Çokkültürcü AB'ye
N'oldu, N'oluyor?! / Sibel Özbudun - Temel Demirer
“Ne biçim
insanlar,
ne biçim
hayat!”[1]
Kimsenin unutması mümkün değil; yakın geçmişte
“demokrasi”ye örnek gösterilirdi Avrupa Birliği (AB);
“evrensel insanlık projesi”, “ulus-devletin sonu”,
“kardeşleşme”, “farklılığa saygı”,
“hoşgörü”, “yan yana yaşamanın ve
çokkültürcüğün zaferi” olarak
sunulurdu…
Bir çok eski solcu da “Devrim olmadı AB verelim,”
dercesine “Emeğin Avrupası’nı savunuyoruz” diye
emperyalist projeye “Havet” derdi…
Bunların unutulmuş olması ya da unutturulması mümkün
mü?
Ey AB aşıkları, neredesiniz? AB’de olanlara ne diyorsunuz? Neden
suskunsunuz? Söyleyecek bir sözünüz yoksa da,
“Yanlış yaptık/ dedik” diyemeyecek kadar basiretsiz misiniz
yoksa?!
Konuya ilişkin tutumu öncesi ve sonrasıyla “aynı” ve
dedikleri de ortada olan size="2">[2] insanlar olarak bunu sormaya hakkımız
var; bundan da vazgeçmek gibi bir lüksümüz yol,
olmayacak da!
I. AYRIM: AB DEDİKLERİ!
AB’nin emperyalist yüzünü kavranamaz kılarak,
“estetize” eden AB muhiplerinden Ahmet Altan, vazgeçmeyen
bir ısrarla, “Hâlâ AB’ye ihtiyacımız olduğuna
inanıyorum. Neden Avrupa’ya ihtiyacımız var?
Çok basit bir nedenden... Biz ekonomide, siyasette, yargıda,
Kürt meselesinde önemli adımlar atabiliyoruz ama bunları bir
‘sistem ve disiplin’ içinde yapmıyoruz. Öyle bir
sistemimiz ve disiplinimiz yok…
AB üyesi olduğumuzda, Kürt meselesi de, Alevi meselesi de, hukuk
sorunları da, askerin duruşu da, başörtüsü anlaşmazlığı
da, basın özgürlüğü de ‘insan hakları
çerçevesinde’ bir çözüme ulaşacak. Bu
çözümü, bir siyasetçi değil, kabul ettiğimiz
‘uluslararası’ ölçülerden oluşmuş bir sistem
belirleyecek.
Ben o ‘sistemin’ Türkiye’ye yerleşmesini
isteyenlerdenim,” diyor!
Dikkat edin; AB’ye atfedilen özelliklerin birçoğu
AB’de yok; AB’den olmayanı isteyen liberal mantık(sızlık)ın,
“demokrasi”yi iflah olmaz bir Oryantalizm ile AB’nin
(dış) dinamiğine havale etmesiyse; içeriden ve dinamiklerinden umut
kesen sömürgeleştirilmiş bir akıl(sızlık)tır!
Benzer bir şecereden malûl Ahmet İnsel ise, Ahmet Altan gibi değil;
kaygılarını şöyle dillendiriyor: “Avrupa’da
yükselen aşırı sağ hareketler sadece Türkiye’nin
üyeliğini değil, ulusötesi AB projesini de ciddi biçimde
tehdit ediyor… Avrupa aşırı sağlarının halkın korkularını
tetiklemeye dayalı ‘yurtsever’ temaları eski üye
ülkelerde işçi kesiminde, yeni üye ülkelerde ise
kentli gençler arasında yankı buluyor…”
“Ulusötesi AB projesi tehdit altında”ymış!
AB’nin “Ulusötesi”liği tabii bir hayli tartışma
götürür bir konu, zaten bu yazıda da bunu tartışmak
niyetindeyiz. Ama “AB projesinin tehdit altında” olduğu bir
gerçektir!
Pekiala, Ahmet İnsel, önceleri, işin bu noktaya varacağını
hiç mi öngöremedi, nafile bir liberal iyimserliğin
propagandasını yaparken? …
Yok öyle yağma!
I.1) “ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK”ÜN
SONU
AB’nin “çokkültürlülük
politika(sızlık)ları”; Bhagwan Shree Rajneesh’in,
“Anlamaya çalışacağına baskı kurar, ilişki kuracağına
manipüle eder,” diye betimlediği asimilasyon politikalarına
rücu etti…
Çokkültürlü toplum anlayışının tamamen
başarısız olduğunu açıklayan Almanya Başbakanı Angela Merkel,
Almanya’da göçmenlerle birlikte var olma politikasının
“tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını” altını
özenle çiziyor önünde.
Bu bir “son”un ilanıdır!
İyi de bu “son”la başlayan neydi (mi)?
“Merkel, Almanya da çokkültürlülüğün
başarısız olduğunu ilan etti. Peki şimdi Almanya da yaşayan yabancılar
ne yapacak? 82 milyon nüfuslu Almanya’da 16 milyon yabancı
kökenli var. Bunların 7 milyonu Almanya yurttaşı. Ülkedeki
Müslüman nüfus ise 4 milyon civarında,” face="Times New Roman" size="2">[3] diyenlere verilen AB
yanıtı nasıldı (mı)
Öncelikle ‘The Independent’ın yorumuna dikkat:
“Alman liderler çokkültürlülük ve Türk
azınlık konusunda daima dikkatli olmuştur. Ama Merkel şaşırtıcı
derecede açık konuştu. Almanya’da
çokkültürlü bir toplum inşa etme çabalarının
‘tam bir başarısızlık’ olduğunu söyledi.
Göçmenler entegrasyon için daha fazlasını yapmalı, işe
Almanca öğrenerek başlamalıydı… Merkel’in konuşması,
göç ve çokkültürlülük
tartışmasının, tabu olduğu Almanya’da bile açıldığının
en açık işaretiydi.” size="2">[4]
Almanya’nın tavrı bir işaret fişeği…
Örneğin ‘The Financial Times’ın, “Avrupa’da
çokkültürcücük iflas mı ediyor,” face="Times New Roman" size="2">[5] diye sorduğu
koordinatlarda ‘The Daily Telegraph’ yanıtlıyor:
“… ‘Çokkültürcülük’
ırksal ayrışma yarattı”! size="2">[6]
“Almanya’da ‘Multikulti’ Öldü Yaşasın
Entegrasyon!” gerçeğine dikkat çeken Roger Boyes
ekliyor: “Almanya’da kültürler karnavalı yaratması
beklenen çokkültürcülük öleli çok
oldu. Almanların da göçmen Türklerin de huzursuzluğu
artıyor.” size="2">[7]
Görülmesi gerek, çokkültürcülük,
netameli bir konuydu; müphemdi; zaten Milena Doytcheva,
çokkültürlülüğü incelediği kitabını, face="Times New Roman" size="2">[8] salt siyasal
iradecilik ve hukuki pozitivizm yoluyla,
çokkültürlülüğün kalbini oluşturan
eşitlikle farklılığın pek mümkün olmayan sentezini
başarmanın zor olacağını belirterek noktalıyordu…
Onca yaygaranın ardından ulaşılan nokta, eski(meyen) bir tekrardır:
“Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in
‘entegrasyon’ vurgusuna ağırlık vermesinin temel nedeni...
Küresel krizle birlikte muhafazakâr eğilimlerin
güçlenmesiyle, toplumsal yapıdaki farklılığın artık
‘çokkültürlülük’
çerçevesindeki bir hoşgörü ile değil de zorunluluk
içeren ‘entegrasyon’ ile tanımlanması… Merkel,
‘Der Spiegel’e ‘entegrasyon ülkesi’ olmayı da
şöyle tanımlıyor: ‘Bir entegrasyon ülkesinde, toplumsal
değerlere ve yasalara uygun olarak yaşamaya hazırlıklı tüm yabancı
uyruklu kişiler makbuldür, Alman yurttaşlığına girseler
dahi’...” size="2">[9]
Asimilasyonist politikalar, kapitalizm için eski(meyen) tekrardır;
çünkü tekelci kapitalizm demokrasi ve çeşitliliği
yadsıyan bir tekelci sermaye birikiminin oligarşik iktidarıdır.
AB bundan “bağışık” değildir; olmaz da…
Şahin Alpay, her zamanki “bilgiç”liğiyle bu
gerçeği inkâr ederek, “İkinci Dünya Savaşı
sonrasında özgürlük ve insan hakları fikirlerinin
gelişmesine paralel olarak, demokratik rejimlere sahip olan ülkelerde
asimilasyonist politikalar esasta devam etse de, kültürel
farklılıklar bireysel düzeyde kabul görür oldu;
kültür gruplarının, devletten herhangi bir destek
görmeksizin, kendi kaynak ve imkânlarıyla kültürlerini
koruyucu faaliyetlerine göz yumuldu. 1970’lerden itibaren,
globalleşmeye paralel olarak girilen üçüncü
dönemde ise, (göçle gelen ya da otokton olan) farklı
kültür gruplarının zenginlik olarak kabul edilmesi ve grup
haklarıyla korunmalarına yönelindi; bireylere temel haklar yanında,
grup hakları tanınmasını öngören uluslararası
sözleşmeler imzalandı…
Çokkültürcülüğün bu son dönemde
benimsenmeye başlayan politikaları ifade ettiği söylenebilir. Ne var
ki, grup hakları uygulaması açısından demokrasiler arasında
büyük farklar görülüyor. Anglo-Amerikan aleminin
(başlıca Britanya, ABD, Kanada, Avustralya, Hindistan, vs.) bu yolda hayli
ilerlediği, kıta Avrupası’nın ise çok geri kaldığı
söylenebilir,” der.
Dikkat edin; “Britanya, ABD, Kanada, Avustralya, Hindistan,
vs.” bu yolda ilerliyorken “kıta Avrupa’sı”
geriliyormuş!
I.1.1) ABD (Mİ? DEDİNİZ!)
“Hurafeler”i bir kenara bırakırsak; H.D.S Greenway’ın,
Şehir devletinin ayakta kalmak için ötekilere ihtiyaç
duyduğu antik Yunan’da, Atinalı bir memura İskitli deseniz
vatandaşlık hakkınızı kaybedebilirdiniz. Bugün bir
göçmen toplumu Amerika, Müslümanlara İskitli gibi
davranıyor,” size="2">[10] diye betimlediği ABD’de
“çokkültürcülük” mü?
‘The Washington Post’da yıllarca muhabirlik ve köşe
yazarlığı yapmış, şimdiler de ‘Fox News Channel’
için çalışan haber yorumcusu Juan Williams’ın,
‘The O’Reilly Factor’ programda sunucu Bill O’Reilly
ile 11 Eylül terör saldırılarını konuşurken, “Bir
uçağa bindiğimde, İslâmi kıyafet giymiş yolcuları
görünce kaygılanıyorum, geriliyorum,” demesinden; New
York’ta bir benzin istasyonunda çalışan iki Türk
kökenli Amerika’lının, aralarında 11 Eylül
saldırısından kurtulan emekli bir polisin de bulunduğu bir grubun
ırkçı saldırısına uğramasına dek…
Ya da “tehlikeli” göçmenleri bulup mümkün
olduğu yerde sınırdışı etmek için devreye konulan S-Comm
programının suiistimal edildiği Amerika’da, sınırdışı edilen
göçmenlerin yüzde 80’inin suça karışmamış
kişilerden oluştuğunun ortaya çıkmasından; Florida eyaleti
başsavcısının ülke tarihinde bugüne kadar görülen en
sert göçmen karşıtı düzenlemeleri uygulayacaklarını
açıklayıp, polisin “kaçak” olduğunu
düşündüğü göçmenleri gözaltına
almasına cevaz ve yargıçlara da daha fazla cezai yetki verilmesine
dek…
Veya ABD’nin yüzde 46’sının İslâm’ın
kendinden olmayanlara şiddeti diğer dinlerden daha fazla teşvik ettiğine
inanıp, yüzde 61’inin de cami projesine karşı olmasından;
Kiliseye ‘İslâm şeytandır’ tabelası asan bir papazın
11 Eylül’de Kur’an yakmaya kalkışmasına dek uzanan
örnekleri çoğaltabiliriz…
Konuyu en iyi ‘The Time’ın, ABD’de Müslüman
karşıtlığına ilişkin olarak “Müslümanlar zorluk
yaşıyor” yorumu özetliyor!
Unutulmasın: ABD’de 11 Eylül’ü anma törenleri
İslâm kavgasının gölgesinde geçti!
11 Eylül saldırılarıyla yıkılan İkiz Kulelerin enkazı
“Sıfır Noktası” yakınında cami yapılması şiddetli
tartışmalara neden oldu!
New York’ta bir taksi şoförü, Müslüman olduğu
için bıçaklandı; Manhattan semtinde taksiye binen 21
yaşındaki Michael Enright, 43 yaşındaki taksi şoförü Ahmet
Şerif’i yüzünden yaraladı!
Bir şey daha: ABD Başkanı Barack Obama’nın, 29 Temmuz 2010
günü Amerikan yerlilerine yönelik suçların
cezalandırılmasına ilişkin yasadaki iyileştirmeleri imzaladığı Beyaz
Saray’daki törende, Lisa Marie Iyotte isimli yerli kadın
dövüldüğünü ve tecavüze uğradığını
gözyaşları içinde anlattı. Obama, yerli kadını ona
sarılarak teselli etse de bu, Amerikan yerlisi her üç kadından
birinin tecavüze uğradığı gerçeğini değiştirmiyor!
Langston Hughes’in, “Karaların yeri neresi/ Bu
atlıkarıncada;/ Binmek istiyorum, söyleyin bana/ Güneyde bir
kasabada/ Beyazlarla karalar/ Oturamaz yan yana/ Güneyde trenlerde/
Zenci vagonu ayrı/ Otobüste yerimiz en arkada/ Ama atlıkarıncada/ Yok
ki arka sıra/ Hangi ata bineyim/ Benim derim kara/ /
Köleydim her zaman/ Saray basamaklarını temizledim eski
Roma’da/ Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi…/
Kurbandım her zaman/ Kongo’da kırbaçla dövdüler
beni/ Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta.//
Zenciyim ben/ Gece gibi/ Afrika’nın derinlikleri gibi kara,”
dizeleri belleklerimizdeyken; ABD’nin
“çokkültürcülüğü”nü
anlatmayın biz(ler)e!
Toni Morrison’un deyişiyle “Bu ülkede (ABD’de)
Amerikalı demek Beyaz demektir. Bütün ötekiler araya tire
koymak zorundadır”!
Ya İngiltere mi?
Bir gazete haberine: “Aşırı sağcılığın kol gezdiği
İngiltere’de yabancı düşmanı politikalar yüzünden
2007-2010 yılları kesitindeki 4 yılda 77 sığınmacı
öldü…”
Burada duruyoruz; çünkü Şahin Alpay’ın
“hurafesi”ne bu kadarı yeter de artar bile…
I.2) AB’DE N’OLUYOR?
“AB’de n’oluyor?” sorusunun yanıtı; “Aslına
rücu ediyor”dur.
Anımsayın; önce “Hayır” dedi İrlanda; ardından
“Evet” derdirtilip, rahat bir nefes alınacağı
düşünüldü. Ardından da, AB’yi sabote eden
görüşleriyle tanınan Polonya Cumhurbaşkanı Lech
Kaczynski’ye, 18 aylık diretmeden sonra 10 Ekim 2009’da Lizbon
Anlaşması’nı onaylaması kabul ettirilebildi.
Ancak Lizbon Anlaşması, İrlanda referandumunda kabul görüp
önemli bir badireyi atlattıktan, Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski
tarafından da imzalandıktan sonra, Çekya’da Cumhurbaşkanı
Vaclav Klaus anlaşmayı sabote etmeyi sürdürdü.
İş bununla da sınırlı değil; AB’ye üye 8 ülkenin
muhafazakâr ve milliyetçi partilerinden 55 üye bir araya
gelerek Avrupa Parlamentosu’nda (AP) AB ve federalizm karşıtı bir
grup oluşturdu. “Avrupa Reformcular ve Muhafazakârlar”
grubu olarak adlandırılan grubun, muhafazakârlar, sosyalistler ve
liberallerden sonra 736 sandalyeli parlamentoda en büyük 4. grup
olacağı, Yeşiller’in önünde yer alacağı ifade
edildi.
Grup kendini, neo-liberal ekonomi politikalarına taraf ve AB federalizmine
karşıt olarak tanımlıyor. Aileyi sosyal yaşamın temelinde sayan grup,
devlet egemenliğinin önemine de atıfta bulunuyor. Grup ayrıca
yasadışı göçle ilgili sert önlemler alacağını
belirtirken güvenlik konusunda ABD ile olan ilişkilerin devam
ettirilmesi gerektiğini vurguluyor.
Avrupa Halk Partisi’ni fazla “AB dostu” buldukları
için bu gruptan ayrılan İngiltere Muhafazakâr
Partisi’nden 26 parlamenterin öncülüğünde
oluşturulan yeni grupta 15 Polonyalı, 9 Çek ile Letonya, Hollanda,
Macaristan, Finlandiya ve Belçika’daki sağ partilerden birer
parlamenter bulunuyor.
‘The Financial Times’ın, “AP seçiminde solun
iktidar hırsının kalmadığı görülürken, gelecekte
kıtayı Avrupa sağının daha fazla regülasyona karşı
çıkmayan kesimi yönetecek… Avrupa’yı sağ
yönetecek,” size="2">[11] dediği tabloda ‘The Economist de
ekliyordu: “Avrupa Parlamentosu seçimleri AB adına hiç
de umut verici olmayan sonuçları yansıttı. Halkın
kayıtsızlığı, merkez solun içler acısı hâli ve aşırı
sağcı, AB karşıtı veya düpedüz çılgın partilere
verilen destek alarm sebebi. Bu partiler sadece AB’yi değil, sivil
özgürlükleri de tehdit ediyor…”[12]
Evet krizi derinden yaşayan Avrupa’da, Almanya, Avusturya, Fransa,
İsviçre, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, İtalya,
Portekiz, Macaristan, Slovakya ve Bulgaristan’da, son olarak da
İsveç’te çoğu yabancı ve Müslüman
düşmanı aşırı sağcı partiler, seçimlerde
güçlendiler.
İsveç seçimleri de gösterdi ki, Avrupalı
seçmende sağa, hatta yer yer faşist partilere yöneliş var.
Küresel kriz ve artan işsizlik, bozulan bütçe dengeleri
karşısında izlenen kemer sıkıcı politikalar, iktidar ya da iktidar
ortağı sosyal demokrat partilere karşı tepkilere yol açtı,
radikal sağdaki partilere de gün doğdu. Artan işsizlik ve azalan
sosyal harcamalar, yabancı düşmanlığını,
“İslâmofobi”yi de azdırdı.
Radikal sağın yükselişine hız veren esas etken, krizle gelen
kayıplar.
AVRO BÖLGESİNİN EKONOMİK GÖSTERGELERİ | ||||
2006 | 2007 | 2008 | 2009 | |
BÜYÜME (yüzde) | 3.0 | 2.8 | 0.4 | -4.1 |
ENFLASYON (yüzde) | 1.9 | 3.1 | 1.6 | 0.9 |
İŞSİZLİK (yüzde) | 7.8 | 7.3 | 8.2 | 9.8 |
DIŞ TİCARET DENGESİ (milyar Avro) | -17.7 | 13.3 | -48.8 | 15.3 |
-İHRACAT (milyar Avro) | 1.386 | 1.505 | 1.561 | 1.275 |
-İTHALAT (milyar Avro) | 1.403 | 1.491 | 1.610 | 1.259 |
CAR DENGE (milyar Avro) | -10.2 | 13.5 | -153.8 | -55.9 |
BÜTÇE AÇIĞI (milyar Avro) | -113 | -57 | -180 | -565 |
-HARCAMALAR (milyar Avro) | 3.953 | 4.114 | 4.317 | 4.552 |
-GELİRLER (milyar Avro) | 3.841 | 4.060 | 4.136 | 3.988 |
BÜTÇE AÇIĞI/GSYH (yüzde) | -1.4 | -0.6 | -2.0 | -6.4 |
Avro bölgesinde 2006 ve 2007 döneminde yüzde 3’ü
bulan büyüme 2008’de yüzde 0.4’e
düştükten sonra 2009’da yerini, yüzde 4’ün
üstünde küçülmeye bıraktı. Bu, AB için
derin bir daralma demek. 2010’un ilk çeyreğinde yüzde 0.8,
ikinci çeyreğinde yüzde 1.9 büyüme yaşansa da kriz
aşılmış sayılmıyor, ikinci bir dip endişesi yaygın. Durgunlukla
beraber 2009’da yüzde 1’in altına düşen enflasyon,
2010 Ağustos’unda ise yüzde 1.6’ya çıktı.
AB’yi tehdit eden esas sorun işsizlik ve sosyal hakların budanması.
Kriz öncesinde yüzde 7-8 bandında seyreden işsizlik oranı
2009’da yüzde 10’a yerleşti ve 2010’un ilk
yarısında da azalmadı.
Avrupalı seçmeni yakından ilgilendiren bir gösterge de,
bütçe açıkları. Zincirleme banka iflaslarını
önlemek ve mali sektörü rehabilite etmek için
kullanılan bütçe kaynakları, devasa açıklara yol
açtı. Avro alanı bütçe açığı, 2009’da
müthiş büyüdü, yüzde 213 artarak 565 milyar
Avro’ya çıktı ve milli gelire oranı da bir yılda yüzde
2’den yüzde 6.4’e fırladı.
Açığı eski düzeyine çekmek üzere alınan ve
birçok Avrupalının sosyal haklarını budayan, vergi
yükünü arttıran kemer sıkıcı maliye politikaları,
seçmende büyük tepkilere yol açmış
görünüyor.
Kriz, artan işsizlik yüzünden resmî veya kaçak
yollardan gelen yabancılara karşı düşmanlığı da
körüklemiş durumda. Irkçı hareketler, İslâmofobi,
giderek rağbet görüyor. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin
Roman göçmenleri sınır dışı etmesine verilen onay
ürkütücü...
En son, sosyal demokrasinin beşiği sayılan İsveç’te bile,
yabancı düşmanı, ırkçı bir partinin parlamentoya girmesi, 19
Eylül 2010 seçimlerinin en şaşırtıcı ve endişelendiren
sonucu oldu. İsveç’i 60 yıldır yöneten ve sosyal refah
ülkesi örneği hâline getiren Sosyal Demokratlar kan
kaybetti.
“Ilımlı Parti”nin başını çektiği merkez sağ grubun
ise hükümeti kuracak çoğunluktan 3 sandalye eksiği
var...
İsveç’teki seçimlerde yabancılara ve özellikle
Müslümanlara karşı yoğun bir kampanya yürüten faşizan
“İsveç Demokratları” partisi, kazandığı 20 sandalye
ile seçimlerden en kazançlı siyasi grup olarak çıktı
ve neredeyse anahtar parti oldu.
Radikal sağ, faşist partilerin seçimlerde başarılı olmaları ve
çoğunun ülke parlamentolarında olduğu kadar Avrupa
Parlamentosu’nda boy göstermeleri, faşizmin ayak sesleri olarak
kabul ediliyor. Radikal sağcı hareketin yükselişi, Avrupa’daki
birçok göçmen topluluğu için de iyi haber
değil.
I.3) AB “DEMOKRASİ”Sİ (Mİ?)!
Bu tablo “demokrasi” denen şeyin AB’de nasıl da koca bir
yalan olduğunu ortaya çıkarıyor.
İşte birkaç örnek (belki çok sonraları
“özür” dilerler)!
i) Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un hazırladığı
gizli bir belgeden bahseden ‘The Daily Telegraph’ın haberine
göre, AB, üye devletler adına uluslararası anlaşmalara imza
atacak bir “tüzel kişilik” yaratmaya
çalışıyor!
ii) ‘The Telegraph’ın 21 Ekim 2010 tarihli nüshasında yer
alan haberine göre, İngiltere’de ‘Big Brother’ planı
devrede… Hükümet her türlü iletişimin
kaydedilmesi planı için düğmeye bastı; her e-mail, her telefon
konuşması ve ziyaret edilen her web sitesi kayıt altına alınacak!
iii) Peter Preston’un, “Avrupa ülkeleri
özgürlük konusunda gerilerken, AB durup izliyor! İtalya
baskıcı yasalar kabul ederken, Macaristan da, tüm
telekomünikasyon kurumlarını hükümetin atayacağı birinin
yöneteceği bir kuruma bağlamaya hazırlanıyor,” face="Times New Roman" size="2">[13] dediği tabloda,
evet, AB susuyor! Sessiz bir onayla…
iv) Bu arada ekonomik krizin iflasın eşiğine getirdiği Belçika,
askerî bütçede tasarrufa gitme kararı alınca ülke
tarihinde ilk kez ordu ve hükümet karşı karşıya kaldı.
AB’nin kalbinde Genelkurmay Başkanı Delcourt,
“Hükümet yeni askerî misyon kararı alırsa veto
ederim,” tehdidi savurdu!
v) Federal Almanya’da insansız “mini” uçaklar
kullanılarak gerçekleştirilen yeni bir izleme yöntemi,
“Big Brother”ın görev başında olduğunu ortaya
çıkardı. Gorleben’e nükleer atık taşınmasını
protesto eden insanların demokratik tepkilerini ifade ederken, teknolojinin
yeni olanaklarından yararlanılarak görüntülenmesinin, Batı
demokrasisi ve temel haklar için tehlikeli sonuçlar
doğurabileceği ileri sürüldü…
vi) “Aşırı akımlarla mücadele” konusunda
çalışmalar yapan düşünce kuruluşu Quilliam Foundation,
İngiltere İçişleri Bakanlığı için “gizli”
rapor hazırladı.
İngiliz hükümetinin “terörle” mücadele
stratejisine yönelik tavsiyelerin yer aldığı Raporda devletin
“antiterör” stratejisinin şiddet yanlısı olmayan
İslâmcılıkla da baş etmesi gereği savunuluyor. Raporu ‘The
Guardian’ ele geçirdi ve yayınladı.
“Siyasi İslâm sorunu, terörizmin ötesinde, daha genel
olarak İslâmcı ideolojiyi içeren bir sorundur” iddiası
ortaya atıldı. Raporda İslâmcılığın, aşırılık ve
“terörist” şiddet eylemlerinin ikisini birden meşru
göstermeyi sağlayan bir ideoloji olduğu iddia edildi…
Sahi, nerede bu AB “normları”?
I.4) “HAK(SIZLA)R”IN,
“ÖZGÜR(SÜZ)LÜK”LERİN AB’Sİ
(Mİ?)!
“Almanya, polis şiddetinin şokunda”[14] ya da “İtalya, İran mı
oluyor?”[15]
türünden haberler gazetelere manşet olurken;
“hak(sızla)r”ın,
“özgür(süz)lük”lerin AB’sinin ne
olduğu daha net karelerle dikiliyor karşımıza!
İşte bu konuda da birkaç anımsatma…
i) Uluslararası Af Örgütü, AB üyelerini, yasaklanan
işkence aletleri ticaretini yasal boşluklardan faydalanarak devam
ettirmekle suçladı. Örgütün raporunda, 2006 yılında
çıkardığı yönetmelikle işkence ve kötü muamelede
kullanılan güvenlik ve polis ekipmanının ve işkencede kullanılan
aletlerin ticaretini yasaklayan AB’nin hâlen metal parmak
kelepçeleri, elektroşoklar, ayak zincirleri ve duvara sabitleme
aletleri gibi ekipmanı işkencenin yaygın olduğu ülkelere
ihraç ettiği belirtildi.
İşkence aletleri ticaretine birçok AB üyesi dahil olurken
parmak ya da cinsel organdan 50 bin volt elektrik şoku veren cihazlar
İtalya ve İspanya tarafından ihraç edildi. Çek Cumhuriyeti
elektroşok, kimyasal sprey ve kelepçeler satarken Almanya
güvenlik güçlerinin daha önce bu tür aletlerle
işkence ve kötü muamele yaptığı tespit edilen 9 ülkeye
ayak prangası ve kimyasal spreyler sattı!
ii) Napoli’ye bağlı Castellammare di Stabia Belediyesi’nin
Özgürlükler Partisi’nden seçilen başkanı Luigi
Bobbio’nun belediye sınırları içinde mini etek, dekolte
giysiler ve düşük belli kotlarla gezilmesini; kasaba merkezindeki
lokallerde gece 22.00’den sonra alkollü içecek
satışının da yasaklanacağı duyuruldu!
iii) 50 kentte yapılan eylemlerde binlerce öğretmen işsiz kalırken
din dersi öğretmenlerinin 2 katına çıkarılması
eleştirildi… İtalya’da Eğitim Bakanı Maria Stella
Gelmini’nin mimarı olduğu yeni eğitim paketi ve bakanlığın
eğitim bütçesinde yaptığı kesintiler 8 Ekim 2010 tarihinde 50
kentte binlerce lise ve üniversite öğrencisinin yanı sıra,
geçici sözleşmeyle çalıştırılan öğretmenler,
öğrenci velileri ve üniversite araştırmacılarınca protesto
edildi!
iv) Avrupa İnsan Haklar Mahkemesi (AİHM), 2001 yılında
İtalya’nın Cenova kentinde düzenlenen G8 zirvesinde,
küreselleşme karşıtı gençler ile güvenlik
güçleri arasında çıkan çatışmalarda başından
vurularak öldürülen Carlo Giuliani’ye ateş eden
jandarma Mario Planica’nın savunma hakkını kullandığına,
İtalya’nın ise olayı gerektiği gibi soruşturamadığı
gerekçesiyle Giuliani’nin ailesine tazminat ödemesine karar
verdi.
AİHM, Jandarma Mario Planica’nın, bir grup göstericinin
aracına doğru yönelmesi üzerine savunma amacıyla kalabalığa
ateş açtığını ve olayda bir kasıt olmadığı sonucuna vardı.
Öte yandan, olayın soruşturulmasında İtalya’nın ihmali
olduğu gerekçesiyle Giuliani ailesinin talebiyle açılan
davaya bakan 7 hâkimden 4’ü, İtalya’nın mahkûm
edilmesinden yana oy kullanırken 3 hâkim karşı oy kullandı. Aleyhte
oy veren hâkimlerden Vladimiro Zagrebelsky’nin İtalyan
kökenli olduğu ifade edildi!
v) Meryem Salim, “Bazı Avrupa ülkelerindeki peçe
yasağı, kıtanın sahip olmakla övündüğü dini
hoşgörüyü boş bir söylemden ibaret kıldı”; face="Times New Roman" size="2">[16] Abdulvehhab El
Efendi, “Avrupa’da yayılan ‘peçefobi’,
kıtanın kökleşmiş yabancı düşmanlığının son
tezahürü. Peçe yasağını, anti-Semitizm veya Güney
Afrika’daki ırkçı yönetimden ayrı düşünmek
zor. Bu hastalık Avrupa’yı içeriden yıkabilir,” face="Times New Roman" size="2">[17] derken; ‘The
Daily Star’ da ekliyor: “Bugün peçeyi yasaklayan
Avrupa ülkeleri, eski sömürgelerinde yolsuzluğa yardım
etmeseydi ‘Avrupa’da İslâm’ fenomeni bu noktaya
gelmezdi.” size="2">[18]
vi) Ayrıca “Başkalarına hoşgörü dersi vermeye kalkışan
Batı’da ifade özgürlüğü gerilerken
Müslüman düşmanlığı yayılıyor. ABD’de
İsrail’i eleştiren gazeteciler işten kovuluyor. Avrupa’ysa
Müslüman göçmenlere savaş açıyor.” face="Times New Roman" size="2">[19]
vii) İmzacılar arasında Yasmin Alibhai-Brown, Michel Agier, Etienne
Balibar, Peter Claussen, Costas Douzinas, Paolo Flores d’Arcais, Jerzy
Hausner, Ivan Krastev, Evelin Lindner, Lord Bhikhu Parekh, Juan de Dios
Ramirez-Heredia, Josep Ramoneda, Ziauddin Sardar, Saskia Sassen, Richard
Sennett, Tzvetan Todorov, Françoise Verges, Tana de Zulueta, Ash Emin
(Durham), Albena Azmanova (Brüksel), Les Back (Londra), Laura Balbo
(Milan), Iain Chambers (Napoli), Nefise Özkal Lorentzen (Oslo), Bashkim
Shehu (Barcelona), Pep Subirus (Barcelona), Teun A van Dijk (Barcelona), Ruth
Wodak (Lancaster)’ın yer aldığı ‘Endişeli Avrupa
Vatandaşları Forumu’nun (Forum of Concerned European Citizens) kaleme
aldığı manifesto/ açık mektupta, “Bugünün
Avrupa’sında ‘içerideki iyilerle kötüler
oyunu’nu oynamanın ve saflığı savunmanın mantığı yok. Korku
siyaseti yerini umut siyasetine bırakmalı. Aksi takdirde Avrupa yine
nefretin damgasını vurduğu karanlık bir döneme
sürüklenebilir. Geri dönüşsüz noktaya çok
yakınız,” size="2">[20] denirken; Vatikan’ın üst
düzey yetkililerinden İtalyan rahip Piero Gheddo, Avrupalı
Hıristiyanları “Çocuk yapın, yoksa İslâm Avrupa
kıtasını ele geçirecek!” diye uyarmakla imzacıların
kaygılarını haklı çıkartıyordu!
viii) Ünlü İspanyol yargıç Baltasar Garzon telefon
dinleme soruşturmasına takıldı!
Tam da bu tabloda “Yeni bir çağ başlatacağına inanılan
uluslararası hukuk yanılsamadan ibaret kaldı. Uluslararası mahkemeler
Batı için, Batı tarafından kuruldu,” diyen Tara Mccormack
ekliyor:
“Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar
1990’larda, yeni bir hesap verme çağının ortaya
çıktığını ve dokunulmazlığa son vereceğini, bu çağın
nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, herkes için barış ve adalet
getireceğini savunuyordu.
Oysa böyle olmadı, zayıfları iyice
güçsüzleştirdi.
Sözümona uluslararası adalet, yeni bir barış ve hesap verme
çağını getirmek yerine, ihtilafları uzatıyor ve zayıf
devletlerin halklarını güçsüzleştiriyor.
Batı’dan hesap sorabilen yok
Peki uluslararası adalet savunucuları yeni bir hesap verme
çağından ve dokunulmazlığın sonundan dem vurduğunda, tam olarak
neyi kastediyorlar?
Adaletsizlikler hakkında ne hissederseniz hissedin, uluslararası hukukun
barış veya adalet getirebileceği yanılsamasına kapılmayın.” face="Times New Roman" size="2">[21]
I.5) “NE”YİN AB’Sİ?
Böylesine keyfi ve de emperyalist bir güç AB!
“AB bir fikirdir,” diyen Mevlüt Uyanık “ancak”
kaydıyla ekler: “Avrupalılık da bir fikri vatandaşlık. Dini
yapılar ve kimlikler açısından çoğulcu, pazar ekonomisi ve
demokrasi yanlısı bir küreselleşmeyi yerli/dini/milli katkılarla
okuyabilirsek, bu fikri birlikteliğini sağlayabiliriz…”
Özetle “AB” birçok “Ama”,
“Fakat”, “Ancak”lara bağlanmışlığıyla, tekelci
sermaye dışında hemen her şeyin “müphem” olduğu bir
yapıdır.
Örneğin “Büyük güçler AB’yi
dinlemiyor,” diyen Avrupa Parlamentosu Liberal Grup Başkanı ve eski
Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt, AB’nin etkinlik
yitirdiğini, önemli müzakerelerin yapıldığı masalardan
dışlandığını, bu gidişle ekonomik ve siyasi
çöküşün hızlanacağını belirterek, AB projesinden
vazgeçmenin belki de “Gerçekçi bir seçenek
olacağını” ifade ederken; ‘Lizbon Anlaşması Karşıtı
Girişim’in direktörü İrlanda İşçi Partisi
üyesi Padraig Mannion, “Genişleme şirketlerin
çıkarlarına göre düzenleniyor,” uyarısıyla,
birliğin güçlü ülkelerinin, sömürgeci
geçmişleri ve büyük ekonomileriyle geniş bir AB
içinde kendi güçlerinin azalmasını istemediklerini
söyleyip, ekliyor: “Bu nedenle eşit haklara sahip ortaklardan
oluşan bir birlik onların istediği bir şey değil. Bu
güçlü ülkeler, açık ve demokratik ilkelere
dayanan ‘halkın Avrupa’sı’ fikrine de karşı. Bu nedenle
AB’nin kuralları ve yapısı, bir grup güçlü
ülkenin birliğin karar sürecine hâkim olmasını sağlayacak
şekilde düzenleniyor.”
I.6) SORU(N)LARI YERLİ YERİNDE!
“Ulusötesi” olduğu “iddia” edilse de; AB, bal
gibi “ulusal” konfigürasyonların, soru(n)ların
ürünüdür ve öyle de kalacağa benzemektedir;
çünkü Yıldız Silier’in ifadesiyle,
“Kapitalizmin içsel mantığının uygulanabilmesi için
ulus devletlere ihtiyaç vardır.” size="2">[22]
Hemen hatırlatalım: Fransa-Bask, Fransa-Korsika, İspanya-Bask,
İspanya-Katalonya, İtalya’da Kuzey-Güney sorunu,
İngiltere-İrlanda, İngiltere-İskoçya, İngiltere-Galler,
İsveç-Samiler(Laplar), Yunan-Makedon, Yunan-Arnavut, Sırp-Arnavut,
Belçika’da Valonlar-Flamanlar gibi uzatılması mümkün
soru(n)lar bugün AB bünyesine dahil değil midir?
Bunlar ulusal soru(n)lar değil ise nedir?!
Stewart Motha’nın, “Avrupa’daki neo-milliyetçiler
AB içinde ayrı temsil hakkı isterken, bazıları şunu sorabilir:
AB’nin tabanındaki unsurları sözgelimi Britanya yerine
İskoçya, İngiltere ve Galler diye saymaktan ne çıkar? Fakat
ulus devlet nötr bir ayrımdan ibaret değildir ve bu yaklaşım
AB’ye son verebilir,” size="2">[23] uyarısını anımsatarak hızla
sıralayalım!
i) Fransızca konuşan Valonlarla, Flamanca konuşan Flamanlar arasındaki
ayrılıkçılık kavgasının eksik olmadığı, Avrupa’nın
yüreğindeki, federal yapılı Belçika’da bir de bayrak
krizi çıktı. Yabancı ülkelerdeki elçilik ve
temsilciliklerde Valonya ve Brüksel bayraklarının asılıp Flaman
bayrağının dışlandığı haberleri üzerine Flaman cephesi
patladı.
Flaman Senatör Louis Ide, “Bazı ülkelere giden
Belçikalılar, büyükelçiliklere asılı Valon
horozunu görüyor ama Flaman aslanını göremiyor”
diyerek Dışişleri Bakanı Yves Leterme’e “Bayrak
kışkırtmasına son verilmesi için gereken önlemi alın”
diye seslendi. Dışişleri Bakanlığının ‘Fransızca konuşanların
hâkimiyetinde kalmasından’ da yakınan Ide, 11 Temmuz’da
Letonya’nın başkenti Riga’daki büyükelçilik
binasında Flaman bayramı kutlanırken Valon bayrağının
dalgalandırıldığı örneğini verdi. Dışişleri kaynakları ise, bu
tür olayların kasıtlı olmadığı ve bayrakların
karıştırıldığı iddiasında…
Avrupalı egemen devletlerin 1830’da tampon bölge olsun diye
kurduğu suni bir devlet olan bugünün AB merkezi
Belçika’da fakir Valonlarla zengin Flamanlar arasındaki gerilim
yüzünden 2007’deki seçimin ardından uzun süre
hükümet kurulamamıştı. “Kahrolsun Belçika”
sloganına sarılan Flamanlar arasında ayrılıkçılık giderek
artarken, Hollanda’ya bağlanma fikri de taraftar topluyor.
Bu durumda nüfusun çoğunluğunu oluşturan Flamanlarla
Frankofon Valonlar arasında bölünmenin eşiğindeki Belçika
13 Haziran 2010’da yine erken seçime gitti. Flaman
bölgesinde ayrılıkçı Yeni Flaman İttifakı (NVA) oylarını
ikiye katlayıp 150 sandalyeli parlamentoya 31 vekil soktu. Böylece ilk
kez ayrılıkçı bir parti seçimlerde birinci oldu.
Belçika seçimlerinde zaferin, ülkenin
bölünmesini hedefleyen Yeni Flaman İttifakı’nın (N-VA)
olması tarihi bir olay olarak nitelendirilirken; seçimlerden ikinci
çıkan parti ise Fransızca konuşulan bölgedeki Sosyalist Parti
(PS) oldu.
Milliyetçi Bart de Wever’in yönetimindeki N-VA, Flaman
seçim bölgesindeki oyların yüzde 32’sini alarak
mecliste birinci parti olmanın yanı sıra, 40 üyeli senatoya da 9
üye sokmayı başardı. Bart De Wever, “Bu, ülkenin sonu
değil. Ülke evrim geçirerek iki tam demokrasiye
bölündü” diye konuştu. PS’nin lideri Elio di Rupo
ise Fransızca konuşan Valonları büyük ölçüde
birleştirmeyi başararak, partisine 26 sandalye kazandırdı. PS, senatoda 7
üye tarafından temsil edilecek.
İki partinin tamamen zıt söylemlere sahip olması, yeni koalisyon
hükümetinin karşılaşacağı büyük sorunlara işaret
ediyor. Her iki parti liderinin de “kırmızı çizgileri”
olduğuna işaret edilirken, diğer koalisyon ortaklarının etkileri ile
söylemlerin yumuşayacağı tahmin ediliyor.
‘Le Soir’, seçim sonuçlarını “Bir devlete
iki adam” başlığıyla duyurdu. ‘Le Libre’ ise
“Flaman bölgesinde sağ, Valon bölgesinde sol”
sözlerini başlığına taşıdı.
Söz konusu dizaynda bölünme tartışmalarının bitmediği
Belçika’da gerilim vatandaşların milletvekillerine
saldırmasına kadar vardı. bir Flaman liderin pazar günü
Valonlardan dayak yediği ortaya çıktı. Eşiyle ülkenin Valon
bölgesini ziyareti sırasında yediği dayağı parlamentoda anlatan Jan
Peumans, “Hayatımda siyasi fikirlerim için dayak yiyeceğimi
asla düşünmezdim” dedi.
Flamanca’nın konuşulduğu Valonya’nın Vise kasabasında
yaşanan olayda 30 yaşlarındaki saldırgan Peumans’ı itip kakarak
yere düşürürken, “Valonya’da işin yok”
diye çıkışmış. Valonya hükümeti lideri Rudy Demotte,
salıdırıyı sert bir dille kınayan açıklamasında “Siyasi
anlaşmazlıklar asla şiddete dökülmemeli” ikazı yaptı
yapmasına ama…
Belçika’da Valonlarla Flamanlar arasında
bölünmüşlük okul sıralarına yansıdı. Lokeren
kentinde bir okulda Flaman öğrenciler diğer öğrencilerden ayrı
sınıfa yerleştirildi.
Federal Belçika’da nüfusun çoğunluğunu oluşturan
Flamanlarla azınlıktaki Frankofon Valonların uzlaşarak hükümet
kuramaması kronik bir krize dönüşmüşken, geleceğin
başbakanı olarak görülen bir kadın siyasetçi
“Parçalanmaya hazır olun” ikazı yaptı. Haziran 2007
seçiminden beri hükümet kurulamayan, kurulanlar kısa
sürede bozulan ve geçici hükümetlerle idare edilen
Belçika’da Haziran 2010 seçimi de aynı akıbete yol
açarken, Valon Sosyalist miletvekili Laurette Onkelinx şunları
söyledi:
“Umalım ki, iş o noktaya gelmesin, çünkü
bölünürsek, en ağır bedeli en zayıflar ödeyecek.
Diğer yandan Flaman nüfusunun çok büyük
bölümünün arzusunun bölünme olduğunu da artık
görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla, evet, Belçika’nın
parçalanmasına hazır olmalıyız. Aksi takdirde kendimizi aldatmış
oluruz.” Hâlen federal hükümette sosyal işler ve kamu
sağlığı bakanlığını yürüten kadın vekil, “Bana gelen
mektuplarda pek çok kişi bunun olanaklı olduğunu
düşünüyor. Siyasilerimiz hazırlıklı olmalı” diye
ekledi.
Bu noktada TÜSİAD temsilcisi Bahadır Kaleağası’nın,
“AB içinde Belçika’nın bölünmesi
çok vahim bir siyasal istikrarsızlık senaryosu değil. Valonya ve
Flamanya, 3.5 ve 6.1 milyonluk nüfuslarıyla bağımsız olmaları
hâlinde bile Baltık ülkeleri gibi birçok AB
ülkesinden defalarca büyükler,” demesine bakmayın;
Belçika’nın bölünmesi Avrupa’da (yerli
yerinde duran!) yeni ulusal soru(n)ları depreşmesini devreye
sokar…
ii) Mesela bunlardan birisi de İsveçli Samilerin (Laplar)
durumudur.
Bilindiği üzere “Samiler” Asya kökenli bir halk,
Ural-Altay dilini konuşurlar. İskandinavya’ya, Rusya’nın Kola
yarımadasına Asya’dan gelmişlerdir. Onlara yerleşik de denilemez,
göçebedirler, başta geyik ve diğer hayvanları avlayarak
geçinirler. XVII. yüzyıldan başlayarak Norveç ve
İsveç, “Samiler”i Hıristiyan yaparak asimile etmeye
çalıştılar, kültürel ve sosyal asimilasyonla bu topluluk
yok edilmeye başlandı, kendi dilleri unutturuluyor, okullarda İsveç
ve Norveç dili öğretiliyordu.
1900’lü yılların başlarında Sami bölgelerinin
İsveçliler tarafından sömürgeleştirilmesiyle birlikte,
buralarda yaşayan Samilerin yüzyıllardır yaşam tarzları ve
geçim kaynakları olan yaylalar, geyik sürülerini otlatma
alanları, ormanlık alanlar ve ekilebilir alanların büyük bir
kısmı, İsveç Krallığı tarafından, Samilerin ellerinden alındı
ve hareket olanakları kısıtlandı.
Kısıtlanmadan önceki Sami yerleşim ve yaşam alanlarına
İsveçli ailelerin yerleştirilmeye başlanmasıyla birlikte, aynen
Norveç’te olduğu gibi ekilebilir alanları Krallık yeni gelen
İsveçlilerin kullanımına verdi. En verimli ve en iyi alanları
ellerinden alınan Samiler, Krallığın gösterdiği kısıtlı,
verimsiz ya da az verimli alanlara yerleşmeye zorlandı. Bu durum Samilere
karşı planlı bir etnik temizliğin adımlarını ve devletin asimilasyon
politikasına uygun olan bir tehciri oluşturmaktaydı.
1960’lı yıllarda başlayan asimilasyon, 1996’da bir mahkeme
kararıyla tescil edildi.
Sveg bölgesindeki İsveç mahkemesinde, devlet tarafından
bölgede yaşayan dört Sami topluluğu hakkında, Samilerin en
önemli yaşam kaynağı olan hayvancılık, geyik yetiştirme ve
kışlık yerleşim bölgeleri olan ormanlık bölgelerde, geyik
sürülerini toplama ve otlatma konusunda sorun oluşturdukları
gerekçesiyle dava açıldı. Mahkeme Şubat 1996’da,
Samilerin ormanlık alanı kışlık olarak kullanamayacağı konusunda karar
aldı.
“Samiler”in lideri Olav Jahanson bu kararı şöyle
yorumlayacaktı:
“Biz, bu bölgenin yerlileri için, bu karar beklenilmeyen
bir karar değildi. İsveç adaleti hiçbir şekilde yerlilerin
insan hakkını korumamaktadır. Bizim varlığımıza karşı alınan bu
karar, İsveç’in diğer sömürgeci iktidarlardan
hiçbir farkı olmadığını göstermektedir. Bize, bu durumda
ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmaktadır. Sanki yüzyıllardır
buralarda var olan yaşam tarzımız ve kültürümüz
bilinmiyormuş gibi bize karşı tavır alınmaktadır.”
iii) Nihayet Slovakya’da, sadece Slovakça’nın
kullanımını öngören yeni dil kanunu ve mağduru Macar
azınlık…
Doğu Avrupa’nın Çekoslavya’dan kopmuş ülkesi
Slovakya, sadece Slovakça’nın kullanımını öngören
yeni dil kanunu çıkarınca ülkede yaşayan Macar azınlık ile
komşusu Macaristan’ı isyan ettirdi. Slovakya parlamentosundaki 136
vekilin 76’sının desteğiyle kanunlaşan yeni tasarı,
azınlıkların dil haklarının ellerinden alınması, yerleşim
birimlerinin isimlerinin sadece Slovakça olması, başka bir dil
kullananlara 5 bin avroya kadar para cezası öngörüyor.
5 milyonluk ülke nüfusunun onda birini oluşturan Macar
kökenlilerin temsilcisi Macaristan Koalisyon Partisi kanuna sert tepki
gösterdi. Macaristan Başbakanı Gordon Bajnai de özellikle
yerleşim birimlerinin isimlerinin de Slovakça olmasının
“büyük haksızlık” olduğunu söylerken, yeni
kanunun iki ülke ilişkilerine “ağır hasar vereceği”
vereceği uyarısı yaptı. Macaristan’daki ana muhalefet partisi
Fidesz vekili Kinga Gal da Slovakya’ya tepki korosuna eşlik ederken,
“Yeni dil kanunu Avrupa Konseyi’nin azınlık haklarının
korunmasına yönelik kararını ihlâl ediyor” tepkisi
verdi.
Bu durumda AB üyesi Slovakya’da, Slovak Milliyetçi
Partisi’nin 2006’da koalisyon ortağa olması sonrası
çıkarılan yeni dil yasası “Slovakça
kullanılacak” diyerek, 5.4 milyonluk nüfusun yüzde
10’unu oluşturan Macar azınlığın diline kısıtlama getirirken,
Macarlar bu dayatmaya karşı çıktılar.
Çünkü yasa çerçevesinde Slovak halkı, kamuya
açık yerlerde Slovakçanın dışında başka bir dil
konuşamayacak. Onaylanmış programlar dışında televizyon ve radyolarda
bu dilleri kullananlara ceza verilebilecek. Ayrıca bir yerleşim biriminde
azınlığın oranı yüzde 20’nin altındaysa, resmî
dairelerde azınlık dili kullanılamayacak…
II. AYRIM: IRKÇILIĞIN AVRUPA’SI
Tüm bu ve benzeri veriler AB (yalanının) gerçeğini yeterince
net biçimde ortaya koyarken; bir yerde de Susan Sontag’ın,
“Beyaz ırk, insanlık tarihinin kanseridir; bağımsız uygarlıkları
ortaya çıktıkları yerde yok eden, gezegenimizin ekolojik dengesini
bozan ve bugün hayatın ta kendisini tehdit eden, yalnızca beyaz
ırktır, onun ideolojileri ve buluşlarıdır”; Pearl S.
Buck’un, “Irkçı önyargı, yalnızca Beyaz
olmayanların değil, hepimizin tepesinde karanlık bir gölgedir. Ama bu
gölgenin en karanlığı, bu önyargıyı en az hissedip de
kötü etkilerinin sürüp gitmesine ses
çıkarmayanların üstündedir,” saptamalarını da
doğruluyor …
II.1) GENEL VERİLER YA DA VAZİYET-İ UMUMİYE
Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü’nden Prof. Dr. Betül
Çotuksöken’in işaret ettiği gibi,
“Ayırımcılık günümüzde daha çok öne
çıkan ‘sözde özgürlükçü,
liberal’ tutumlarla ve tam karşı kutbu olan totaliter tutumlarla
neredeyse keyfilik içinde daha da pekişmektedir. Varolduğu sanılan
değişmez öze göre kişiler ve gruplar değerlendirilmekte,
aslında kişilere ve gruplara değer yüklenmekte; kişiler ve gruplar
‘ötekileştirilmekte’dir.”
Kimse inkâra kalkışmasın; AB’de olup-bit(mey)en tam da budur;
bu durumda da Özgür Katip Kaya gibi, “Siyasiler,
ayrımcılık, nefret suçları ve nefret söylemi konusunda
ülkenin taraf olduğu sözleşmelerden doğan
yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmeli. Nefret
suçlarının önlenmesi için, idari ve adli tedbirler
alınmalı. Kamu ve sivil toplum, mağdurlara destek, danışma ve yardım
hizmeti vermeli,” demenin ya da bu tür beklentileri ifade etmenin
hiçbir karşılığı yoktur!
Slavoj Zizek’in işaret ettiği üzere görülmesi,
kavranması gerek: “Komünizm sonrası siyaset,
çoğunluğun yapay bir korkuyla manipülasyonuna dayanıyor.
Göçmen karşıtlığının merkeze oturmasının nedeni bu...
İlerici liberaller de ötekileri ‘kabul ediyor’ ama araya
mesafe koyuyor. ‘Kafeinsiz öteki’ vizyonu, doğrudan
barbarlıktan insanî barbarlığa açık bir
geçiştir…” size="2">[24]
Yani “Zor durumda kalmış hükümetler, kendi
başarısızlıklarının suçunu yabancılara yüklüyor.
İşsizliğin artmasıyla kendilerini kendi toplumlarında mahrum kalmış
hisseden gençler, aradıkları suçluyu zaten açık hedef
olan yabancılar olarak görüyorlar.”[25] Olup-bit(mey)en budur!
İçinden geçtiğimiz süreçte Avrupa’da
birbirine paralel iki önemli gelişme yaşanıyor. Bir taraftan aşırı
sağcı, ırkçı ve yabancı düşmanı parti ve akımlar daha
fazla ülkede parlamentoya girerken, diğer taraftan ekonomik krizin
yarattığı tahribata, yoksulluğa, işsizliğe karşı işçi
sınıfı saflarında yeniden bir hareketlenme...
Birbiriyle zıt gibi görünen farklı dünyaların iki hareketi
arasında doğrudan bir bağlantının, ilişkinin oluğu açıktır.
Ekonomik ve sosyal sorunlar büyüdükçe, bu sorunlara
karşı yükselen işçi sınıfı hareketini bastırmak
için burjuvazinin bilinçli olarak ırkçı-faşist
hareketleri desteklediği, hükümete getirdiği, bu yolla kendi
iktidarını korumaya devam ettiği biliniyor.
Geçmişten tanıdığımız bu insanlık düşmanı siyaset, bir
kez daha sinsice yürürlüğe konulmuş bulunuyor.
Çünkü son bir kaç yıldır Avrupa’nın en
hoşgörülü ülkelerinde bile İslâm’ı,
Müslümanları, göçmenleri ve yoksulları hedef
göstererek güç toplayan “yeni tip”
ırkçı örgütlerin adeta domino etkisiyle bir çok
ülkede meclise girmesi, hükümet ortağı olması tesadüfi
bir durum değildir. Eldeki verilere göre şu an Avrupa’nın 16
ülkesinde ırkçı partiler parlamentolarda temsil
ediliyor.
En son “sosyal demokrasinin” kalesi olarak bilinen
İsveç’te İsveç Demokratları adlı ırkçı
Hollanda’da aynı çizginin temsilcisi Özgürlük
Partisi, muhafazakâr-liberal koalisyonun ortağı yapıldı.
Irkçı örgütlerin parlamentoya girmesi, hükümet
ortağı olması Avrupa kamuoyunda artık sıradan bir durum olarak
görülüyor, bu yüzden de rutin bir haber olarak
geçiliyor. Hâlbuki; 2000 yılında Jörg Haider’in
liderliğini yaptığı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ),
Hıristiyan Demokrat Halk Partisi (ÖVP) ile koalisyon hükümeti
kurduğunda lafta da olsa adeta yer yerinden oynamıştı. Avrupa Birliği
yöneticileri ve ülke liderleri durumu protesto etmiş, ilişkilerin
dondurulabileceği tehdidi savurmuş, ancak bir süre sonra Haider ve
arkadaşlarına “normal” bakılmaya başlanmıştı.
Haider’in çizgisi, Avrupa’nın diğer ülkelerinde
aynı yolda yürümek isteyen “Özgürlük
Partileri”nin de önünü açtı. Hollanda’da
koalisyonun ortağı yapılan Özgürlük Partisi ve Lideri Geert
Wilders, bu yüzden sistemin, tıpkı Haider’e dokunmadığı gibi,
kendisine de dokunmayacağından emin. Bütün cesaretini buradan
alıyor. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar
“büyük tehlike” olarak gösterilen Wilders,
bugün Hollanda’da sermayenin işçilerin haklarını budama,
göçmenlere karşı amansız saldırılar düzenlemede
önemli ve vazgeçilmez bir dayanak hâline gelmiş
bulunuyor.
Bu durum diğer Avrupa ülkelerindeki ırkçı partiler
için de geçerli. 11 Eylül saldırısından sonra egemenler
tarafından ekilen korku tohumlarının meyvesini toplayan bu “yeni
tip” ırkçılığın şimdiki hedefi, “anavatan”
olarak görülen Almanya’da da benzer bir gücün
oluşturulmasıdır. İlham kaynağı Hitler faşizminin yaptıklarında olan
bu ırkçı güruh, bu nedenle geçen hafta Berlin’de
bir toplantı düzenleyerek zemin yoklamaya başladı. Aslına
bakarsanız zemin yoklamaya da gerek yok. Çünkü son bir
kaç haftadır Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo
Sarrazin üzerinden oluşturulan hava böylesine bir merkezi
örgütlenmemin Almanya’da da hayat bulmasının
önünü açma çabasından başka bir şey
değildir.
Bütün bunlar Avrupa sermayesinin
“İslâm/göçmen karşıtlığı/yoksul”
düşmanlığı üzerinden ırkçılığı yeniden gündeme
getirdiği, siyasal gericiliği artırma çabasına hız verdiğini
gösteriyor.
Burada iki genel başlığın altını çizmek “olmazsa
olmaz”dır!
İlki Thomas Seibert’in, “Batı’da İslâm genelde
şiddete hazır, Batı karşıtı ve umutsuzca reformlara direnen bir blok
olarak görünüyor,” size="2">[26] dediği İslâmofobi…
“İslâmofobi bugün yaygın anlayışın aksine
İslâm’ın veya Müslümanların yanlış
anlaşılmasından kaynaklanan bir önyargı değil,
ırkçılığın günümüz koşullarında geldiği
kültür temelli yeni bir boyutudur…
İslâmofobiye karşı etkili bir mücadele için
öncelikle hoşgörü, karşılıklı anlayış ve saygı gibi
söylemlerin bir yana bırakılıp, konuyu ırkçılığın
önlenmesi olarak ele almak gerekmektedir. Bu ise ancak
anti-emperyalist bir mücadele ile yapılabilir. Nasıl ki, siyahlara
karşı ırkçılık Avrupa sömürgeciliğinin, anti-Semitizm
Nazi emperyalizminin bir eseriyse, İslâmofobi de Soğuk Savaş
dönemi sonrası emperyalizmin ırkçılığıdır.” face="Times New Roman" size="2">[27]
Halil El Enani’nin, “Bazı Avrupa ülkelerindeki
peçe yasağı ve ABD’deki cami tartışması, Batı’nın
liberal değerlerini kaybetmeye başladığının kanıtıdır,” face="Times New Roman" size="2">[28] dediği
koordinatlarda bunun görülüp, kavranması gerekiyor!
İkincisi de Romanlar…
Adriano Sofri’nin ifadesiyle, “Romanlar arasında
çeşitli kültürler, dinler ve dillerden gelen gruplar,
aileler, bireyler mevcut. Nazizm, yaklaşık 500 bin
‘Çingeneyi’ yok etti. Yahudi soykırımına oranla
Çingene soykırımı hakkında daha az bilgiye sahibiz.
İtalya’da 120 ila 150 bin ‘Çingene’ yaşıyor.
Bunların çoğunluğu da İtalyan vatandaşı. Büyük bir
bölümü evlerde oturuyor. İtalya’daki
‘Çingene’ nüfusunun yüzde 40’ını 14
yaşın altındakiler oluşturuyor. Ortalama yaşam süresi uzun
yıllardır başka grupların yaşam ortalamalarının çok
altında.
Tüm Avrupa’da sayıları 10-12 milyona varan Romanlar Avrupa
Birliği’nin en büyük ve yoksul azınlık grubunu
oluşturuyor. Romanya’da, Bulgaristan’da 1 milyonun
üzerinde, İspanya ve Macaristan’da 700-800 bin, Slovakya’da
500 bin, Fransa’da 400 bin, Yunanistan’da 350 binin üzerinde
‘Çingene’ yaşıyor.
Roma Belediye Başkanı Gianni Alemanno başkentte 20 bin dolayında
kaçak ‘Çingene’ olduğunu açıklamış ve
suç duyurusunda bulunmuştu. Ancak Kızılhaç’ın
yaptığı taramada Roma’da 2200 ‘Çingenenin’
yaşadığı ortaya çıktı, Milano’nun Belediye Başkanı
Letizia Moratti de kentte 25 bin ‘Çingenenin’
yaşadığını öne sürmüştü. Milano’da yapılan
sayımda ise toplam 2 bin ‘Çingenenin’ yaşadığı
anlaşıldı gerçekte... Napoli’de de 10 bin
‘Çingenenin’ yaşadığı iddia edildi, orada da
gerçekte 1200 ‘Çingenenin’ bulunduğu
görüldü. Belki kaçmak zorunda kaldılar!” face="Times New Roman" size="2">[29]
BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay’ın dediği gibi,
“Roman karşıtı görüşler Avrupa’da hâlâ
güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor.
Bu durum, ekonomik durgunluğun Romanları daha iyi iş imkânları
bulmak için yaşadıkları toplulukların dışına çıkmaya
zorlamasıyla daha da artış gösteriyor.”
Fransa’nın 300 Roman kampını kapatmak için aldığı
kararın ardından Almanya da harekete geçti. ‘Der
Freitag’ gazetesine göre Almanya gelecek yıllarda 12 bin Roman ve
Aşkali’yi Kosova, Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan’a
sınırdışı edecek!
Aslı sorulursa ister Fransa’da olsun, ister Belçika’da
olsun, isterse Macaristan’da olsun, her bir Roman’ın
uğradığı ayrımcılığa dayalı acı hikâyesi, hepimizin
hikâyesidir.
Küresel bir hastalık olarak ayrımcılık, Avrupa’da kol
geziyor. Fransa hükümetinin Sinti-Roman’lara ve gezginlere
yönelik ayrımcılık uygulamaları, sınır dışı etmesi bir
insanlık suçudur. Ayrımcılık bir iç mesele değil,
küresel sorundur.
Sinti ve Roman azınlığına yapılan baskılar ve ayrımcılık,
önyargı ve dışlanma politikaları bir AB sorunudur. Fransa ve
Belçika’nın bir “iç sorunu” olarak
gösterilemez. Ayrımcılık küresel bir sorundur.
Ayrımcılık bulaşıcı bir hastalık gibi bir AB ülkesinden
diğerine sıçrıyor. Örneğin, Belçika ve Fransa
sınırındaki Dour’daki 700 Sinti ve Roman da ayrımcılığa maruz
kalmakta. AB ise, dünya kamuoyunun bilgisi dahilinde olan, Fransa ve
Belçika hükümetlerinin ayrımcılığına
güçlü bir karşı koyuş sergileyemiyor…
2010 yılı, Fransa’da mülteci ve göçmenler
açısından en zorlu yıllardan biri oldu. Irkçı kampanya,
Fransa’da bizzat Elysee sarayı tarafından Sarkozy’nin
liderliğinde örgütlenmektedir. Irkçı kampanyanın farklı
ideolojik boyutları ve pratik uygulamaları mevcut: Tümünün
hedefi ise, Fransa’da milliyetçilik ve ırkçılık ile
güçlendirilmiş yeni bir ideolojik hegemonya oluşturmak...
Fransa hükümeti, sadece 2010 yılı içerisinde 8000
Roman’ı yurtdışı etti. Kısmen geceleri düzenlenen polis
operasyonları ile çocuk, kadın demeden insanlar, uçaklara
bindirilip topluca baskınvari yöntemlerle “ülkelerine”
gönderildiler. Avrupa’da insan ve mülteci hakları
çevrelerince sert tepkiler gören bu yöntemler, Fransız
devletinin iç genelgelerde faşizmi ansıtan tarzda bütün
bir halkı suçlu gösteren yaklaşımının dışavurumuydu.
Faşist ‘Front National/ Milliyetçi Cephe’ ise, Sarkozy
hükümetine ve bu ve benzeri uygulamalarına alkış tutmakta, ancak
fikir babalığının kendilerine ait olduğunu vurgulamaktadır!
Özetle Thomas Hammerberg, “Romanların bugün içinde
bulundukları durumdan Avrupalı siyasetçilerin de sorumlu olduğu
göz ardı edilemez. Onları sınırdışı etmek hiçbir sorunu
çözmez,” size="2">[30] uyarısını dillendirirken; ‘The
Economist’ de haklı olarak ekliyor: “AB üyelerinin
Romanlarla ilgili endişelere sınırdışı yoluyla son vermeye
kalkışması ahlâkdışı. Romanlar sadece yoksul değil, eziyet de
görüyorlar”! size="2">[31]
Konuya ilişkin çok önemli bir şey daha:
“Avrupa’nın en büyük azınlık meselesi Romanlar,
Paris’teki göçmen zirvesinin gündeminde yoktu.
Romanların sınırdışı edilmesine karşı çıkan AB Komisyonu ise
davet bile edilmedi”! size="2">[32]
Alın size “çokkültürcü”,
“demokrat” AB!
II.2) “AVRUPA” DEYİNCE…
Tony Barber’ın, “Yüksek yaşam standartlarını korumak
isterken kültürlerinin göç nedeniyle zarar
gördüğünü düşünen Avrupalılar
çelişki içinde. Avrupa’da nüfus giderek azalırken,
göçmenler kıtada refaha katkıda bulunuyor,” face="Times New Roman" size="2">[33] diye betimlediği
koordinatlarda Avrupa’daki “durumu”, “iklimi”
en iyi “Kendisini demokrasi ve hoşgörü kalesi ilan etmiş
olan Avrupa, artık övgüyle bahsettikleri bu özellikleriyle
değil, son dönemde artan bir biçimde farklılıklara
yönelik ayrımcı muameleleri yüzünden anılır oldu. Avrupa
kısa süre öncesine kadar farklı etnik gruplarla
bütünleşik bir tablo çizerken bugün farklılıklar
üzerinden tanımlanan bir kimlik savaşına sahne oluyor,” diyor
‘Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma
Derneği’nden Recep Korkut.
“Kaba” bir bakış dahi, AB’nin hangi vahim
güzergâhta ilerlediğini ortaya koyuyorken; şimdi, Avusturya,
Bulgaristan, İtalya, Macaristan’da olduğu gibi aşırı sağ bir
hareket, sosyal demokrasinin kalesi İsveç’te de
parlamentoda…
Aşırı sağcı parti Sverigedemokraterna (gayet de ironik şekilde
“İsveç Demokratları”) bu “refah
ülkesinde” de, 349 kişilik parlamentoda, 20 sandalye kazanmayı
başardı.
Daha önce, Danimarka ve Hollanda’da yaşandığı gibi, aşırı
sağ İsveç’te de, kilit parti olarak, aldığı oy oranının
çok ötesinde bir siyasi güce ve role ulaştı.
Belçika, İsviçre, Fransa, Norveç, Portekiz; bu
ülkelerin hepsinde aşırı sağ oy potansiyeli, yüzde 10 ila 20
arasında oynuyor.
İspanya’da da, aşırı sağ parlamentoya giremese de, siyaset
genelini yavaş yavaş etkilemeye başlayan bir yabancı
düşmanlığını, milliyetçiliği pompalıyor.
Ayrıca Almanya ve İtalya’da aşırı sağın örgütlenmesi
korkutucu boyutlara ulaşıyor. Almanya’da yapılan kamuoyu
araştırmaları iktidarı oluşturan sağ partilerin (CDU/CSU ve FDP)
büyük bir hızla gerilediğini ortaya çıkarırken, aşırı
sağın hareketlendiğini saptadı.
Almanya’da neo-Nazi parti aşırı sağcı partiyle birleşti...
İtalya’da faşistler “kültürel”
faaliyetteler!
İtalya’da neo-Naziler artık sempatizan toplamak için
kültürel faaliyetler organize etme yoluna gidiyorlar. Neo-Nazi
hareketi ‘Lealtà Azione’ de bu bağlamda 3 Kasım
2010’da Milano şehrinde Belçikalı bir SS generalini konu alan
konferans düzenledi!
‘Avrupa Konseyi Irkçılık ve
Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu’nun (ECRI)
yıllık raporunda, Avrupa’da ırkçı şiddetin yükselişe
geçtiği uyarısı dillendiriliyor!
1 Ocak-31 Aralık 2009 tarihleri arasında Avrupa’daki
ırkçılık, ırk ayrımcılığı, yabancı düşmanlığı,
anti-semitizm ve hoşgörüsüzlük alanlarındaki akımları
tespit etmeye çalışan raporun ulaştığı sonuçlar
yetkilileri endişelendirirken; ECRI Başkanı Nils Muiznieks,
Avrupa’daki olayların “alarm” verdiğini belirtip,
2009’da göç tartışmalarının yoğunlaştığına,
yabancı düşmanı tavırların arttığına işaret ederek,
sözlü tacizlerin ve şiddet içeren saldırıların
arttığını vurgularken; yine ‘Sığınmacılar ve
Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nden Recep Korkut da,
“Hoşgörü ve demokrasi kalesi olarak görülen
AB’den gelen göçmenler ve mülteci hakları konusundaki
sesler ürkütmeye devam ediyor,” diye ekliyor!
Ya “Müslümanlık korkusu”; ya
“İslâmofobi”!
Siz bakmayın “made in USA” patentli ‘The Wall Sreet
Journal’ın, “Batı’nın Müslüman
nüfuslarına yönelik hoşgörüsü, Müslüman
dünyanın kendi dini azınlıklarına karşı sergilediği bağnazlık
ve yaptığı zulümle keskin bir tezat içinde,” face="Times New Roman" size="2">[34] tezviratına;
“Batılının Müslüman’dan korkması, Batı insanının
ırk ve kültür merkezli bakışından mı yoksa İslâmın
kendisinden mi?” sorusunun altını çizen Yasin Ceylan’ın
ifadesindeki üzere: “İslâm veya
Müslüman’dan korkma anlamında kullanılan
‘İslâmofobia’, son yıllarda yerli ve yabancı medyada
sıkça kullanıldı. Bu olgunun bir sebebi de, 11 Eylül
terör hadisesidir. Gerçi bu tarihten önce de gerek
Avrupa’da gerek Amerika’da Müslüman azınlığa karşı
ırkçı ve dışlayıcı tavırlar mevcuttu. Ancak 11 Eylül
olayı bu tavrı hem daha keskin hem de daha belirgin hâle getirdi.
İslâm’dan ve Müslüman’dan korkmanın asıl
nedeni, İslâm dininin ve Müslüman’ın kendisi mi,
yoksa Batı insanının ırk ve kültür merkezli bakışı mı
söz konusu, bir hayli tartışmalı…”
‘İslâm Konferansı Teşkilâtı’ (İKT) Genel
Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, İslâmofobinin 1930’lu
yıllardaki anti-Semitizme benzemeye başladığının altını çizip,
Müslüman göçmenlere karşı yabancı
düşmanlığının özellikle Avrupa’da yükselişte
olduğunu, konunun siyasi gündemin bir parçası hâline
geldiğini söylediği gibidir “durum”!
Örneğin bu “durum”da ‘The Telegraph’,
çeşitli araştırmalara dayanarak 2050’de Avrupalıların
beşte birinin Müslüman olacağını iddia ediyor!
2008 yılında Avrupa nüfusunun sadece yüzde 5’inin
Müslüman olduğunu belirten gazete, ABD’nin
‘Göç Politikası Enstitüsü’nün 2050
yılında Avrupa nüfusunun yüzde 20’sinin, yani her beş
Avrupalıdan birinin Müslüman olacağını
öngördüğünü aktarıyor!
“Sebep” ise, “Avrupa’nın yerlileri arasında
doğum oranları düşerken Müslüman ülkelerden
göçün artması” olarak gösteriliyor!
Hatta İngiltere, İspanya ve Hollanda’da Müslümanların
daha kısa sürede daha yüksek orana ulaşması beklenirken, bazı
kentlerde Müslüman nüfusun oranı şimdiden şaşırtıcı
boyutlarda olduğuna gönderme yapılıp, AP için araştırma
yapan Macar ekonomist Karoly Lorant’ın Marsilya ve Rotterdam’da
nüfusun yüzde 25’i, Malmö’de yüzde
20’si, Brüksel ve Birmingham’da yüzde 15’i ve
Londra, Paris, Kopenhag’da yüzde 10’unun Müslüman
olduğu sonucuna varmasına gönderme yapılıyor!
Görüyor musunuz? “Çokkültürcü”,
“demokrat” AB nelerle uğraşıyormuş!
Evet, orta yerde ırkçı bir endişenin demografik bir
mühendisliği söz konusudur!
Bu da David Cronin’in işaret ettiği gibi, “Sarkozy ve
Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti
Avrupa’yı bir Hıristiyan kulübü olarak görmelerinden
kaynaklanıyor. Türkiye karşıtı bu önyargı ırkçılıkla
eşdeğer”ken; size="2">[35] “Avrupa’da yükselişe
geçen yabancı düşmanlığı AB’nin Türkiye ile
arasındaki resmî anlaşmaların gözden geçirilmesini talep
edecek güce ulaştı. Hollanda’da yeni hükümetin
protokolünde ‘Türkiye-AB Ortaklık Anlaşması’nın
değiştirilmesi için çaba harcanması’ hedefinin yer
aldığı ortaya çıktı.” size="2">[36]
Bu “durum”da Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet
Davudoğlu, “Türkiye’nin ‘Avrupa
kültüründe yeri yok’ diyenlerin Bosna’yı
bombalayan ırkçılardan pek farkı olmadığı’nın altını
çizerken, pek de haksız sayılmaz!
Evet AB’nin demografik “endişe”lerinden kaynaklanan
mühendisliği ırkçıdır; ırkçılıktan
malûldür!
Son bir şey daha: Avrupa’nın tüm ülkelerinde
seçmenlerin giderek “yükselen değer” olarak
bağırlarına bastıkları “yeni ırkçıların”
-gerçekte hiçbir mazareti olamayan-
“ırkçılığa”, “bahane üretmek”/
“kılıf geçirmek” adına öne sürdükleri
bir yaygın söylem var:
“Gerçekte biz yabancılara, ‘yabancı oldukları’
için karşı değiliz!” diyorlar…
“Avrupa yasaları ile Avrupa halklarının yaşam tarzına ayak
uydurmayı beceren, uyum sağlayan ‘yabancılarla’ bizim
hiçbir meselemiz, derdimiz olmaz ki!
Dolayısıyla sorun bizde değil. Onlarda... Bize uyum sağlayamayan
yabancılardadır”! size="2">[37]
Yok böyle bir şey; ya da kocaman bir yalan bu!
II.2.1) ALMANYA…
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez büyük
çapta bir Hitler sergisinin 15 Ekim 2010 tarihinde -tepkilere
rağmen!- Berlin’de açıldığı Almanya’da
“Merkel’in
‘çokkültürcülüğün iflasını’
ilan edişiyle, ‘ırkçı popülizmler’ Avrupa’da
bir çıta daha atladığını ve kıta için kaygı verici bir
dönüm noktasına ulaşıldı.”
Hayır; bu durum “Almanya’da, bu tür bir sağ
popülizmin merkez partileri eliyle yürütülmesi
olasılığı var,” diyen ‘Taraf’çı Cem
Sey’in dile getirdiği gibi bir “ihtimal” değil; reel bir
tehdittir; acildir; günceldir!
Çünkü ‘Almanya Anayasayı Koruma Dairesi’
başkanı Heinz Fromm’un, ‘Der Spiegel’le
söyleşisinde, “Yahudilere düşmanlıkları nedeniyle
Neo-Naziler ile İslâmcılar arasında ideolojik bir yakınlaşma
gözlemlediğini” söyleyip, “Müslümanları
Neo-Nazilere benzettiği” koordinatlarda hâlâ
“Göçmenler ve çocuklarının eğitim sistemi ve
işgücü piyasasındaki dezavantajlı konumları
sürüyorken; işsizlerin oranı Almanların iki
katıdır” size="2">[38] Daniel Bax’ın işaret ettiği
gibi…
Bu durumda ırkçı saldırılar yoğunlaşıp, yaygınlaşırken;
örneğin, Aachen kentinde Ağustos 2010’da inşaatına başlanan
Yunus Emre Camisi, bir ay sonra yeniden ırkçıların hedefi
olabiliyor!
Evet ‘Die Welt’in haberine göre, Alman hükümeti,
AB ülkesi olmayan ülkelerden gelen yabancılar için, kredi
kartı boyutunda, üzerinde bulunan çipin içinde, kart
sahibinin parmak izi ve fotoğrafının yer alacağı bir elektronik
“oturum kartının” hazırlıklarını
sürdürürken; Almanya’da bir anket halkın
çoğununun ‘ülkedeki Müslümanları yük
olarak gördüğünü’ ortaya koyuyor.
‘The Financial Times Deutschland’ın anketine göre
Almanların yüzde 55’i “Müslüman
göçmenlerin ülkeye ekonomik kazanç sağlamaktan
çok sosyal ve maddi zarara neden olduğuna” inanıyor. Bunun
aksine inananların oranıysa sadece yüzde 20.
Özellikle ekonomik olarak geri kalmış doğu eyaletlerinde
Müslümanlarla ilgili olumsuz düşünenlerin oranı
yüzde 74; Thilo Sarrazin’in “Almanya’nın eğitimsiz
göçmenlerden dolayı aptallaştığı”
görüşüne katılanların oranı yüzde 60!
Ayrıca ‘Freidrich Ebert Vakfı’ Elmar Braehler ve Oliver
Decker’in gerçekleştirdiği araştırmanın sonuç
raporuna göre de, 2010 yılında Almanya’da anti-demokratik ve
ırkçı görüşler belirgin bir artış
göstermekte… Aşırı sağa desteğin artması, küresel
ekonomik krizin ülkedeki etkisinin bir türlü dinmemesine
yorulurken; her üç Alman’dan birinin ülkenin
“fazlaca yabancılaştığına” inandığı, her 10
Alman’dan birinin de ülkede diktatörlük istediği ortaya
çıktı...
Bu öyle bir iklim ki Almanya’da iktidarın büyük
ortağı CDU’nun Berlin eyalet teşkilâtından Peter Trapp,
göçmenlere zekâ testi isteyip;
“Göçmenlere zekâ testinden yanayım. Konuyu
tabulaştırmamak lazım” derken; CSU’nun Avrupa politikaları
uzmanı Markus Ferber de, Kanada’nın göçmen
çocuklarından Kanadalı çocuklara göre daha yüksek
zekâ düzeyi istemesi örneğini verebiliyor!
Bunlar böyle olunca da; Thilo Sarrazin’de, “tezleri”
de “şaşırtıcı” olmuyor; malum burası AB’nin
Almanya’sı değil mi?
Hatırlanacağı üzere “Türklere işe yaramaz” diyen
Alman Merkez Bankası eski yöneticisi Sarrazin, bu kez de Hitler’i
aratmayacak tezleri dile getirdi. Sarrazin, Yahudilerin “farklı
genlere” sahip olduğunu söyleyip, Türklerin
Almanya’nın gelişmesini aksattığını savundu.
Almanya’da Türkler’e hakaret edince bazı yetkilerini
kaybeden Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo Sarrazin bu kez
Nazi lideri Adolf Hitler’in ‘Kavgam’ kitabındakilere
benzer “ırkçı” tezleri çağrıştıran bir
söyleşiyle ortaya çıktı.
Sarrazin, Müslüman göçünün ülkeyi yok
edeceğini savunduğu ‘Deutschland Schafft Sich Ab/ Almanya Kendisini
Ortadan Kaldırıyor’ başlıklı kitabıyla ilgili
söyleşilerinde Müslüman, Bask, Yahudi ve birçok
halkın “farklı genlere sahip” olduğunu dile getirdi.
“Zekâ irsi bir şey” size="2">[39] diyen Sarrazin’in kitabından
bölümler Avrupa’nın en yüksek tirajlı gazetesi
Bild’de yayımlanırken; O, başını Türklerin çektiği
Müslüman göçmenlerin “Alman devletine
getirdiğinden çok daha fazla bir paraya mal olduğu”
görüşünü yineledi. “Türk geleneklerine
uyanların Almanya’da yeri olmadığını” savundu.
Ayrıca Sarrazin, yine İslâm karşıtı açıklamalar yapıp,
Arapların hızla çoğaldığını, toplumu aptallaştırdığını da
söyledi.
Nihayet tüm bunlar karşısında Merkel de, istatistiklere göre
Müslüman gençler arasında şiddete eğilimin diğer
kesimlere oranla daha yüksek olduğunu, sorunun göçmenler
arasında eğitim seviyesinin düşük olmasından
kaynaklandığını söyleyerek, sorumluluğun ailelerde olduğunu
belirtti!
“İyi” mi? Şaka değil; aynen böyle!
II.2.2) FRANSA…
“Her akılsıza hayran olacak, başka bir akılsız bulunur”
diyen Fransız atasözündeki üzere Fransa Cumhurbaşkanı
seçilen Nicolas Sarkozy’nin, “Irkçılığa kayarak
Cumhuriyetin temellerini sarsmakla” suçlandığı kesitte; Davud
El Şeryan da, “Fransa artık ılımlılığın merkezi
değil,”[40]
derken; Emmanuel Todd ‘Apres la Democratie/ Demokrasiden Sonra’
başlıklı yapıtında “Sarkozy ırkçılığı”nı,
dilimize “Sinsi/gömülü mesaj” olarak
çevirebileceğimiz “subliminal mesaj” nitelemesiyle
yorumluyor.
Gerçekten de Dominique Moisi’nin, “Cumhurbaşkanının
‘Fransa’nın kendisinden sorulduğunu’ tekrarlayıp
durmasına ve iktidarın sürdürülemez biçimde
merkezileşmesine” size="2">[41] dikkat çektiği Fransa’da
ırkçılık hızla tırmanıyor.
BM ‘Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması
Komitesi’nin hazırladığı 12 Ağustos 2010 tarihli raporda,
ülkede ırkçılık ve zenofobinin (yabancı
düşmanlığı-nefreti) yükselişe geçtiğinin altı
çizildi.
Bu sürpriz değil; iktidara gelirken yabancı düşmanlığına
kayan söylemlerden kaçınmayan ve bu sayede aşırı sağdan da
oy toplayan Nicolas Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi,
ülkede yükselen yabancı düşmanlığının siyasi hayata bir
yansıması!
Fransız BVA enstitüsü tarafından 2010 Mayıs ayında
yürütülen bir ankete göre Fransızların yüzde
15’i “En azından biraz” ırkçı olduğunu kabul
ediyor. Bu oran bir önceki ankete göre yüzde bir puan daha
yüksek… Sarkozy’nin cumhurbaşkanı seçildiği 2007
yılında yürütülen bir başka ankete göre ise
ülkede yaşayan siyahlardan yüzde 56’sı ayrımcılığa
uğradığını düşünüyordu.
Tam da bu koordinatlarda Sarkozy “ulusal kimlik”i tartışmaya
açtı.
Fransız hükümeti, “ulusal onuru yeniden inşa etmek”
ve aşırı İslâmcılığa karşı savaşmak için bir kampanya
başlatıyor. Kampanya kapsamında yetişkinlere vatandaşlık dersleri
verilmesi ve okullarda öğrencilerin ulusal marş söylemeye teşvik
edilmesi planlanıyor.
‘The Times’ ile ‘The Telegraph’a göre kampanya
çerçevesinde ülkede, “XXI. Yüzyılda Fransız
Olmak” teması da tartışmaya açılıyor. Göçten
sorumlu Devlet Bakanı Eric Besson, bu bağlamda 2 ay boyunca siyasi
partiler, sendikalar, işadamları ve derneklerle bir araya gelecek. Ocak
ayında düzenlenecek sempozyumda da temel değerler listesi
çıkarılacak.
Eric Besson konuyla ilgili yaptığı açıklamada, ülkedeki
“yabancılar”ın Fransızcayı daha iyi öğrenmelerinin
zorunlu kılınmasını da önerdi.
Eski Fransız sömürgesi Fas’ta doğan Bakan Besson,
Fransız gençlerine de tavsiyede bulunarak “Bence yılda en az
bir kere Marseillaise’i (Fransız ulusal marşı) söylemeleri iyi
olur” diye konuştu.
Besson, öte yandan göçmen karşıtı politikalarıyla
bilinen Jean Marie Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe Partisi’nin
Fransız kimliği hakkındaki tartışmaları sabote etmesine izin
verilmemesi gerektiğini de söyleyerek, “Ulusal Cephe
Partisi’nin siyaset sahnesinden çekilmesi hepimiz için en
iyisi olur” dedi.
Besson ülkedeki “Çarşaf yasaklanmalı mı
çarşafın kesinlikle yasaklanması gerektiğini sözlerine
ekledi. Besson, “Kadınların haklarını ve eşitliğini hiçe
sayan çarşaf ulusal değerlerimizle çelişiyor”
ifadesini kullandı.
“Ulusal kimlik, değerler” retoriği Sarko’yu
“burka/ peçe” ve Romanlar konusundaki
ırkçı-saldırganlığa mahkûm etti.
Örneğin “burka/ peçe” meselesi…
Madeleine Bunting’in, “Fransa’daki peçe
yasağını özellikle rahatsız edici kılan şey, Avrupa’da
görülen belirli bir paranoya şablonuna uyması. ‘Yaşam
tarzımızı korumak’ adına kimliğimizi dayatarak ‘ya sev ya
terk et’ demek ırkçılıktır. Kadınların, cinselliği her
yere yayan Batı kültüründen uzak durma hakkı
korunmalı,” size="2">[42] diye betimlediği tabloda; Agnes
Poirier’in, “Fransa’yı bölen peçe yasağı
tasarısı kabul edilirse nasıl etkin kılınacağı bilinmiyor. Aşırı
sağcı Ulusal Cephe’nin bile karşı çıktığı tasarı
Fransa’yla ABD veya Britanya arasındaki gelenek farkını da ayyuka
çıkardı,” size="2">[43] uyarısı dikkate alınmadı. Sarkozy
öncelikle “burka/ peçe”yi kamusal alanlarda
yasaklamak için düğmeye basarken, parlamento da yüzü
tamamen örten giysileri kınayan bir kararı kabul etti.
Ardından da “yüzü de örten giysinin kamuya
açık yerlerde yasaklanması”nı öngören yasa
tasarısı Senato Genel Kurulu’nda yapılan oylamada, 246
“evet”, 1 “hayır” oyuyla kabul edildi.
Bu durumu; Rande Takuyiddin, “Fransa’nın ekonomik
sorunlarının büyüklüğüne kıyasla, peçe
yasağı tartışması anlamsız kalıyor. Sarkozy oy kaygısıyla ne
yapacağını şaşırdı,” size="2">[44] diye yorumlarken; Fransa’nın
gündemindeki peçeli çarşafın kamuya açık
alanlarda yasaklanması uygulamasına ilk geçecek Avrupa ülkesi
Belçika oldu.
Belçika’da yüzü kapatan kıyafetlerin kamusal alanda
yasaklanmasını öngören tasarı, 31 Mart 2010’da
parlamentonun içişleri komisyonundan geçti, 22 Nisan
2010’da da genel kurulda oylandı. Yasak kamu hizmeti verilen yerlerin
yanısıra sokak, park, spor sahalarını da kapsıyor. Güvenlik zaafı
yarattığı gerekçesiyle gündeme gelen yasağa, asıl,
kadınların aşağılandığı ve toplumsal yaşamdan dışlandığı
savıyla destek veriliyordu.
Sonunda Fransa, burka ya da nikaba yasak getirmekte
Belçika’yla yarışa girdi. Hazırlanan yasa taslağında
böyle giyinen kadınlara 150 avro para cezası, onları buna
zorlayanlara ise 15 bin avro ceza ile bir yıl hapis
öngörüldü!
“Burka/ peçe” meselesine Romanlara yönelik
saldırı eşlik etti…
Resmî kaynaklara göre Fransa’da büyük
çoğunluğu Fransız vatandaşı, 165 bini resmen göçer
izinli 400-500 bin arasında göçebe bir nüfus yaşıyorken;
bu nüfusun içinde sayıları 20 bini aşmayan Romanya veya
Bulgaristan, hatta Yunanistan kökenli Roman bulunuyor.
Hepsi “bu” ve bu kadar”ken; Ahmet İnsel’in
ifadesiyle, “Güvenlik temasını işleyerek siyasette kendine alan
açan Sarkozy, Fransa’da yabancı düşmanlığı veya
korkusunun ‘vur abalısı’ olan Mağriplileri bir kenara
bırakıp Çingeneleri hedef tahtasına yerleştirdi.”
Özetle Romanları sürerek şimşekleri üzerine çeken
Fransa’da ırkçılığı konu alan ‘İtalyan’ adlı
komedi filmle ülkenin göçmen sorunu üzerindeki şal bir
kez daha kalktı. Vizyona giren filmde Kuzey Afrika kökenli Fransız
vatandaşlarının bir işe girmek için isim değiştirmek zorunda
kaldığı anlatılırken BBC, filmde geçenlerin doğru olduğunu
anlatan göçmenleri ekrana taşıdı.
Film Murad Ben Saoud isimli Cezayir kökenli Fransız vatandaşının
İtalyan kimliğiyle otomobil satıcısı olarak çalışmasını
anlatıyor. Filmde Dino rolünü oynayan Kad Merad adlı aktör
de filmlerde daha fazla rol alabilmek için adını Kaddour’dan
Kad’a çevirmiş. BBC, üçüncü kuşak
Cezayir asıllı Fransız vatandaşı Naima Mili’nin hikâyesine
dikkat çekti. Naima, dört dil bilen üniversite mezunu bir
genç kadın. Geçmişte Credit Agricole, Total ve France Telecom
gibi şirketlerde çalışmış. Ama daha 30’lu yaşların
ortasında olmasına rağmen hep duvarlar çıkmış karşısına.
Yüzden fazla şirkete başvurduğu hâlde bir tanesinden bile
mülakat için çağırı gelmemiş. Şimdi adını Naomi
olarak değiştiren Naima “Tek bir şirket mülakat için
çağırsın yeter” diyor.
Habere göre Seine-Saint-Denis bölgesinde, yani posta koduyla
‘93’ diye bilinen bölgede oturuyorsanız,
özgeçmişinizi içeren başvuru mektubuna bakmaları bile
şanslı olduğunuz anlamına geliyor. Naima Mili’nin kuzeni şimdi
başvuru mektuplarını ‘92’ posta koduyla gönderiyor. Bu
adres, işverenlerin gözünde daha makbul…
“Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik”
Fransa’sı “böyle” artık…
Yani Fransız yetkililer 40 Roman göçmen kampını yıkarak,
kamplarda yaşayan 700 kişiyi sınır dışı ediyor…
Sarkozy’nin Roman kamplarının “güvenlik sorunları”
oluşturduğunu iddia etmesiyle birlikte İçişleri Bakanı Brice
Hortefeux de 300’den fazla Roman kampını yıkma sözü
veriyor…
Romanları süren Fransa’da Roman sirkindeki müzisyenlerin
çalışma izinlerinin uzatılmaması, dünyaca ünlü
‘Cirque Romanes’e de sürgün bileti
çıkarılacağını gösteriyor…
Hızını alamayan Fransız hükümeti, şimdi de hırsızlık
yaparken ya da dilenirken yakalanan yabancıları sınır dışı etmeye
hazırlanıyor... Fransa Göç Bakanı Eric Besson ve
İçişleri Bakanı Brice Hortefeux 30 Ağustos 2010 günü
düzenledikleri basın toplantısında, suça bulaşmış
yabancıları sınır dışı etmeye ilişkin yasaları kolaylaştırmayı
planladıklarını açıkladı. Hükümetin yeni planı da
Fransa’da yaşayan Romanları hedef alıyor. İçişleri Bakanı
Hortefeux, söz konusu uygulamayı, “Paris’teki 5
hırsızlık olayından 1’i Romanya vatandaşları tarafından
gerçekleştiriliyor” sözleriyle savunuyor…
Romanları sınır dışı eden Fransa vatandaşlık hakkı isteyenleri 10
yıllık bir “deneme süresine” tabi tutmayı
planlıyor… ‘The Financial Times’a konuşan Fransa
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Claude Gueant, “Vatandaşlık
isteyen göçmenlerin kendilerini kanıtlaması için bir
deneme süresi koyulabilir. Bu sürede bir polise saldırırsanız
topluma uyum sağlamadığınızı kanıtlamış olursunuz”
diyebiliyor…
Bu tablo karşısında ‘The Independent’,
“Fransa’nın Romanları sınır dışı etmesi, ekonomik zorluk
dönemlerinde yabancıların günah keçisi durumuna
düşmesinin son kanıtı. Ailesi de göçmen olan
Sarkozy’nin veya göçmenler üzerine yükselen
Amerika’nın politikaları moral bozucu,”[45] derken; Avrupa Komisyonu Adalet ve
Temel Haklar Komiseri Viviane Reding 14 Eylül 2010 günü
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın bu tür
durumlara bir daha tanık olacağını düşünemezdim,”
vurgusunu yapıyor.
Ayrıca Romanya’daki Roman ‘krallarından’ Yulian
Radulescu da, “Bize Avrupa yurttaşlarından farklı yasalar
uygulanıyor. Bu AB’nin çifte standardının
ürünü… Fransa lideri Naziler gibi hareket
ediyor,” deyip, Sarkozy’yi II. Dünya Savaşı’nda 11
bin Roman’ı katleden Romanya diktatörü Ion
Antonescu’ya benzetti.
Aynı konuda bir başka Roman ‘kral’ı Florin Cioaba da
“Avrupa yasaları bize farklı çalışıyor” dedi.
Fidel Castro da, 8 binden fazla Roman’ı süren Fransa’daki
Sarkozy hükümetine Yahudi soykırımına atıfla “ırksal
Holokost” suçlaması getirip, “Romanlar Fransa’daki
aşırı sağcı kanadın insafsızlığının, yani ırksal bir
Holokost’un benzerinin kurbanı olmuştur” derken; felsefeci
Etienne Balibar, antrolopolog Jean-Loup Amselle, dilbilimci Cecile Canut,
sosyolog Eric Fassin, yönetmen Tony Gatlif, yönetmen Thomas
Lacoste, yazar Christopher Mileschi, tarihçi Sophie Wahnich de,
“Paris insan haklarına aykırı ve yasadışı Roman politikasına son
vermeli… Sarkozy gerçeği çarpıtıyor ve adaletle dalga
geçiyor,” size="2">[46] diye haykırdılar!
Ama aldıran kim?
II.2.3) İSVEÇ…
İsveç seçimlerinde çıkış yapan
‘İsveç Demokratları’ göçmen ve kriz
korkusunu kullanarak oy alıp, “önemli bir başarı”ya imza
attı.
Yabancı karşıtı partinin parlamentoya girdiği seçimlerde ise,
sosyal demokratlar tarihinin en düşük oyunu aldı.
1980’li yıllarda gamalı haç işaretli kıyafetler giyen,
şiddet hareketlerine karışan, yabancı düşmanlığı yapan,
Avrupa’daki radikal sağ partilerle bağlantısı olan
‘İsveç Demokratları’ seçimin galibi olarak
görülüyor. Bütün göçmen alan
ülkelerde olduğu gibi İsveç’te de işsizliğin ve
ekonomik krizlerin nedeni olarak göçmenler gösterildi.
İsveç Demokratları yürüttükleri düzenli
kampanyalarla Müslümanları ve özellikle Türkleri
İsveç’teki işsizliğin, huzursuzlukların sebebi olarak
gösterdi.
Yabancı ve İslâm karşıtı ‘İsveç
Demokratları’
İsveç’te 2006’da yüzde 6.5 olan işsizliği
dillerine dolayıp sosyal demokratları sıkıştıran sağcılar dört
yılda işsizliğe çözüm bulamadılar. İşsizlik oranı
şimdi yüzde 8.5. Gizli işsizlerle bu oranın yüzde 17 olduğunu
gösteren araştırmalar da var.
Bu zeminde İslâm ve yabancı karşıtı propagandayla taraftar
toplayan, üye sayısını giderek katlayıp, 28 bin kişiye
günlük gazete dağıtır hâle gelen ‘İsveç
Demokratları Partisi’, tecavüz ve diğer suç
olaylarındaki artışı, refah düzeyindeki düşüşü
yabancılara bağlıyor, yabancıların İsveç’e gelmesine
sınırlama istiyor.
‘İsveç Demokratları’nın yükselişi bir
“tesadüf” ya da “arızi” bir durum değil!
Hüseyin Baş’ın ifadesiyle, “İsveç aşırı
sağının köklerinin yeni-Nazi’lere kadar uzandığı kimse
için sır değil. Bunlar zaman içinde üzerlerindeki
gamalı haçları atarak halkın pek yüz vermediği konumdan
uzaklaşmak istemişler, ancak yabancı düşmanlığı ve İslâm
karşıtlığı ile ilgili söylem ve tavırlarından
vazgeçmemişlerdir.”
Dünden bugüne uzanan dinamikler ‘İsveç
Demokratları’nı yükseltirken; “Keskin
nişancı”ların göçmen avına çıktığı
İsveç gerçeğini karşımıza dikiyor…
Şimdi yakalanmış olsa da İsveç uzun süre keskin nişancı
korkusunu yaşadı.
Anımsanacağı üzere Malmö kentinde bir apartmanın giriş
katında oturan 26 ile 34 yaşlarındaki iki kadın, 22 Ekim 2010 akşamı
dairelerinin camlarına açılan ateş sonucunda keskin nişancı
tarafından yaralandı.
Malmö’de bir yılda yaşanan silahlı saldırılarda,
otobüs durağında bekleyenlere ateş açılması sonucunda 50
kişinin yaralandığı açıklanmıştı. Saldırganın
göçmen kökenlileri hedef aldığı ve saldırılarda aynı
silahın kullanıldığı yapılan araştırmalarda anlaşılmıştı.
Malmö polisi, özellikle göçmenleri, akşam ve gece
saatlerinde dışarı çıktıklarında dikkatli olmaları konusunda
uyarmasına karşın, iki haftada biri 47 yaşındaki Somalili Basi Hassan
olmak üzere üç kişi, gece saatlerinde otobüs
durağında beklerken, açılan ateş sonunda yaralanmıştı.
Bu kadar da değil; İsveç’te sık sık ırkçı
saldırılar yaşanıyor. Örneğin Göteborg kentinde iki Türk
öğrenci iki kişinin saldırısına uğradı. İsminin
açıklanmasını istemeyen D.D.’nin burnu ve elmacık kemiği
kırılırken arkadaşı T.B. yara almadan kurtulmayı başardı.
Arkadaşı T.B. ile şehir merkezindeki Valand bölgesine doğru
yürürken, biri saçları ‘Mohawk’
biçiminde kazınmış 25 yaşlarında iki kişi adres sorma
bahanesiyle yanlarına yaklaştı ve önlerini kesti. D.D.,
saçları kazınmış diğer saldırganın yumruk ve tekmeli
saldırısına maruz kaldı ve saldırganlar kaçtı.
Bir kebapçıya sığınan gençler polis arabasıyla hastaneye
götürülürken D.D. kanını arabaya damlatmaması
konusunda uyarıldı. D.D., çevresinde saldırıya uğrayan
başkaları da olduğunu vurguladı.
İsveç günümüzde Avrupa’nın en ırkçı
ülkelerinden biri olarak biliniyor. Özellikle 90’lı
yıllarda gamalı haç, Nazi selamı gibi ırkçılık
sembollerine sokaklarda sıkça rastlanıyordu. Son günlerde
olayların tırmanmasında ise sağcı ve ırkçı ‘İsveç
Demokratları Partisi’nin yüzde 5,7 oy alarak İsveç
Parlamentosu’na girmesinin rolü var.
İsterseniz gelin İsveç konusunu Joost Lagendijk’in
saptamalarıyla bağlayalım:
“Göçmen ve İslâm karşıtı bir partiyi ulusal
parlamentoda görme sırası İsveç’teydi. İsveç
Demokratları (SD) oyların yüzde 6’sını aldı ve 349
sandalyenin 20’sinde onlar oturacak...
Danimarka’da, SD ile güçlü bağları olan Danimarka
Halk Partisi hükümette yer almıyor, fakat art arda ikinci kez
muhafazakâr-liberal bir azınlık koalisyonunu destekliyor.
Hollanda’da Geert Wilders’ın Özgürlük Partisi
Haziran seçimlerinde oyların yüzde 15’ini aldı ve
Danimarka modelini (parlamento çoğunluğu için aşırı sağa
sırtını dayayan merkez-sağ bir azınlık hükümeti) Hollanda
siyasetine taşımak için muhafazakâr Liberaller ve Hıristiyan
Demokratlarla hâlâ pazarlık yapıyor. Esasen Hıristiyan
Demokratlar içinde böyle bir yapıya yönelik
güçlü muhalefet nedeniyle henüz anlaşma sağlanmış
değil, fakat sürecin sonunda, yakın zamana dek içte ve dışta
demokrasi ve insan hakları şampiyonları olarak görülen
üç Avrupa ülkesinde devlet politikalarının
göçü durdurmak veya büyük ölçüde
azaltmak isteyen ve İslâm’ı, SD liderinin sözleriyle,
‘İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’ya
yönelik en büyük tehdit’ sayan partilerin
güçlü etkisi altında kaldığına tanık olabiliriz.
Avrupa’da neler oluyor?
Korkarım ki bu göçmen ve İslâm karşıtı partiler
yakın zamanda ortadan kaybolmayacak. Avrupa nüfusunun bir kısmında
hüküm süren korkuyu ve öfkeyi
yansıtıyorlar...”
II.2.4) HOLLANDA…
“Ya Hollanda?” mı? Buyurun… “Hollanda’da
genel seçimler yapıldı. Seçimin bugüne kadar
Türkiye ve dünyada en fazla yankı bulan sonucu, popülist
siyasetçi Geert Wilders liderliğindeki aşırı sağcı
Özgürlük Partisi’nin kazandığı başarı oldu.
Yaklaşık 1.5 milyon Hollanda vatandaşı, kuvvetli
anti-İslâmizm’i, milliyetçi ve Avrupa karşıtı
söylemiyle, yanı sıra bütün yerleşik siyasi partilere
muhalefetiyle bilinen bir partinin cazibesine kapıldı,” diyor
AB’nin “önemli sima ve ateşli savunucuları”ndan
Joost Lagendijk…
Evet Hollanda’da yapılan genel seçimlerde merkez sağda yer
alan Liberal Parti (VVD) birinci oldu. Seçimlerde hiçbir parti
tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu yakalayamadı.
Temsilciler Meclisi’nin 150 üyesini belirleyen seçimlerde
VVD 31 milletvekili çıkardı.
İslâm’a karşı çektiği ‘Fitne’ filmiyle
uluslararası şöhret edinmesi yanında, İslâm ve yabancı
karşıtı tutumuyla tanınan Wilders’in aşırı sağcı
Özgürlük Partisi (PVV) oylarını ikiye katlayarak
üçüncülüğe yerleşti. “Hollanda’nın
İslâmlaşmasını önleyin” sloganı altında birleşen
Özgürlük Partisi kurulacak koalisyon hükümeti
çalışmalarında önemli rol oynayacak. Özgürlük
Partisi seçimlerde milletvekili sayısını 9’dan 24’e
çıkardı.
Hollanda’da 9 Haziran 2010’da düzenlenen genel
seçiminde aşırı sağın yükselişini getiren siyasi tablodan
göçmen Türkiyeliler toplumu kaygılı.
Nasıl “kaygılı” olmasınlar ki?!
Hollanda da aşırı sağcı bir web sitesinin forumuna
Müslümanlar arasındaki yüksek doğum oranlarını dengelemek
için kendi “ari tohumlarını” bağışladığını yazan
Patrick de Bruin adlı Neo-Nazi, tüp bebek merkezlerinden, spermlerini
sadece beyaz ırktan insanlara vermelerini talep ediyor ve forumuna da
“Mümkün olduğu kadar çok sarışın, mavi
gözlü çocuğun doğmasını istiyorum” diye
yazıyor!
Ayrıca Hollanda’da İslâm karşıtlığıyla
üçüncü büyük siyasi güç
hâline gelen ve hükümetin kurulması bile dışardan
desteğine bağlı olan sağcı siyasetçi Geert Wilders,
Müslümanlara karşı toplumda kin ve ırkçı nefretin
oluşmasına yol açma suçlamasıyla hakkında açılan
kamu davasında ilk duruşmaya 4 Ekim 2010 tarihinde huzuruna
çıktığı mahkeme heyetine “Benimle birlikte bana oy veren
Hollanda vatandaşlarının ifade özgürlüğünü de
yargılıyorsunuz,” diye çıkıştı.
Bunlarla birlikte Hollanda’daki iktidar partisi Hıristiyan
Demokratlar Birliği (CDA) milletvekili Mirjam Sterk’ın,
“İşsiz ve toplum huzurunu bozan Romanların” sınır dışı
edilmesine ilişkin teklifinden sonra Nieuwegein şehri Belediye Başkanı
Cor de Vos da, Romanların etnik kayıtlarının tutulma önerisini dile
getirdi!
Hollanda konusunu Abdelkader Benali’ın, nostaljik bir anıdan
çıkartılan öğretici derslerle noktalayalım:
“1970’lerde göç ettiğimiz Hollanda’da el
üstünde tutulduğumu hatırlarım. Fakat Avrupa solunun
çokkültürcülük totemi gibi gördüğü
göçmenleri eleştirmemesi entegrasyonu önlemişken,
bugün bu totem günah keçisine
dönüştürülüyor. Yeni bir Avrupa tanımına
ihtiyacımız var…
Avrupa’nın sürekli büyüyen ve Batılı olmayan bir
nüfus tarafından rehin alındığı fikri korku yaratıyor ve
popülist partiler kazanıyor. Fakat göçü durdurmak
imkânsız. Avrupalı nüfus yaşlanıyor, işgücü
daralıyor. Ancak göçü savunmak da artık kutsala hakaret
anlamına geliyor.
Çokkültürcülükte bir şeylerin
çürük olduğu kesin, fakat klişeleşmiş kurbanı
klişeleşmiş günah keçisine çevirmek bayağı bir
davranış ve gerçeği yansıtmıyor. Çocukluğumun
Hollandası’nın geri gelmeyeceğini biliyorum. Karanlık bir
döneme giriyoruz. Bir nesil yabancı düşmanlığıyla
büyüyor ve İslâm korkusu revaçta.
Thomas Mann ve Bertolt Brecht gibi yazarların savunduğu insanî
Avrupa’ya dayanarak, Avrupa’nın ne olduğuna dair yeni bir fikir
geliştirmenin vakti geldi. Yeni gelenlerin cehennem değil, sığınak
olarak gördükleri bir Avrupa... Bu yapılmazsa, Avrupa
göçmensizlikten değil, ışıksızlıktan hayatını
kaybedecektir.” size="2">[47]
II.2.5) İTALYA…
Ben Fox’un, “AB’nin en büyük ülkelerinden
birinin başbakanlık koltuğunda oturması bir yana, Berlusconi gibi bir
adamın hapiste olmamasını garipseyebilirsiniz. Fakat İtalyan sağındaki
liderlik mücadelesinde Berlusconi ehveni şer konumunda. En
güçlü halefi, geçmişte iflah olmaz bir faşist olan
Fini,”[48]
diye tarif ettiği İtalya tablosu ne söylesek, neyin altını
çizsek azdır!
Örneğin Roma Belediye Başkanı Gianni Alemanno başkentte
Romanların yaşadığı tüm kampların söküleceğini ve 6 bin
Roman’ın kent dışında kurulacak yeni birimlere yerleştirileceğini
açıkladığı günlerde; 7 bin 200 Roman vatandaşının ise
sınır dışı edilmesi gündemdeydi…
Bu çerçevede Kuzey Birliği Avrupa Parlamenteri Matteo
Salvini, Türkiye’ye özel bir bölüm ayrılan
Milano&Torino Festivali çerçevesinde 11 Eylül 2010
günü Milano’da San Babila Meydanı ile Scala Meydanı
arasında yapılması planlanan Mehteran Birliği gösterisinin iptal
edilmesi gerektiğini savunup, “Osmanlı sultanının yeniçeri
birliğindeki askerlerinin çoğu Müslüman değil
Hıristiyandı. Osmanlı yönetimi özellikle yetenekli Hıristiyan
gençleri seçerek eğitiyordu,” diyordu…
Nihayet İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi Paris’te katıldığı
AGİT Zirvesi ardından düzenlediği basın toplantısında
‘Benito Mussolini’nin Günlükleri’nden alıntı
yapabiliyordu!
Konuya ilişkin olarak, bir başbakan olarak kendini hiç iktidar
sahibi görmediğini, gerçek demokratik sistemde herkesin
hizmetinde olduğunu ancak 50 bin kişinin kendisine bağlı
çalıştığı ve yatırımcı olduğu dönemde iktidar sahibi
olma duygusu taşıdığını söyleyen Berlusconi; daha sonra Benito
Mussolini’nin Günlükleri’ne değinerek,
“Büyük bir diktatör kabul edilen Duçe’nin
bir sözünden alıntı yapmak istiyorum. Mussolini, ‘Herkes
iktidar sahibi olduğumu söylüyor ama ben değilim, belki
yardımcılarım iktidar sahibi olabilir. Ben bir tek atımı sağa mı sola
mı doğru hareket ettirip ettiremeyeceğime karar verebilirim’
demişti. Aynı şey benim için de geçerli…
Birçok kişi beni eleştirmek ya da hakaret etmek hakkına sahip. Ama
İtalya’da halkın yüzde 62’si beni tercih ediyor,”
diyordu!
II.2.6) YUNANİSTAN; MACARİSTAN; “GÜNEY” KIBRIS;
BELÇİKA; DANİMARKA…
Berk Çoker’in ifadesiyle, “Danimarka Halk Partisi ya da
Avrupa genelinde yükselme trendine giren aşırı sağcı eğilim,
Avrupa’da 11 Eylül sonrası kıtasal muhafazakârlaşma ile
birlikte ortaya çıkan Neo-Nasyonal Sosyalist (Çağdaş Nazizm
olarak görebiliriz) yaklaşımların, o ülkelerde yaşayan
Müslümanları değil, siyasi görüşü ya da inancı
ne olursa olsun Avrupa’da yaşayan “Ötekiler”i de
hedef alıyor”ken; Danimarka Müslümanlara kapıları
kapatmayı tartışıyor.
Danimarka’da hükümet ortağı Halk Partisi’nden ise
çok radikal bir öneri geldi. Müslüman
göçmenlere kapıların kapatılmasını isteyen Danimarka Halk
Partisi Başkanı Pia Kjaersgaard bu görüşünü “En
büyük sorun da Batılı olmayan ülkelerden gelen
göçmenler. Hesaplamalar gösteriyor ki, bu
göçmenler, diğer Batılı ülkelerden gelen
göçmenlere oranla üç kat daha fazla masraflı.
Vasıflı işgücüne gelince de öncelikle Danimarkalılara
maaş ve ekmek vermeliyiz. Daha fazla işgücüne ihtiyaç
olursa, AB içinde, ülkeye daha kolay uyum sağlayacak toplam 23
milyon işsiz insan var zaten…” sözleriyle savunurken,
aslında “meselenin özü”nü de ortaya koyuyor: AB
ülkelerinde ırkçılık, tırmanışa geçen işsizlik ve
iktisadî/malî krizin yol açtığı diğer sorunların
sırtında yükselmekte…
Belçika ve Fransa hemen her yerde peçe ve burkaya yasak
yoluna saparken, Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı da Avrupa
çapında yasak çağrısı yaptı. Belçikalı
Müslümanlar arasında kendilerini kovma kampanyası
yürütüldüğü kanısının yaygınlaştığı bir
dönemde, Semih İdiz de uyararak, ekliyor: “Aynen
İsviçre’de referandumla getirilen minare yasağı gibi. Bu
tür yasakların önümüzdeki dönemde Avrupa’da
başka ülkelere de yayılacağı kesin. Gelişmeler bunu
açıkça gösteriyor.”
Macaristan Başbakanı Viktor Orban, 22 Nisan 2010’daki seçim
zaferini ilan ettiği konuşmasında, ülke dışındaki Macarları da
Macaristanlı yapacağını açıkladı…
Güney Kıbrıs’ın Larnaka kentinde bir müzik festivaline
katılan barış yanlısı iki Kıbrıslı Türk, sopalı ve
bıçaklı saldırıya uğradı…
Sonra Lavrion mülteci kampını kapatan, göçmenleri
Ege’de botlarını batırarak ölüme mahkûm eden
Yunanistan…
Bir grup fanatik Yunanlı Atina’da 40 Bangladeşli
göçmeni cami olarak kullandıkları bir eve kapatarak yakma
girişiminde bulundu.
‘Elefterotipiya’ gazetesi, ‘Altın Şafak’
örgütü üyesi olan bir grubun, Amerikis meydanındaki bir
apartmanın bodrum katındaki, 40 göçmenin bulunduğu evin kapı
ve pencerelerini kapatarak, içeri yanıcı madde attığını
duyurdu.
Ayrıca Atina’da, bir grup da, Bangladeşli göçmenlere
saldırıp, 2 göçmeni yaralandı.
18 Kasım 2010 akşamı, kent merkezindeki Aristomenus caddesinde, semt
halkının, Bangladeşli 2 göçmene ibadet çıkışında
saldırdığı kaydedildi.
Bölgeye ulaşan polis aracı, saldırıya uğrayan iki
göçmen ile Yunanistan Müslümanlar Birliği Başkanı
Naim Elghadour’u semt karakoluna götürdü.
Yaralı göçmenlerin karakoldan hastaneye sevk edildikleri,
Elghadour’un ise karakol önünde öfkeli kalabalığın
toplanmış olması nedeniyle polis eşliğinde evine
götürülebildiği bildirildi.
Elghadour, “Saldırının planlanmış olduğu”
görüşünü dile getirip, “Böyle giderse,
saldırganlar an gelip bir göçmeni öldürecekler, sonra
da çevresinde dans edecekler,” diye ekledi…
Evet “çokkültürcü”,
“demokrat” AB’nin hâl-i pür melali bu
merkezde…
Geriye Woody Allen’in, “Bence onların (Ku Klux
Klan’ların) yürüyüş yapma hakkını sonuna kadar
savunmalı, yürüyüş yaparlarken de beyzbol sopalarınızla
karşılarına dikilmelisiniz,” uyarısındaki üzere;
“Aşırı olana aşırı davranmak gerekir; özgürce,
büyük ve etkili,” size="2">[49] diyen W. Goethe gibi davranmak
gerekiyor…
Irkçılığa karşı, ezilenler yeni değerlerini ve geleceklerini
ancak böyle yaratabilirler…
III. AYRIM: VAZİYET-İ UMUMİYE: “SON”
“İyi de bunlar neden böyle” mi?
Çok boyutlu insanî, ekonomik, kültürel, toplumsal,
siyasal krizde somutlanan sürdürülemez kapitalizmin devreye
soktuğu yabancılaşma ve çürümeden!
Upton Sinclair’ın, “Faşizm, kapitalizm artı
caniliktir,” uyarısını; liberalizmin özüne indirgenmiş
-sıradan- faşizm olduğunu göz ardı etmeden; karşımıza dikilen
“genel görünüm”e ilişkin, “Geleceğin
düşlerini geçmişin öykülerine yeğlerim,” diyen
Thomas Jefferson’un uyarısına kulak verilmelidir!
III.1) GENEL GÖRÜNÜM…
Çünkü W. Goethe’nin, “Bütün
geçişler krizdir, kriz de bir hastalık değil midir?” face="Times New Roman" size="2">[50] diye tasvir ettiği
yaşananlar bir geçiş, ne olacağı meseleye taraf olanların
mücadele kapasitelerince biçimlendirilecek bir
soru(n)dur…
Kriz, güzel sözlerin, hoş, latif “temenni”lerin
yaldızlarının dökülürken insanların yaşam koşullarını
güçleştiren, onları işsizlik, yoksullaşma tehdidiyle bırakan
çıplak gerçekleri açığa çıkartır. Bu
koşullarda orta-alt sınıfın ilk tepkisi, göreli refah
dönemlerinin “belagatı”ndan (itiraf etmeli,
çokkültürcülük” tam da böyle, tehlike
anında gemiden ilk atılacak “belagat”lardan biriydi)
otoriter/dışlayıcı demogojilere savrulmak olur.
“Çokkültürcülüğün” uygulama
alanı bulduğunda dahi, farklı kültürel gruplar arasında,
birbirine değmeyen “gettolar” oluşturmakla yetinmesi bir yana
-bu duruma yukarıda da ifade ettiğimiz üzere daha önce de
sıkça değinmiştik; ama bugün o “cezb edici”
misyonunu da tamamlamış gözüküyor. Artık Avrupa
sokaklarında (ve kapitalizmin diğer burçlarında)
“farklı” olana, “yoksul” olana,
“karakafalı” olana karşı açık, saldırgan,
dışlayıcı ve kendini gizlemeye gerek duymayan bir nefret dolaşıyor,
elini kolunu sallaya sallaya. 1930’ların sonlarına doğru
ilerlediğimiz tehdidini gözümüze sokarak…
Küresel çaplı kriz birçok ülkede siyasi
eğilimleri, dengeleri de değiştiriyor. Tarih gösteriyor ki, kriz
dönemlerinde siyasi tercihler merkezden uçlara yönelir,
radikalleşir. Böyle dönemlerde sosyalizme yöneliş kadar,
otoriter-dinci siyasete, faşizme savruluş da
mümkündür...
Bugün yaşanan küresel krizde ibrenin ne yazık ki ikinciden yana
olduğu görülürken; bunun ne kadarının hayat bulacağı, ne
kadarının bulmayacağını asıl olarak ilericilerin, emek
güçlerinin, antifaşist mücadelenin bileşenlerinin,
özellikle de radikal sosyalistlerin mücadelelerince
belirlenecektir. Irkçılığın palazlandırılmasına karşı sosyal
temeli ve talepleri güçlü, söylemi ve
çözümleri net bir kitlesel hareket bütün
hesapları altüst edebilir ve etmek zorundadır…
Evet Honore de Balzac’ın, “Eşitlik bir hak olabilir, ama
yeryüzünde hiçbir güç onu bir gerçeğe
dönüştüremez,” imkânsızlığıyla ele
alınmaması gereken soru(n)da Solon gibi, “Adalet ve eşitlik herkesi
buyruğu altına aldığında yaşam bize mutluluk verecek,” deyip,
biraz da düş görmek gerekiyor…
Malum ya Joseph Joubert’in ifadesiyle, “Düş
gücü, ruhun gözüdür.”
Kolay mı? Raoul Vaneigem’in ifadesiyle, “Finans kapitalizminin
çöküşüne tanıklık ediyoruz. Bu, kolaylıkla
öngörülebilirdi. Siyasi hareket içindekilerden bile
çok salağın rastlandığı ekonomi çevrelerinde bile on
yıldan uzun süredir alarm zilleri çalanlar vardı. Bir paradoks
yaşıyoruz. Avrupa tarihinde baskıcı güçlerin bu kadar
zayıfladığı, ama ezilen kitlelerin de bu kadar pasifleştiği bir
dönem olmamıştır. Yine de isyan bilinci hep tek gözü
açık uyur. Hükmeden sınıfların kibri, yetersizliği ve
zaafları sonunda onu uyandıracaktır. 1968 Mayıs’ının
yüreklerde ve akıllarda yer eden en radikal yanlarıyla
birlikte…”
Görülmesi gerek; tam da Ergin Yıldızoğlu’nun işaret
ettiği üzere:
“Mali krizle birlikte güçlenen kimi eğilimlerin
toplumsal açıdan ‘kusursuz fırtına’ kavramını
düşündürecek biçimde su yüzüne
çıkmaya başladıkları görülüyor. Örneğin
emperyalist eğilimler ve hegemonya rekabeti sertleşiyor. Büyük
işçi eylemleri tüm Avrupa’yı sarsıyor.
Üçüncü olarak Avrupa siyasi coğrafyasında bir
yabancı (özellikle Müslüman) düşmanlığı artık iyice
belirginleşiyor.
Bu mali krizle birlikte güçlenen bu eğilimlerin arasında,
henüz birbirini besleyen bir döngü oluşmadı, ama böyle
bir döngünün oluşarak adeta bir ‘kusursuz
fırtına’ya yol açma olasılığı artıyor.
Gerçekten de çok sert ekonomik, kültürel ve siyasi
çalkantılara gebe bir döneme giriyoruz. Kriz 1980’lerden
bu yana geçerli, bir ölçüde sorunları ötelemeyi
başaran kriz yönetim modeli, neo-liberal küreselleşmenin
(finansallaşma) tüm enerjisinin tükendiğini gösteriyor.
Artık sermayenin önünde, üçlü bir
süreç var:
Birincisi, kârların restorasyonu açısından,
üretkenliğin arttırılmasından, emek maliyetlerinin
düşürülmesinden başka seçenek kalmadı. Emek
disiplininin arttırılması, ücretlerin düşürülmesi
gerekiyor.
İkincisi, ulus devletin, temsil ettiği sermaye gruplarının (ekonominin)
hammadde ve enerji tedarikinin güven altına alması, talep
yetersizliği, sermaye fazlası sorunlarını hafifletmek için yeni
piyasaların bulunması (‘açılması’) gerekiyor. Hammadde
ve enerji kaynaklarının denetiminden elde edilen rantların, bu denetimin
getireceği siyasi jeopolitik avantajların önemi adeta geometrik bir
hızla artıyor. Kantçı küresel yönetişim fantezileri,
yerini Hobbes’çu ‘itin iti yediği’ bir dünyaya
bırakmaya başlıyor.
Üçüncüsü, hem emekçi sınıfların
mücadele kapasitesini sabote edecek borç balonu sönerken
krizin yükünün halkın sırtına yıkılmasına itiraz
edebilecek sesleri, özellikle komünistleri susturacak, hem de
enerji ve pazar rekabetinde, gündeme gelecek çatışmalarda
kullanılacak bireyleri üretecek bir ideolojik-kültürel
ortamın oluşması gerekiyor.
AB ülkelerinde, hükümetlerin gündeme getirdiği
‘kemer sıkma’ önlemlerini protesto etmek için
geçen hafta, tüm Avrupa çapında 13 başkentte
gerçekleşen görkemli protesto eylemleri işçi
sınıfının sessiz kalmayacağını gösteriyor. İspanya’daki
genel greve 10 milyon işçi katıldı, Fransa’da yaklaşık 18
kentte toplam bir milyon kişinin katıldığı eylemler gerçekleşti.
Almanya’dan, Polonya’dan gelen tersane işçilerinin de
katılımıyla Brüksel’de yaklaşık 100 bin kişilik bir eylem
yapıldı. Yunanistan’da doktorlar, Slovenya’da kamu
işçileri greve çıktı. Londra’da metro istasyonları
görevlilerinin grevi vardı.
Ancak bu krizde de yoksulluk derinleşir, sınıf mücadelesi
sertleşirken aşağı orta sınıfların (küçük burjuvazi)
korkuları, kendilerine günah keçisi arama refleksleri
güçleniyor. Irkçı, yabancı düşmanı sağ
popülist partiler, gruplar, entelektüeller, sosyal demokratların
kimi işsizlikle, emeklilerle ilgili politikalarını da benimseyerek, face="Times New Roman" size="2">[51] Hollanda’da,
Danimarka’da, İsveç’te, İtalya’da,
Fransa’da, Polonya’da bu reflekslere cevap veriyor, hızla
büyümeye, ülkelerin siyasi iklimini etkilemeye başlıyorlar.
Bu süreçte merkez sağ partiler de konumlarını koruyabilmek
için daha da sağa kaymaya başlıyorlar. Fransa’da Sarkozy
göçmen işçi düşmanlığını, Romanların sınır
dışı edilmesine kadar vardırıyor; İsviçre’de minareler,
Belçika’da çarşaf yasaklanıyor. Almanya da saygın bir
banka müdürü Thilo Sarrazin, Türklerin ekonomi
üzerinde yük oluşturduğunu ileri sürüyor.
Bir önceki büyük kriz de Yahudiler üzerinde odaklanan
günah keçisi arama çabaları, şimdi göçmen
işçileri, özellikle Müslümanları hedef alıyor. Bu
sırada, sosyal demokrat partilerin, herhangi bir reform önerisi
üretemez hâle geldiği, sağa giden trene atlayarak
çöplükten enerji elde etmeye çalıştıkları
görülüyor.
Mali sermayenin sağda Wolf, solda Krugman gibi etkili
entelektüellerinin, pazartesi yazımda aktardığım, emperyalist
politikalara açılan önerileri, bu resmi tamamlıyor. Merkez
ülkelerin basınının da uluslararası alanda kendine günah
keçisi olarak Çin’i seçerek bu zeminde bir
hegemonya söylemi oluşturmaya çabaladığı
görülüyor.
Özetle, sınıf mücadeleleri keskinleşirken,
çalışanları yerli ve göçmen olarak bölen,
küçük burjuvazinin korkularından enerji alan faşist
ideoloji, siyasi akımlar güçleniyor. Afganistan, Ortadoğu ve
Afrika’da yaşanan kaynak savaşlarının formatına kolaylıkla
uyabilecek bir kültürel iklim ile emperyalist savaşlara yatkın,
bireylerin üretimi, kültür endüstrisinin de yardımıyla
hızlanıyor. Böylece geçmişteki bir karanlığı anımsatan
bir geleceğe açılma potansiyelleri çok yüksek bir
‘kusursuz fırtına’ ortamı oluşuyor.”[52]
Nihayetinde “Emeğin Avrupa’sı” böylesi bir
“kusursuz fırtına”nın emperyalist AB’yi yerle yeksan
etmesiyle oluşabilirse; olur ve imkân dâhilindedir…
Evet mümkündür! Çünkü “Karar
verebilen, acıyı yener,” vurgusuyla ekler W. Goethe:
“Özgürlüğü ve hayatı hak edenler/ Onu her
gün fethetmek zorunda olanlardır...” size="2">[53]
20 Kasım 2010 11:08:20, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4,
No:157, 29 Aralık 2010; Newroz, Yıl:4, No:158, 5 Aralık 2010…
[1]
Tolstoy.
[2] Dediklerimiz
konusunda bkz: Sibel Özbudun- Temel Demirer, Avrupa Birliği ve
“Çokkültürcülük Yalanı, Ütopya
Yayınevi, 2006… Yüksel Akaya-İlker Aktükün-Tuncay
Atmaca-Fikret Başkaya-S. Çiftyürek-Metin Çulhaoğlu-Engin
Erkiner-Aydemir Güler-Adnan Kimyon-Ertuğrul
Kürkçü-Özgür Orhangazi-Şadi Ozansü-Seyfi
Öngider-Gökçer Özgür-M. Erdem
Sakınç-Cahide Sarı-Nail Satılgan-. Kamil Turan-Mustafa
Yalçıner-Merdan Yanardağ, Avrupa Birliği ve Sosyalistler:
Akıntıya Karşı, Derleyenler: Sibel Özbudun- Temel Demirer,
Ütopya Yayınevi, 2000… Temel Demirer-Koray İ. Serpen, Yeni
Dünya Düzeni Avrupa Birliği ve Türkiye, Dev. Maden-Sen Yay.,
1996… Temel Demirer, Terör Ne? Terörist Kim? (Avrupa Asya ve
Ortadoğu), Cilt:2, Ütopya Yayınevi, 2000… Sibel Özbudun,
“Avrupa Birliği: Çokkültürcülüğün
‘Krizi’…”, Kaldıraç, No:108, Mart
2010… Temel Demirer, “Irkçılık
‘Küreselleşirken’!”, Odak, No:2007-06 (SN:06), 18
Haziran 2007; Odak, No:2007-07 (SN:07), 19 Temmuz 2007… Temel Demirer,
“Neo-Liberal Muhafazakârlık Örneği ya da Ufak Tefek Bir
Arrivist: Sarkozy!”, Çoban Ateşi, Yıl:1, No:38, 3 Ocak 2008;
Çoban Ateşi, Yıl:2, No:39, 10 Ocak 2008… Temel Demirer,
“Derinleşen Kriz=Yükselen Irkçılık”, Sosyalist
Mezopotamya, No:22, Temmuz 2008; Sibel Özbudun, “
‘Çokkültürcülük’e Ne(ler)
Oluyor?”, Uzun Yürüyüş, No:69, Temmuz-Ağustos
2005… Sibel Özbudun, “… ‘Her Parlayan Altın
Değildir’, ya da Çokkültürcülük
Üzerine Sesli Düşünceler”, Uzun Yürüyüş
Dergisi, No:72, Kasım 2005…
[3] Ahmet İnsel,
“Çokkültürlülük Dışarı mı?”,
Radikal İki, 24 Ekim 2010, s.7.
[4] “Almanlar da
Türklere Entegre Olmalı!”, The Independent, 18 Ekim
2010.
[5]
“Avrupa’da Çokkültürlülük İflas mı
Ediyor”, The Financial Times, 20 Ekim 2010.
[6] “…
‘Çokkültürlülük’ Irksal Ayrışma
Yarattı”, The Daily Telegraph, 18 Ekim 2010.
[7] Roger Boyes,
“Almanya’da ‘Multikulti’ Öldü Yaşasın
Entegrasyon!”, Foreign Policy, 22 Ekim 2010.
[8] çevirisi:
İletişim Yayınları 2009.
[9] Uğur Gürses,
“Almanya, Göçmenler ve Entegrasyon”, Radikal, 3
Kasım 2010, s.25.
[10] H. D. S Greenway,
“Müslümanları İskitler Gibi Hissettirmeyelim”, The
Boston Globe, 5 Ekim 2010.
[11] “Sağın
Yönettiği Bir Avrupa’ya Hazırlıklı Olun”, The Financial
Times, 8 Haziran 2009.
[12]
“Avrupa’nın Birliği Çatırdıyor”, The Economist,
11 Haziran 2009.
[13] Peter Preston,
“Avrupa’nın Özgürlük Mabetleri
Sarsılıyor”, The Guardian, 11 Temmuz 2010.
[14] “Almanya,
Polis Şiddetinin Şokunda”, Radikal, 3 Ekim 2010, s.16.
[15] “İtalya,
İran mı Oluyor?”, Taraf, 23 Ekim 2010, s.2.
[16] Meryem Salim,
“Avrupa’da Özgürlük Peçeye
Kadarmış”, Beyan, 20 Temmuz 2010.
[17] Abdulvehhab El
Efendi, “… ‘Fobi’yi Avrupa Kadar Seven Kıta
Yok”, Kuds ül Arabi, 7 Mayıs 2010.
[18] “Fransa
Yanlış Peçeyi Kaldırdı”, The Daily Star, 15 Temmuz
2010.
[19] Fehmi
Hüveydi, “Batı’nın Müslüman Karşıtlığı
Korkutuyor”, Şuruk, 19 Temmuz 2010.
[20]
“Avrupa’ya Korku Değil Umut Yakışır”, The Guardian, 14
Temmuz 2010.
[21] Tara Mccormack,
“Uluslararası Adalet Batı’ya İşlemiyor”, The
Independent, 26 Ekim 2010.
[22] Yıldız Silier,
Oburluk Çağı, Yordam Kitap, 2010, s.79.
[23] Stewart Motha,
“AB Neo-Milliyetçilik Tehdidi Altında”, The Guardian, 7
Eylül 2010.
[24] Slavoj Zizek,
“İnsan Maskeli Barbarlar Çağı”, The Guardian, 3 Ekim
2010.
[25] Recep Korkut,
“Açık Hedef Olarak Yabancılar”, Radikal, 23 Eylül
2010, s.15.
[26] Thomas Seibert,
“Berlin ile Ankara, Avrupa İslâmının Gelişmesine Katkıda
Bulunabilir”, Der Tagesspiegel, 7 Ekim 2010.
[27] Hürriyet
Emin, “İslâmofobi’yi Doğru Anlamak...”, Radikal, 7
Eylül 2010, s.13.
[28] Halil El Enani,
“Batı Liberal Değerleri Unuttu”, Vatan, 25 Ağustos
2010.
[29] Adriano Sofri,
“Farklı Olan, Hep Günah Keçisi”, La Republica, 26
Ağustos 2010.
[30] Thomas Hammerberg,
“Avrupalı Romanlara Karşı Nefret Söylemine Son”, Le
Monde, 16 Eylül 2010.
[31]
“Avrupa’nın Roman Sorununun Anahtarı Eğitim”, The
Economist, 16 Eylül 2010.
[32] Sezin Öney,
“Paris’te Roman’ın Adı Yok”, Taraf, 8 Eylül
2010, s.2.
[33] Tony Barber,
“Göçmensiz Bir Avrupa Yoksullaşır”, Financial
Times, 3 Eylül 2010.
[34]
“İslâm Dünyasında ‘Hıristiyanofobi’
Yükseliyor”, The Wall Sreet Journal, 7 Ocak 2010.
[35] David Cronin,
“AB’nin Türkiye Önyargısının Irkçılıktan
Farkı Yok”, The Guardian, 6 Ocak 2010.
[36] Utku
Çakırözer, “Hollanda’dan Kritik Adım”,
Cumhuriyet, 11 Ekim 2010, s.4.
[37] Nilgün
Cerrahoğlu, “Avrupa’nın ‘Karanlık Yüreğinde’
Irkçı Saldırı”, Cumhuriyet, 23 Eylül 2010,
s.11.
[38] Daniel Bax,
“Almanya’da Göçmen Hâlâ Mağdur”,
Tageszeitung, 8 Temmuz 2010.
[39] “Sarrazin:
Zekâ İrsi Bir Şey”, Die Zeit, 26 Ağustos 2010.
[40] Davud El Şeryan,
“Fransa Terörle Savaşın ‘Kültür Cephesi’ni
Açtı”, Hayat, 19 Temmuz 2010.
[41] Dominique Moisi,
“Sarkozy Seine’de Boğulmak Üzere”, Financial Times,
28 Eylül 2010.
[42] Madeleine Bunting,
“Avrupa Irkçılığa Özgürlük Peçesi
Giydiriyor”, The Guardian, 15 Temmuz 2010.
[43] Agnes Poirier,
“Sarkozy’nin Peçe Yasağı Hukuki Bir Kâbus”,
The Guardian, 28 Nisan 2010.
[44] Rande Takuyiddin,
“Peçeye Değil İşsizliğe Bakın...”, Hayat, 28 Nisan
2010.
[45]
“Yükselen Yabancı Düşmanlığı Dalgası Acilen
Kırılmalı”, The Independent, 20 Ağustos 2010.
[46] “AB,
Fransa’dan Derhâl Hesap Sormalı”, Libération, 28
Eylül 2010.
[47] Abdelkader Benali,
“Avrupa’nın Masal Dünyası Karardı”, The Observer, 3
Ekim 2010.
[48] Ben Fox,
“Berlusconi’yi Mumla Arayabiliriz”, Newstatesman, 29
Ağustos 2010.
[49] W. Goethe, Goethe
Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.60.
[50] W. Goethe, yage,
s.399.
[51] Spiegel online, 28
Eylül 2010.
[52] Ergin
Yıldızoğlu, “… ‘Kusursuz Fırtına’nın
Öncü Rüzgârları mı?”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2010,
s.4.
[53] W. Goethe, yage,
s. 115-453.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder