"Laik Polis Devleti"nden
"Cemaatçi Polis Devleti"ne... / Sibel Özbudun
“Hasgatsoğin şad
parev”[2]
size="3">Merhaba Dostlar,
size="3">Nasıl yapıyor, nasıl beceriyor bilemiyorum, ama bu devlet,
durmaksızın kardeşimiz Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in
acılarında, Kemal Türkler ağabeyimizin kızı Nilgün
Soydan’ın isyanında, üçyüzüncü keredir ki
Galatasaray Lisesi önünde görmeyen gözlere, işitmeyen
kulaklara haykıran Cumartesi Anaları’nın umarsızlığında
ortaklaştırıyor bizleri. Üstelik de ta başından, Karadeniz’de
boğdurulan onbeşlerden bu yana; “Hukuk Devleti” olduğu
Anayasası’nın “değiştirilemeye teşebbüs dahi
edilemez” maddeleri arasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti,
“hukuk” ile “vicdan” arasındaki denklemi her daim
ters orantılı olarak kurmayı başarıyor. Dahası, bu durum, rejimin
“aslî, tanımlayıcı, olmazsa olmaz” sabiteleri arasında
yer almakta. Bir başka deyişle, bir “raison d’etat”,
hikmet-i hükümet değeri olarak
sürdürülmekte…
size="3">Evet, Türkiye’de “hukuk” sistemi,
adaletsiz ve vicdan yoksunudur. Kurucu mantığı muktedirin elindeki
güce dayanarak madunu ezmesini engellemek, bir başka deyişle, insan
bilincinin belki de en eski toplumsal saiklerinden biri olan
“Adalet”i sağlamaya değil, “kurulu düzen”in,
yani muktedirin egemenliğinin sürmesinde, pekiştirilmesinde
araç olmaya dayanır. Ola ki, toplumsal paradokslarımızdan en
çarpıcısı budur: Türkiye Cumhuriyeti, adaleti olmayan, ya da
temeline adaleti değil, rejimin (her ne pahasına olursa olsun) bekasını
yerleştirmiş bir hukukun devletidir…
size="3">Bu nedenledir ki, bu memleketin koşulları iyi fizikçi,
iyi biyolog, iyi mühendis, iyi doktor yetiştirmeye elverişli değildir
belki, ama bir mesleğin en iyilerini yetiştirecek koşullara sahiptir
Türkiye: büyük acılar, büyük haksızlıklar,
durmaksızın kanayan vicdan yaralarından iyi avukatlar yetişir. Hukuk
Fakültesi amfilerinden değil, ama polis kurşunuyla can verenlerin,
gözaltında kaybedilenlerin, bedenleri işkence tezgâhlarında
parçalananların, asit çukurlarına gömülenlerin,
köyleri yakılanların, katledilen yakınlarının katillerinin
sırtlarının sıvazlandığını, muteber iş adamlarına, saygın
politikacılara dönüştüklerini izleyenlerin acılarına,
çaresizliğine ortak olmak, yetkin avukat yapar insanı.
Bu
“iyi avukatlar”ın birkaç tanesi, bugün bizimle
birlikte: bu ülkenin Kürtlerini, sosyalistlerini,
emekçilerini, devrimci gençlerini, kadınlarını,
azınlıklarını yakan ateşle yürekleri dağlanan, toplumun vicdanı,
bastırılan haykırışımız olmaya soyunmuş avukat kardeşlerimiz. Bu
nedenle de mahkeme salonlarındaki yerleri yalnızca yargıçların
solundaki müdafaa makamı değil, sık sık da karşısındaki sanık
kürsüsü olan savunucularımız. Bizlere son yılların en
yakıcı davalarına ilişkin gözlem ve izlenimlerini paylaşacaklar:
son yasa değişikliğiyle 10 yıla dek uzatılabileceği tescillenen bir
“yargısız infaz” tarzı, ya da tutukluluk süreleri;
İsmail Beşikçi davası bağlamında özel yetkili mahkemeler;
plastik kelepçeyle sıraya dizili fotoğrafları bir isyan tablosu
olarak beynimize çakılan KCK tutsaklarının davası; işkenceci bir
polis müdürü ile birlikte “terör
örgütü” kurmakla suçlandıkları medyaya
“sızdırılan” Rıdvan (Turan) Başkan’la SDP’liler,
Oğuzhan Kayserilioğlu’yla DÖP’lülerin Kafka’ya
parmak ısırtan tutuklanışı; gece yarısı evleri basılarak toplanan
“DTP kapatma davasını protesto etmek, 1 Mayıs, Nevruz ve 8 Mart
Dünya Kadınlar Günü etkinliklerine katılmak, SSK İl
Müdürlüğü önünde ‘Sendikasız,
sigortasız çalışmayacağız’ diye açıklama yapmak ve
ırkçılığa karşı müzikli dinleti düzenlemek” gibi
“suç”lardan yargılanan ESP’lilerin davası; ne
yaparlarsa yapsınlar -isterlerse hiçbir şey yapmasınlar- bu
ülkenin sürekli ve sabit “suçlu”ları, kadınlar
üzerindeki bitmek bilmez terör ve Hrant Dink ile Zirve kitabevi
çalışanları şahsında “gayrımüslim Öteki”ne
yönelik devlet destekli hınç…
size="3">Birazdan sözü onlara bırakacağım. Ama izninizle
sıradan bir yurttaş ve Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik
kavgasındaki bir potansiyel sanık olarak birkaç izlenimimi sizlerle
paylaşmak istiyorum.
size="3">İslâmcı bir arkaplandan kalkınarak neo-liberalizme
eklemlenen AKP, bu ülkede gerçek anlamda iktidar olabilmek
için üç alana hâkim olabilmek gerektiğini,
öncellerinin başına gelenlerden ders çıkartarak
öğrenmişti. Bunlardan ilki, medya idi; AKP hükümeti en kolay
bu sorunu halletti. Bugün uzaktan kumandanızın tuşlarına basarak TV
ekranınıza getirdiğiniz kanalların yarısı AKP’ye yakın sermaye
gruplarına pazarlanmış, diğer yarısı ise malî baskılarla
susturulmuş durumda. Aynı durum, basılı medya için de
sözkonusu.
size="3">İkinci sırada Silahlı Kuvvetler vardı: AKP şu ya da bu
biçimde onu da “nötralize” etti!
size="3">Üçüncü alan ise hukuk sistemiydi: şu
malûm ve mahut “darbeyle hesaplaşıp özgürlükler
alanını genişletecek” 12 Eylül referandumuyla
gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleriyle birlikte, AKP (ve
cemaat) tarafından zapt u rapt altına alınma süreci neredeyse
tamamlanan hukuk sistemi. AKP’n in iktidara geldiği 2002’den,
ama daha çok da “iktidar olmaya” başladığı son
üç-dört yıldan beri “hukuk” konusu iki
düzlemde tartışılmakta bu ülkede.
size="3">İlki, egemenlerin iki fraksiyonunun, kıran kırana kavgasıyla
ilintili. Nevzuhur Fethullahçı kalemşörler ve AKP’ye kimi
zaman ideologluk, kimi zaman da şakşakçılık yapan sol liberaller,
iktidar partisinin ve Cemaat’in hukuk sistemi üzerinde
hâkimiyet kurma hamlelerine “vesayet rejiminin sonu” diye
alkış tutarken, laik cephe ise, ilk kez köşeye kıstırılmanın
acısı ve şaşkınlığıyla “Hukuk devletinin katledildiği”
söylencelerine sarılıyor; sanki AKP iktidarı öncesinde T.C.
devleti sahiden “Hukuk”a dayanıyormuş gibi…
N’eylersiniz ki, iki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.
size="3">Evet, Türk(iye) hukuk(suzluğ)u konusundaki tartışmalardan
biri bu; ve hemen vurgulamalı ki, sahici değil. İki tarafın da
argümanları yalana dayanıyor, her iki taraf da hukuk sistemi
üzerindeki hâkimiyetin iktidarlarının payandası olacağını
biliyorlar; yargı süreçlerini denetlemenin iktidar olabilmedeki
araçsallığının bilincindeler; “vesayet rejimi” ve
“hukuk devleti” argümanlarının, bu kayıkçı
dövüşünde uçuşan retorikler olmanın ötesinde
bir anlamı ve değeri yok.
size="3">İkinci tartışma, daha doğrusu mücadele alanı ise
çok daha sahici, ve o ölçüde can yakıcı… Bu
tartışmanın bir tarafında iktidar sahipleri bir tarafındaysa ezilenler
var.
size="3">Egemenlerin “hukuk”unun ezilenler için bir
baskı aracı olmasından söz ediyorum. “Hukuk
devleti” kavramını madunların “Polis devleti”
olarak tecrübe etmelerini sağlayan hoyratlıktan… Polis Vazife
ve Selahiyetleri Kanunu’nda 2 Haziran 2007 tarihinde yapılan
değişiklikle birlikte, gündelik yaşamımızın omuzbaşına bir kez
daha yerleşen dipsiz bir adaletsizlik.
- Motorunu sürerken
“dur” ihtarını duymayan, ya da birden paniğe kapılan 18
yaşındaki delikanlının, Çağdaş Gemik’in kafatasına
kurşun olup saplanan… ve ardından kurşunu atan polise verilen
cezayı “öldürme kastı yoktur, yaralama kastı
vardır” diye bozan; - İzmir’de benzer
biçimde, yine polis kurşunuyla yaşamını yitiren Baran
Tursun’un dava sürecindeki haksızlıklara isyan eden ailesini
“terör destekçisi” diye gözaltına
aldıran; - Parasız eğitim taleplerini bir
dershanenin çatısından astıkları pankartla dile getiren
Dev-Lis’li gençler için 63 yıl ceza talep
eden; - Aynı talebi dile getiren
pankartı Başbakan’ın katıldığı bir toplantıda açan iki
öğrenciyi, Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer’i 8 aydır
cezaevinde tutan; - Bir polis
müdürünün “ihanet”ini
“çakma” terör örgütü komplosuyla
cezalandırmaya kalkışan ve devrimcileri bu senaryoya malzeme yapan polisin
önünü açan; - Diyarbakır’da, Barış
Grubu’nu karşılayan bir bildiri yayınlayan DTP Nusaybin ilçe
örgütü yöneticileriyle yetinmeyip, bildiriyi yayınlayan
matbaacıya da ceza kesen; - Aleyhine tek “elle
tutulur” kanıt ailesinin sahip olduğu internet kafedeki
bilgisayarlara sol sitelere girilmiş olması olan Ergin
Öncü’yü “Devrimci Karargâh” üyesi
olma suçlamasıyla 18 aydır tahliye etmeyen; - Edirne’de bildiri
dağıttıkları için gözaltına alınan üç
üniversite öğrencisine destek için imza standı
açıp linç girişimine maruz kalan Halk Cephesi üyelerini
sanık sandalyesine oturturken, linççilerin kılına
dokunmayan; - Hrant Dink’in
“jandarma onur fotoğraflı” katilini çocuk mahkemesinde
yargılatan…
size="3">Listeyi uzatayım mı? Yo, buna ne bana ayrılan süre yeter, ne
de bu sempozyumun süresi…
size="3">Evet sadece “ileri demokrasi yolunda doludizgin
ilerlediğimiz” son günlerin haberlerinden ve rastgele bir
seçimle derlenen olaylarda tezahür eden uçsuz bucaksız,
dipsiz bir adaletsizlik…
size="3">Bu ülkede hukuk sistemi, ezilenler ve onların
kavgasını verenler için bir “Polis devleti”
olarak işleyegeldi. Savcıların hakkımızda düzenlediği
iddianamelerde, yüzümüze okunan hükümlerde
belirleyici olanın “yargıçların vicdanı” değil,
polis tutanakları olduğunu devrimci kuşaklar yaşayarak
gördüler.
size="3">Bugünkü değişim, ne “vesayet rejimi”nin
geriletilmesi, ne de “Hukuk Devleti”nin
çöküşüdür; daha önce de dediğim gibi,
“Hukuk devleti” söylemi, bu ülkenin ezilenleri
için hiçbir zaman bir anlam ifade etmedi ki…
“Hukuk sistemi” her zaman cilasının hemen ardındaki Polis
devletiyle birlikte işleyegeldi bu ülkede. Bugün olan,
emekçiler, ezilenler karşısındaki “Polis devleti”
aygıtının el değiştirmesidir - hâkim sınıfların bir
fraksiyonundan öbürüne… Bu fraksiyonların ne zaman
çatışıp ne zaman uzlaşacakları, bir konjonktür
meselesidir…
size="3">Yapısal olan ise, madunların yüzyüze olduğu
“adaletsizlik”tir: dün Ergenekoncular eliyle
sürdürülen, bugünse Fethullahçılar’ın
devraldığı adaletsizlik…
size="3">Şu hâlde, hem, “Hukuk Devleti” savunuculuğuna
soyunanlar, hem de “vesayet rejimi”ni yıkmaktan söz
edenler, önce yutkunup, “adalet” üzerine
düşünmek zorundadırlar. Giriştikleri kayıkçı
dövüşünün zemininin, muktedirlerin iktidarını baki
kılmaktan başka bir varlık nedeni olmayan bir “polis rejimi”
olduğunu ve polis rejimlerinde cila için olsun adaletin
olasızlığını, bu ülkenin ezilenlerinin sürekli kanayan
acılarının bir patlayıcıya dönüşmekte olduğunu,
hiçbir toplumun türkülerinde bu kadar çok
“soracağız hesabını” ifadesinin geçmediğini…
size="3">Türkiye Cumhuriyeti’nin “Laik Polis
Devleti”nden, “Fethullahçı Polis Devleti”ne
dönüşmekte olduğu bu süreçte, bugün burada
bizler “Hukuk”un bu veçhesini, yani Adalet’i
konuşmak üzere bir araya geldik.
size="3">Sözü daha fazla uzatmadan, ortak vicdanımızın
sözcülerine, İnsan Hakları savunucuları avukatlara
bırakıyorum.
31
Aralık 2011 12:13:28, Ankara.
size="3">N O T L A R
size="2">[1] 15 Ocak 2011 tarihinde ‘Sıra Kimde?’
İnisiyatifi’nin düzenlediği ‘Türkiye’de Hukuk
ve Demokrasi Sempozyumu’nun ‘Türkiye’de Hukukun
İşleyişi ve Örnek Davalar’ başlıklı I. Oturumu’nda
yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:160, 19 Ocak
2011…
size="2">[2] “Anlayabilene çok
selam”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder