12 Ocak 2011 Çarşamba

Atılgan ve Yaratıcı Beklan Algan / Temel Demirer

Atılgan ve Yaratıcı
Beklan Algan / Temel Demirer

“Benlik insanın

bulduğu değil

yarattığı şeydir.”[1]

77 yaşında aramızdan ayrılıp gitti Beklan Algan…

Oysa “Tiyatro nedir? Bir etraflıca oturup konuşalım” diyordu
O dostlarına hasta yatağında bile; çekip gitmeden
önce…

Kolay mı? “Hep öncü bir tiyatrocu olarak
kalmıştı,” Sevin Okyay’ın işaret ettiği gibi…

* * * * *

Yaşamıyla, yaratıları ve mücadelesiyle
Konfüçyüs’ün, “Başkalarının izinden
giden, kendi izini bırakamaz,” sözünü kanıtlayan O;
asla unutulmamalı; William Newton’un şu vurgusundaki üzere:
“Sınıfımızın hafızasını canlı tutmak, mücadelelerini
kaleme almak, zaferini kaydetmek ve yenilgilerini anlatırken dahi barı
öykülerini öne çıkarmak bizim görevimiz, bizim
uğraşımız olmalıdır… O zaman görürüz ki
dünya medeniyeti, asillerin zarif parmakları ve eldivenleriyle değil,
emekçinin kaba ve büyük elleri tarafından
kavranmaktadır…”

Franz Fanon’un, “Bedenim, beni daima sorgulayan bir insan
kıl!” sözündeki üzere yaşayan Beklan Algan,
“Eğer tiyatro, yapıldığı sürece var olup, belgelenmesi
olanaksız sanat dalının, deney taşında dövülüp,
ayıklanması ise; geçmişi değerlendirip, geleceğini yaratacak
biçimde, yazarı, oyuncusu, sahne koyucusu, tüm teknik
ekipleriyle birleşik ekip çalışmasının ürünü
olacaksa, ancak seyirciyle varolabileceğinin bilincinde, oluşumuna
seyirciyi de yaratıcı güç olarak katmayı yeğliyorsa, eğer
tiyatro, yaşamın dinamik ve değişken yansıması ise; ulusal ve evrensel
kültürün sentezinde, kendi oluşumunu hazırlıyorsa,
teknoloji ve bilimde olduğu gibi tiyatroda da çağdaş olabilmenin
yol ve yöntemi, planlı araştırma ve denemeden geçecektir.
Denemeler günümüzün tiyatrosunu doğuracaktır,”
diyen; sadece bunu demekle kalmayıp, hayata geçiren bir
ustaydı…

Hem de sevgili eşi, yoldaşı, aşkı Ayla Algan’ın, “Beklan
herkese gereken değeri verirdi. Oyun sonrası gişede çalışan
kızı bile oyun bitiminde sahneye çıkarırdı,”
sözlerindeki içten ve kolektivist
mütevazılığıyla…

* * * * *

Hani Erwin Piscator’un politik tiyatro; işçi tiyatroları,
ajitprop topluluklar bünyesinde şekillenip, ardından da
Brecht’in epik tiyatrosuna uzanan güzergâhta tiyatroya;
ezilenlerin tiyatrosuna yakışan da bu değil miydi?

Tiyatro deyip geçilmemeli; “Tiyatro birçok ifade
aracından oluşan, bunların hepsini bir araya getirerek bir dil, bir sahne
dili oluşturan bir sanat dalıdır.”[2]

Ancak bu dil, hayatla, sokaklarla doğrudan etkileşim hâlindedir; bu
böyleyse tiyatro tiyatrodur; yoksa kocaman bir hiç…

Tıpkı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Süreyya
Karacabey’in dikkat çektiği gibi:

“Tiyatro binalarının önünden yorgun adamlar ve kadınlar
geçer, evlerine ekmek götürme yükleri
yüzünden omuzları erken çökmüş, yüzleri
yaşsız çocuklar geçer, tiyatro binalarının
önünden sokak köpekleri ve kediler geçer; kahırlı bir
hayatın bütün yükleri sokaktan geçer; Siz
koltuklarınıza yerleşmişken, evine çok gecikmiş temizlikçi
kadın, onu hiç mutlu olmadığı evine götürecek
otobüse koşmaktadır; sokak çocukları, geceyi
geçirecekleri korunaklı bir yer aramaktadır; siz orada otururken
park orospuları, umumi helalarda iş bitirirler. Sokakların vahşi
cangılında yolunu arayan bir adam usulca sizin dibinizden geçer ve o
da anlamaz neyin dibinden geçtiğini. Siz orada otururken birisi
sokaktan alınır belirsiz bir adrese götürülür. Her şey
siz oradayken olur, içinde olduğunuz binaların dibinde, ruhunuz bile
duymaz.

O sesler, o çığlık, o yakarma sahnedeki seslere hiç
karışmaz, çünkü kimse binanın dışından akan vahşi
nehrin çağıltısını duymaz. Duysa repliğinden utanır oyuncu,
sokaktaki bağırış onun sesini bastırır; duysa, içerinin
sıcağına sığınır kediler ve köpekler. Sahnenin sesi tuhaf bir
uğultuya dönüşür, içinden uzun ölümlerin
geçtiği bir tünelin uğultusuna.

Oyun bitip evlerinize dönerken, henüz sönmemiş
ışıklarınıza ecnebi bir memleket gibi bakan çırak
çocuklar geçer tiyatronun karşısından. Operada asılı
kalmış bir sopranonun sesini, kendi hayatının çığlığına
ekleyerek, çok uykulu bedenini, sizlerle ters yöne
götüren gece otobüsünün koltuğuna gizleyerek. Arka
sokakta biri bıçaklanır, öteki umutsuzca sığınacak bir yer
aramaktadır.

Hiçbiri tiyatronuzun içinden geçmez, hiçbiri
sizi oyununuzdan utandırmaz; dışarısı, içeriyi doldurmaz.
Binalarınızın önünden otobüsler geçer, tabut evlere
ölüler taşıyan otobüsler. Hiçbiri orada durmaz,
camlara başlarını yaslamış kent hayaletleri sadece ışıklarınıza
bakar ve anlar, oradaki hayatın kendisinin olmadığını; anlar,
giremeyeceği kapılardan bir kapıdır tiyatronuzun kapıları.

Söyleyin şimdi, böyle tiyatro olsa ne olur, olmasa ne? Kendini
sokağa kapatmış bir tiyatro ölüdür, içinde
çok üşümüş birinin ısınmadığı tiyatro sadece
mezarlıktır. Gidin ve her gece gömün
ölülerinizi.”[3]

Beklan Algan, Süreyya Karacabey’in dikkat çektiği
negatife karşı başkaldıranlardandı; onun için de çok ama
pek çok önemliydi…

* * * * *

Onu önemli kılan bu yanıyla birlikte
“özelliği”ydi…

Onun “özelliği”ni, Zeynep Oral, “Beklan Algan
için araştırmanın sonu yoktu…

Muhsin Hoca birbiri peşi sıra ‘devrimci’ tiyatro
anlayışını uygulamaya çalışıyor... Gecekondu bölgelerinde
çevre tiyatroları kuruyor, kadroyu genişletiyor, ‘Stadyumda
tiyatro’ olanaklarını araştırıyor, ‘Bölge Tiyatroları
Kanunu’ peşinde koşuyor... İşte nihayet Beklan Algan’ın
içinde büyüttüğü düşü
gerçekleştirme fırsatı... Bir Deneme Sahnesi kurmak...” diye
resmeder ve ekler: “Tiyatromuzun filozofuydu bence.
Düşünürü, aydını; ışığını genç kuşaklara
taşıyan, öncüydü. Tiyatro dünyamızın en yaratıcı
olanıydı...

Yaratıcılığı, tiyatronun geleceğini hazırlamasıyla sımsıkı
bağlantılıydı. Geçmişten damıtarak... Evrensel kültür,
evrensel tiyatroyla köprüler kurarak... Yerel olanın derinlerine
inerek... Sürekli sorgulayarak... Olmazları zorlayarak... Risk
alarak... Her yaştan tiyatro sevdalısını, meraklısını, öğrenmek
isteyenini sürekli eğitiyor, geliştiriyor ve onları geleceğe
yöneltiyordu.”

Evet, “Beklan Algan, hep insanı sorguladı”; ve Onun
üzerinde titizlikle durduğu “Baltacıoğlu Girişimi”
çalışmalarının (Ayla Algan, Atila Alpöge, Erol Keskin ile)
çıkış noktası, “öz tiyatro” kavramının
özellikle oyuncu-seyirci ilişkisi açısından
irdelenmesiydi.

“Beklan Algan, tiyatroya ait ne varsa tümünü en derin
noktalarından başlayarak sorgulayan, o noktalara hep felsefenin kurucu
sorusu sayılan “Nedir?” sorusunu yönelterek yollar
açmaya çalışan bir tiyatro
insanıydı.”[4]

Nihayet Onun pratiği; Norman Vincent Peale’nin, “Sahip
olduğunuz koşulları değiştirmek için, önce farklı
düşünmeye başlayın,” uyarısındaki üzere
köktenci bir değişim için yapılması gerekenin
önünü açmaktı…

* * * * *

Toparlarsak; “Beklan Algan inançları, hedefleri ve kavgası
olan bir sanat adamıydı…

Beklan Algan’ı hep ilerici, atılgan ve yaratıcı yanlarıyla
tanıdım. O da ölümüne dek duruşu ile bunu
doğruladı,” diyen Mehmet Esatoğlu’nun resmettiği üzre O;
Francis Hutcheson’un, “En büyük sayıda insana en
büyük mutluluğu veren eylem en iyisidir,” sözlerini
doğrularcasına ikiyüzlülüğün tüm versiyonlarına
yani Logan Poarsall Smith’in, “İnsanların çoğu
ruhlarını satarlar ve kazandıklarıyla huzurlu bir yaşam
sürerler,” sözlerinde somutlanan hiçbir şey bilmemek,
gerekeni bilmemek ve bir sürü gereksiz şeyleri bilmekte
şekillenen cahilliğe karşı dikilen örnek bir tavırdı…

Bu bağlamda “Bir Dahinin Katıksız Ölümü”nden
söz eden Nedim Saban, “Muhsin Ertuğrul’un çocuğuna
yaraşan bir biçimde, hakikâten şapkasını alıp,
gitti,” derken; Tuncel Kurtiz, “Beklan Algan bir eşik değil,
birçok eşikten geçti. Köprüler kurdu.
Geçmişle arasındaki köprüyü, ilişkilerini iyi
kurardı”; Ayşenil Şamlıoğlu da, “O bize düşünmeyi
öğretti. Tiyatro üzerine sorular sormayı, cevaplar bulmayı ve
bulduğumuz cevapları sahne üzerinde çağına yaraşan bir dille
var etmeyi öğretti,” diye ekliyorlardı…

Tam da bunlardan ötürü; O, ölümsüzdür ve
hâlâ yaşıyor; ezilenlerin safında savaşıyor…

30 Ekim 2010 21:19:37, Ankara.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:117, Ocak 2011…

[1] T. Szasz.

[2] Ayşe Emel Mesci, “Piyes Kâğıtta Durduğu
Gibi Durmaz”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2010, s.19.

[3] Süreyya Karacabey, “Alternatif 27 Mart
Dünya Tiyatro Günü Bildirisi”, Tavır, No:96, 2010/4,
s.55-56.

[4] Ahmet Cemal, “Bilgi ve Tiyatro...”,
Cumhuriyet, 8 Ekim 2010, s.17.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder