Krizin Seyr-ü Seferi:
ABD'den AB'ye... / Temel Demirer
“Dünyayı değiştirmek
isteyen,
size="2">önce onu doğru
anlayabilmelidir.”[1]
“Küreselleşme” veya
neo-liberal saldırganlık ulaştığı koordinatlarda karaya oturmakla
kalmayıp, III. Büyük Bunalımı’da tetikledi.
Sürdürülemez
kapitalizmin yapısal soru(n)ları “finansal” düzlemde boy
verirken, bu da bugünde bir borç krizi formuna rücu
etti.
Ancak formel açıdan hangi
tür(ev)de olursa olsun kapitalizmin sürdürülemezliğinden
ve bunun yapısal verisi olarak derinleşerek yaygınlaşan
III. Büyük Bunalım’dan başka bir şey değildir.
Kolay mı? AB’yi göklere
çıkartan bir liberal “solcu”nun bile “Yeni bir mali
kriz kapıda” size="2">[2] demek zorunda kaldığı bir
güzergâhta ilerliyoruz…
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF)
2011 tahminlerini içeren görünüm raporuna da yansıyan
“bıçak sırtı dengede kafaların karışık
olduğu”[3]
artık bir “sır” değilken; IMF’nin raporu, dünya
ekonomisinin 2011 yılında, daha önce öngörülenden daha
fazla yavaşlayacağını söylüyor. IMF’ye göre
gelişmiş ülkelerin kamu borçlarının yükü ve
bunları yönetmeye yönelik politikaların etkileri ekonomik
toparlanma üzerinde olumsuz etki yapıyor!
Kapitalist dünyada karamsarlık
artarken; ‘Batan Piyasalar’ size="2">[4] başlıklı yapıtında E. Ahmet Tonak,
krizi “XXI. Yüzyılın İlk Buhranı” diye niteleyip, bir
altüst oluş dönemine doğru ilerlenildiğinin, kapitalizmin
“konjonktürel”den çok “yapısal”
soru(n)larının öne çıktığının altını özenle
çiziyor.
‘Standard Chartered’ (SC)
bankasının hazırlattığı ‘Süper-Döngü Raporu/
Super-Cycle Report’ başlıklı rapora göre birincisi 1870-1913,
ikincisi 1945-73 olmak üzere, bu kez 2000’de başlamış olan
üçüncü “süper-döngü”yü
yaşıyoruz.
Bu “tarihsel harita” aynı
zamanda bize 1914-1944 ve 1974-2000 dönemi arasındaki “yapısal
kriz” olarak nitelenmesi gereken aralıklara işaret ediyor.
Diğer bir deyişle rapor, finansal kriz
mali bir krizle sona ererken, kriz yönetim modelinin de
tükendiğini haber veriyor. Aynı dönemde, tam da Fernand
Braudel’in yaklaşık 45 yıl önce öngördüğü
gibi, finansallaşmayla birlikte bir hegemonya döngüsü sona
eriyor ve yeni hegemonya adaylarının yükselmesine tanık oluyoruz.
“Yeni bir dönem”
kapımızı çalıyor; onların bundan kuşkusu yok; bizim de
olmasın, olmamalı da!
Küresel krizin
salladığı coğrafyaların başını ABD çekiyorsa, ikinci
sırada AB alanı var. Orada da sıkıntılı ülkeler İrlanda ve
Güney Avrupa ülkeleri. Yani Yunanistan, Portekiz, İspanya,
Güney Kıbrıs... Doğu Avrupa ülkeleri de sallandı tabii, ama
bugünlerde güncel değiller. Bu listeye, yakında Belçika da
eklenebilir. Hatta sallananların arasına İtalya da katılırsa
sürpriz sayılmayacak...
ABD FASLI
Sermayenin yeni(den) yapılanma
arayışı, büyük bir alt üst oluşu; dolayısıyla da krizin
tehdit ile imkânlarını devreye sokarken; “ileri” ile
“geri” arasındaki eşitsiz birleşik kapışma derinleşerek
yaygınlaşıyor.
Örneğin ABD, Japonya, Almanya ve
İngiltere’nin dünya ekonomisi içindeki yeri giderek
küçülürken, ABD resesyonla boğuşuyor.
Uluslararası Para Fonu’nun
(IMF) verilerine göre, ABD’nin dünya ekonomisindeki payı,
satın alma gücü paritesine göre gayri safi yurtiçi
hâsıla (SGP-GSYH) bazında, 1980’de yüzde 24.585 iken, 2011
yılında yüzde 19.884’e, 2015’de ise yüzde
18.4’ün altına inecek.
Bu noktada Mahfi Eğilmez, “FED
bugün Keynesyen uygulamanın 1930’lardaki gibi işe
yaramayacağını düşünemiyor mu?” sorusunu
dillendirmekte haklıdır.
Gerçekten de ABD
Başkanı Barack Obama’nın, “Gerçek şu; bu
resesyondan tamamen çıkmamız birkaç yıl sürecek.
Resesyonda işlerini kaybeden 8 milyon işsize iş bulmak zaman
alacak,” demek zorunda kaldığı koordinatlarda; Kaliforniya Valisi A.
Schwarzenegger para kalmadığı için çalışanlara
ücretsiz izin verirken; ABD Hazine Bakanı Timothy Geithner de,
dünyanın geçmişte olduğu gibi ABD’ye bel bağlamaması
gerektiğini açıklıyor…
Stephen M. Walt de ekliyor:
“Geçmişte diğer ülkeler Amerika’nın becerisine
özenirken, son yıllardaki başarısızlıklarımız nedeniyle
dünyanın gözündeki cazibemizi kaybetttik…” face="Times New Roman" size="2">[5]
Ayrıca Nobel Ekonomi
Ödülü sahibi Prof. Paul Krugman ise, ABD’li
yetkililerin ekonomideki toparlanmayı “olduğundan daha iyi
gösterdiğini” öne sürüp, politikacılara
yönelik zehir zemberek açıklamalar yaparak, “Yaşanmakta
olan şeyin iyileşmeyle uzaktan yakından ilgisi yok,” diyor.
Gerçek rakamların inkâr
edildiğine dikkat çeken Krugman, ABD Hazine Bakanı Geithner ya
da Bernanke’nin iddia ettiği gibi iyileşme yolunda ilerlenmediğine
dikkat çekiyor.
İş bununla da sınırlı değil! New
York Üniversitesi Ekonomi Profesörü Nouriel Roubini de, ABD
konut piyasasının çift dip sürecinde bulunduğunu ve
moratoryuma sürüklendiğini belirtiyor!
Dahası, kamu borçları hızla
artıyor. Merkezi yönetim net borcu 2007 yılında GSYİH’nin
yüzde 42’sindeyken şu anda yüzde 65’in üzerinde.
IMF tahminleri 2012 yılında bu oranın yüzde 80’lere
yaklaşacağını gösteriyor.
Buna eyalet ve yerel yönetim
borçları dahil değil. Dolayısıyla, mali genişlemenin
daralmasını konuşması gerekirken, Amerikan hükümeti işsizliği
düşürmek için ilave genişlemeyi konuşmak zorunda
kalıyor.
“Kısacası ABD’de işler
iyi değil. AB üye ülkelerinin iflası olasılığının
konuşulduğu bugünlerde dünyanın dikkati Avrupa üzerinde
olmasa hep ABD’yi konuşuyor olacaktık,”[6] diyor Murat Yülek…
ABD’de 6 banka daha kapanıp;
krizde ‘Yeşil Kart’ başvurusunda patlama
yaşanırken…
Harvey Blatt’ın, “Zengin,
şişman, mutsuz ve çevresel açıdan aptal” face="Times New Roman" size="2">[7] diye nitelediği
ABD; “Sağlık sistemi reformunun sosyalizm sayılması, küresel
ultra liberalizm, McCarthy’cilik dahası Klu Klux Klan’ın
karanlık dönemlerine hasret ‘Çaycıların’ ustaca
uyguladıkları popülizmin” size="2">[8] girdabında debeleniyor…
Shankar Vedantam’ın,
“ABD’de sağ solun şeytan olduğundan, sol da sağın
gerizekâlı olduğundan emin,” size="2">[9] diye betimlediği dizaynda “Siyasi
sistemde genel bir sağa kayış, giderek artan bir parçalanma
eğilimini de beraberinde getiriyor.” size="2">[10]
“Ekonomik kriz, yüksek
işsizlik işçi sınıfını, orta sınıfları korkutuyor,
güvensizlik duygusunu körüklüyor. Bu kesimler
ABD’nin ihracat gücünün, teknolojik
üstünlüğünün, uluslararası alandaki rakipsiz
konumunun meyvelerini yedikleri zamanları, kısacası ABD hegemonyasını
özlüyorlar.
Bu, ABD’li çokuluslu
şirketler açısından, gelişmekte olan piyasalara kolayca girip
çıkabildikleri, ‘ekonomik tetikçilerin’ yeni iş
alanları açtığı, hükümetleri değiştirebildiği bir
‘asr-ı saadet’ dönemiydi. Şimdi Çin, Hindistan,
Rusya, Brezilya gibi ülkeler yükseliyor, ABD’nin nüfuz
alanlarına (‘yenisömürgecilik’ coğrafyalarına)
giriyorlar; madenleri, değerli mineralleri, gıda enerji havzalarının
denetimini ele geçirmeye, hükümetleri etkilemeye
başlıyorlar. Böylece hem ABD işçi sınıfının ve orta
sınıfının refahının altın çağını hem de çokuluslu
şirketlerin ‘asr-ı saadeti’nin bittiğini haber veriyorlar.
Artık kendi işçi sınıfının,
orta sınıfın refah kaybını ülke içi kaynaklarıyla
telafi edemeyen ABD egemen sınıfları açısından, Cecil
Rhodes’ın ‘devrim istemiyorsanız emperyalizme
katlanacaksınız’ sözleri gerçeklik kazanıyor. Simgesel
bir hareketle Churchill’in büstünü Beyaz Saray’dan
çıkaran Obama’yı, İngilizlerin de yardımıyla, bu eksenden
eleştirmeye başlamak, büyük sermayenin arzularıyla alt
sınıfların korkuları arasında bir köprü kurmaya olanak
sağlıyor. Tam dış piyasalara, doğal kaynaklara, nüfuz alanlarına
gereksinim artarken, ‘sömürgeciliğe karşı’,
‘ABD liderliğini tasfiye etmeye kararlı’ bir başkan olabilir
mi?
Obama antisömürgeci filan
değil. Ama bu söylemin, siyaseti daha militarist bir yöne
çekmeye ve emperyal maceralar için gerekli kamuoyu desteğini,
insan malzemesini oluşturmaya hizmet edeceği de bir gerçek.
Böyle bakınca, ABD’nin Ortadoğu’daki hareket alanını
kısıtlayan İran’ın etkisinin kaldırılmasının önemi, hem
stratejik bölgeleri denetim altında tutmak hem de ABD’nin
askerî gücüne güveni restore etmek açısından
artıyor.” size="2">[11]
Bu tablo da “Yeni savaş
senaryosu”nun da zeminini oluşturuyor!
Nasıl mı?
İşsizlik, yoksullaşma, ev
piyasalarının krizi, kredi piyasalarındaki tıkanıklıklar, giderek daha
sık vurgulanan talep yetersizliği sorunu ABD ekonomisinin
canlandırılmasını gerektiriyorken; ‘The Washington Post’
yazarı, Obama’nın ekonomik büyümeyi canlandıracak
güçleri harekete geçiremezse 2012 seçimlerini
kazanamayacağını vurguladıktan sonra, iki olasılığı
değerlendiriyor.
Birincisi
iş döngüsü (business cycle) kendiliğinden
toparlanma aşamasına geçer. Ancak bu olasılık çok
düşük…
“Peki ekonomiyi başka ne
canlandırabilir?” diye soran yazar; soruyu, “Bunun
cevabı çok açık ama sonuçları da bir o kadar
korkutucu” diyerek cevaplandırıyor ve devam ediyor:
“Geçen sefer ekonomik krizi nihayet ne sonlandırdı? II.
Dünya Savaşı…” size="2">[12]
AB FASLI
ABD faslı böyleyken; AB de
bundan farklı değil!
Avro’nun ve bir ekonomik blok
olarak AB’nin geleceğinin, siyasi yönetişim sorunları giderek
derinleşirken ekliyor Uğur Gürses: “2010, herhâlde tarihe
‘Avrupa krizinin başladığı yıl’ olarak geçecek. Zira
İrlanda krizinin çözümündeki yol haritası
gösteriyor ki; kriz içinde kriz yaşanıyor. Zaman kayıpları,
iç çekişmeler, pazarlıklar, iç politika hesapları;
oysa kriz, değişimin de ağlarını örüyor.
Yunanistan krizini hafifleten
süreç, AB ve IMF ortaklığında bir fon oluşturulmasıyla,
bazı üye ülkelerin krize aday olmaları hâlinde bu
fonun önemli bir sigorta olduğu anlatılarak başlamıştı. Yılın
ilk yarısında, PIGS olarak adlandırılan Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve
İspanya krize aday ülkelerdi.
O gün de, bugün de, krize
giren ya da yakın aday olan ülkelerle birlikte ortaya dökülen
‘kriz matematiği’ gösteriyor ki; krizle çalkalanan
ülkelerin ya da bankalarının kayda değer borçları var,
alacaklısı da AB’nin iki ‘amiral gemisi’ Alman ve
Fransız bankaları! Krizdeki borçlu ‘yanıyor’ da
alacaklı ‘yanmıyor’ mu?”
Aynı konuda
“Dubai’nin sorunu dünya çapında bir mesele olabilir
mi?” sorusunu, “Bence olabilir çünkü
Dubai’ye borç verenler arasında Batı’nın önde
gelen ve krizden yeni çıkmakta olan bankaları var,”
yanıtını veriyor Servet Yıldırım da…
AB’NİN (ZAVALLI)
DURUMU
Kim ne derse desin; “2010
başında küresel ekonominin meselesi Yunanistan krizi dolayısıyla
“Ne olacak bu AB ekonomileri?” meselesiydi. 2011 başında ise bu
kez merkezi AB ülkelerinin bankacılık sistemleri tartışmanın
odağındadır. Soru yine aynıdır.” size="2">[13]
“İyi de şimdi ne olacak”
mı?
Ulaşılan koordinatlarda AB yetkilileri
birbiri ardına düzenledikleri toplantılarda Avro Bölgesi’ni
krizden kurtarabilmenin yollarını arıyorken; ya da AB-IMF’nin
İrlanda’ya yönelik 85 milyar avroluk yardım paketine rağmen
piyasalar düzelmiyor. Borsalardaki kayıp artıyor, avro kendine
gelemiyorken; “Asıl sual İrlanda’ya ne olacağı değil, durumu
İrlanda’dan pek farklı olmayan Portekiz ve İspanya’ya ne
olacağı, Avrupa’da dominoların nereye kadar düşmeye devam
edeceğidir.” size="2">[14]
İstatistikler, Yunanistan’dan
başlayan, İrlanda ile devam eden borç ve iflas sarmalının,
Portekiz, İspanya ve İtalya’yı içine alarak genişleyeceğine
işaret ediyor.
Alman basınındaki analizlerde
İspanya’nın Aralık 2010 sonuna kadar 9 milyar, 2011 yılı
içindeyse 90 milyar avro ödemede bulunması gerektiği ifade
ediliyor. AB Komisyonuna göre 2010 sonu itibariyle İspanya’nın
bütçe açığı yüzde 9.3. Ve asıl kırılma
İspanya’nın iflasıyla yaşanacak gibi görünüyor.
Yani, AB hızla duvara toslamak üzere ilerliyor.
‘Die Zeit’ gazetesine avro
ile ilgili bir değerlendirme kaleme alan Oxford Üniversitesi
‘Avrupa Araştırmaları Enstitüsü’ yöneticisi
Prof. Timothy Garton Ash, İspanya’nın iflası durumunda AB
için “olmak ya da olmamak” noktasına gelineceğinin
altını çiziyorken; piyasalarda Yunanistan ve İrlanda’dan
sonra Kıbrıs Rum Kesimi’nin derin krize gireceği endişesi kök
salıyor…
Yine Uğur Gürses’in,
“AB’deki kırılma hızla devam edecek” diye betimlediği
güzergâhta AB’nin “kurtarma paketi” sonrasında
birçok Avrupa ülkesine sıkı tasarruf programları dayatıldı.
Bu programların en önemli ayaklarını, sosyal güvenlik
çerçevelerinin kırılması ve emek piyasalarının
“esnekleştirilmesi” oluşturuyor. Yine paralel izlenen diğer
bir politik hedef ise, Avro’nun istikrarını sağlamak, Avrupa para
birliğine giriş kurallarını belirlemek için kararlaştırılan
Avrupa İstikrar ve Büyüme Sözleşmesi’nin ilkelerinin
sertleştirilmesidir.
Bu sözleşme, Avro’ya
katılan ülkelerden elde ettikleri vergiler kadar harcama yapmalarını
öngören dengeli bir devlet bütçesi talep ediyor.
Ekonominin dalgalı olduğu dönemlerde bile devletlerin gayri safi
yurtiçi hasılasının en fazla yüzde üçü
oranında borçlanmasını ve tüm borçlarının bu
hasılanın yüzde 60’ını geçmemesini ön
görüyor. Şu ana kadar Avrupa Komisyonu, bu kuralların
çiğnenmesi hâlinde yaptırımlar önerebiliyor, ama ceza
veremiyordu. Şu ana kadar bakanlar konseyi üçte iki
çoğunlukla karar verebiliyordu.
Özellikle Fransa veya Almanya, bu
ilkeleri çiğnemeleri hâlinde, kolaylıkla bakanlar konseyinde
aleyhlerinde sert kararlar alınmasını engelleyebiliyorlardı. Şimdi bu
durum değiştiriliyor. Cezalandırma otomatik bir işleyişe bağlanıyor.
Hatta Almanya daha da ileri giderek, fazla borçlu ülkelere Avrupa
Birliği destek fonlarından para aktarılmamasını öneriyor. Bu
şekilde AB içerisinde şimdiden şekillenmiş olan sosyal
parçalanmayı derinleştiriyor.
Gerçekten de
kapsamlı “kemer sıkmalar”la halkın refah düzeyine
yönelik saldırıların, Yunanistan ve İrlanda’dan sonra
Portekiz, İspanya, İtalya gibi ekonomileri çok daha büyük
ülkelere doğru yayılması bekleniyor. AB’nin merkez
ülkelerinden biri olarak bilinen Belçika’nın adı da,
hiç beklenmedik bir biçimde bu ülkelerle birlikte
anılmaya başladı; Immanuel Wallerstein’ın, “Avrupa,
bulaşıcılığına rağmen Atina’nın yarattığı ekonomik sorunu
çok zorlanmadan çözebilir. Fakat bölünme
tehlikesi altındaki Belçika’nın krizi, kolayca tüm
kıtanın krizi hâline gelebilir,” size="2">[15] uyarıları eşliğinde…
Tüm bu saldırının arkasında,
sözde piyasaların ve genelde kapitalizmin kendi kendine dengeye
geleceğine, istikrar ve refah sağlayacağına ilişkin, fiilen bir kez daha
iflas etmiş 300 yıllık bir ideoloji yatıyor. Böylece içinde
bulunduğumuz durum bir taraftan, “Yangını söndürmek
için, bizzat yangını çıkaran kundakçıyı yardıma
çağırmaya benziyor” öbür taraftan da “kendi
kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışan bir yılana”. face="Times New Roman" size="2">[16]
Özetle AB istatistik kurumu
Eurostat’ın verilerine göre Avro Bölgesi’nde işsizlik
rakamları ciddi şekilde tehdit oluşturmaya başlamışken; oranlar
1998’in Temmuz’undan beri görülenlerin en yükseği
olarak kaydedildi. Veriler ışığında bakıldığında Avro
Bölgesi’nde işsiz sayısı 80 bin artarak 15 milyon 950 bine; 27
üyeli AB genelinde ise 84 bin artarak 23 milyon 150 bine
çıktı.
Ayrıca da Jill Treanor,
“Hisseler, ev fiyatları düşecek ve bankalar tekrar kurtarılmak
zorunda kalınacak,” size="2">[17] derken; ‘Ernest &Young’ın
raporuna göre ise Avro Bölgesi’nde krizden kaynaklanan
durgunluk 2015 yılına kadar sürecek.
BORÇ KRİZİ(’NİN
BOYUTLARI VE SONUÇLARI)
AB’de İrlanda’dan sonra
Hollanda ve Fransa’nın borç batağına saplanmasından
korkuluyorken; ‘The Financial Times Deutschland’ gazetesi,
“Avro Bölgesi ülkelerinin çoğunun, AB’nin
beşinci büyük ekonomisi İspanya’yı korumak için
Yunanistan ve İrlanda’dan sonra Portekiz’in de Avrupa kurtarma
fonuna finansal kurtarma başvurusunda bulunması için baskı
yaptığını” yazarak, “Portekiz fonu kullanırsa bu İspanya
için iyi olacak, çünkü İspanya Portekiz’in
durumundan ağır şekilde etkilenecek” dedi.
AB bankalarına 300 milyar dolar borcu
olan Yunanistan’ın kurtarılması için 148 milyar dolar (110
milyar Avro) sağlanmıştı. Öyle ki, Yunanistan krizinin ana teması
kamu borçluluğu idi. Bankalarının aşırı kaldıraçlı
borçları söz konusu değildi. Tam altı ay geçtikten
sonra bugünlerde alevlenen İrlanda’nın ise AB bankalarına 509
milyar dolar borcu var. Oysa İrlanda için tasarlanan kurtarma kredisi
88 milyar dolar (67.5 milyar Avro). Bu borç tablosuyla, bugün
tasarlanandan çok daha fazla bir kurtarma fonuna ihtiyaç
duyulacağı da açık.
Avrupa ülkeleri, birbiri
arkasından borç krizleri içine giriyorlar ve öteki
borcu yüksek ülkeler tarafından ek borçlarla
“kurtarılıyorlar”. Önce Yunanistan, daha sonra İrlanda,
Portekiz ve İspanya…
Gayrisafi Yurtiçi
Hasılası’na (GSYH) oranla Avrupa’nın en borçlu
ülkesi olan İrlanda’nın borç toplamı, GSYH’sinin
11 katı, yüzde 1100’üdür. Şampiyonun arkasından
İngiltere (yüzde 400) ve Hollanda (yüzde 317) gelmektedir.
Dünyanın en borçlu dördüncü ülkesi,
Hong-Kong (yüzde 300), Uzakdoğuludur. İlk dört ülkeyi,
Belçika (yüzde 272), Portekiz (yüzde 241), İsviçre
(yüzde 228), Avusturya (yüzde 221), İsveç (yüzde 201)
ve Fransa (yüzde 200) izlemektedir.
Milli gelirlere (GSYH’lere) oranla
dış borcu en yüksek olan on ülkenin, dış borçlarının
toplam tutarı, 24.3 trilyon dolardır. Dış Borç/GSYH oranı
yüzde 95 olduğu ve kendi parasıyla borçlanabilmesi nedeniyle
ödeme güçlüğü içinde bulunmadığı
için yukarıdaki sıralamaya alınmamış olan ABD, dış borç
toplam tutarında ilk sıradadır; dış borç toplamı, tek başına
13.9 trilyon dolardır.
Nicholas Veron’un, “Avrupa
bankalarının kırılganlığını saklamak da
imkânsızlaştı,” size="2">[18] dediği tabloda ‘Raiffeisen Bank
International’ın araştırması da, Doğu Avrupa endişelerinin
yeniden gündeme geleceğine işaret ediyor.
Araştırmaya göre Doğu Avrupa
bankacılık sektöründe batık krediler
üçüncü çeyrekte yüzde 8 artarak 306
milyon Avro’ya ulaştı. Özellikle Macaristan ve Çek
Cumhuriyeti’ndeki yüksek komisyon ücretleri batıkları
büyüttü. Özellikle Bulgaristan ve Macaristan’ı
önümüzdeki dönemde batık kredi sorunu bekliyor.
Tam da bu koordinatlarda
“AB’deki ‘hastaların’ yüklü borcu var 2011
zor geçer. Borç krizine giren her ülkeye yardım paketi ve
kemer sıkma reçetesini uygulayan AB’nin bu yaklaşımının
yarardan çok zarar getireceği tartışılıyor. 2011’in de
yüklü borç geri ödemeleri yüzünden zorlu
geçmesi bekleniyor,” diyor Melis Şenerdem…
Özetle Yunanistan krizinin kurtarma
paketiyle ‘soğutulmasından’ tam altı ay sonra ortaya
çıkan İrlanda krizinde; AB ülkelerinin bir
bölümünde değişen siyasal tablo, daha milliyetçi ve
ırkçı tonlara yöneliyor. Bu durum, krizi yönetmede de,
çözüm yollarında da daha fazla ayrışma ve kutuplaşma
getiriyor. AB’deki kriz, giderek krizin yönetilmesi ile ilgili bir
krize dönüşüyor. Nihai olarak siyasal birlik hedefleyen ana
temel, ekonomik birlik çatırdıyor.
AVRO’NUN
GELECEK(SİZLİĞ)İ
Avro’nun durumuna ilişkin olarak
‘The Economist, “Avro için
çöküş” size="2">[19] olasılığından söz edip; Metin
Ercan, “AB’deki batıklar sonrası ‘Ekonomik ve Para
Birliği’ (Economic and Monetary Union - EMU), zayıf ülkeleri
atarak küçülebilir veya Almanya para birimine
geçebilir,” derken; “Avro’nun Geleceği Kaldı
mı?” sorusunu da “Avro tam anlamıyla
‘çürümeye terk edilen’ bir para birimi”
diye yanıtlıyor Uğur Gürses…
Almanya Merkez
Bankası Bundesbank’ın Başkanı Axel Weber, “Borç
krizi AB’yi çökertmez”; ‘Avrupa Finansal
İstikrar Fonu’ Başkanı Klaus Regling de, “Avro değerini
kaybetse de Avro Bölgesi’ndeki zayıf üyelerin sorunları
bölgeyi tehlikeye sokmuyor. Sıfır tehlike var. Hiç bir
ülke kendi iradesiyle Avro’yu terk etmeyecek. Zayıf ülkeler
için olduğu kadar güçlü ülkeler için de
bu ekonomik intihar olur. Siyasi olarak Avrupa Avro’suz sadece
değerinin yarısına sahip olur,” deseler de; kimsenin şüphesi
olmasın; Mahfi Eğilmez’in ifadesiyle, “Tabure
sallanıyor”!
Nihayet AB’ye 2004 yılında
katılan Baltık ülkesi Estonya, 1 Ocak 2011’de Avro
Bölgesinin 17. üyesi olacakken; Tallinn’deki ‘Manior
Business School’ profesörlerinden Andres Arrak’ın
“Düğüne davet edildik, vardığımızda cenaze
töreniyle karşılaştık” şeklinde yorumuyla durumu net
biçimde tarif ederken; Avro’ya geçişe karşı
birçok kampanyanın düzenlendiği ülkede muhalefet
“Titanik’e son bilete hayır” sloganını
kullanıyor!
NİHAYET!
ABD’den AB’ye kriz,
sürdürülemez kapitalizmin ne kadar akıl dışı ve
insana düşman bir ekonomik model olduğunu bir kez daha sergiledi.
IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn,
küresel krizin dünya genelinde 30 milyon kişiyi bulan istihdam
kaybına yol açtığını, bu sayının önümüzdeki
yıllarda 400 milyona ulaşabileceğini söyledi.
Uluslararası Çalışma
Örgütü (ILO) verilerine göre, küresel bazda 210
milyon işsiz bulunurken, gelecek 10 yıl içerisinde yaklaşık 440
milyon gencin istihdam piyasasına katılması bekleniyor.
Avrupa’da yoksulluk artıyor.
Belçika ve Hollanda’da veriler, yardımla yaşayanların on
binleri bulduğunu gösterirken Romanya’da bir TV
çalışanı parlamento balkonundan atladı.
Faturalarını ödeyemeyen ailelere
de 2002’de çıkarılan bir kanunla şirketler örneğinde
olduğu gibi iflas etme hakkının tanındığı Belçika’da
iflas eden aile sayısı, 2010 yılının aynı dönemine göre 2010
yılının 11 ayında yüzde 24 arttı ve 86 bin 502’ye
ulaştı.
Ülkede faturalarını ödemekte
zorlandığı için iflas başvurusu öncesinde sosyal yardım
kuruluşlarından destek talebinde bulunanların sayısı da hızla arttı.
10.8 milyonluk ülkede kamuya bağlı sosyal yardım kuruluşlarına
başvuranların sayısı 365 bine çıktı.
Özetle krizle birlikte dünya
genelinde milyonlarca kişi işini kaybetti. Yoksulluk ve yolsuzluk
büyüdü.
Uzatmadan toparlarsak kapitalist
hükümetler, 2010 yılında, geniş halk kitlelerinden gelen
tüm itirazlara karşın bir dizi, insan aklına zarar karar aldılar. Bu
yüzden 2011’de sınıf mücadelelerinin, tüm dünya
ölçeğinde sertleşeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz.
“Bırakınız yapsınlar,
bırakınız geçsinler” sloganı şimdi bir de, “halkın
sırtına yıksınlar” saptamasını eklemek gerekiyor.
Bu saldırgan politikalar gündeme
gelirken, emekçi sınıflar, öğrenciler de “hayır”
diyerek sokaklara dökülmeye başladılar. İspanya ve
Portekiz’de, Yunanistan’da genel grevlerin yanı sıra tüm
Avrupa çapında ama özellikle İngiltere, İtalya,
Yunanistan’da ve Türkiye’de öğrenciler direnişlerde
büyük bir özveriyle ön safta yer aldılar, coplandılar,
gazlandılar, hastanelik oldular, ama toplumun geri kalanının sempatisini,
desteğini aldılar…
Nihayet kapitalizmin
sürdürülemezliğinin yapısal verisi olarak derinleşerek
yaygınlaşan III. Büyük Bunalım koşullarında
Onlar hepimize, herkese; Orhan Veli’nin, “Heeey/ Ne duruyorsun
be, at kendini denize:/ Geride bekliyenin varmış, aldırma;/
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ Yelken ol, kürek ol,
dümen ol, balık ol, su ol;/ Git gidebildiğin yere...” diye
haykıran dizelerini anımsattılar…
1 Ocak 2011 17:58:46, Ankara.
N O T L A R
size="2">[*] Sosyalist Demokrasi, No:102, 12 Ocak
2011…
size="2">[1] Milovan Cilas.
size="2">[2] Ahmet İnsel, “Yeni Bir Mali Kriz
Kapıda”, Radikal, 9 Kasım 2010, s.8.
size="2">[3] Uğur Gürses, “Bıçak Sırtı
Bir 2011: Gelişenlerden Umut Kesilmez!”, Radikal, 8 Ekim 2010,
s.4.
size="2">[4] E. Ahmet Tonak, Batan Piyasalar - XXI.
Yüzyılın İlk Buhranı, Kırmızı Yay., 2010.
size="2">[5] Stephen M. Walt, “ABD Kimseye Eskisi Kadar
Cazip Görünmüyor”, Foreign Policy, 22 Eylül
2010.
size="2">[6] Murat Yülek, “Amerika’nın İşi
Gerçekten Zor”, Zaman, 12 Aralık 2010, s.8.
size="2">[7] Harvey Blatt, “Amerikalılar: Zengin,
Şişman, Mutsuz ve Çevresel Açıdan Aptal”, Cumhuriyet
Bilim Teknoloji, Yıl:24, No:1218, 23 Temmuz 2010, s.10-11.
size="2">[8] Hüseyin Baş, “ABD ‘Ara
Seçimleri’ Ardından...”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2010,
s.10.
size="2">[9] Shankar Vedantam, “Amerika Saç
Saça Baş Başa”, Slate, 6 Ekim 2010.
size="2">[10] Ergin Yıldızoğlu, “Sağa Doğru Kayarken
Parçalanmak…”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2010,
s.13.
size="2">[11] Ergin Yıldızoğlu, “Seçimlerden
Sonra Savaş mı Var?”, Cumhuriyet, 1 Kasım 2010, s.13.
size="2">[12] Ergin Yıldızoğlu, “Seçimlerden
Sonra Savaş mı Var? -; II”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2010,
s.4.
size="2">[13] Güven Sak, “Vaziyet, Bildiğiniz Gibi
Değil, Daha Tehlikeli”, Radikal, 21 Aralık 2010, s.21.
size="2">[14] Metin Münir, “İrlanda: Zenginliğin
Başa Vurması”, Milliyet, 2 Aralık 2010, s.10.
size="2">[15] Immanuel Wallerstein, “Avrupa Bizzat
Brüksel’de Çökebilir”, Znet, 1 Mayıs
2010.
size="2">[16] Ergin Yıldızoğlu, “Hava
Döndü”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2010, s.13.
size="2">[17] Jill Treanor, “Avro Çökerse
Avrupa Uzun, Kara Bir Kışa Girer”, The Guardian, 8 Temmuz
2010.
size="2">[18] Nicholas Veron, “Avrupa’nın Durumu
Vahim”, Radikal, 29 Ekim 2010, s.36.
size="2">[19] “AB’nin Hezimeti Kader Değil”,
The Economist, 9 Temmuz 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder