. Bu
egemen ahlâkı “başkaldırmama”, “karşı
çıkmama”, “boyun eğme” ahlâkı diye
özetleyebiliriz.
Tüketim ahlâkı oluşturmak egemen sınıfın
kârlarını artırmak… Bu ahlâk ise medya tarafından
pazarlanıyor. “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”
(“YDD”) doğrultusunda yabancılaşmayı da dayatıyor. Bu
ahlâkın parolası tüketimdir. Felsefesi ise
“tüketiyorum o hâlde varım”dır.
Bu ahlâka “McDonalds” ahlâkı ya da “Coca
Cola” ahlâkı da diyebiliriz. Bu bağlamda McDonalds’a
gitmek ahlâki olarak “iyi” ya da Coca Cola içmek
ahlâki olarak “iyi” kabul ediliyor. Bu ahlâk Amerikan
yaşam tarzını da dayatıyor. Tüketim ahlâkı gençleri
ciddi bir boyutta etkilemektedir. Gençler artık marka giyiyor. Modaya
ayak uydurmak için kendilerine yabancılaşıyorlar.
İhtiyaçtan fazla aşırı tüketim çılgınlığı
yüzünden de doğa tahrip ediliyor. Bundan da kapitalist tekeller
kâr ediyor.
Tüketim fetişizmi yaratan bu ahlâkın kuralları
(ölçütleri) ise tükettiğin kadar “iyi”sin
ilkesine dayanıyor ve sonuç olarak da aşırı tüketim,
yabancılaşmaya, doğanın tahrip edilmesine neden oluyor.
Günümüz insanı “başkaldırmama”, “boyun
eğmeme” ahlâkı ile “tüketim”,
“yabancılaşma” ahlâkının karışımından meydana
gelmektedir. Bu bağlamda egemen sınıf bu ahlâkı mutlak, değişmez
olduğunu ileri sürüyor. Böylelikle sömürü
düzeninin sürmesine yardımcı oluyor. Oysa mutlak, değişmez diye
bir ahlâk olamaz.
Bunun için F. Engels, “Herhangi bir ahlâki doğmayı,
ahlâk dünyasının da tarihi ve uluslar arasındaki farkları
aşan kendi sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, ölümsüz
kesin ve değişmez bir ahlâk yasası olarak bize zorla kabul ettirmeye
yönelik her girişimi reddediyoruz,” size="2">[7] diyordu.
Bize dayatılan egemen sınıfın ahlâkını reddetmeliyiz. Bu
ahlâkı reddediş ise yeni bir ahlâk oluşturmakla
mümkündür. Bu ise ileri toplumu temsil eden devrimci sosyalist
ahlâktır.
Devrimci sosyalist ahlâk komünist toplumda egemen olacak
“yeni insan”ın ahlâkıdır.
Devrimci sosyalist ahlâk insanı yabancılaşmadan kurtarmayı
hedeflemektedir. Her türlü kapitalist-emperyalist pislikten
arınmayı, -parayı değil- insanı hayatın merkezine koymayı
hedeflemektedir.
Devrimci sosyalist ahlâk doğayı tahrip etmeyen, tüketim
fetişizminden kurtulmuş insanın ahlâkıdır. Proleter ahlâk
sorgulayan, eleştiren, düşünen insanın ahlâkıdır.
Özetle toplumun ulaştığı iktisadi aşamanın ürünü
olan ahlâk, üretim ilişkilerinin değişmesiyle
değişmektedir.
Son olarak da şunlar söylenebilir: “Ahlâk sorunu
karşısında Marksizm’e yalnızca olumsuz ve eleştirel bir tutum
yakıştırmak kesin olarak yanlıştır. (...) Marksizm, ahlâksal
yabancılaşmadan ve ideolojik kuruntulardan sıyrılmış yeni bir
ahlâk kurmak gerektiğini ileri sürmektedir. Bunu yaparken de
gerçeklerin dışında ortaya bir takım değerler koymayı
reddetmekte, dolayısıyla ahlâksal değerlerin temelini
gerçekler içinde aramaktadır.” size="2">[8]
HAYATI AŞKLA SEVMEK
O hâlde verili çürümeyi aşacak olan yeni
ahlâk (ya da reddiye) hayatı aşkla sevmekten başka bir şey olamaz
ve olmamalıdır da!
Kolay mı? Hepimiz Prometheus’la Sisyphos gibi bir sevda
mahkûmuyuz. Ateşi tanrılardan çalıp insana getirdiği
için gece boyunca kargalar ciğerini oyuyor Prometheus’un.
Sisyphos’unki de başka bir sevda! Cehennem’de iri bir kayayı
dağın eteğinden tepesine çıkarmaya hükümlü. Tam
doruğa ulaştıracakken kaya elinden kayıp aşağıya yuvarlanır...
Sevda, insana bağışlanmış en yüce duygudur...
Nihayet kavgasız sevda olmayacağı gibi, sevdasız da kavga olmaz,
olamaz…
Disraeli’nin ifadesiyle, “Varlığın ilkesi ve sonu
aşk”ken; sevda, her daim yepyeni kalabilen eski(meyen) bir
serüvendir; hem de Fuzuli’ye, “Aşk imiş her ne var
âlemde,” dedirtecek kadar…
Bir başkasının hayatını yaşamak olan aşk iki iken bir olmaktır;
insan olmak (ve kalmak)’ın besinidir.
Çünkü sevmeyi bilmeyen, ölmeyi de bilmez.
Evet, “Aşk, aşktır...” En iyi böyle tarif
edilir…
Aslında özlem ile özlenenden başka bir şey olmayan aşka,
nihayetinde her şey boyun eğerken; tezatlarla beslenen aşk,
büyük bir öğretmendir ve bir yerde de aşk, aklın
ötesine çıkanın işidir.
“Pek çok”un bile az olduğu aşkın tutkularıyla
mucizeye inanma hâlidir sevda. Bunun için de aşk ile
“delilik” ya da kahramanlık ekseriya aynı şey veya iki
kardeştir…
Herkesi eşit kılan aşk, tüm hiyerarşileri yerle yeksan eden bir
korkusuzlukla aynı yöne birlikte bakabilmektir…
Nihayetinde “Aşkın zamanı... tüm hayatların tek bir anda
algılanışıdır,” Octavio Paz’ın deyişiyle…
Hayatı aşkla sevmek de, devrimcilikten, Bizimkiler gibi
başkaldırmaktan başka bir şey değildir…
BİZİMKİLER
Bizimkiler bir radikal sosyalist isyandır!
Hayır; sakın ola Onları birer “ulusal solcu” gibi sunmaya
kalkışanlardan Sönmez Targan’ın, “68 kuşağının
bağımsızlık istemi Mustafa Kemal devinmesinin Kurtuluş Savaşı
hedefleriyle büyük ölçüde
örtüşüyor. 68 kuşağının Mustafa Kemal ve devinmesini
dışlama ve küçümseme lüksü olmadı. Böylesi
bir kompleksi yoktu. Tersine Samsun-Ankara yürüyüşü
anımsanırsa, bu, Mustafa Kemal ve devrimleri adına düzenlenmişti.
Bütün dünyanın da kabul ettiği gibi Mustafa Kemal
büyük bir önderdi. Bugün bize düşen görev, onu
yadsımak değil, aşmak olmalı,” türünden zırvalarına
aldırmayın!
12 Mart ve 12 Eylül anılarıyla Oral Çalışlar’ın,
“Türk solunun Kemalizmle hesaplaşması kolay değil. Darbecilikle
hesaplaşması ise hiç kolay değil,” söylenceleriyle
yaşanan devrimci serüvenin “darbecilik” ile
“suçlanması”na ilişkin olarak Oğuzhan
Müftüoğlu’nun anlattıkları çok
önemlidir…[9]
Konuya ilişkin olarak Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO)
kurucularından ve Sıkıyönetim Mahkemesi’nde İkinci THKO
Davası’nda yargılanıp, 15 yıla hüküm giyerek, 4.5 yıl
sonra genel afla tahliye olan Tuncer Sümer’in “Tarihe bir
not düşülmesi düşüncesiyle, Deniz Gezmiş ve
arkadaşlarının zaman zaman üzerinde tartışılan bir
yönünü aydınlatmak istiyorum,” vurgusuyla dediklerine
gelince:
“Bugüne kadar anlatılan veya aktarılan, birlikte
yaşadığımız birçok olay ya yanlış anlatılıyor veya herkes
kendi anlayışına göre yorumlayarak aktarıyor. Bunlardan birine,
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ‘cuntacılık’ veya
‘askerî darbecilik’ konusundaki yaklaşımlarına kısaca
değinmek istiyorum.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının örgütlenmeye başladıkları
günlerdeki isimleri ‘dağcılar’dı. Çünkü
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Alpaslan
Özdoğan, Kadir Manga ve tüm ekip arkadaşları, Amerikan
emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerine karşı silahlı propaganda
amacıyla dağa çıkacaklarını her ortamda, herkese
anlatıyorlardı…
Deniz Gezmiş ve arkadaşları, devrimci mücadele içinde
bulundukları tüm yaşamları boyunca darbelere ve askerî
cuntalara hep karşı oldular ve öyle davrandılar.” size="2">[10]
Evet durum bu: Yani ortaya çıkışıyla “Kemalizm’den
etkilenerek başlayan hareket”, düzeni değiştirme isteği ve
iradesi ön plana çıktıkça, Kemalist devletle
çatışma başladı ve darağacına “Yaşasın Kürt ve
Türk halklarının kardeşliği” diyerek çıktı;
Kızıldere’de “Biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye
geldik” diye haykırdı…
Çünkü “1968-1971 döneminde yapılmış
seçimlerde volontarizmin etkisi kuşkusuz büyüktü;
…silahlı mücadeleyi de içine alan kimliğin belirgin
özelliği devrimcilikti.” size="2">[11]
Bu süreçte, her tarihsel oluşumdaki üzere gelgitler
yaşandı…
Mesela 60’lı yıllarda üç şairin yapıt(lar)ı öne
çıktı.
Ataol Behramoğlu’nun ‘Birgün Mutlaka’sı…
Özkan Mert’in ‘Kuracağız Herşeyi
Yeniden’…
İsmet Özel’in ‘Evet İsyan’ı…
Kimileri “ulusal sol”cu (Ataol) oldu.
Kimileri yurtdışında (Özkan) yaşıyor.
Kimileri (Özel) isyandan İslâma geçti.
Bu yapıtların adlarının birbirini bütünleyen, 60’ların
hayallerinin/ düşlerinin bir diyalektiği vardı.
Ardarda yazıldığında görüleceği gibi: Bir Gün
Mutlaka; Kuracağız Her Şeyi Yeniden; Evet İsyan…
Ne güzel anlatıyor bu devrimci yürüyüşü; zaten
aslolan da bu değil mi?
Yani umudun sürmesi, düşlerin
çaldırılmaması...
Onların yani Bizimkilerin anlatılmayan öykülerinden söz
edelim yer gelmişken…
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve
niceleri…
Örneğin 1944 doğumlu Sinan Cemgil: Meraklıydı;
babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı
bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok
başarılı öğrenci oldu.
İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi.
Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp
herkesi güldürecek kadar espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye
katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı.
“Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden
ötürü.
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla
gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından
öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru
soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı
Taylan Özgür’ün adını vermişti.
Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki
meraklı köylülere seslendi: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun
arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da
oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri
sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri
üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi,
düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer
milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin
sorunlarınızı omuzladılar.”
Mesela Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz;
“Güneşi batmayan bir ada/ Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/
Adalıyım… Adalıyım.”
Sonra Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi
torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi.
SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci
başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına.
Dürbünlü silahla hedef alınarak
öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya,
derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak
için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı
belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı.
Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
Dersim’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim
Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili
gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını,
sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve
müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya
öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.
1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler
önemli bir delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip
mavi ya da kırmızı külot vardı.
Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne;
bunlar THKO’nun rütbeleri mi?”
İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor
tuttu, “bunlar” dediler; “ODTÜ Spor
Kulübü’nün donları!”
Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat
yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden
çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis
kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı.
O kuşak bir kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir
ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en
sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın
benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/
Göklere erişti feryadım ahım/ Bu da gelir bu da geçer
ağlama…”
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için
yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe
slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle
kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na
köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır”
yürüyüşünde, uzun saçlı genç
üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş
yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından
tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine”
şarkısı…
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmî çizip
altına “Ben İnsanım” yazıp hâkime gönderecek kadar
bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
Ellerinden kitap düşmedi hiç… size="2">[12]
İşte Bizimkiler bu ve bundan çoğu oldukları, olabildikler
için Bizimkilerdi; önemlilerdi…
“ONLAR”IN KIZILDERE’Sİ
İşte bunun için çok önemlidir; büyük bir
direniş ve olağanüstü bir devrimci dayanışma örneği olan
Kızıldere…
Kolay mı? On’lar, devrimci düşünceleriyle
yüreğimizde, bilincimizde ve vicdanımızda yaşadı, yaşıyorlar.
Halklarımızın kurtuluş mücadelesinde devrim ve sosyalizm şiarını
kanlarıyla yazdılar. Eylem insanı olmak ile önder olmanın bir ve
aynı şey olduğunu öğrettiler bize…
Çünkü, Kızıldere eylemcileri; o insanî
değerleri ve olması gereken devrimci dayanışmayı can(lar)ı pahasına
ortaya koydukları için hatırlamamız gereken devrimci iradenin ne
olduğunu anlatırlar bizlere… (THKP-C ve THKO’nun örnek
devrimci dayanışması olarak Kızıldere, ne yazıktır ki bir daha
yaşanmadı!)
Kızıldere son değildir; O, dün, bugün ve
yarındır…
Tarihsel önemdeki bir dönemeçtir.
Ancak yalnızca tarih dönemeçte değil, bugünü
anlamaya ve geleceği kurmaya yönelik bir mecradır; yani
gelecektir…
Çünkü 30 Mart 1972 bir tarih olmanın ötesinde
içinde politik irade ideoloji ve yoldaşlık kavramını en
içten şekliyle barındıran bir manifestonun yazıldığı tarihtir.
Kızıldere savaşmanın, mücadele etmenin ve direnmenin politik
iradesidir.
Kızıldere yaşamanın ve başka bir dünyanın mümkün
olduğunun ideolojisidir.
Kızıldere, Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan
Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Saffet Alp,
Sabahattin Kurt, Cihan Alptekin, Ömer Ayna yani
On’lardır…
DENİZ’LER
Mesela 6 Mayıs 1972 sabahı katledilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan,
Yusuf Aslan…
Hani “Ali Elverdi’nin 12 Mart döneminde, başkanı olduğu
Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verdiği ölüm
cezasıyla tarihe geçmişti…
Elverdi bu hukuk dışı davranışını şöyle savunmuştu:
-İdamları ibret-i müessese olmuştur. Onlar asıldıktan sonra
hadiseler durmuştur.”[13]
Ya da idam için el kaldıran 9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in, “Ortada merhamet, vicdan var. Ama kanun, nizam da
var,” dediği; idam kararını veren Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim
Mahkemesi’nin başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi’nin
büyük oğlu İskender Elverdi’nin, babasının verdiği
karardan hiçbir zaman pişmanlık duymadığını belirterek,
“Bir karar verildi. Değerlendirmesini tarih yapacaktır. Mutlaka
üzülmüştür olanlara ama karar birçok hukuki
boyuttan geçti,” diye eklediği katliam…
Nihayet Onları astılar. Hem de Meclis kararıyla... 238 milletvekili
‘kabul’ oyu verirken, 53 milletvekili “Hayır”
demişti…
Ancak 6 Mayıs 2008 tarihindeki konuşmasında Deniz Baykal’ın bile,
“Türkiye’de 36 yıl önce kurulu düzen,
statüko, egemen güçler, bütün
acımasızlıklarıyla 3 genç insanı, bir tek kişinin bile canına
kastetmedikleri, hiç kimsenin ölümünün
sorumluluğunu üzerlerinde taşımadıkları hâlde bu 3
genç insanı, Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı ve
Hüseyin İnan’ı idam etti. Bu, bütün toplumumuz
için hâlâ derinleşen bir pişmanlık duygusudur.
Bütün toplumumuz adına, bu 3 yiğit genç insanı, 36 yıl
sonra, sevgiyle, dostlukla anmayı görev biliyorum,” demek zorunda
kaldığı koordinatlarda Onların katledilmesini kim savunabilir?
Lakin unutulmasın; “Herkesin unutamadığı bir Deniz Gezmiş
vardı.”[14] O hâlâ
yaşamaktadır; radikal sosyalisttir; Kürtlerin kardeşidir;
faşistlerin diş bilediği düşmanıdır…
Burada bir parantez açmadan, altını defalarca çizmeden
geçmeyelim: Onlar son nefeslerinde bile halkların kardeşliğini
haykıran enternasyonalist sosyalistlerdir!
SER VERİP; SIR VERMEYEN İBO
Nihayet İbrahim Kaypakkaya…
Avni Özgürel’in bile, “Kaypakkaya farklıydı”
vurgusuyla, “Bugünün gençliğinin zihninde ona ait
kayda değer bir iz yok... Ezici çoğunluk adını hiç
duymadı, az sayıdaki takipçileri de 20’li yaşların
başındaki delikanlıdan ideolog çıkarma çabasına girdikleri
için Kaypakkaya’nın esas üzerinde durulması gereken
yanını gölgede bıraktılar. Esasen sosyalizme ümitle
sarılmış, öğrenmeye aç genç bir insan olan
Kaypakkaya’nın buram buram heyecan kokan ideolojik tahlillerinden
bugüne taşınacak bir şey olduğunu da sanmıyorum.Peki onun
gölgede kalan yanı neydi, diye sorarsanız; cevabım: Samimiyeti ve
yerli olma çabası!
Kaypakkaya özellikle Kürt meselesi konusunda yeni yeni işitmeye
başladığımız talepleri karnından konuşmadan açık seçik
dile getiren kişidir. (…)
Kaypakkaya’ya saygım söylediğim vasıfların hepsine sahip
olduğundan,” diye betimlediği O, insanlığın ‘Direnme
Savaşı’nın Anadolu’daki Nigio Wan Trio’suydu…
70’li yılların kuşatıcı koşullarında, devrimci
mücadeleyi engelleyici tüm kavramlardan yalınkat özgür
kalıştı.
Başta Kemalizm, Kürt meselesi olmak üzere, ülkenin en
netameli konularında duruştu.
Eşitliğe ve özgürlüğe sonuna kadar bağlı bir
devrimcinin, cuntacı katillerin tüm uzlaşma ve boyun eğme
tekliflerinin reddiydi, tavizsizlikti.
Ülkeye, halka ve dünya insanlığına olağanüstü
adanma, özveri ve fedakârlık ihtiyacıydı.
Sadelik ve azla yetinmeydi. Yoksul halkın yaşam koşullarına
yabancılaşmamaydı. Halka sırt çevirenlere değil, ellerini
uzatanlara yakınlaşmaydı.
Görev bilinci, sebat, özenlilik, öz-söz
tutarlılığı gibi bir dava insanında bulunması gereken yöntemsel
nitelikli erdemlerin cisimleşmesiydi…
Halktandı, bizdendi, bizimleydi, Bizimkilerdendi O anılardaki
üzere:
“Çorum Alacalı Ali Kaypakkaya, oğlu İbrahim’i
Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne göndermişti. Yazları
köye gelen İbrahim köy işlerine koşturuyordu.
Yaz sıcağında ortaya çıkıp, davarlara musallat olan bir sinek
vardı, köylüler ‘bunelek’ diyorlardı. Bunelek davarı
ısırdığında hayvanlar deliye dönerdi. Yine böyle bir gün
davarlar bunelek saldırısına uğrayınca bir koşu kendilerini dereye
atmışlardı. İbrahim elindeki sopayı saz gibi kullanarak şu
türküyü yakmıştı:
Aşağıdan geldi buneleğin sürüsü,
Bizim mala kondu onun yarısı
Alinağa yakaladı birisi
Aldı götürüyo bakın anneler.
Çorumlu yoksul Ali Kaypakkaya, oğlu İbrahim için hazırlanan
‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ isimli belgeselde,
yiğit evladını böyle anlatıyordu.
Oğluna dair hepsi topu üç anısı vardı anlattığı. Sadece
‘Bu türküyü ara sıra mandolinle de çaldırır
dinlerdim’ derken acıyla ve yoksullukla kararmış gözleri
gülüyordu.
İkinci anısı, oğlunun Çapa Yüksek Öğretmen
Okulu’ndan atılmasıyla ilgiliydi.
İbrahim, 6. Filo’nun İstanbul kerhanesini ziyarete gelmesine itiraz
edenler arasındaydı. Sağcılar da itiraz edenlere itiraz etmekle
meşguldüler. Yayımladıkları bildirilerde ABD’yi ‘Ehli
kitap’ sayıyorlardı. Çıkan çatışmalardan dolayı
İbrahim, kaldığı öğrenci yurdundan atılmıştı. Babası onu
tekrar yurda kayıt ettirebilmek için hatırlı bir hemşehrisine
ricacı olmuştu. Hemşehri şart olarak İbrahim’in bir daha
böyle eylemlere katılmayacağını bir kâğıda yazıp
imzalamasını istemişti. Bu şartla yeniden yurtta kalabilirdi. Ali
Kaypakkaya bu durumu oğluna söylediğinde ‘Baba silahın varsa
çek beni vur, ‘niye vurdun’ demem. Ama bunu benden isteme!
Ben bana inananları satmam, yarı yolda bırakmam!’ demişti.
Bu anıyı anlatırken bir baba evladıyla ne kadar onurlanırsa o kadar
onurlanıyordu.
Üçüncü anısı, oğluna dair son anısıydı.
Oğlu, ‘Diyarbakır Zindanı’nda parça parça
edilerek öldürülmüştü. Ayakları kesilmiş,
kafası, kolları kesilmiş bir et yığını olarak, dönemin paşası
Şükrü Olcay tarafından kendisine teslim edilmişti. 430 liraya
bir tabut yaptırtmış, 70 liraya da kefen almıştı.
‘...Ordan bi hamal tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra
‘Ne bu’ dedi. ‘Öğrenciydi’ dedim.
‘Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a
götürecem’ dedim. Diyarbakırlı hamal ağlamaya başladı,
‘Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı,
yürüdü gitti.’
Aynı belgeselde, Muzaffer Oruçoğlu şöyle anlatıyor:
‘...hamallara karşı çok derin bir sevgisi vardı. Parti
kadroları içinde en çok hamalları seviyordu. Diyordu ki bu
adam bu kadar çalışıyor ama bu çalıştığını
bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla hiç
açığa vurmuyor. Bu korkunç bir şey. Bu, peygamberlik gibi
bir şey.’
İbrahim Kaypakkaya, yoksulların gönlündeki gülistanda
‘ser verip sır vermeyen yiğit’ olarak yatmakta.
24 yıllık ömrüne 5000 sayfalık teorik üretimi
sığdırdı.
Kemalizmle hesaplaşmayı, Türkiye solunda ilk akıl edenlerden
oldu.
Gitmediği köy, katılmadığı direniş kalmadı.” size="2">[15]
Hâlâ da, direnen ve dövüşen her yerde O; bizimle
ve Bizimkilerle…
İSYAN SÜRÜYOR, SÜRECEK
Spartaküs’ten Kawa ile Şeyh Bedreddin’e uzanan isyan,
Komün ve Ekim’den Bizimkilere sürüyor; Kuzey
Afrika’dan Latin Amerika ile Uzak Doğu’yla
sürdürülüyor…
Yani hayat devam ediyor…
Hem de şaşkın liberallerin, “Modern çağın ve toplumların
belirleyici özellikleri bağlamında içeriklendiregeldiğimiz
revolution/ ihtilal/ devrim kavramını, bu çağın ortalarından
itibaren neredeyse yegâne sahiplenicisi hâline gelmiş
-geleneksel- sosyalist perspektifin kıstasları ile ele aldığımızda,
onunla Arap başkaldırısını örtüştürmenin hiç de
kolay, hatta mümkün olmadığını görüyoruz,” size="2">[16] türünden yani Ömer
Laçiner’in satırlarındaki maruzata inat…
Alexander Cockburn’un, “Neo-liberaller Fransa’ya bakıp
‘O şımarıklar yine sokağa indi’ diyor. Oysa refah devletinin
kazanımları için savaşan işçilere kadeh
kaldırmalıyız,”[17]
saptamasından dalgın gözlerle silahına dayanıp
düşündüğü hâliyle 1969’dan beri dünya
direniş albümünde yerini alan Leyla Halid’in, “Biliyor
musunuz, dünyaya taş atmayı biz öğrettik. Silahlı
güçlere karşı taş atmak bizden sonra her türlü
politik talep için Avrupa’da, ABD’de, Güney
Amerika’da kullanılmaya başlandı,” haykırışına isyan,
tanık olduğumuz mecrada yol alıyor…
Görmeyen yok: 2010 yılı kapitalizmin ne kadar akıl dışı ve insana
düşman bir ekonomik model olduğunu bir kez daha sergiledi.
Hükümetler, 2010 yılında, geniş halk kitlelerinden gelen
tüm itirazlara karşın bir seri, insan aklına zarar karar aldılar. Bu
yüzden 2011’de sınıf mücadelelerinin, tüm dünya
ölçeğinde sertleşeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz.
Yerküre müthiş bir alt üst oluşa tanık ve taraf olurken
Bizimkileri hatırlamanın, Onlardan öğrenmenin önemi
devasa…
ONLARA DAHA ÇOK MUHTACIZ
Şimdi Bizimkilere; Onların isyancı insan olmak (ve kalmak)
ahlâkına her zamankinden daha da çok muhtacız…
Çünkü Bizimkiler; Karl Marx ile Friedrich
Engels’in, “Olağan bilinçte şey, baş aşağı edilmiş
durumdadır,” dedikleri kapitalist -tüketim-
sürüleştirilmesine en iyi itirazdırlar…
İnkâr edemeyiz; kapitalist meta fetişizmi insan(lık)ı
sürüleştiriyor…
Raymond Ruyer’in, “Özgür halk,
bugünkünden farklı şeyleri hâlâ tahayyül
edebilen halktır,” deyişini tashih ederek yığınları
körleştiriyor…
Aslı sorulursa Friedrich Engels’in, “Bundan böyle
toplumsal olarak yaratılan ürünler, üretim
araçlarını gerçekten kullanan ve ürünleri
gerçekten üreten kimseler tarafından değil ama kapitalist
tarafından sahiplenildiler.
Üretim araçları ve üretim, özsel olarak toplumsal
duruma geldi; ama bireylerin, herkesin kendi öz ürününe
sahip olduğu ve pazara taşıdığı özel üretimi
öngerektiren bir sahiplenme biçimine bağlı tutuldular.
Üretim biçimi onun ön koşulunu ortadan kaldırdığı
hâlde, bu sahiplenme biçimine bağımlı kılındı. (…)
Yeni üretim biçimi, bütün önemli üretim
kesimlerinde ve ekonomik bakımdan bütün önemli ülkelerde
egemen bir duruma geldiği ve bunun sonucu bireysel üretimi önemsiz
kalıntılar durumuna indirgeyecek denli yerinden ettiği
ölçüde, toplumsal üretimle kapitalist sahiplenme
arasındaki uyuşmazlığın da o ölçüde kabaca ortaya
çıktığı görülüyordu,” size="2">[18] diye betimlediği tabloda “Meta
fetişizmi, kendilerine bağışlanan emekten ayrı olarak
ürünlerin kendi içlerinde ve kendilerinin değerine sahip
olma görüntüsüdür.” size="2">[19]
Yine Karl Marx’ın işaret ettiği üzere,
“Ürünlere meta damgası vuran ve belirli hâle
gelmeleri, meta dolaşımı için zorunlu bir başlangıç olan
nitelikler, insan, kendi gözünde, bunları değişmez
özellikler olarak kabul ettiği için, tarihsel niteliklerinin
değil de anlamlarını çözmeye kalkışmadan önce, zaten
toplumsal yaşamın doğal ve kendiliğinden anlaşılır biçimlerinin
kararlılığını kazanmış bulunurlar.” size="2">[20]
“Değişim-değerini yaratan emeği nitelendiren bir başka şey de
(…) kişiler arasındaki toplumsal ilişkilerin, söz uygun
düşerse, tersine görünmesi, nesneler arasındaki bir
toplumsal ilişki gibi görünmesidir.” size="2">[21]
Söz konusu “toplumsal ilişki”, bir egemenlik yani
hâkim ideoloji ve hegemonyadan başka bir şey
değildir…
Bilinir: “Kapitalizmde tahakküm sadece baskı ile değil,
fikirlerin ustaca hegemonyası yoluyla da gerçekleşir.
İktidar/Güç yalnızca kaba yasal ya da fiziksel baskı değil,
aynı zamanda dilin, ahlâkın, kültürün ve sağduyunun
tahakkümüdür.
Yığınlar düşünsel tahakkümü
içselleştirilmeleri sağlanarak susturulur ve yönetilirler. Bu
hegemonik fikirler aslında aşağı sınıfların gerçek
yaşantıları hâline gelir.” size="2">[22]
Malum “Emek gücünün yeniden üretiminin yalnızca
nitelikliliğinin yeniden üretimini değil, kurulu düzenin
kurallarına boyun eğmesinin de yeniden üretimini, yani egemen
ideolojinin işçiler için yeniden üretimini ve
sömürü ve baskı görevlileri için yönetici
sınıfın egemenliğini söz ile sağlasınlar diye egemen ideolojiyi
düzgün kullanma yeteneğinin yeniden üretimini
gerçekleştirir. (…) Çünkü emek
gücünün niteliklerinin yeniden üretimi, ideolojik tabi
olma biçimlerinin egemenliği ve çerçevesinde
sağlanır.”[23]
Tıpkı Karl Marx ile Friedrich Engels’in yıllar öncesinde
haykırdıkları gibi: “Egemen sınıfın düşünceleri,
bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir
deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda
egemen zihinsel güçtür. (…) Kendilerine zihinsel
üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı
zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. (…) Kendisinden önce
egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf kendi amaçlarına
ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun
bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek
zorundadır.”[24]
Toparlarsak Duverger’nin kapitalist siyaset için
özetlediği, “Her şey -ya da hemen hemen her şey- kısmen
siyasaldır ve hiçbir şey -ya da hemen hemen hiçbir şey-
tümüyle siyasal değildir,” size="2">[25] formülasyonu ekseninde dinden, size="2">[26] seçimlere size="2">[27] dek hemen her şey ezilenlerin hâkim
ideoloji tarafından meta fetişizmiyle köleleştirilip,
sürüleştirilmesinden başka hiçbir anlam
taşımazlar…
İşte bu “çaresiz(leştrilmiş)lik tablosunun nasıl
aşılacağını bize, Onların tarihi, Bizimkilerin isyanı
öğretmektedir…
Tıpkı Ataol Behramoğlu’nun, “Yaşamak bu yangın yerinde/
Her gün yeniden ölerek
Zalimin elinde tutsak/ Cahile kurban olarak
Savunmak gerçeği, çoğu kez/ Yalnızlığını
bilerek
Korkağı, döneği, suskunu/ Görüp de öfkeyle
dolarak
Toplanıyor ölü arkadaşlar/ Her biri bir yerden
gelerek
Kiminin boynunda ilmeği/ Kimi kanını silerek
Kucaklıyor beni Metin Altıok/ ‘Aldırma’ diyor
gülerek
‘Yaşamak görevdir bu yangın yerinde/ Yaşamak, insan
kalarak,” dizelerindeki üzere…
Evet, evet Onlardan öğrenmek, “YDD” vahşet
karşısında insanlığın, ama aynı zamanda doğanın da
geleceksizleştirilmesine “Dur” demektir…
Çünkü yerküre, sürdürülemez
kapitalist talanla bir ekolojik yıkım eşiğine ulaşmışken; ayrıca da
derin bir çöküşün ardından uzun bir durgunluğa
dönüşen büyük kriz, yeni denge(sizlik)lere
gebedir...
Kriz, aşırı sağcılığın yoğunlaştığı Kuzey’de
ırkçılığa; Güney’de ise dinsel ve milliyetçi
yükselişe kapı açıyorken; “İyi de nereye
gidiyoruz” mu?
NEO-LİBERAL FAŞİZME DOĞRU
Öncelikle Önder Eren Akgül’ün,
“Otoriterlik neo-liberal dönemin olmazsa olmaz
unsurlarındandır,”[28]
saptamasının altı çizilip, kapitalizm açısından faşizmin
özüne indirgenmiş liberalizm olduğunun unutulmaması
gerek…
Bu bağlamda “neo-liberal faşizm” saptaması teorik bir fantezi
değil, yerli yerine oturtulması gereken somuttur…
Faşizmi, daha önce yaşanmış örneklerin biçimiyle
sınırlarsanız; onun dinamik yapısına mündemiç
biçimlenişlerini kavrayamazsınız…
Faşizmin, kapitalist sermaye birikiminin hizmetindeki (yer yer
“özerk”leşebilen!) bir süreçtir; doğrusal,
kesintisiz ve evrimsel değil, diyalektik seyreden ve eşitsiz gelişen
türden...
Tezahürleri farklılaşabilen faşizmin gelişimi incelenirken asla
unutulmaması gereken; onun kapitalist sermayenin ihtiyaçları
doğrultusunda adım adım “ilerleyen” bir sürecin
ürünü olduğudur…
N. Poulantzas’ın, ‘Faşizm ve Diktatörlük’
başlıklı yapıtında, “Faşizm, sakin bir gökyüzünde
birdenbire kopan bir sağanak gibi gelmez” demesi de bundandır
zaten…[29]
Faşizm ile kapitalizm ve emperyalizm arasında tarihsel ve yapısal bir
ilişki vardır. Bu yüzden faşizm çözümlemelerinde
kapitalizm ile emperyalizmin dönemsel özellikleri önem
taşır. XIX. veya XX. yüzyıl emperyalizmi ile günümüz
emperyalizminin koşulları aynı değildir.
Bugün çevre ülkelerin bağımlılık derecesi çok
daha yüksek, bu devletlerin manevra yeteneği çok daha
kısıtlıdır. Devlet politikalarına, hatta rejim değişikliklerine bile
büyük ölçüde bölgesel ve küresel
güç odaklarının iktisadi ve siyasi çıkarları yön
vermektedir.
Faşizm -Dimitrov’un, Enternasyonal’ın VII. Kongresindeki
konuşmasındaki ifadesiyle, “Bir burjuva hükümetin
ötekiyle yer değiştirmesi gibi basit, sıradan bir gelişme değil,
devlet biçiminin değişmesidir”
Olağanüstü koşullarda ortaya çıkan bir
“olağanüstü” devlet biçimidir. Özel bir
konjonktürde; sınıfsal güç dengesi/ dengesizliklerinin
çok kritik bir anında gelişir.
İki tür konjonktürde geliştiği saptanmıştır: Biri,
Poulantzas’a göre burjuvazinin saldırıya, işçi
sınıfının savunmaya geçtiği; öteki ise, Gramsci’ye
göre tarafların birbiriyle yenişemeyip, katastrofik bir siyasal
ortamın doğduğu durumlardır.
Her ikisinde de işçi sınıfının
bölünmüşlüğü,
örgütsüzlüğü, siyasal birlik ve temsiliyetten uzak
olması önem taşır.
Faşizmin gelişiminin bir başka ön koşulu, burjuvazi içi
çelişki ve çatışmaların yoğunlaşmasıdır. İktidar
bloğunun çözülmesi, egemen sınıflar ile siyasal partiler
arasında bir temsiliyet sorununun ortaya çıkması, sınıf
içinde ve sınıf dilimleri ile temsilcileri arasında meydana gelen
kopuşlar yüzünden ilişkilerin artık eski yöntemlerle
sürdürülemez hâle gelmesi ve bu gerilimin devlet katına
yansıması gibi. Özellikle devlet organları arasında ve bunlarla
yönetici sınıf arasında eşgüdüm ortadan kalkar ve bir
otorite boşluğu doğarsa faşizm kaçınılmazdır. Bu durumda
hâkim bloktan bir sınıf ya da sınıf dilimi diğerlerine kendi
üstünlüğünü dayatıp, iktidar bloğunu yeniden
kurarken, yönetici sınıf da, polis, istihbarat birimleri, paramiliter
milis güçleri, yarı resmî şebekeler (paralel devlet) ve
baskı grupları aracılığıyla devlet çekirdeğini yeniden tahkim
eder.
Devletin yeniden örgütlenmesiyle siyasal roller ve ilişkiler de
değişir. Kah ordunun (militarist faşizm), kah polisin (polis devleti), kah
da hükümetin (sivil faşizm) rolü ve gücü artar. Her
üç durumda da güç, devlet içinde bir merkezde
yoğunlaşmış, dolayısıyla kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti fiilen
geçersizleşmiştir. Güçlenen, seçimle gelen
hükümet dahi olsa sonuç değişmez. Çünkü
bu kez ‘çoğunluk tiranlığı” söz konusudur.
Halkın algısının farklı olması da o kadar önemli değildir.
Çünkü yürütmenin toplumsal bedeni nasıl bir zar
gibi sarıp, kuşattığı faşizmin son evresine kadar genellikle fark
edilmez. Hatta halkın bunu bir kucaklaşma, iktidarla bütünleşme
olarak algılayıp, hoşnutluk bile duyması olasıdır.
Faşizmin gelişim koşullarından biri de, egemen ideolojilerin krizidir.
Bu, hâkim sınıf ideolojilerinin öteki sınıf ideolojilerini
soğurma yeteneğini yitirmesi (özel ideolojik kriz) ya da hem egemen
hem de bağımlı sınıf ideolojilerinin aynı anda etkisizleşmesi (genel
ideolojik kriz) biçiminde olabilir. Her iki şıkda da yeni tutkallara
ihtiyaç duyulur. (Milliyetçi, ırkçı,
cinsiyetçi, dinci ve muhafazakâr türden gerici ideolojiler,
faşizmin doğal harçlarıdır.)
Öte yandan faşizm, Komintern tezleri’ndeki üzere, tek
başına finans sermayesinin diktatörlüğü de sayılamaz.
Çünkü en azından başlangıç dönemlerinde orta
ve küçük sermaye gruplarının çıkarlarını
eklemleyecek bir takım politikalar da güdülür. Aksi
hâlde toplumsal taban genişletilemez.
Faşizmin gelişimi doğrusal, evrimsel, kesintisiz ve çelişkisiz
bir seyir izlemezken;[30]
çeşitlilik arzeder.
Bu noktada Amerikalı siyaset analisti Dr. Lawrence Britt’in, 2003
yılında ‘Free Inquiry Magazin’ dergisinde yayınlanan
‘Fascism Anyone’ başlıklı makalesi anımsanmadan
geçilmemelidir.
XX. yüzyılda yedi ayrı ülkedeki faşist uygulamayı yani Hitler
Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sı,
Salazar Portekiz’i, Papadopulos Yunanistan’ı, Pinochet
Şili’si, Suharto Endonezya’sını inceleyen yazar; bu
deneylerden hareketle faşist bir rejimin ondört özelliğini
şöyle sıralar:
i) Güçlü ve sürekli milliyetçilik:
Faşist rejimler sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar,
semboller kullanma eğilimindedir.
ii) İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi:
Bu rejim altındaki insanlar, “Belirli durumlarda insan haklarının
göz ardı edileceğine” ikna edilirler.
iii) Düşmanların-günah keçilerinin yaratılması:
Bunların da (cemaati) birleştirici etken olarak kullanılması.
iv) Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: Asker ve ordu
hizmetleri alabildiğine yüceltilir.
v) Cinsel ayırımcılığın şahlanışı: Faşist rejimler
neredeyse tamamen erkek egemen olma eğilimindedir. Geleneksel cinsiyet
rolleri daha da katı hâle getirilir.
vi) Medyanın kontrol altına alınması: Kimi zaman medya
hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda
dolaylı olarak kontrol edilir. Sansür çok yaygındır.
vii) Ulusal güvenlik takıntısı: “Korku”
hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete
geçirici bir araç olarak kullanılır.
viii) Din ve yönetimin iç içe geçmesi: Bu
rejim, ulus içindeki en yaygın dini kamuoyunu manipüle etmek
için kullanır.
ix) Özel sermayenin gücünün korunması: Bunu
hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara
dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak
yapar.
x) Emek gücünün baskı altına alınması:
İşçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle
baskı altına alınır.
xi) Aydınların ve sanatın küçümsenmesi:
Yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir
düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Sanatta ifade
özgürlüğü açık saldırı altındadır.
xii) Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: Polise
kanunları zorla uygulaması için neredeyse sınırsız bir yetki
verilir. İnsanlar genellikle polisin suiistimallerine göz yummaya hatta
vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı
olur. Sınırsız güce sahip ulusal bir polis gücü
vardır.
xiii) Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Devlet, her
zaman yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin
güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için
kullanan bir grup ahbap ve müttefikler tarafından yönetilir.
xiv) Hileli seçimler: Faşist rejimlerde seçimler
bazen tamamen göz boyamak için yapılır.
Elbette bunların tümü kapitalist sermaye birikimin selameti
için gerçekleştirilirken; “ulusun
çıkarları” adına tezgâhlanır…
Toparlarsak faşizm için otoriter-totaliter bir iktidar anlayışı
ile dayatmacı-agresif politikalar kaçınılmazken; devletin
konsolidasyonu ve düzenin stabilizasyonu için (kimilerinin
“normalleşme” diye umutla sarıldığı ama gerçekte
krize giren burjuva düzeninin) restorasyonundan başka bir anlam
taşımayan güç kullanımın sınırsızlaştığı bir
dönemdir.
Bu kapsamda ‘Beyaz Bant’ filminin yönetmeni Michael
Haneke’in, “Faşizm, güncelliğini her zaman korudu,
gündelik yaşamımızı irdelediğimizde bu acı gerçekle
yüz yüze gelir ve o korkunç korkuluğu yanı başımızda
hissederiz,” dediği koordinatlarda dünyadaki neofaşizm
tehlikesine dikkat çeken önemli yazarlardan biri de Columbia
Üniversitesi tarih profesörlerinden Robert O.
Paxton’dur…
‘The Anatomy of Fascism’ başlıklı yapıtın “Faşizm
Hâlâ Olanaklı mıdır?” bölümünde Paxton,
neo-faşizmin ortaya çıkışını haber veren olayları özet
olarak şöyle sıralıyor:
“Balkanlar’daki etnik temizlik...
Komünizm sonrası Doğu Avrupa’da aşırı
milliyetçiliğin keskinleşmesi...
İngiltere, Almanya, İskandinavya ve İtalya’da
göçmenlere karşı ‘dazlak’ şiddetinin
artması...
Neo-faşist bir partinin 1994’te Silvio Berlusconi
hükümetine katılması...
Nazilerle işbirliği yapan Jörg Heider’in Şubat 2000’de
Avusturya hükümetine girmesi...
Fransız sağının lideri Jean-Marie Le Pen’in, 2002
Mayıs’ında Fransız başkanlık seçimlerinin birinci turunda
şaşırtıcı biçimde ikinci sıraya yükselmesi...
Hollanda’da göç karşıtı Pym Fortuyn’un şimşek
gibi yükselişi...
Son olarak bütün dünyadaki radikal sağcı grupların
yükselişi ve bu yükselişin aşırı sağcı eylem ve
söylemleri canlandırışı...” size="2">[31]
Paxton, popüler Amerikan faşizminin, dinci, siyah karşıtı ve 11
Eylül 2001’den beri anti-İslâm olduğunun da altını
çiziyor…
Batı Avrupa’da seküler ve anti-Semitik olmaktan çok
anti-İslâmcı olduğuna işaret ediyor; Rusya ve Doğu Avrupa’da
da, dinci, anti-Semitik, Slav milliyetçiliğine dayalı ve Batı
karşıtı olduğunu açıklıyor; neo-faşizmin gamalı haç
yerine, geniş kitlelerin daha güncel ve yerel olan simgelerini
kullandığına dikkat çekiyor.
“DEMOKRASİNİN SONU”
Değişim ve başkalaşım rüzgârlarının bir fırtınaya
dönüştüğü III. Büyük Bunalım
güzergâhında tüm veriler artık “Demokrasinin sonu
mu?” sorusunu da devreye sokmaktadır.
Aslında Étienne Balibar’ın da tartışmalarında işaret
ettiği üzere,[32] halkın kendi
kendini yönetimi olarak demokrasi kavramsallaştırmasında,
müphemlik demokrasiden ziyade onu ete kemiğe büründüren
halk mefhumundaydı.
Yani halksız bir demokrasi; sadece yalan veya
manipülasyondur…
Albert Camus’nün, “Çağdaş siyasi toplum, bir
‘insanları umutsuzluğa düşürme makinesi’dir,”
saptamasını unutmadan “halk” dedim; bu kavramın altını
çizdim…
Bilindiği gibi V. İ. Lenin, devrimci savaşım esnasında
“halk” kavramının yaratacağı sorunların farkındaydı. Bu
nedenle de, halk kavramını “proletarya” kavramıyla rabıtalı
olarak değerlendiriyordu. Proletaryanın devrimci savaşımında birer yedek
kuvvet olarak işlevselleşme potansiyeline sahip olabilecek toplumsal
kesimler (küçük burjuvazi, sol entelektüeller,
köylüler vb.) omurgasını proletaryanın teşkil ettiği
“halk” düzleminin içine çekiliyordu. Bu durum
halk kavramının geleneksel burjuva anlamının
çözülmesiydi. Dahası burjuvazinin söz
dağarcığından bir tür radikal kopuştu. Siyasi kavramların yeniden
ve başka biçimlerde anlamlandırılmasıydı. Nietzsche’nin
ifadesiyle “Değerlerin yeniden değerlendirilmesiydi.” size="2">[33]
Lenin’in, halkın gerçek dostları kimlerdir sorusu etrafında
sürdürdüğü mülahazalar, esasında proletaryanın
gerçek dostları kimlerdir sorusuna odaklanıyordu. Bir başka
ifadeyle, burjuvazinin düzleştirici ve genel dünya tasavvurunda,
siyasi ve hukuki temsilini “ulus” kavramıyla kazanan halk, bir
odak olmaktan hızla uzaklaşıyordu. Halk kavramı politik söyleme
iştigal ettiğinde vurgu “ulusa” değil emekçilereydi
artık. Bu odak kaymasıyla demokrasi mücadelesinin de bağlamı bir
başka mecraya taşındı. Keza Lenin sosyalizme “en tam ve
gelişmiş” demokrasiyle geçilebileceğinin de farkındaydı. En
gelişmiş demokrasi biçimi de, proletaryanın devrimci savaşımına
pozitif katkıda bulunan demokrasi anlayışıydı. Demokrasinin bu minvalde
değerlendirilmesi ve siyasi mücadelenin konusu hâline gelişi,
sınıflar savaşımıyla paraleldi. Demokrasinin proletaryanın genel
devrimci savaşımının dışındaki kullanım ve varoluş tarzları,
kapitalizmin değirmenine su taşımak demekti…
Neo-liberal demokrasinin zaferinden sonra öylesi bir ideolojik hava
yaratıldı ki, demokrasiyi eleştirmek genel anlamıyla
“insanlığı” eleştirmek demek oldu. Kısa sayılabilecek bir
zamanda “toplumsal bir mutabakat” tesis edildi kavramın
etrafında: öyle ki, artık “herkes” demokrattır! Uygar
dünyanın -aslında Badiou’nün bahsettiği gibi demokrasinin
“gasp ettiği dünyanın”- üyesi olunmak isteniyorsa,
demokrat olmak bir tercih meselesi değil, bir zorunluluktur. Uygar olmayan
dünyanın öteleri savaşların ve kanın, sefaletin ve cehaletin
kol gezdiği tekinsiz diyarlardır. Badiou’ye göre,
“dünyalar” arasında bir hiyerarşi yaratılmıştır.
Batılı beyaz adam her zamanki gibi bu hiyerarşinin tepesindedir.
Aşağıda yer alan dünyaların insan görünümlü
canlıları, cehennemlerinden kaçmak arzusundadırlar. Nereye
kaçıyordur bu kitleler? “Demokratların bulunduğu yere,
dünyaya hükmeden ve kendisinin yerine başka birilerinin
çalışmasına muhtaç olan demokratların
ülkesine.”[34] Batı
dünyası, “model imge” olma vasfını hâlâ
sıkı sıkıya muhafaza etmektedir. Bu model dünyanın bir
parçası olunmak isteniyorsa, oyun bu dünyanın kartlarına
göre oynanmalıdır. Neo-liberal demokrasinin
çokkültürlülük söylemleri, öteki
varoluşların ancak ve sadece demokrat olmaları koşuluyla
geçerlidir. Zira Badiou’nün ifadesiyle, “demokrat
dediğin olsa olsa bir başka demokratı sever”. Demokrat değilsen
sevilemeyeceksindir. Maruz kalacağın yegâne duygu da,
öfkedir…
Toplum hâlini almış insanlığın en yüksek ve makul siyasal
rejimi olarak tasavvur edilmektedir demokrasi. Dokunulmazlık zırhını
ören de bu tasavvurdur. Demokrasiye saldırı/eleştiri,
“uygarlığa” saldırıdır. Dahası terörizmdir,
barbarlıktır, Müslümanlıktır... Günümüz
demokrasisinin kullandığı mecazlar, klasik sömürgeci zihniyet
haritasının imge bagajından kotarılmışlardır. Geçmişin
imgeleri yeniden üretilmiştir. Emperyalizmin yukarı ırk ve aşağı
ırk, uygarlık ve vahşilik İkiliklerini, bugünkü
yeni-emperyalizm demokratik topluluklar ve olmayanlar ayrımı içinden
devam ettirmektedir. Dünyanın demokrasiyle kuşatılmasını hedef alan
bu stratejinin karşısında yer almak, Kötülükle
damgalanmaktır. Hatırlayalım, Irak İşgalinin vahşetini meşrulaştıran
söylemlerden biri ve en önemlisi, demokrasiydi. ABD emperyalizmi
Irak’ın demokratikleştirilmesi söylemine tutunarak işgale
yeltendi. “Şer Ülkeleri” olarak değerlendirdiği uzak
coğrafyaları düşünelim. Şer ülkesidirler;
çünkü demokrasiyle yönetilmiyorlardır. ABD Başkanı
Wilson, “dünyayı demokrasi açısından güvenlikli
kılmak için” I. Dünya Savaşı’na katılma kararı
almıştı. Bugün de buna benzer bir süreç işlemektedir.
Dünyanın barışı değil ama “güvenliği” adına
demokrasi için savaşmak...
Demokrat olmamak, insan olmamakla eşanlamlı olarak
değerlendirildiğinden, Irak’ta olduğu gibi hapishanelerde birtakım
yaratıkların başlarına külotlarını geçirmenin, boyunlarına
tasmalar takarak yerlerde sürüklemenin bir sakıncası
bulunmamaktadır, İnsanlaştırarak demokratikleştirme pratikleridir
bunlar; bir başka ifadeyle klasik sömürgecilik zihniyetinin
dışavurumlarıdır.
Marx’ın “demokrasinin fethi” dediği devrimci
sürecin bugün her zamankinden daha bir yakıcı olduğu
aşikâr. Demokrasiler çokluğunun olduğu da malum. Lâkin
hangi demokrasi sorusunun bugün bir anlamı var mı, doğrusu bundan
çok emin değilim. Öte yandan demokrasi
sözcüğünün anlamının ve anlamlarına bağlı kullanım
biçimlerinin çokluğunun pek bir önemi yok. Önemli
olan Ranciere’nin de belirttiği üzere siyasal kavramların
“bir mücadeleye konu olmalarıdır.” size="2">[35] Öyleyse, dikkatimizi celp edecek olan
şey, evvela kapitalizme ve onun güncel siyasallığına karşı
yükseltilen direnişlerdir. Bir başka ifadeyle
Yeryüzünün Lanetlilerimin varlık mücadelelerini hesaba
katmaktır.
Son olarak devlet-demokrasi ve özgürlük hususundaki birtakım
tarihsel hakikâtler, Lenin’in de değindiği üzere olduğu
gibi durmaktadır: “Devlet varoldukça, özgürlük
yoktur. Özgürlük olacağı zaman, devlet de
olmayacaktır”. Bu nedenle en azından, Althusser’in
kullandığı anlamda “teorik pratikte” bakışı
aşkınlaştırmak, demokrasinin ötesine yöneltmek icap
etmektedir.[36]
NİHAYET: HATIRLATTIKLARI VE ÖĞRETTİKLERİ
Bu tabloda Bizimkileri, işte böyle bir dünya ve coğrafyada
konuşuyorken; Onların hatırlattıkları ve öğrettikleri bir kez daha
yüksek sesle telaffuz etme zamanıdır şimdi…
Öncelikle Bizimkiler, insanın insanlaşma kavgasındaki isyan
tarihinin kardelenleridir…
Sabri Altınel’in, “Şafak söktü
sökecek…/ Acının içinden geliyor sevinç/ Ve
gecenin içinden aydınlık,” dizeleriyle betimlenen Onlar
“creative destruction/yaratıcı yıkıcılık” tarihinin, Danton
gibi, “De l’audace! De l’audace! Et encore de
l’audace!/ Cesaret! Cesaret! Daha fazla cesaret!” diye haykıran
cüretidirler…
Bizimkilerin destansı cüretleriyle herkese hatırlattığı Adnan
Yücel’in, “Bitmedi daha sürüyor o kavga/ Ve
sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya
dek…”
José Martí’nin, “Korkusuzca yüzleşmek
düşman kılıcıyla/ Yeğdir yatakta yatıp binlerce ölümle
yüzleşmeye…”
Atillâ İlhan’ın, “O sözler ki kalbimizin
üstünde/ Dolu tabanca gibi/ Ölüp ölesiye taşırız/
O sözler ki, bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ Uğrunda
asılırız…”
Ahmed Arif’in, “Biz ki, ustasıyız/ Vatan sevmenin/ Umut,
saklımızda ölümsüz bayrak/ Kırmızı kırmızı/ Dalga
dalgadır…”
Enver Gökçe’nin, “Sana bin teşekkür/
Büyük ızdırap/ Bana sevmeyi/ Bana hakikâti/ Bana insanları
öğrettin…”
Nâzım Hikmet’in, “Şarkılarımız/ Ön safta en
önde saldırmalıdır düşmana/ Bizden önce boyanmalıdır
şarkılarımızın yüzü kana…”
Arif (Damar) Barikat’ın, “Vietnam için şiir
yazılmaz/ Vietnam için dövüşülür/ Vietnam
için ölünür…”
Sezen Aksu’nun, “Sen de çekip gitme/ Dayan be umudum/
Dön gel, dön gel/ Meydan okur hayat/ Pabuç bırakmaz
ölüme/ Dön gel, dön gel…”
Edip Cansever’in, “Utancı bilerek yaşamak korkunç/
Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak…” dizeleriyle
anlattıklarıdır…
Ya öğrettikleri mi?
Sylvia Plath’ın, “Ölmek, her şey gibi, bir
sanattır”; Schiller’in, “Ölmeyi gözüne
almazsan, yaşayamazsın”; Bulwer-Lytton’un, “İnsancıl
şeylerin hepsi ölümsüzdür!”; Callimachus’un,
“İyi bir insan, hiç ölmez”; Goethe’nin,
“Hayat, ölümsüzlüğümüzün
çocukluğudur”; J. L. Mc Creery’in, “Ölüm
yoktur! Yıldızlar, daha güzel bir kıyıda, doğmak için
batarlar,” sözlerini teyit eden Onlar bize, “YAPMAK”
fiilinin ne denli önemli olduğunu öğrettiler…
Evet Bizimkiler, “Söylemek, yapmaktan daha kolaydır…
Yapacağım, deme; ‘Yaptım’ de,” diyen Plautus’un
uyarısına kulak vermişlerdir; hem de yapılacak şeyler, yapılanların
yanında hâlâ pek çok olduğu kapitalist
eşitsizlik cehenneminde…
Burns’un, “Ya yapalım, ya ölelim!”;
Herbert’in, “Sen, doğru bulduğunu yap; isterse dünya
batsın,” uyarılarını göreve çağıran kapitalist
vahşetin kollarında insan olmak ve kalmak, nihayetinde sadece bir
düşünce değil, bir harekettir, devrimci
praksistir…
O hâlde şimdi soru(n): H. de Balzac’ın, “Umut
cesaretin yarısıdır”; Cicero’nun, “Bir yerde yaşam
varsa orada umut da vardır”; W.Shakespeare’in,
“Çaresizliğin tek ilacı varsa o da umuttur,”
sözlerini anımsayıp/ anımsatarak “Bizimkiler gibi yapabilmeyi
göze alacak mıyız”dır…
Yanıt sırası bizde ve soru(n) yanıtını bekliyor…
27 Mart 2011 14:52:08, Ankara.
N O T L A R
[1] 30 Mart 2011 tarihinde Aka-Der’in
Sarıgazi (İstanbul)’da düzenlediği “Kızıldere
Anması”nda yapılan konuşma… 31 Mart 2011 tarihinde Mimar
Sinan-Güzel Sanatlar Fakültesi’de düzenlenen (İstanbul)
“Kızıldere Anması”nda yapılan konuşma…
Kaldıraç, No:120, Nisan 2011…
[2] Melih Cevdet Anday.
[3] Antonio Porchia, Yeni, No:2, Kış 2011,
s.33.
[4] Ursula K. LeGuin, Mülksüzler,
çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 2009.
[5] Sosyologca, No:1, Ocak-Haziran 2011; Ali
Öztürk, “Batı Dünya Egemenliği ve Uygarlık
Krizi”, s.49-60; Güneş Ayas, “Batı Uygarlığının Krizi
ve ‘Rus Ruhu’…”, 61-84.
[6] F. Engels, Ailenin, Özel
Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay., s.207.
[7] K. Marx-F.Engels, Felsefe Üzerine,
Derleyen: Mehmet Türdeş, MorpaKültür Yay. Felsefe Dizisi,
1.baskı, 2003, s.216.
[8] Temel Demirer, F. Başkaya-A.
Çubukçu-B. Pınar-T. Demirer-M. Akıncılar, Sosyalist
Mücadele Etiği, Özgür Üniversite Kitaplığı: 34,
Kasım 2001, s.193.
[9] Adnan Bostancıoğlu, Bitmeyen Yolculuk -
Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı, Ayrıntı Yay., 2011.
[10] Tuncer Sümer, “Darbelere,
Cuntalara Karşıydılar”, Radikal, 7 Mayıs 2010, s.18.
[11] Semih Gümüş, “Uzun ve Zor
Bir Yolculuk”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:520, 4 Mart 2011,
s.70.
[12] Soner Yalçın, “68
Kuşağının Anlatılmayan Öyküsü”, Hürriyet, 12
Aralık 2010.
[13] Ali Sirmen, “Ali Elverdi
Ölmüş”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2010, s.4.
[14] Erkan Goloğlu, “Herkesin Bir Deniz
Gezmiş’i Var”, Radikal, 8 Mayıs 2010, s.2.
[15] S. Süreyya Önder,
“Kırmızı Gül Buz İçinde”, Radikal, 30 Ocak 2011,
s.6.
[16] Ömer Laçiner, “Arap
Başkaldırısı: Tarih Sahnesine Yeni Bir Kimlikle Dönüş”,
Birikim, No:263, Mart 2011, s.5.
[17] Alexander Cockburn, “…
‘O Şımarık Fransızlar’ Hepimizin Geleceğine Sahip
Çıkıyor”, Counterpunch, 22 Ekim 2010.
[18] Friedrich Engels, Anti-Duhring,
çev: Kenan Somer, Sol Yay, 1995, s.388-389.
[19] Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih
Teorisi, çev: Ahmet Fethi, Toplumsal Dönüşüm
Yay.,1998, s.145.
[20] Karl Marx, Kapital Cilt:1, çev:
Aleattin Bilgi, Sol Yay., 2000, s.85.
[21] Karl Marx, Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2005,
s.53.
[22] Andrew Vincent, Modern Politik
İdeolojiler. çev: Arzu Tüfekçi, Paradigma Yay., 2006,
s.10.
[23] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin
İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006,
s.52.
[24] Karl Marx - Friedrich Engels, Alman
İdeolojisi, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2008, s.75-77.
[25] Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi.
çev: Şirin Tekeli, Varlık Yay., 2002, s.18.
[26] “Dinsel üzüntü, bir
ölçüde gerçek üzüntünün
dışavurumu ve başka bir ölçüde de gerçek
üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın
içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin
dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın
afyonunu oluşturuyor.” (Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.192).
[27] “Genel seçimler, sınırsız
yayın ve toplanma özgürlüğü ve ifade
özgürlüğü için mücadele olmadan her kamu
kurumunda hayat ölür, var olan sadece bürokrasinin aktif unsur
olarak kaldığı hayatın bir görüntüsüdür. Kamu
hayatı giderek uykuya dalar, tükenmez bir enerjiye ve sınırsız
tecrübeye sahip birkaç düzine parti önderi
yönlendirir ve önderlik eder.” (Rosa Luxemburg, Rus Devrimi,
çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2009, s.56.)
[28] Önder Eren Akgül, “Şiddet
Vesilesiyle Türkiye’de Öğrenci Hareketine Dair”, Yeni
Yol, No:40, Kış 2011, s.73.
[29] Tülin Öngen, “Faşizmi
Anlama Kılavuzu (1)”, Birgün, 25 Şubat 2011.
[30] Tülin Öngen, “Faşizmi
Anlama Kılavuzu (2)”, Birgün, 4 Mart 2011.
[31] Robert O. Paxton, The Anatomy of Fascism,
Vintage Books, 2005, s.173.
[32] Étienne Balibar,
“Demokrasinin Tarihsel İkilemleri ve Çağdaş
Yurttaşlık”, www.sendika.org, 17 Şubat 2011.
[33] F. Nietzche, Gezgin ve Gölgesi:
İnsanca Pek İnsanca 2, çev: Mustafa Tüzel, İthaki Yay.,
2005.
[34] A. Badiou, Etik: Kötülük
Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay.,
2010, s.16.
[35] J. Ranciere, “Demokrasiye Karşı
Demokrasiler”, E. Hazan (der), Demokrasi Ne Âlemde?
İçinde çev: Savaş Kılıç, Metis Yay., 2010,
s.83.
[36] Derviş Aydın Akkoç,
“Demokrasi Eleştirisine Doğru: Demokrasi Ne Âlemde?”,
Praksis, No:23, 2010/2, s.237-246.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder