Hrant'ın anısına:
Ermenilerle Sürgünde Kesişti Yollarım / Adil Okay
Not: Bu yazı 24-25 2010 tarihinde “Hrant'ın bıraktığı
yerden. Öncesi ve Sonrasıyla 1915: Uluslar arası İnkar ve
Yüzleşme sempozyumu”nda sunduğum tebliğ özetidir.
Adil Okay
Hrant’ın anısına: Ermenilerle Sürgünde Kesişti
Yollarım
“Der Zor çölünde üç ağaç
incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Zincir kımıldadıkça yüreğim incir
Dini uğruna ölen Ermeni” title="">[1]
2006 yılının sonunda ‘Özgür Düşün
Kollektivitesi’nin düzenlediği, ‘Aydınlık Sorgular
Sempozyumu’nda Hrant Dink’le birlikte konuşmacıydım. Hrant
Konuşmasına, “Ağrı dağını bilirsiniz değil mi arkadaşlar"
diye başlamıştı. "Dünyanın her yerine zorla dağıtılan
Ermenilerin evlerinde, mutlaka Ağrı dağının fotoğrafı vardır.
Düşünebiliyor musunuz dört bin yıllık bir tarihin,
uygarlığın yok edilişini. Ağrı dağının yerinden
sökülüşünü tahayyül edebiliyor musunuz? O
Ağrı dağı ki, yüksekliği kadar da kökü vardır yerin
altında. Ve siz o kökü söküp atmayı başardınız. O
halkı, birlikte yaşadığınız, o toprakların sahiplerini, dört bin
yıllık bir kültürü yok ettiniz."
"Ya sonra" diye devam etmişti Hrant Dink. "Hadi o olayların
sorumluluğunu Osmanlı'nın üzerine attınız. Ya sonra ne oldu
biliyor musunuz? Cumhuriyetin kuruluş aşamasında bu ülkenin
nüfusu on beş milyondu. Tehcirden sağ kurtulup, Türkiye'de
yaşamaya devam eden Ermenilerin sayısı ise üç yüz bindi.
Bu gün itibariyle artan nüfusa paralel olarak, Türkiye'de
bir buçuk milyon Ermeni olması gerekiyordu. Oysa kalan Ermenilerin
sayısı altmış bin. Ne oldu? Kısır mıydı bu insanlar? Hayır.
Cumhuriyet Türkiye'sinde de Ermenilere baskılar devam etti. Ve
Ermeniler psikolojik, maddi baskılara dayanamayıp göç ettiler.
Hâlâ da ediyorlar. Gözleri arkada kalıyor. Topraklarında.
Ülkelerinde."
"Bana göre" demişti Hrant Dink, sempozyumun konusuna
gönderme yaparak, "Türk aydını sınıfta kalmıştır.
Tarihiyle yüzleşmeyi göze alamamış, Ermeni sorununu tartışmaya
açamamış, resmi ırkçı söylemlerden etkilenmiş ya da
korkmuş susmuştur. Birkaç istisna dışında. "
Doğruydu Hrant’ın söyledikleri. 1915 Tehcirinden sonra geride
kalan bir avuç Ermeni'yi, Süryani'yi, Keldani'yi,
Rum'u Cumhuriyet Türkiye'sinde çeşitli baskılara maruz
bıraktık, taciz ettik ve kaçırdık. Gönüllü
sürgüne yolladık. Bellek tazeleyelim: 1942 varlık vergisi, 20
kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül 1955 talanı, 1974 yılından sonra
gayrimüslim vakıf mallarına el konulması, 28 Aralık 1988 tarihli
"sabotajlara karşı koruma yönetmeliği"nde potansiyel
suçlular arasında "yerli yabancıların" yani
gayri-Müslimlerin işaret edilmesi, politikacıların ağzını
açtığı zaman, "Ermeni" kelimesini küfürle
özdeş tutması ve diğer toplumsal baskılar.
İşte biz, "kardeşlerimiz" dediğimiz Hrant'ları bu
uygulamalarla, faşist yasalarla, saldırılarla yorduk, yıprattık,
psikolojik olarak katlettik ve kaçırdık. Hadi 1915 tarihte kaldı
diyelim ama cumhuriyet Türkiye'sinde, başta Ermeniler olmak
üzere tüm gayrimüslimlere eziyet etmeye devam ettik. Onları
korumadık. Hrant'ı korumadık. Koruyamadık.
Hrant’ın katledilmesinden iki gün sonra yazdığım bir
makalenin sonu şöyle bitiyordu: ‘Ruhun şen olsun Hrant. Bu
gecikmiş özrümü kabul et. title="">[2]
İşte bizi bir araya getiren bu sempozyumda tarihle yüzleşme ve
özür anlamında somut bir adımdır.
Antakya
Çocukluk yıllarım Antakya’da geçti. Ortaokul ve Lise
yıllarımda arkadaşlık yaptığım gayrı − Müslimler kadar
azdı ki, 1970’lerde kentte artık o övünülen mozaik
çatlamıştı. Hangi gayrı Müslim arkadaşım Ermeniydi
bilmiyordum. Sanki tüm Antakya anlaşmış gibi, ‘Ermeni’
kelimesini telaffuz etmezdi. Hele hele Türkiye’nin tek Ermeni
köyü olan Vakıflı’nın varlığından dahi haberdar
değildik. Günün birinde babaannem, zamanında Ermeni komşuları
olduğunu anlattı. “Çok iyi insanlardı, yemek alıp verirdik
birbirimize ama bir gece evlerine girip o karı kocayı
boğazladılar”.
Ağabeyim araştırmacı yazar Arif Okay, kentin yaşlılarından
söyleşiler yaparak Antakyalı Ermeniler hakkında bilgi
toplamıştı.
Bu söyleşilerin en çarpıcı olanı, bu gün yüz
yaşına merdiven dayayan Mehmet Ergün efendinin anlattıklarıydı:
“Hatay’da çok Ermeni öldürüldü.
Ömer Zından Aliko'nun kılıcının kınından kanlar damlıyordu.
Annem gözüyle görmüş. Abdülhamit'in arabasına
Cuma namazı sırasında bomba koymuşlar söylentisi de yayılmıştı.
Bunun üzerine katliam başladı. Cesetler Asi nehrine atılmış.
Tahminim 15 - 20.000 Ermeni vardı Hatay’da. Vakıflar, Bityas,
Çanaklı, Hacıhabibli ve Süveydiye’de yaşarlardı.
Kaekçi sahasına çıkmadan solda, Ermeni kilisesi vardı. Ahali
kiliseyi bir gecede yıktı. 1938 yılı. Hatay devleti kurulunca.
Bityas'da Ermenilerin bütün bahçe ve evlerini harap
ettiler. Tüm kavaklar, meyve ağaçlar kesildi. Saçma sapan
işler yaptılar. Ermeniler göç etmek zorunda kaldılar.
Köprüden otobüs ve kamyonlarla geçerken bazıları
bağırıyordu: "Ey Kristos, Çanaklı'ya,
Hacıhalepli'ye, Bityas'a buralara sahip çık!” href="#_ftn3" name="_ftnref3" title="">[3]
Sonuç olarak Hatay’da, Osmanlı döneminde sayıları 25
bin civarında olan Ermeniler, kıyım ve sürgün sonucu o kadar
azaldılar ki bu gün sayıları bin dolayındadır.
Sürgün ve Paris
Ve derken Paris. Sürgünün insanın içine işleyen,
tedirgin eden, yeni kurulan tüm evlerin iğreti olduğu ve olacağı
duygusunu çağrıştıran etkisini Avrupa’da hissettim. Ve o
zaman tanıştığım Ermenileri bir kez daha anladım. Zira
sürgünler anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola
çıkmışlardı, günün birinde geri dönüp
bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelmişti ki, nereye
giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını,
bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi
yaşamaya mahkûm olduklarını anlamışlardı. Tenleri ve tinleri,
evleri ile birlikte yanan sürgünlerin ruh hali her daim
karabasandı. İşte Milyonlarca Ermeni’nin yaşadığı bu duyguları,
şimdi aramızda olan sürgündaşım Temel Demirer ve benim gibi 30
bin 12 Eylül sürgünü, uzun yıllar yaşadık.
1992 yılıydı. 12 Eylül zadeler için bir af söylentisi
çıkmış, birçok sürgün umutlanmıştı. Türk
konsolosluklarının kapıları açılmış, isteyen
Türkiye’ye dönebilir, kaçak, mülteci olanlar da
pasaport alabilir deniyordu. Kaybedecek bir şeyimiz yok diye biz de bir grup
olarak Türkiye’nin Fransa konsolosunda pasaport başvurusu
yaptık. Bir ay sonra cevap geldi. “Halen arandıkları için
Pasaport verilemez ama lesse passe alabilirler” deniliyordu. Yani tek
gidişlik pasaport. Bu da ülkeye ayak atar atmaz tutuklanma anlamına
geliyordu. İşte geçtiğimiz günlerde okuduğum Sait
Çetinoğlu’nun “Pasaportu Eline Vermek” /
Resmen Kovulmanın Hikayesi” başlıklı yazısı bana tüm
bunları anımsattı.
“Hagop Handjian’ın 1924 yılında düzenlenen tek
kullanımlık pasaportu elime geçmeden önce ‘pasaportu
eline vermek’ deyiminin üzerinde pek düşünmemiştim.
T.C. vatandaşı Hagop, Temmuz 1924 tarihinde ülkesinden ayrılırken
eline tek kullanımlık / geri dönüşsüz pasaport
tutuşturularak doğduğu ve yaşadığı topraklardan ilişiği
kesilmiştir. Handjian, tek kullanımlık pasaportunu eline aldığı an ne
düşünmüştür bilmiyoruz ancak tarihsel ata
topraklarından sökülen Ermenilerin toprakları ile ilgili hasret
kokan devasa edebiyat ürünlerini göz önüne
aldığımızda neler düşündüğünü tahmin etmek zor
değil. title="">[4]
Sürgün yıllarımda Paris'te tanıştığım, sonra aile
dostları olduğum Türkiye Ermeni'si Vahan ve Liza'yı
anımsıyorum. Vahan'ın günün birinde bana bir sır gibi
mahcup ve öfkeli bir biçimde söylediği sünnet
olayını. "Biliyor musun Adil" demişti Vahan, "Ben
Hristiyanım ve sünnetliyim. Neden sünnet oldum?
Türkiye'de askerde Ermeni ve Hıristiyan olduğum anlaşılıp
baskı görmeyeyim diye babam sünnet ettirmiş. Asıl adım Gabriel
ama nüfus cüzdanımda Cebrail yazar. " Sarsılmıştım bunu
öğrenince. Bir insanı istemediği, inançlarına aykırı
olduğu halde sünnet olmaya zorlayan, adı konulmamış toplumsal
baskıyı düşünebiliyor musunuz?
Tehcirden sağ kurtulan Ermeniler, hayatlarının sonuna kadar bu acı
anılarla yaşadılar. Ve adalet beklediler. Tehcir kurbanlarının
çocukları, Vahan’lar, Liza’lar hala adalet bekliyor.
Mustafa Kemal ve Falih Rıfkı Atay
Mustafa kemal 1 ağustos 1926 da Los Angeles Examiner’e verdiği
röportajda tehcirde yapılan kırım ve failleri hakkında şunları
söyler. “Milyonlarca Hıristiyan uyruğumuzun acımasızca
kitleler halinde evlerinden sürülüp katledilmesinden sorumlu
tutulması gereken bu eski jöntürk fırkasının
artıkları…” Keza, 1918−1920 yıllarında
İstanbul’da yayınlanan ‘Alemdar’, ‘Tasfir−i
Efkâr’ ve ‘İstiklal’ gazetelerinde yayınlanan yazı
ve haberler, Ermenilere karşı uygulanan kırımın itiraflardır. href="#_ftn5" name="_ftnref5" title="">[5] 1919 yılında İstanbul
Alemdar gazetesinde, dört bölüm halinde yayınlanan
Çerkez Hasan Bey’in title="">[6] makaleleri, kırımın kanıtları arasında sayılır. Keza
1919 yılında bir Osmanlı mahkemesi kırım suçlularının
bazılarını yargılamıştır. title="">[7]
Falih Rıfkı Atay’da konu ile ilgili olarak şunları
yazmıştır: "İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon
konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan
kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbinde
Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının
oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile
yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelen bir şey
değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir Avrupa
parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı
olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş
olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin
Türklüğünü korumaya kâfi mi gelecekti?" href="#_ftn8" name="_ftnref8" title="">[8]
Aslında Ermeni kırımı 1915 ten önce ve sonra da devam eden bir
süreçtir. Siz bakmayın o, ‘Osmanlı’da 1915’e
kadar var olan hoşgörü, cumhuriyet Türkiye’sinden
çok daha iyiydi, Osmanlı’da Gayrı Müslimler parlamentoya
giriyor, üst düzey bürokrat oluyorlardı’,
safsatalarına. Bunların tümü görecelidir. Osmanlı
döneminde merkez bankası müdürü belki Ermeni
kökenli olabiliyordu, mecliste bir dönem Ermeni mebuslar vardı, el
üstünde tutulan kaymak tabaka Ermeni tüccarlar, mimarlar,
sanatçılar vardı ama Osmanlı’da da gayrimüslim ahali
(dolayısıyla Ermeniler) özel türden baskılara maruz kalıyordu.
Örneğin: “Hıristiyanlar, ibadetlerini Müslümanları
rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. (…) Ayrıca ata
binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman ile
karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı.
(…) Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı. Peştamallarına
çıngırak takmaları gerekiyordu. … Müslümanların
evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin,
Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları
yasaktı. Ermenice konuşmak ve öğrenmek yasaklanmıştı.” href="#_ftn9" name="_ftnref9" title="">[9] Ermenice yedi kelime
küfür sayılıyor ve ceza öngörüyordu. Ve
benzeri.
1915 öncesinde 200 bin Ermeni katledilmiştir
Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşmasından sonra
Ermeniler ve Anadolu Rumları üzerideki baskıyı arttırmıştı.
Abdülhamid yönetiminde Ermeni nüfusunu azaltmak, Türk
burjuvazine Ermeni mallarını peşkeş çekmek bir devlet politikası
olmuştur. 1894−1895’te, bu iki yıl içinde 200 bin Ermeni
katledilmiştir. Abdülhamit katliamlarda, bu günkü koruculuk
sisteminin bir benzeri olan Hamidiye alaylarında örgütlediği
Kürtleri kullanmıştır. Ayrıca Ermeni Tehciri geldiğinde Yahudilerin
“hayırhah tarafsızlık”la kırıma verdikleri desteği de
unutmamak gerekir.
İttihat ve terakki dönemine gelindiğinde ise, Alman emperyalizminin
desteği ile Ermenilere yönelik saldırılar bir imha politikasına
dönüştü. Van’daki olaylar bahane edilerek,
İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerden 235 kişinin
tutuklandığı gün olan 24 Nisan 1915, birçok tarihçi,
araştırmacı ve politikacıya göre Ermeni soykırımın
başlangıç tarihi kabul edilir. Bu tarih ve bu olay bir sembol
olduğu için her yıl 24 Nisanda dünyada ve Türkiye’de
soykırım tartışmaları yeniden alevlenir. Ancak sonuç ne olursa
olsun, namuslu yazarların−araştırmacıların şu gerçeği
görmezden gelmeleri mümkün değildir: 24 Nisanda
İstanbul’da başlayan tutuklamaları takiben, Doğu vilayetlerinde
yüz binlerce Ermeni’nin tehcir ve imhası mayıs ayında
başlamış, Ağustos ayına kadar sürmüştür. Doğu
Anadolu’nun yerlisi olan bir halk, Ermeniler, tarihte eşine az
rastlanır bir vahşetle yok edilmiştir.
“Fotoğraflarla açıktır: Tehcir adı altında silahsız
yüz binlerce kadın, erkek, çocuk, kadın büyük
çoğunluğu yaya, diğerleri kağnılarla yollara
sürülmüşlerdir. [Aynı fotoğrafları Nazi rejiminde de
görüyoruz.] Sadece kuzeybatıdakiler tren vagonlarına
konulmuşlardır. Talat Paşa’ya bildirilen rakam not defterinde
vilayet vilayet yazılıdır, toplam 978.000 dir.”
Ermeniler ihanet mi etti
‘Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkamızdan vurdular ‘iddiası
ise temelsiz bir savunma argümanıdır. Hatta dolaylı olarak kırım
itirafıdır. Varsayalım ki bir bölgede Ermeniler, Ruslarla anlaşarak
ayaklandılar. Ama yenildiler. Peki, ama ayaklanma olmayan bölgelerdeki
Ermenilerin, kadınların, yaşlıların ve çocukların toplu halde
katledilmesi nasıl açıklanabilir. Ayrıca Bulgarlar da, Araplar da
Osmanlı’ya karşı en doğal hakları, yani bağımsızlık
için ayaklanmışlardır. Bu ihanet sayılır mı?
Silahlı Ermeni grupların bazı Kürt ve Türk köylerine
saldırdıkları, insan öldürdükleri doğrudur. Onlar siyasi
talepleri için -o zamanki deyimle "komitacılık" ya da
"çete harbi" denilen - silahlı mücadeleye
girişmiş siyasi teşekküllerdi. (İttihatçılar da
"komitacı" idiler. Bunlardan Mahmud Celal Bey başvekilliğe ve
Cumhur reisliğine kadar gelmiştir.) Fakat o silahlı çatışmalar
Ermeni Toplumunun tamamını tehcir ve tenkil etmenin bahanesi olamaz.
(…)O dönemde “bütün imparatorluklar
yıkılıyordu, Osmanlı da yıkılacaktı. Balkan Devletleri de, Ön
Asya Arap Devletleri de kurulacaktı. Düvel-i Muazzama arasındaki
kapışmada onların Osmanlı’nın harabelerinden pay
(üstüyle, altıyla toprak + Pazar + ucuz işgücü) kapma
yarışı çözülmenin nedeni değil sonucuydu. Bugün
Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan --eski Genç Slav cumhuriyetleri--
Romanya, Arnavutluk, Mısır, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, S.
Arabistan, Yemen, Katar, BAE, Libya, Filistin devletleri
niçin var diyor muyuz? Onların self - determinasyon haklarını
tanımıyor muyuz? O halde, İmparatorluk yıkılmasaydı da diyemeyiz. Bu
konudaki asıl mesele İmparatorluk niçin yıkıldı sorusu değil,
niçin bu kadar büyük insan yıkımlarına, felaketlerine
sebep oldu sorusudur.” title="">[10]
Kaldı ki Ermeniler Osmanlıya (birkaç bölge
dışında) başkaldırmamış, tersine İttihat ve Terakki’nin reform
vaatlerine inanıp içinde yer almışlardır. 1908’de ihtilal
olduğu ve Ermeniler üzerindeki tüm yasak ve baskıların
kalkacağı söylentileri üzerine Ermeni köylerinde bayram
yapılmıştı. Daşnak’lar son ana kadar İttihat ve Terakki ile
işbirliği yapmış, bu nedenle de ‘Bağımız Sosyalist
Ermenistan’ ülküsü olan Hınçaklar tarafından
eleştirilmişlerdir.
Kaybolan Ermeni çocuklarının
dramı.
Ya kaybolan Ermeni çocuklarının dramı. 300 bin kadar
Ermeni çocuğu tehcir sırasında kaybolmuştur. Büyük
çoğunluğu anne ve babaları katledildikten sonra evlat edinilmiş,
bir bölümü ise hizmetçi olarak Türk ve Kürt
evlerinde kalmıştır. Onbinlerce genç kız başlık parası
sorununun yaşandığı doğuda zorla evlendirilmiştir. Ya ölüm ya
evlilik gibi dayatmalar sonucu gelin olan Ermeni kadınların suskunluğu bir
ömür sürmüştür. Yalçın Yusufoğlu’nun
ifadesiyle “Tehcirin yoğun olduğu Doğu ve
Güneydoğu’lular kuşaktan kuşağa anlatılanları
duymuşlardır. Ben onlardan biriyim, çocukluğumda katliam
öyküleriyle büyüdüm. Benim gibi bütün
yaşıtlarım, okul arkadaşlarım daha nice öyle anlatılar
dinledikleri için “katliam oldu mu?” onların sorusu
değildi. Soyu tüketmek için çocuklar hedef alınmış ve
öldürülmüşlerdir. Örneğin yaşı uygun
Trabzonlulara, Samsunlulara sorunuz, çocuklar Doğu Karadeniz’de
takalara, mavnalara doldurulup açığa
götürülmüşler, denize dökülmüşlerdir.
Ölmekten kurtulmak için Ermeni kızları Müslüman
(Türk, Kürt, Arap ya da Zaza) ailelere verilmişlerdir.
Bugünkü kuşaklar o tarihlerde “bir şeylerin
olduğunu” yeni duyuyorlar.” title="">[11]
Ermeni çocuklarının Müslüman gibi yaşamaya
zorlandığı, kuma yapıldığı, hizmetçi yapıldığı veya evlat
edinilip Türkleştirildiği o evlerde sessiz bir suç ortaklığı
kurulmuştur. Sibel Özbudun’un söylediği gibi “Bu
suç ortaklığını ilk kırmaya cesaret eden,
bastırılmışlıklarımızın duvarlarını tuzla buz eden, Fethiye
Çetin face="">[12]oldu. Yaşı 60’ı aşkın her T.
C. yurttaşının bildiği “sır”rı hepimize haykırıverdi:
Büyükannesi, katliamlardan her nasılsa kurtulup bir
Müslümanla evlendirilmiş bir Ermeniydi! Onun bu keşfini, kısa
süre içinde Türkiye’nin hemen her köşesinde pek
çok “torun” tekrarlayacaktı. Ermeni
“büyükanne”ler (ve sayıca çok daha az olan)
“dede”lerin büyük kısmı suskun ve küskün,
geçip gitmişti bu dünyadan.” name="_ftnref13" title="">[13]
Türk olduğum için ne kadar
sorumluyum
Bir noktanın altını çizmekte yarar var: O kadar
eziyet çektikten sonra bile tehcirden sağ kurtulan Ermeniler
Türk halkına karşı nefret duyguları beslemiyor. Tehcirden sağ
kurtulan Artvinli Nektar Gaspanyan, kendisiyle yapılan bir söyleşide,
“Şunu da söylemeliyim ki, bütün Türkler
kötü değildir. Onların içinde iyileri de vardır. O
ittihatçıların tertiplediği bir olaydı.” diyordu. href="#_ftn14" name="_ftnref14" title="">[14]
“1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan
halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın
böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür
patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi
eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçılar yaptı ve
bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti
ve katliamcıların suç ortağı oldu... İttihatçıların
işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri
aklamak anlamına gelir. (…) O halde yapılması gereken şey zor
değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık
yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla
çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de
ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi
halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir.“ href="#_ftn15" name="_ftnref15" title="">[15]
Unutulmamalı ki bu ülkede sadece eli kanlı katiller
yoktur. Tehcir ve kırıma direnen ve sorumluların cezalandırılmasına
çalışan Türkler, Kürtler ve Arap’lar da vardı.
Hacı Halil, Ahmet Refik, Nesim bey, Çerkez Hasan amca, Ayan meclisi
başkanı Ahmet Rıza, bir yolculuk esnasında Ermenilerin katlinde
önemli rolü olan Bahattin Şakir’in elini tanımadan sıkmak
zorunda kalınca “bana eli kanlı bir katilin elini sıktırdın”
diye arkadaşına sitem eden Halide edip Adıvar, masum insanları
öldürmenin Kuranda yeri yoktur diyen Boğazlıyan
müftüsü Abdullah zade Mehmet Efendi, Ermenilerin tehcir
esnasında saldırıya uğramalarını önlemeye çalışan Trabzon
polis şefi Nuri, sekiz kişilik bir Ermeni ailesini bir yıl evinin
çatısında saklayan Urfalı Hacı Halil, “Komşularımızın
ölüme götürülmesini istemiyoruz” diye,
valiliğe yürüyüş yapan Kastamonu’nun
Müslüman ahalisi, 1918 yılında yazdığı ‘Osmanlı
Vilayat−ı Şarkıyyesi’ başlıklı eserinde,
ittihatçıları tehcirdeki facialar nedeni ile şiddetle eleştiren
Diyarbakırlı Emiri Efendi. Ermenilerin tehciri ve
öldürülmelerini soruşturmakla görevlendirilen
Tedkik−i Seyyiat komisyonuna yazılı olarak verdiği ifadede, devlet
görevlilerini açıkça suçlayan Vehip
paşa. face="">[16]Ve diğerleri.
Trabzon İttihat ve Terakki milletvekili Hafız Mehmed Emin,
“Ermenilerin kayıklara doldurulup samsun’a gönderilmek
bahanesiyle denize döküldüklerini, katledildiklerini kendi
gözlerimle gördüm, valiye, dahiliye nazırına
söylediğim ve üç yıl uğraştığım halde sorumlular
hakkında bir şey yaptıramadım” diye mecliste konuşma
yapmıştır. face="">[17]
Özür ama nasıl
“Bakkal garabet’in ışıkları
yanmış
Affetmedi bu ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının
kesilmesini
Fakat seviyor seni
Çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının
alnına” title="">[18]
Nazım Hikmet’in yukarıdaki şiiri de bir
özür sayılır. Bir Kürt aydını olan Berzan Boti, Asur
halkına ait, dedeleri tarafından el konulan ve kendisine miras kalan
köydeki toprakların tapusunu Süryaniler adına Seyfo Vakfına,
İsveç parlamentosunda 13.05.2009 tarihinde yapılan resmi bir
törenle devretti.” title="">[19]İşte bu onurlu tavır
da bir özürdü.
Ermeni tehcir ve kırımı hakkında tek bir devletten
özür geldi. II. Dünya savaşında Yahudilere karşı yapılan
soykırımdan dolayı uzun zaman önce özür dileyen Almanya,
2005 yılında da Ermeni kırımındaki rolü için özür
diledi.
ABD, II. Dünya savaşı döneminde Japonlara
uyguladığı tehcirden dolayı özür diledi. Avustralya, yüz
yıl sonra Aborjinlerden özür diledi. İsviçre
hükümeti 1995 yılında dünya Yahudilerinden 2. Dünya
savaşı yıllarındaki politikalarından dolayı özür diledi.
Srebrenica’da 1995’te çoğunluğu çocuk 8 bin kadar
Boşnak’ın katledilmesi soykırım sayılıyordu. Sırbistan
Parlamentosu 31 Mart 2010 da kurbanların ailelerinden özür diledi.
Bu özür listesi her geçen gün artıyor.
Sonsöz:
Bizim devletimiz de işkencede öldürülen Metin
Göktepe ve Engin Çeber için özür dilemişti. Bu
da önemliydi. Ben de bu özre, tiyatro oyunumda bir replikle yanıt
vermiştim: “Bir özür yeter mi, bir özür yeter mi,
bin can için bir özür yeter mi?”. Bu replik 12
Eylül karanlığında katledilenler için yazılmıştı. Peki ya
bir milyon can için bir özür yeter mi? Belki yetmez ama
önemli bir adım olabilir. Soner Önder’in,
Avustralya’nın Aborjinlerden yüz yıl sonra özür
dilemesi üzerine yazdığı güzel yazıda söylediği gibi:
‘Travmanın oluşumunda, “katilin” yaptığı eylemi inkar
etmesi kadar, olaya tanıklık eden “üçüncü
kişi/ toplum ve devletlerin” suskunluğu belirleyici bir rol
oynamaktadır. Bu nedenle “tanınma, kabul ve özür”
gibi tarihi adımlar, travmatik bir tarihi sona erdirip yeni bir dönemin
kapısını aralamaktadır. (…) Dün gözyaşlarını
dökmekten utanmayan siyah bir Aborjin’dim… Yüreğimin
yarası bir nebze iyileşiverdi. Hrant Dink’in eşinin söylediği
gibi, “acılarla akraba” olmaktan bir an çıktım. Ama ne
yazık ki yüreğim halen yaralı, halen post-travmatik sancılarla
kuşatılı… Bir “özür” için
yalvarmıyorum, sadece hakkım olanı istiyorum. Yüzyıl gecikse
de… Hakkım olanı!’
Not: Bu yazı 24-25 2010 tarihinde “Hrant'ın
bıraktığı yerden. Öncesi ve Sonrasıyla 1915: Uluslar arası İnkar
ve Yüzleşme sempozyumu”nda sunduğum tebliğ özetidir.
okayadil@hotmail.com face="">
Kaynak: www.adilokay.com
face="">[1]Türkçe kaynaklarda
yukarıdaki türkü için Söz müzik: Mahmut
Güzelgöz yazıyor. Oysa aslı tehcir
türküsüdür. Pr. Dr. Verjine Svazlian tarafından
derlenmiştir.
face="">[2]Adil Okay, Birgün, 21.01.2007.
face="">[3]Arif Okay, Klikya’nın işgalinde
Ermeni lejyonunun öyküsü’, Güney
Rüzgarı.
Kaynakça: LES ARMEES FRANCAİSES AU LEVANT 1919
– 1939. (Fransız Şark ordusu 1919 - 1921 Cilt 1). General du HAYS.
Fransız Savunma Bakanlığı Tarih Bölümü. Çeviri:
Adil Okay.
face="">[4]Sait Çetinoğlu “Pasaportu
Eline Vermek” / Resmen Kovulmanın Hikayesi.
face="">[5]Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve
Toplumsal hafıza, Belge yayınları, İstanbul 2005, s.
102−103
face="">[6]Tanıklılar, Derleyen hacı Orman,
Sanat ve Hayat özel eki, s.50−73
face="">[7]A.g.e. s120−141
face="">[8]Falih Rıfkı Atay. Çankaya,
İstanbul 1958, Dünya Yayınları, s. 212-213
face="">[9]Taner Akçam, İnsan hakları ve
Ermeni Sorunu, İletişim Yay.,s.55−56
face="">[10]Yalçın Yusufoğlu.
A.g.y.
face="">[11]A.g.y.
face="">[12]Günel Tekin, Kara Kefen,
Belge Yayınları, İstanbul 2008, Ayşe Gül
Altınay −Fethiye Çetin, Torunlar
Metis Yayınları, İstanbul 2009.
face="">[13]O suskun, yalnız kadınlar…
Esmer, 1 Ocak 2010, sayı 58, ss. 38-39.
face="">[14]Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve
Toplumsal hafıza, Belge yayınları, İstanbul 2005, s. 18
face="">[15]Fikret başkaya Doksan beş Yıllık
Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar...
ozguruniversite.org
face="">[16]Temel Demirer, Hrant’ın
katil(ler)i…, Peri yayınları, İstanbul 2009.
face="">[17]M.M.Z.C.,Devre 3, İçtima Senesi
5, cilt 1, 11 kanunu evvel 1334 (1918), yirmidördüncü İnikad,
s.300
face="">[18]Nazım Hikmet.
face="">[19]Berzan Boti ile röportaj: Aziz
Mahmut Ak. Tarihle yüzleşmeyi ‘özür’den
öteye götürmek. Newroz. 25.02.2010. s.6.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder