17 Ocak 2011 Pazartesi

Bilim ve Düşünce (ile İfade) Özgürlüğü = İsmail Beşikçi / Temel Demirer

Bilim ve Düşünce (ile
İfade) Özgürlüğü = İsmail Beşikçi / Temel Demirer

class="rteright">
“Bilgelik doğaya kulak vererek hakikâti

söylemek ve doğru olanı yapmaktır.”[1]

Bilim ve düşünce (ile ifade) özgürlüğü
konusunda mı konuşacağız; o hâlde ilk yapılması gereken,
bunların İsmail Beşikçi Hoca ile özdeş olduğunu
“ama”sız, “fakat”sız kabul etmektir…

Franz Kafka’nın, “Dünyayla arandaki savaşımda,
dünyadan yana ol,”[2] sözlerini
düşünce ve davranışlarında bire bir yansıtan Sarı
Hoca’mız.

Tıpkı İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki 28 Temmuz 2010
tarihli duruşmasının çıkışındaki konuşmamda, “İsmail
Beşikçi İnsan gibi insanın ne demek olduğunu hepimize
öğretir, İsmail Beşikçi, insan vicdanının ne demek olduğunu
hepimize öğretir, İsmail Beşikçi, dik durmanın ne demek
olduğunu hepimize öğretir...
İsmail Beşikçi dik durduğu
için, bir bilim insanı olduğu için, Kürt
gerçeğini dillendirdiği için
yargılanıyor,”[3] vurgumda altını çizdiğim
gibi…

“Bilim ve düşünce (ile ifade)
özgürlüğü” denildi mi, Beşikçi
Hoca’dan söz etmenin, anlamlı olduğu kadar hayallerin/
ideallerin çalındığı/pazarlandığı post-modern zamanlarda
“olmazsa olmaz” olduğunu düşünüyorum.

“O da neden” mi?

Gayet basit! George Orwell ile Aldous Huxley’in
“distopyaları”nın bir tür bulamacının
“gerçek”leştiği koordinatlardan geçiyoruz da
ondan…

Bilinir: George Orwell’in ‘1984’ başlıklı yapıtı
tiranik bir düzenin, topluma boyun eğdirme öngörü ve
uyarısıdır. Merkezi/tekçi bir iktidarın propaganda ve baskıyla
kontrolüne altına aldığı yığınlar ekranlardan gözetlenir,
dinlenir. Teknoloji, savaş sanayisi ve insanların beyin yıkama yoluyla
köleleştirilmesine hizmet ederken; farklı/aykırı
düşüncelere hak tanınmaz. Tüm duyguları yok etmek
için insan belleği yeniden programlanmaktadır. Kitaplar yasaktır.
Tarih sürekli olarak değiştirilir, gerçekler gizlenir. Karşı
çıkmaya kalkışan ise hemen “bertaraf”
edilir…

Aldous Huxley de, 1931’de kaleme aldığı ‘Cesur Yeni
Dünya’da XXVI. yüzyılda, kuluçka tekniğiyle
üretilen ve toplum yapısını değiştirmek üzere şartlandırma
merkezlerinde eğitilen insanların dünyası anlatılır. Mandarin
sınıfından ayak işçilerine herkesin kendi rolüne razı, mutlu
yaşadığı bu toplulukta düzen birçok değerin yok edilmesiyle
sağlanmıştır. Kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat,
felsefe, aile ve din kurumları bitmiştir. Fordist çalışma
düzeni hâkimdir ve sınırsız seks ve eğlence serbesttir.
Bunalanlara renkli rüyalara yol açan bir uyuşturucu verilir.
Kitaplar yasak değildir çünkü duyarlıkları
törpülenmiş, bencilleşmiş insanlar artık kitap okuma arzusu
duymazlar. Dev ekranlar yoğun bilgi bombardımanıyla her şeyi
gösterir, ancak içerik kaybolmuştur.

Huxley, kültürün baskıyla yok edilmesi yerine, daha kolay
bir biçimde, duygu sömürüsüne açık boş
şeylerle yozlaştırılmasını anlatır. Gerçeğin, gizlenerek
değil göre göre körleşme ve umursamazlıkla kaybolacağını
vurgular.

‘1984’, insanların acı çektirilerek yönetildiği,
‘Cesur Yeni Dünya’ ise ölçüsüz hazzın
kucağına atılarak denetlendikleri totalitarizmlere gönderme yaparlar;
Orwell, tiranlığın kaba, korkunç yüzünü sergilerken;
Huxley de, sarsıcı bir ironiyle insan(lar)ı asıl, hoşlanarak, seve seve
teslim olunanların yıkacağının altını çizer.

Post-modern zamanlarda bu tür distopik kehanetlerin
gerçekleştiğini görmemek, mümkün mü?
Örneğin Amerikalı toplumbilimcilere göre, “İnternetsiz
aşk zor başlıyor”, hatta imkânsızlaşıyor!

İnsansızlaştırılan sanal aşklardan, distopik kehanetlere uzanan
post-modern vazgeçiş labirentinde şimdi Sarı Hoca
gerçeğinden hareketle; Tahir ile Zühre’yi, Ferhat ile
Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı, Yusuf
ile Züleyha’yı, Arzu ile Kamber’i, Mem û Zin’i
bir kere daha anımsamalıyız!

“O da neden” mi?

Gayet basit: Sarı Hoca; Tahir, Ferhat, Mecnun, Kerem Yusuf, Kamber,
Mem’dir; “Bilim ve düşünce (ile ifade)
özgürlüğü” deyince Zühre’ye,
Şirin’e, Leyla’ya, Aslı’ya, Züleyha’ya,
Arzu’ya, Zin’e mündemiç tutku ve
coşkularıyla…

Hayır hiçbir şeyi abarttığım yok:

İki sevdalıyı birbirinden ayırmak için kralların,
büyücülerin uğraştığı Tahir ile Zühre’yi;
Nâzım Hikmet’in, “Tahir olmak da ayıp değil Zühre
olmak da/ hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,/
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte/ yani
yürekte./

Meselâ bir barikatta dövüşerek/ meselâ kuzey
kutbunu keşfe giderken/ meselâ denerken damarlarında bir serumu/
ölmek ayıp olur mu?/

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/ hattâ sevda
yüzünden ölmek de ayıp değil,” dizelerinde
ölümsüzleştirdiği gözüpek tuku size Sarı
Hoca’mızı anımsatmıyor mu?

Aşkı uğruna “Bisutun Dağları”nı delen Ferhat ile
maşuğu Şirin’in destansı sevda hikâyesindeki Ferhat’ın
vazgeçmeyen azmi; Beşikçi Hoca değilse kimdir?

Ya İslâm edebiyatlarında Fuzuli’nin dünyaca
ünlü Mesnevisi’ne konu olan aşk hikâyesi, yani Leyla
ile Mecnun’un kıssası veya Leyla karşısında Mecnun’a,
“Ben ben isem sen nesin? Sen sen isen ben neyim?” dedirten
bağlanmışlık… Bu size İsmail Hoca’nın bilim ile
ilişkisini tarif etmiyor mu?

Sonra bir şahinin kovaladığı bir kuşun peşinde iken Aslı’ya
rastlar, aşık olup onun için yanan Kerem’in
öyküsünde… Nihayetinde de büyülü bir
gömlek giydirilen Aslı’nın, yıllardır peşinde koştuğu
sevgilisine ulaştığında her ikisini de alev alev kavuran destansı kara
sevda ile Çorumlu Hemşehrimin, düşünce (ile ifade)
özgürlüğü konusundaki tutumuyla bire bir
örtüşmüyor mu?

Kur’an’da “Yusuf Suresi”nde, Tevrat’ta
“Tekvin Bâb”ında anlatılan; Doğu edebiyatının klasik
aşk mesnevisi; Yusuf ile Züleyha’nın destansı sevdasında
Züleyha’ya, “Sevindir beni, bana gülümse! Başka
bir şey istemem… Seni sevdiysem, seni her görmemde ikinci kez
görmediğimden. Her görmemde seni yenidenmiş gibi değil, yeniden
gördüğümden. Odama her girişinde ilk kez girdiğinden. Kendi
kendinde bile tekrarlanmadığından sen,” diyen Yusuf’un
özdeşliği, Mavi Gözlü Hoca’mızın bilim ile
arasındaki ilişki değilse nedir ki?

Ya Arzu ile Kamber’in bir köy çeşmesi başında
başlayıp, birbirinden sonuna ve her ne pahasına olursa olsun
vazgeçmeyen fedakâr cüretleri…

Ya hâlâ Cizre’de yan yana yatan Mem û
Zin’in, Ehmedê Xanî tarafından
ölümsüzleştirilen, “Memé Alan”
söylencesinden yola çıkarak, “imkânsız” bir
aşk hikâyesini anlattığı; sonu olmayan sınırsız
güzelliğin, sonu gelmez aşıklarının destanı…

Bizim Sarı Hoca’mız değilse kimdir?

Evet, evet post-modern zamanların distopyaları, vazgeçişleri
karşısında bilim ve düşünce (ile ifade)
özgürlüğü için destansı aşklara yaslanarak,
İsmail Hoca gerçeğine sarılma zamanıdır…

BAŞ EĞMEYEN, TARAFLI MİLİTAN VİCDAN

Juan José Milas gibi, “Bazen beni aynı anda batıran ve
yükselten bir yazının hayalini kurarım, beni hasta eden ve
iyileştiren, beni öldüren ve yeniden canlandıran bir
yazının,” diyen Beşikçi Hoca’nın yazdıklarına
katılır veya katılmazsınız; ancak bilim ve düşünce (ile
ifade) özgürlüğü konusundaki öğretici dik
duruşuna diyecek bir şeyiniz yoktur ve olamaz da…

Gerçekten de Henderson’un, “Sıkıntılarımızın
yarısı, cesaret gösterip doğruyu söylemememizden
kaynaklanır,” uyarısının bilimden akademiye, düşünceden
onu ifade özgürlüğüne dek bir alay konuda geçerli
olduğu karanlıkların ortasında; hepimiz/ herkese, John Foster’in,
“Dehâ insanın kendi ateşini yakmasıdır”; George
Buffon’un, “Dehâ, sabrın bir başka
çeşididir,” sözlerini anımsatan İsmail Beşikçi
“Cadı Kazan(lar)ı”nda yok edilemeyendir…

Onun için Orhan Miroğlu, “İsmail Beşikçi
Türkiye’nin vicdanıdır,”
[4] derse
de; bu eksik bir doğrudur; tamamı “İsmail Beşikçi’nin
Türkiye’nin baş eğmeyen, taraflı militan vicdanı olduğu
merkezindedir!

Evet, evet O; baş eğmeyen, taraflı militan vicdandır, Onu da bu denli
önemli kılan; yazdıklarını oto-sansürsüz kaleme aldırtan
bu yanıdır…

Burada bir parantez açmalıyım: 1994’de ‘Olivier
Tiyatrosu’nda ‘Cadı Kazanı’ üzerine konuşmada
şöyle diyor Arthur Miller: “Bu oyun ülkede McCarthy
fırtınası eserken yazılmıştı. Herkesi adeta sindirmişti bu fırtına.
Sessizlik hâkimdi. İnsanlar sanki paralize olmuştu... Çevremde
yeterince güçlü bir karşı duruş göremiyordum...
Direnmeye yeltenenler (komünist veya değil) komünist damgasını
yiyerek bu büyük anti-komünist hareket tarafından adeta
süpürülüyordu... İnsanlar tutuklanıyordu,
sorgulanıyordu. Bunların hiçbiri olmasa insanlar yalnızlığa
itiliyordu. İşlerini kaybediyorlar ve aklanmaları yıllar alıyordu.
1692’de Salem’de yaşananlarla 1953’te ülke
çapında yaşananlar arasındaki bu derin benzeşmedir beni
‘Cadı Kazanı’nı yazmaya iten.”

Yine Miller, McCarthy sorgulamalarına ilişkin olarak bir başka
yazısında, ‘Toplu Oyunları’nın önsözünde de
şunları ekliyordu: “Her an yeni suçlamalar yaratılıyordu...
Şiddet inanılmaz boyutlardaydı... Vicdan artık içsel bir tutanak
değil, devletin bilinçle empoze ettiği bir güç
gösterisiydi. Bazı insanların vicdanlarını onların ellerine teslim
ettiklerini ve kendilerine bu fırsatı verdikleri için teşekkür
bile ettiklerini gördüm…”

Miller, ‘Cadı Kazanı’nda, toplumsal terörün insanı
ne denli kolay yoğurduğunun altını çizerken; toplumsal bilinci
sorgular ve insan onurunu da ön planda tartışırken; İsmail
Beşikçi (ve benzer örnekleri) ile teslim olan, vazgeçen,
Elia Kazan’laşanlar arasındaki farkı anlatır…

Gerçekten de, şimdiler de herkesin “resmî
ideoloji”yle “hesaplaştığı”nı zannettiği;
“Kürt Sorunu uzmanı” kesildiği bu günlerde Arthur
Miller’in uyarıları ile “modern Elia Kazan”ları
unutmayalım; unutturmayalım! Bir de “Korkak, tehlike olmadığı
zamanlarda yumruğunu sallar,” sözleriyle W. Goethe’nin
uyarısını…

Çünkü O; “Bu Kürtleri nereden çıkardın
İsmail Beşikçi?”[5] diye “mahkûm
edilmek” istenmiş özgür düşüncedir…

Çünkü O; Türkiye’de Kürtlerin
varlığının reddedildiği yıllarda, “Kürt yok Türk
var!” çizgisinin devletin resmî anlayışına, eğitimine,
tarihine damgasını vurduğu cinnet ve terör yıllarında
“Kürt Meselesi”nin peşine düşüp,
devletle/resmî anlayışla çatışarak ömrünü,
lafta değil fiiliyatta “Kürt Sorunu”na adamış bir
İskilip’li, bir sosyolog, bir yazar ve bir
Türk’tür…

Çünkü O; yazdığı kitaplardan ötürü hapse
giren, girmeyi fütursuzca göze alan bir bilim
insanıdır…

Örneğin hapishanedeki ilk günü karşılaştığı muameleyi
şöyle anlatır: “Kapıaltında beni hırpalarken diyorlardı ki:
- Ne yapmış bu adam, bu adamın suçu ne? -Bu adam yazı yazmış.
-Yazı yazdıysa bunun parmaklarına vurun, yazı yazmasın, kalem
tutmasın!”

Ancak O; İsmail Beşikçi’dir; inatçı bir
bilinçtir; aydın inadıdır...

1979 yılından bir örnek daha: Yolu, hakkındaki bir mahkeme
kararını temyiz etmek için Yargıtay’a
düştüğü o günü şöyle anlatır
Beşikçi: “O yargıcın odasına girdim. Bir mahkûmiyet
kararı olduğunu, temyiz ettiğimi söyledim… Nedir falan dedi.
‘Ben bir yazarım, araştırma inceleme yapıyorum’ dedim.

Yargıç, ‘Hâlâ düşünce üzerinde
baskılar var, böyle memleket ne olur’ falan diye de sitem etti...
‘Bunların olmaması gerekir, çağdaş bir dünyada,
çağdaş bir demokraside düşünceye baskı olmaması
gerekir, buyrun oturun’ falan deyip bana biraz iltifat etti.

Ben dilekçeyi önüne koydum. ‘Neydi sizin kitabınız?
Adı ne?’ diye sordu. Ben de, ‘Kürtlerin Mecburi
İskânı’ dedim.

O zaman dedi ki: ‘Aah! Bu başka bir olay!”

Evet, evet İsmail Beşikçi; “ulusal solcular”ın,
neo-liberallerin anlayamayacağı, hatta hayal bile edemeyeceği
“Başka bir olay”dır!

Kolay mı? “Kürt Sorunu” üzerine tam 36 tane kitap
yazar; bu nedenle 17 yıl hapis yatar; çoğunu hapisteyken yazdığı
kitapları Almanca, İspanyolca, Arapça, Farsça,
Kürtçe ve Japonca dahil olmak üzere birçok dile
çevrilir; ve İsmail Beşikçi’nin 36 kitabından
32’sine gelince, Türkiye’de hâlâ
yasaklıdır!

Çünkü O; bir aydındır; baş eğmeyen, taraflı militan
vicdandır!

“AYDIN” DEYİNCE!

Dikkat edin “aydın” dedim; “aydın”dan söz
ettim…

Hani, bu sıfatla piyasada bol miktarda dolaşıma sunulan
“değersizlik” enflasyonundan; onların medyatik cevvalliğinden
değil!

i) Hani önünde “Prof. Dr.” sıfatlı Hacettepe
Üniversitesi’nden K. Erçin Kasapoğlu gibi, “Toplumu
oluşturan insanların her biri olan birey doğuştan bencil yani
bireycidir,” diyen saçmalıktan…

ii) Yine “Prof. Dr.” denilen Emre Kongar’ın,
“Felsefe yapmak…Yaşamın anlamını, insanın, dünyanın,
evrenin sırrını sorgulamak.

İnsan genel olarak yaşamı, özel olarak kendi yaşamını ne zaman
sorgular?

Ne zaman entelektüel bir meraktan değil de, içinde bulunduğu
koşulların zorlamasıyla bir iç ve dış hesaplaşmaya
yönelir?

İşte Hanefi Avcı’yı istihbaratçı bir polis
müdürlüğünden, bir bilgeliğe taşıyan sürecin
kısa tarihi budur…Vicdan, insanlık ve adalet…
Avcı’nın üzerinde durduğu üç kavram,”
zırvasıyla bir işkenceciyi, “felsefeci” ilan eden
zırvadan…

iii) Ana dilde eğitime karşı çıkıp,[6] Hasip
Kaplan’a da “Ayrılmak istemeyen adam!” diye saldırmaktan
geri durmaması yanında; “Kürtlerin kimlik sorunu yoktur,
Kürtçülerin vardır. Çünkü Türklerin
de kimlik sorunu yoktur, Türkçülerin vardır,” diyen
Özdemir İnce’nin sosyal-şöven deliriumundan…

iv) Veya “etnik kimlikler üzerinden yürütülen
politikaların öteki etnisiteleri tahrik ederek bumerang etkisi
yapacağı” vurgusuyla Alev Alatlı’nın, “…
‘Kürt’ bir etnisitenin, ‘Türk’ bir milletin
adı,” diye haykıran mugalatasından… söz etmiyorum!

Benim muradım da, meramım da farklı: Ben Siyonizmi taşlayan Edward
Said’den; 21 Mayıs 2010’da Lübnan’ın güneydeki
Mleta köyünde yapılan müze açılışına katılan,
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın video bağlantısıyla yaptığı
konuşmayı dinleyip, örgüt yetkilisi Şeyh Nebil Kavuk’la
görüşen Chomsky’den; 12 Haziran 1953 tarihli ‘New York
Times’da yayımlanan “Açık Mektup”unda, “Bu
ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece
ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla
bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra
şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına
alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına
girişeceklerdir…

Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine
girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi
çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar…

“Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın
böyle soruşturmalara katılamayacağını
haykırmalıdırlar.“Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı
kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı
zaten kabullenmiş demektir,” diyen Albert Einstein’dan söz
ediyorum…

Jean Paul Sartre’dan, onun ahlâki sorumluluğundan, eylem ve
düşünceyle iç içe geçen
anti-militarist[7] cesaretinden söz ediyorum!

Oysa “Yabancılaşmış aydınlar, -ister ulusalcı, ister liberal
olsunlar- Başbakan Erdoğan’ı anlayamamaktadırlar. Şimdi
bazılarının methiyeler düzdüğüne bakmayınız, onlar
rahmetli Özal’ı da anlayamamışlardı,” haykırışıyla
Hasan Celal Güzel’in göklere çıkardığı Recep
Tayyip Erdoğan’ın (7 Kasım 2009’da), “Jakoben ve elitist
anlayışın yaygınlaştığını, aydınların bu ülkenin temel
değerlerine, ruh köküne yabancılaştığını müşahede
ediyoruz. İster Kürt meselesi, ister Doğu, Güneydoğu Anadolu
meselesi... Bakıyorsunuz aydınlarımız uç noktalara savruluyor.
Siyaset ve siyasetçi ister istemez bu iklimden etkileniyor.
Çünkü o da rant peşinde. Rant denilince sadece akla para
gelmesin. Siyasetin de bir rantı var. Türkiye’nin bugün en
büyük, önemli ve kronik meselelerinin
çözümü için ortaya koyduğumuz samimi irade,
anlamsız, fikri, entelektüel ve hatta hissi temelden yoksun bir
muhalefetle karşılanıyor,” dediği itirazsızlığın
çölünde; “Bugün aydın rolüne
soyunanlarının yaptıklarına ‘yazma eylemi’ bile demek zor.
Sıradan imza kampanyalarıyla geçmişe özeniliyor. Bir zamanlar
kamuoyunun takdir ettiği aydının rolü, Türkiye’de Hrant
Dink gibi istisnalar dışında, demokrasilerde figüran olmaktan
öteye gitmiyor,” sözleriyle Gündüz Vassaf
müthiş ve sonuna kadar haklıdır!

Bu tabloda toparlarsak: José Saramago’nun,
“Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer
bulamadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin
artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel
hoşgörüsüzlüğün gemi azıya aldığı karanlık
bir çağda yaşıyoruz. Orwell’in ‘1984’ü
çoktan gerçek oldu,
” diye betimlediği bir
dünyada özgürleşme mücadelesi saflarında yer
aldığınız andan itibaren karşınıza, iktidar ve aygıtlarının (ordu,
mahkeme, hapishane vs…) zorbalığı dikilir.

Zorbalık karşısında ya susacak ya da bedelin ödeyerek
hakikâti savunacaksınız…

Eğer, “Gerçekleri vermek her zaman iyidir. Gerçekler
devrimcidir. Kitlelerin gerçeği bilmeye hakları vardır,”
diyen Jean Paul Sartre gibi hakikâti savunacaksanız, iktidarın
bütün şimşeklerini/ melanetini üzerinize çekmeye
adaysınız demektir!

Bu durumda anımsamanız gereken “İnsanın
özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı
tavırda gizlidir… İnsan olmak demek özgür olmak
demek… İnsan kaderini kendisi çizmeli.
Özgürlüğü biçimlendirmek ise insanın en
yüce görevidir… Özgürlük direnmektir,”
saptamasıyla Jean Paul Sartre’ın tavrı/duruşudur!

Doğru olan da, yapılması gereken de budur; tıpkı bizim Sarı
Hoca’mız gibi…

“KÜRT MESELESİ”NDE DOĞRU OLANI YAPMAK

İsmail Hoca’mız, “Kürt Meselesi”nde resmî
ideolojiye (Kemalizme) cepheden tavır alarak doğru olanı yaptı!

“Hamidiye Alayları’ndan Koruculuğa”[8]
uzanan sömürgeci(lik) hikâye(sin)de; Cemal
Gürsel’in, 16 Kasım 1960 tarihli İsveç gazetesi
‘Dagens Nyheter’de çıkan demecinde, “Eğer yola
yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa,
ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt
etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da
ülkeleri de yok olacaktır,”[9] diye haykıran
zihniyet pratiğinde, geçmişten bugüne…

Neler olmadı neler?

Biraz gerilere gidersek; geçenlerde Dipnot Yayınevi’nin
yayımladığı bir kitap: 1936 yılında Başvekalet Matbaası’nda
basılmış, Umumi Müfettişler Konferansı Toplantı
Tutanakları.[10]

Kitabı yayına Bülent Varlık hazırlamış ve Umumi Müfettişler
konusundaki en kapsamlı araştırmayı yapmış olan Cemil Koçak bir
önsöz yazmış.

Türk devlet aklının millet tanımı konusundaki kafa
karışıklığının ve Türk olmayan unsurları asimile etmekten de
korkmasının ipuçları toplantı tutanaklarının neredeyse her
sayfasından taşıyor. Bugün dahi Türk milliyetçilerinde
gördüğümüz ve öfkeyle karışık dile getirilen
büyük korku, bu tutanaklarda çok açık biçimde
yer alıyor.

Şimdilik bir örnek vermekle yetinelim. 1914-1916 arasında Erzurum
valiliği yapmış, Ermeni kıyımındaki sorumlulukları nedeniyle
Malta’ya sürülenler arasında yer almış,
Üçüncü Umumi Müfettiş Tahsin Uzer:

“Siz Türksünüz, sizden eminiz diyoruz ama bir nahiye
müdürü veya kaymakam vekilini Kürt görünce
endişeleniyoruz. (...) Yarım asır zarfında buralarda dökülen
kanları bunların unuttuğunu zannetmek safdillik olur. Bu dökülen
kanları affetmemişlerdir. Bu intikamı ilk fırsatta almak karar ve
azmindedirler. Askerî mekteplere Kürt talebe alınmıyor.
Birçok işlere almıyoruz. Diğer taraftan bunlara
Türksünüz dersek onlar da aldanmaz, biz de idare etmiş
olmayız.”

Çözüm: “Bu kesafete karşı bir tedbir almak
lazımdır. (...) İskân siyasetile bu kesafeti hafif etmek
lazımdır.”

İmha ya da asimilasyon arasında bocalayan bu zihniyetin üzerinde
anlaştığı çözüm, bunun “Kürt meselesi diye
mevzuu bahis edilmesini” engellemek ve “bu kelimeyi
kaldırmak” olacaktır.

Ki bu da resmî ideolojidir ve bunu da kısaca, yakın tarih
üzerinden şöyle resmeder Ersin Tokgöz:

“AĞLAMAYIN: ‘Cizre’de herkes biliyordu, o beyaz
Toros’a binen bir daha geri gelmiyordu... Kardeşimi de alıp
gittiler... 3-4 gün sonra kimsesizler mezarlığında tabutu
açıp ölen şahsın yüzüne baktım. Kardeşimi
tanıdım. Başından tek kurşunla vurulmuştu.’

AĞLAMAYIN: ‘Ben efsanevi bir adamım. Bir çobanın kafasını
kıl testere ile kestim. Öldürdüğüm insanların
kulaklarını kesip, kaynatıp ardından tuzlayıp tesbih yaptım. Köy
köy dolaştırdım.’

AĞLAMAYIN: ‘Cizre’de 93-95 yılları arasında birçok
insan öldürüldü, gelişi güzel etrafa atıldı...
Sonra bulunarak, kimliği belirsiz bir şekilde gömüldü... Bu
yapı sadece dehşet ve korku saçmak için de cinayetler
işledi. Her aileden birini öldürüp, herkesin hedeflerinde
olduğunu göstermeye çalıştı.’

AĞLAMAYIN: ‘Kamil Atak’ın evinin alt katında sorgu odası
vardı. Getirilen kişilerin bazıları orada infaz edildi.’

AĞLAMAYIN: ‘Amcamı kolundan tutup plakasız beyaz Renault marka
aracın içine çekmeye çalıştılar. Amcam direndi.
Araçtan ateş ettiler. Amcam yere düştü ve...’

Bu ifadeler ‘terörle mücadele’
görüntüsü altında korucu, itirafçı ve uzman
çavuşlardan oluşan bir suç teşekkülü oluşturduğu
iddiasıyla 9 kez ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan ve
hâlen Genelkurmay tarafından korunup kollanan Cemal Temizöz
davasında kayda geçti. Daha bunlar hiçbir şey. Her ifade
ayrı bir dehşet. Sadece Temizöz davası mı? Kayda geçen ne
vahşet anlatımları var.

Ama ağlamayın. Çünkü onlar Kürt. Azrail’in
makam aracına bindirilip öldürüldükten sonra kimsesizler
mezarlığına da atılabilirler, kulakları kesilip tespih de yapılabilir,
sorgu odalarında infaz da edilebilirler, keleşle arkalarından da
taranabilirler…”[11]

Tam da bu tabloda örneğin, kapatılan DTP’nin siyasi yasaklı
eski Genel Başkanı Ahmet Türk’e yumruklu saldırıda bulunan
İsmail Çelik, iki ay beş gün tutukluluğun ardından tahliye
olup, ardından da para cezasıyla yırtarken; İlker Belek gibi birileri de
bunu -Türk ırkçılığıyla-
“olumlarken”[12] neler olmadı neler?

CHP’nin de “Kürt Sorunu”nda etnik kimliğe
“Evet” deme noktasına geldiğini, CHP Bilim Yönetim ve
Kültür Platformu Başkanı Prof. Sencer Ayata’nın, etnik
kimlikleri reddetmeyen ama önceliği bölgede sosyal adaleti
sağlamaya veren çözümler geliştirmek istediklerini
açıklamasıyla dillendirdi…

Türk erkeklerinin Kürt kadınları ikinci eş olarak almasının
Kürt sorununu çözeceğini öne sürerek, devletin
kuma getirmeyi desteklemesini istedi AKP’li Rize Belediye Başkanı
Halil Bakırcı…

Tülin Öngen’in “sosyalizm” adına;
“Eşitlikte farklılıklar olabilir, ancak farklılıktan asla eşitlik
türetilemez. Eşitliğin olmadığı yerde ise
özgürlükten hiç söz edilemez. İnsan ve insan
özgürlüğü bir bütündür.
Parçalanmış insan özgür değildir. Gerçek
özgürlük ve eşitlik, ancak sosyal var oluş koşullarının
bütünleşmesi ve eşitlenmesiyle olanaklıdır… Tek
kelimeyle: Farklılıkların reddi ve tüm kimliklerden
soyunmakla,” monizmini göklere çıkardığı…

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, Van mitinginde Ahmed
Arif’in bir şiirinden dizeler okuyarak 2004 yılında burada bir
kışlaya adı verilen Mustafa Muğlalı’nın adının bu kışladan
çıkarılmasını isteyip, “Başbakandan rica ediyorum; 33
köylüyü sorgusuz sualsiz kurşuna dizen birinin ismini
değiştirin. Devlet kin tutmaz,” dediği…

‘Yüzleşme Derneği’ Başkanı Aytekin Yılmaz’ın,
“Anayasa değişikliğine her sivil ‘evet’ demeli…
Anayasa değişikliği, Kürtlerin de sorunlarını
çözecek,” zırvasına sarıldığı koordinatlarda;
“Dünyanın en güç siyasi vazifesi Kürt
olmaktır!” diyen Diyarbakırlı terzi Niyazi usta
haklı…

Veya “Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler Türkiye’de
her şey oldular. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili,
rütbesi düşük asker, er, öğretmen, hemşire,
overlokçu, son ütücü, hatta ara ütücü
bile olabildiler ve hâla olmaya devam ediyorlar. Şimdiye kadar
Kürtler sadece bir tek şey olamadılar: Kürt olamadılar!
Kürt oldukları zaman hiçbir şey olamadılar!”
uyarısıyla Muhsin Kızılkaya da…

Özetle yine ve bugünde de Kürt olmayı tarif etmeye
“Zor” kelimesi hâlâ “Dar” geliyorken
yapılması gereken:
[13] “Kürt
Meselesi”nde resmî ideolojiye (Kemalizme) cepheden tavır alarak
doğru olanı yapan Beşikçi Hoca’mızdan
öğrenmektir…

EĞİTİM İLE ÜNİVERSİTELER KONUSUNDA DOĞRU OLANI YAPMAK

Suat Taşer’in, “Gölgemizden korkar olduk/ selam vermekten,
düş görmekten/ kundaktaki çocuğumuzdan/ saksıdaki
çiçeğimizden/ aynadaki hayalimizden de korkar
olduk,”[14] dizelerinde resmettiği eğitim ve
üniversiteler (YÖK) hakkında da doğru olanı yaptı Sarı
Hoca’mız!

Gerçekten de Alexandre Dumas Fils’in, “Neden
küçük çocuklar bu kadar akıllı da, yetişkinler bu
kadar aptal? Bunu başaran, eğitim olsa gerek”; G. M.
Trevelyan’ın, “Eğitim... okumasını bilen, ama neyin okumaya
değer olduğunu bilemeyen geniş bir kitle yaratmıştır,”
sözleriyle betimlenen Türk(iye) eğitim(sizliğ)i ile
üniversitelerindeki (YÖK) “durum”, hâlâ
1930’lu yılların Milli Eğitim Bakanlarından, galiba Saffet
Arıkan’ın, “Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım”
yaklaşımında yansımaktadır.

Örneğin Türkiye Bilimler Akademisi raporunda,
“Türkiye’de çok sayıda üniversitenin politik
kararlarla kurulduğu” belirtilirken; ‘Dicle Üniversitesi
İzleme Komisyonu’na göre de, “Bir dönemin yaklaşımı
‘Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı’ olmayı yeterli
kriter olarak görüyorken, yeni dönemde belli cemaatlerle
organik ilişki içinde olmak tek kriter hâline geldi”!

Kendi kendini eleştirip, aşamaması yanında; itirazın
“mekruh” ilan edildiği (12 Eylül darbecilerinden
“ulusal sol” ve AKP’ye ait olan) “YÖK denilen
fetva kurumu”nun, “Diplomalı cahiller
yetiştiren”[15] dizaynında “Bölücü
Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı” başlıklı plan
üniversitelerde uygulamaya da konuldu!

‘Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı’
başlıklı YÖK planı, “Bölücü örgütleri
tesirsiz hâle getirmek” Kürt öğrencilere yönelik
“akademik çalışma” seferberliği başlatılmasını
öngörüyorken; YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. Yekta
Saraç imzalı yazıda da şöyle deniliyor:
“Bölücü faaliyetler ile terör örgütü
ve destekçilerini tesirsiz hâle getirmek, meşruiyet
kazanmalarını önlemek, yurtiçi ve yurtdışındaki etkilerini
ortadan kaldırmak ve bu konudaki ortak mücadeleyi tüm kurum ve
kuruluşlar arasında etkin bir işbirliği ve koordinasyon içinde
sürdürmek amacıyla; Ek’te sunulan konular ve takvim
kapsamında üniversitelerimizce yapılan veya yapılması planlanan
akademik faaliyetlere ilişkin bilgilerin Başkanlığımıza bildirilmesi
önem arz etmektedir.”

YÖK, o geçmişte 12 Eylül darbecilerinin, ardından
“ulusal sol”cuların ve nihayette AKP’nin elinde;
örneğin, YÖK’ün Giresun Üniversitesi’nde
listeden çizdiği Prof. Dr. Halil İbrahim Bahar, kimin rektör
olacağının AKP’li milletvekillerinin yoğun olarak yaşadığı
Çukurambar’daki kafelerde saptandığını belirterek,
İçişleri Bakanı Atalay’ın rektör atama sürecine
müdahale ettiğini kaydetti...

YÖK’ün, bir baskı aygıtı olarak 12 Eylül
darbecilerinden, “ulusal sol”cular ve AKP’ye dek herkese
uymasının “sırrı”; eğitimi eğitim, üniversiteyi
üniversite olmaktan çıkarıp,
metalaştırmasındadır…

Hermann Hesse’nin, “Bir Dünya Edebiyatı
Kitaplığı” başlıklı yapıtının giriş bölümünde
“Gerçek eğitimin hedefinin herhangi bir somut amaca hizmet
etmek olmadığını” belirtip, yetkinliğe erişmeye yönelik her
çaba gibi bu çabanın da, “Amacını doğrudan kendinde
bulduğu”nu vurgularken, sözünü ettiği eğitim, insanı
dünyaya her bakımdan düşünsel bir temelde açılmaya
hazırlayabilecek bir eğitimken; verili neo-liberal koordinatlarda;
“Doğru eğitim bireyleri çok yüksek düzeylerde
verimli hâle getirmekte ve bu yüksek verimlilik düzeyi,
çok yüksek ücret vergilerine rağmen kişileri, firmaları
ve ülkeleri zorlanmaktan kurtarmaktadır,” diyen Eser
Karakaş’ın formülasyonundaki gibidir…

Yani metalaştırılmıştır!

Mesela… “Sabancı Üniversitesi yeni
düşünceleri, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin
araştırmacı yönlerini ve girişimci yeteneklerini ortak teknoloji
şirketleri kurarak ekonomik değer üretme çabalarına hız
verdi. Şu ana kadar öğrencilerden, mezunlardan ve öğretim
üyelerinden iki binin üzerinde iş fikri geldiği ve bunlardan
60’ının şirketleşme aşamasında olduğu bildirildi.
Yenilikçi ve yaratıcı girişimleri destekleyen Sabancı
Üniversitesi’nin şimdiye kadar ortak olduğu 16 şirketten
dördünde 90 kat ile 20 kat arasında değişen oranlarda değer
yarattığını açıkladı,” haberindeki gibi!

Böylelikledir ki görmeyenin, duymayanın, bilmeyenin kalmadığı
üzere: Neo-liberal politikanın dayatıldığı Türkiye’de
üniversite de özel sektöre açılıyor.
Üniversiteler, özel sektörün araştırma geliştirme
merkezleri durumuna getiriliyor

Bir üniversite rektörlüğü, kendi bünyesindeki
fakülte, enstitü ve yüksekokul müdürlüklerine
bir yazı gönderdi. Yazı, devlet üniversitelerinin özel
sektöre entegre edilmek istendiğini ortaya koyuyor. Yazıda
“özel sektör ile üniversite araştırmacılarının
birlikte çalışmasına zemin hazırlamak için”
laboratuvar kurulmasının planlandığı belirtiliyor. Akademisyenler, bu
tip yapılanmanın özel sektörün araştırma geliştirme
merkezlerine hizmet edeceğini belirtiyor.

Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Tahsin Yeşildere,
“Özel sektör çıkarları doğrultusunda
araştırmaları manipüle edebilir. Biz bunun örneklerini
ilaç sektörünün saha çalışmalarında bizzat
gördük” dedi…

Eğitim ve üniversitelerin YÖK despotizmiyle
metalaştırılması yanında aslolan tarihsel soru(n), resmî
ideolojiye el sürülememesi,
sürdürülmemesidir!

Örneğin Yüksek Mühendis Mektebi’nde fizik
profesörü olan Salih Murat (Uzdilek), Darülfünun
tartışmalarına dört yazıyla katılarak,
Darülfünun’un nasıl düzeltilebileceği konusundaki
görüşlerini açıkladığı 4 Ocak 1932 tarihli
‘Cumhuriyet’teki ‘Daha İyi Bir Darülfünun
Yapabiliriz’ başlıklı üçüncü yazısında
ağırlıklı olarak, bilimde otorite konusu üzerinde durarak, “Bu
yüksek ilim müessesesinin ıslaha muhtaç olduğunu hepimiz
kabul ettikten sonra tenkide (eleştiriye) gücenmemek lazımdır.
İrşatları (uyarıları) hüsnü telakki (iyi kabul)
etmeliyiz…

“Bazı ahvalde (durumlarda) diplomanın Nasrettin Hoca’nın
kürkünden farkı yoktur. Statik otorite insanı aldatabilir.
Yüksekteki boş madeni balonun kudret-i mekniyesi aşağıdan bakanlara
belki büyük görünür. Fakat düştüğü
zaman anlaşılır ki, boşmuş. Onun için statik otoritelere aldanmak
doğru değildir,” diyerek; İsmail Beşikçi (ve benzer
örnekleri) dışında hâlâ aşılamayanı tarif
etmiştir…

Resmî ideolojinin bu esaret zincirlerini, düşünce (ile
ifade) özgürlüğünde doğru olanı yapan İsmail
Beşikçi (ve benzer örnekleri) kırmıştır.

DÜŞÜNCE (İLE İFADE) ÖZGÜRLÜĞÜNDE DOĞRU
OLANI YAPMAK

Siz bakmayın bugünlerde, “Eğer ifade
özgürlüğüne inanıyorsak elbette en uç fikirler
dahil her türlü fikir ifade edilmeli,” diyen İsmet
Berkan’a…

Karşılıksız, boş ve moda bir söylencedir onun ki…

Kardinal Richelieu’nun, “Dünyanın en namuslu, en
dürüst, en erdemli adamına altı satır yazı yazdırın, onu
giyotine gönderecek en az bir açığını
yakalarım,”[16] dediği koşulları andıran
koordinatlarda “Düşünce (ve İfade)
Özgürlüğü” mü dediniz?

Bu konuda, 15 Kasım 2008 tarihinde İsmail Beşikçi, Fikret
Başkaya, Ragıp Zarakolu ile birlikte Ankara’da katıldığım,
“Düşünce Özgürlüğü ve Rejimin
Niteliği” başlıklı panelde dediklerimi, aradan geçen
süreye karşın tekrarlamamda hiçbir sakınca yok:

Mesela TCK 141-142’den 301’e uzanan süreç
bize aslında neyi ihlâl etmemiz gerektiğini söylüyor.
Galiba bundan sonra yani, bir sosyal sınıfın bir sosyal sınıf
üzerindeki tahakkümünü demekteydi 141-142 numaralı
yasalar Türk Ceza Kanunundaki. 301 ise Türklük ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletine hakareti yasaklıyor. Galiba bunlar tam da aynı anda
ve birleşik olarak ihlâl etmemiz gereken yasalar. O zaman
Türkiye’de düşünce ve eylem
özgürlüğünün önünü
açabileceğiz…

Türkiye’nin temel problemi bu! Yani düşüncelerimizi
ifade etmek için neleri karşımıza almamız gerektiğinin
açıkça formüle edilmemesi…

Bunun altını çizdikten sonra şimdi izninizle bir belirleme ile
diyeceklerime başlamak istiyorum:

“Hakikâti reddetmeyen bir düşünce kurgusu yanlış
bilinçtir,” diyen Marx’ın saptamasına müthiş
önem veriyorum. Çünkü özgür
düşüncenin var olabilmesi için öncelikle, size
hakikât diye sunulan şeyi reddetmeniz “olmazsa olmaz”.
Yani özgürlük burada başlıyor. Bu da ister istemez bir
itiraz, eleştiri oluyor.

Özetle hakikât denilen şey, “olağan” denilenin
reddi bağlamında ortaya çıkıyor. İnkârın inkârı da
bu değil mi zaten?

Bunu yaptığımız andan itibaren, Oscar Wilde’ın
“Tehlikeli olmayan bir düşünce, düşünce diye
anılmaya bile değmez,”
diye betimlediği itirazın mayınlı
alanına girmiş oluyorsunuz! Yani “hakikât denilen şeye”
itiraz ettiğiniz andan itibaren, tehlikeli bir düşüncenin sahibi
“malum şahıs” olup çıkıyorsunuz. Böylelikle de
egemen güçle çatışmanız başlıyor.

Buna boyun eğmemek diyebiliriz. Düşünen,
düşüncelerini oto-sansür uygulamadan ifade eden, boyun
eğmez.

Aslında bunda olağanüstü bir şey olmamalı. İnsanın
düşüncelerini olduğu gibi ifade etmesinden doğal ne olabilir
ki?

Düşünce insanî bir edim olarak insanı insan yapan temel
işlevsellik değil mi?

O hâlde insan olabilmek ve kalmak için otoritenin size
“hakikât” diye dayattığıyla yüzleşmek, ona itiraz
etmek, kaçınılmaz oluyor!

Bu çatışmanın nedeni, kendini bize, bize rağmen
“Düşünme… Konuşma… Sus… Boyun
eğ…” diye dayatan egemenlik ilişkileri.

Bu konuda bir anekdot var. Bernard Shaw, Britanya İmparatorluğu
için “Batsın bu imparatorluk”, dermiş. Bir gün
dönemin İçişleri Bakanı, “Bernard durmadan,
‘Batsın bu imparatorluk’ diyorsun; al sana düşünce
özgürlüğü; daha ne istiyorsun; bundan iyi bir şey
olabilir mi”, demiş.

Bernard Shaw da gülümseyerek, “Siz benim neyi
söyleyebileceğimi biliyorsunuz, bir de söyleyemediklerimin
farkında olabilseniz, işte o zaman sorun hâllolacak,” diye
yanıtlamış bakanı!

O hâlde düşünce özgürlüğü,
söylediklerimizle değil, söyleyemediklerimiz üzerinde kurulan
tekelin, keyfi egemenliğin yerle yeksan edilmesi itirazından başka bir
şey değildir.

Bunlardan söz edince, ister istemez, düşünce ve ifade
özgürlüğünün daha “tehlikeli” ilan
edilen alanlarına açılmamız gerekiyor.

Öncelikle düşünce ve ifade
özgürlüğünden bahsederken, düşünce ve ifade
özgürlüğünden bahsederken, neden özgür
olduğumuzun adını çok net koymalıyız.

Düşünce ve ifade özgürlüğü mü? Bu
teorik-soyut kavram tek başına hiçbir şey anlatmıyor! Soru(n),
düşünce ve ifadenin neden özgür olması
gerektiğidir.

Bence düşünce ve ifade dört şeyden özgür
olmalıdır. Bu dört şeyden özgür olmayan düşünce
ve ifadenin “özgürlükten” söz etmesi
mümkün değildir.

Bunların birincisi, düşünce ve ifadenin para ilişkilerinden
özgür olması gerekliliğidir. Para ilişkilerine şu veya bu
biçimde bağımlı bir düşünce ve ifade
özgürlüğü olamaz!

Örnek mi? Mesela Türkiye’deki egemen medyada, hem dolarla
yazı yazacak, hem de düşünce ve ifade
özgürlüğünü “savunacaksınız”! Buna
kargalar bile güler!

Doğan Medya Grubu’ndan veya Erdoğan Medyası’ndan para
alanların düşünce ve ifade özgürlüğü adına
ahkâm kesmesine izin vermek, kanımca düşünce ve ifade
özgürlüğüne en büyük hakarettir!

İkincisi, düşünce ve ifade özgürlüğü
tüm dinsel dogmalara, ikircimsizce, kıvırtmadan,
“ama”sız/ “fakat”sız “Hayır!” demek
zorundadır…

Dinsel dogmalara “Evet” diyen düşünce ve ifade
özgürlüğü olmaz, olamaz!

İnsan(lığ)ın dinsel inançları olur. Tartıştığımız konu bu
değil!

Tartıştığımız, “Kur’an’dan, İncil’den,
Tevrat’tan başka hakikât yoktur” diyen
anlayış(sızlığ)a boyun eğmemektir!

Üçüncüye gelince, o da, resmî ideolojiye
“Evet” diyen bir düşünce ve ifade
özgürlüğü olamayacağıdır!

Dediğim sosyalizm için de geçerlidir. Biliyorum bir
çok arkadaşım bana kızacak, “revizyonist” diyecek,
varsın desinler, canları sağolsun!

Sosyalizmin de “resmî ideolojisi” olmamalıdır;
olmayacaktır da!

Sosyalizmde de, “sosyalizmi” eleştirebilme
özgürlüğümüz olmalıdır. Bu hak askıya
alınmamalıdır. Tekrar ediyorum, bu çok önemli, eleştirmezsek,
eleştirtmezsek yine bir duvarın enkazı altında kalmamız
“mukadder”dir!

Geldik en tehlikeli ve Türkiye’yi en çok ilgilendiren
dördüncü şeye: Bütün egemenlik ilişkilerine
“Hayır” demeyen düşünce ve ifade
özgürlüğü olamaz.

Örneğin kadınlar üzerindeki ataerkil ilişkilere
“Evet” diyen bir düşünce ve ifade
özgürlüğü olamaz. Yani düşünce ve ifade
özgürlüğü, kadın üzerindeki bütün
baskılara ve cinsiyet ayrımcılığına “Hayır” demek
zorundadır.

Egemenlik ilişkilerinden bahsediyoruz. Sömürgecilere
“Evet” diyen bir düşünce ve ifade
özgürlüğü olamaz. Örneğin T. “C”,
sömürgeci bir devlettir. Bunu demediniz mi, olmaz!

Evet, devleti karşısına almayan bir düşünce ve ifade
özgürlüğü olamaz, olamaz; bu çok önemlidir.
Yani devlete yaslanmış bir düşünce ve ifade
özgürlüğü olmaz; düşünce ve ifade
özgürlüğü “muhalif”, “karşı
koyan”, “meydan okuyan”dır…

Ve nihayet, hangi biçimde olursa olsun; ister Avrupa’sı, ister
Amerika’sı buna Obama da dâhil; emperyalizmi karşısına
almayan bir düşünce ve ifade özgürlüğü
olamaz.

“Ay Obama ne kadar sempatik”, “Görün, bakın
Obama neler yapacak” türünden tereddütlerle anılamaz
düşünce ve ifade özgürlüğü!

Yeri geldi, belirtmeden geçmeyelim: Obama siyah olabilir, ama onun
oturacağı sarayın adı beyaz; ki onu da kırbaç zoruyla siyah
köleler yapmıştı; ve o saraya ön kapısından giren herkes
beyazdır!

Her neyse, devam edelim.

Ne demiştim? Düşünce ve ifade özgürlüğünden
bahsederken, onun özgür olduğunu çok açık ve net
olarak belirlemek zorundayız.

Ancak topraklarımızdaki tarif, bu konuda hep eksiktir, eksik
bırakılmıştır. Ki bu da düşünce ve ifade
özgürlüğünün iğdiş edilmesi anlamını taşıyor.
Yani Türkiye’de sık sık yapılan budur.

Bu eksikliktendir ki Türkiye’de, düşünce ve ifade
özgürlüğünü “savunduğu” iddia edenler
haddinden fazladır… Belirsiz bir düşünce ve ifade
özgürlüğü! Açmaz tam da buradadır.

Bu açmazda neo-liberal Orhan Pamuk
“özgürlükçü” ilan edilirken;
özgürlükleri, özgür bir biçimde savunan,
sevgili arkadaşım, ‘Uzun Yürüyüş’ dergisi yazı
işleri müdürü, radikal sosyalist Mehmet Ali Varış şu anda
Metris’teki tek kişilik hücresinde yatar…

Neo-liberal Orhan Pamuk’u çoğunluk bilir de, radikal sosyalist
Mehmet Ali Varış’dan ya da sosyalist basının zindanlara kapatılan
gözüpek evlatlarından haberi olan var mı?

Devam edelim: Hürriyet Gazetesine yazarsanız şöyle bir
avantajınız var. Alacağınız bir para cezasını Doğan Medya öder,
ama Mehmet Ali Varış’ın aldığı para cezasını Mehmet Ali Varış
ödeyemediği için bugün Metris Cezaevinde. Bunun için
paradan bağımsız bir ifade özgürlüğü.

İfade ettiğim dört noktanın altını kalınca çizerek, bir
kez daha vurgulamak istiyorum: Türkiye’de ve dünyanın
herhangi bir yerinde özgürlük dediğimiz kavramın, neden
özgür olduğunu çok açıkça belirtmeliyiz.

Üç değerli konuşmacı arkadaşım, hocam, dostum çok
önemli noktalara temas ettiler. Onları ifade ettiği şeylerden de
hareketle şunları belirtmeliyim: Bugün T.“C” devletinin
önemli payandalarından birisi de, düşünce ve ifade
özgürlüğünün içeriğini boşaltıp,
T.“C”nin raison d’état’sına yani
“hikmet-i hükümeti”ne payandalayanlardır.

Bu belirlemenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu
isterseniz tartışma bölümünde yeniden ele alırız. Ama ben
yine de kısaca ifade ederek ilerleyeyim: Coğrafyamızda düşünce
ve ifade özgürlüğünü “savunmak” adına,
bu ülkeye demokrasi getirdiği, getireceği “iddia edilen”
AKP’yi destekleyenler yok mu?

Elbette var! Komik ama bunlar da, düşünce ve ifade
özgürlüğünü “savunduğu”nu
anlatıyorlar bize, herkese!

Bu masala “inanalım” mı?

Tekrar başa dönersek, ifade ettiğim dört noktadan ödün
vermediğimiz andan itibaren; özgürlüğümüzü,
gerçekten “özgürlük” sıfatına layık bir
biçimde kullanmaya başladığınız andan itibaren; Türkiye
toprağının temel problemleri ortaya çıkar.

Birincisi, neden burası Türkiye toprağı?

İlk problem budur? Yani neden burası Türkiye?

“İye” eki mülk edinmektir, mülkiyet vurgusudur.
Türkiye de, Türk’e ait olan anlamına gelir.

İyi de neden bu topraklar Türk’e aittir?

Örneğin bu soruyu Türk(iye) Üniversiteleri’nde
soramazsınız...

Örneğin bu soruyu parlamentoda soramazsınız,
soramazsınız…

Birden aklıma geldi! Üniversite’den parlamentoya transfer olan,
eskiden Rosa Lüksemburg’u tercüme eden, Rosa
Lüksemburg’un yapıtlarını çeviren, AKP’li Zafer
Üskül, şimdilerde TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı.
Ayrıca da iktidar partisi üyesi. Kendisi, mealen şunu
söylüyor: “Milletvekili olarak düşüncelerimi ifade
ettim, düşünceyi ifade özgürlüğümü
kullandım.”

Bir milletvekili toplumsal durumlarla ilgili olarak düşünce ve
ifade özgürlüğünü kullanamayacaksa, kim kullanacak?
Buraya dikkat, tartışılan konu bir milletvekilinin ifade
özgürlüğünü kullanamaması problemidir, sizin
değil…

Bu memlekette milletvekilleri bile haklarını kullanamıyormuş, hani şu
kürsü dokunulmazlıkları olanlardan söz ediyorum.

Peki niye kullanamıyorlar? Çünkü bugün adına
“Cumhuriyet” denilen şey, -ki ben bunu önüne Türk
eklenince tırnak içine alınmasını gerektiğini
düşünüyorum- bir tabular/ yasaklar/ yalanlar rejimidir.

Tabular/ yasaklar/ yalanlar ise bu rejimi ayakta tutan
vazgeçemeyeceği argümanlarıdır.

Resmî tarihte, söz konusu argümanların rolü kilit
önemdedir. Bunu en iyi Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler yani
rejimin ötekileştirdikleri bilirler!

Kürtler, Dersim mi? Ya da benzerlerini konuşursa bu yasaktır!

Ya Ermenilerin başına getirilenler? Zinhar onlardan da söz
edemezsiniz! TCK 301 ve benzerleri bunun içindir!

Veya 6-7 Eylül’ün Rumları… Trakya’nın
Yahudileri… Bu konular da resmî tarihin
“mahremi”dir!

Düşünce ve ifade özgürlüğüne, tam da bu
soru(n)lar için muhtacız! Yani tarihle hesaplaşmak, kanlı bir
trajedilerin “neden”i, “nasıl”ı,
“kim”ini anlamak ve anlatmak için! Ya da resmî
ideoloji ve İttihat ve Terakki’den Kemalizm’e uzanan
serüvenle hesaplaşmak için!

Bu hesaplaşma kaçınılmaz; ertelense de engellemez!

Hızla değişen, değiştirilen dünya ve Türkiye, bir ay
önce patlayan sürdürülemez kapitalizmin kriziyle artık,
eskisi gibi olamaz. Kürdistan da öyle. ABD de öyle. Ortada
kriz diye bir şey var; her şey alt üst olacak, değişecek…

Kriz ana eksen olmaya başladı. her şeyi krizin dinamikleri
biçimlendirecek.

Hep beraber göreceğiz bunu.

Coğrafyamızdaki krizle, Kürt sorunu yeniden biçimlenecek.

Krizde hayat yeniden biçimlenecek.

Dünya, Ortadoğu, Kafkaslar, aklınıza gelen bütün
coğrafyalar krizde yeniden biçimlenecek.

O hâlde bizim de, kriz ile yeniden biçimlenecek bir
düşünce ve ifade özgürlüğünün yaratıcı
yıkıcılığına ihtiyacımız var.

Evet, kriz tarafından biçimlenecek bir düşünce ve
ifade özgürlüğüne ihtiyacımız var. Hani dört
vazgeçilemezli düşünce ve ifade
özgürlüğünden…

Neden bunların altını durmadan çiziyorum mu?

Krizin Türkiye’sinde artık piyasa ekonomisi temelinde bir
demokrasiyi savunmanın, bir kerameti olmadığını,
özgürlükçülük olarak sunulamayacağına
dikkat çekmek için!

O hâlde düşünce ve ifade
özgürlüğünün ilk gerekliliği, evet evet ilk
gerekliliği, sürdürülemez kapitalizme “Hayır”
demektir.

Bitiriyorum.

Evet arkadaşlar, Türkiye’de silah tekelleriyle ilişkili olanlar
demokrasi, barış ve ifade özgürlüğünü
savunamazlar.

Altını bir daha çizerek tekrarlayayım mı? Türkiye’de
silah tekelleriyle ilişkileri olanlar demokrasi, barış, Kürtlere
özgürlük, ifade özgürlüğünü
savunamazlar.

Düşünce ve ifade özgürlüğü, demokrasi kala
kala onlara kalmadı, kalamaz da!

Demokrasi, barış, özgürlük, düşünce ve ifade
özgürlüğünü onların yalan ve
manipülasyonlarına kurban edilmeyip; onların elinden alınarak,
gerçek sahiplerine: Hakkâri sokaklarında elleri kırılan
bebelere, Kürt Dağında dövüşenlere, varoşlarda yeniden
örgütlenenlere, alanlara itiraz hareketi olan çıkan
Alevilere, bugün var olduğu ve kaldığı kadarıyla Hrant’ın
kardeşlerine, bugün var olduğu ve kaldığı kadarıyla
Pontus’lulara iade edilmelidir!”

Bunları demiştim “Düşünce (ve İfade)
Özgürlüğü” konusunda Kasım 2008’de;
Eylül 2010’da geçerli hâlâ dediklerim; Leo
Strauss’un, “Dünya çığırından çıkmış:
Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben
doğmuşum,”[17] sözleri Sarı Hoca’mız
şahsında kulaklarımda çınlarken…

MAHKEMELERDE VE İNSAN HAK(SIZLIK)LARINDA DOĞRU OLANI YAPMAK

Rosa Luxemburg’un, “Özgürlük ötekinin
özgürlüğüdür,” sözleriyle betimlenmesi
mümkün olan düşünce (ve ifade
özgürlüğü), demokratik sistemin en temel
dayanaklarından biri olmuştur.

Ancak bir yanda ilke olarak düşünce (ve ifade)
özgürlüğü varken, öte yandan bunu kısıtlayan
“kanunlar”, mekanizmalar vardı; mevcuttur; hem de Şair
Eşref’in “Devr-i istibdat da söyletmezlerdi insanı;/
Meşrutiyette önce söyletir sonra keserler iflahını!”
dizelerinde veciz bir biçimde belirttiği gibi!

Bunu en iyi açıklayan söz ise, “Basın kanunlar
çerçevesinde hürdür” ifadesidir. Her temel hak
gibi, düşünce özgürlüğünün var olduğu
kabulünden sonra, mutlaka bir “ama” ifadesi gelir. Bir madde
ile tanınan özgürlük, öteki madde ile geri alınır, ya
da kısıtlanır.

Örneğin 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan,
insan temel hak ve özgürlüklerinin belirlendiği İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi, Türkiye için de bağlayıcı
olmasına karşın neredeyse tüm maddeleri 60 yıl boyunca devleti
yöneten iktidarlar tarafından defalarca çiğnenmiştir ve
çiğnenmektedir.

Bildirge’nin 19. maddesini ele alalım. Madde 19 şöyle der:
“Herkesin düşünce ve anlatım
özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak,
düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke
sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri
her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli
kılar.”

Görüldüğü gibi “düşünce ve anlatım
özgürlüğü” İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nde anlaşılır bir biçimde belirtilmiş temel insan
haklarından biridir. Ne var ki 6 Nisan 1949 tarihinde Bakanlar
Kurulu’nun 9119 sayılı kararı ile Türkiye Cumhuriyeti adına
onaylanan Bildirge’nin bu maddesi işbaşına gelen tüm iktidarlar
tarafından her fırsatta çiğnenmiştir.

Aslı sorulursa yasaklamaların, tabuların ardında, resmî devlet
ideolojisinin bekası, savunulması kaygısı egemendir.

Resmî ideolojinin temel tabuları şöyle sıralanabilir: i) Sol,
sosyalist düşünce [ Eski TCK 142, yeni 216. madde; ayrıca yeni
TCK 215. madde ve 3713 sayılı TMY]; ii) azınlıklar [Eski TCK 159, yeni
301 ve 305. madde; eski 312 yeni 216. madde; ayrıca 3713 sayılı TMY]; iii)
dini ve din karşıtı düşünce [Eski TCK163 ve 175. maddeler, yeni
125. madde]; iv) resmî tarih ve ideolojinin eleştirisi [Eski TCK 159,
yeni 301. madde; ayrıca 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma
Kanunu]; v) devletin kutsallığı ve organlarının dokunulmazlığı. [Eski
TCK 159, yeni 301.ve 125.
maddeler, ayrıca 3713 sayılı TMY]; vi) cinsellik [ 117 sayılı
Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu].

Düşünce (ile ifade) özgürlüğünün
kısıtlanması aynı zamanda, inanç, örgütlenme, bilgi
edinme özgürlüklerinin de denetim altında tutulması
anlamına gelirken; despotik baskıları da devreye sokar…

MAHKEMELER VE İNSAN HAK(SIZLIK)LARINA ÇARPICI
ÖRNEKLER
Bismil’de 19 Nisan 1992
tarihinde gözaltına alındıktan sonra copla işkence edilerek
öldürülen Abdulkadir Kurt’a işkence yaptığı
iddiasıyla yargılanan askerlerden, o tarihte asteğmen olarak görev
yapan Salih Üner’in ağırlaştırılmış ömür boyu
hapis cezasıyla cezalandırılması istendi. 14 sanığın beraati istenen
iddianamede çarpıcı bir tespitte vardı: “O dönemdeki
bölge koşullarında olay bütün görevlilerce
biliyordu.”
Ordu’da 1998 yılında
çıkan bir çatışmada yaşamını yitiren PKK’li Veysel
Ekici’nin ailesine çatışmada ölen çocukları
‘Devlet malına zarar verdi’ denilerek dava açıldı. Dava
sonucunda çocuklarını yitirmiş olmanın verdiği acıyla yaşayan
Ekici ailesine 13 bin lira da para cezası verildi. Devlet, maddi durumu
kötü olan Ekici ailesinden parayı alamayınca, ailenin ev
eşyalarının haczedilerek köy meydanında satışa
çıkarılması yönünde karar verdi.
Selendi’de
savcılıkça yürütülen soruşturma kapsamında,
taraflardan 250’ye yakın kişinin ifadesinin alındığı
öğrenildi. Ancak olaydan önce, 2009’un Ekim ayında olaylara
karışan tarafların karşılıklı olarak suç duyurusunda bulunduğu
belirlendi. Romanların, bir kahvehane sahibiyle tartışmanın ardından
suç duyurusunda bulunduğu öğrenildi. Kahvehane sahiplerinin de
karşı suç duyurusunda bulunduğu belirlendi. Romanların suç
duyurusu takipsizlikle sonuçlandı. Kahvehane sahiplerinin yaptığı
suç duyurusu üzerine ise 4 Roman hakkında, “hakaret,
tehdit ve işyerine zarar verme” suçlarından dava
açıldığı ortaya çıktı.
İzmir’de, dört yılda
Hrant Dink cinayeti protestosu, Dünya Emekçi Kadınlar
Günü, Dünya Barış Günü ve Abdullah
Öcalan’ın yakalanışının yıldönümünde yapılan
etkinliklere katılan 61 yaşındaki Sultani Acıbuca adlı kadın,
“silahlı örgüt üyeliği” suçlamasıyla
altı yıl üç ay hapse çarptırıldı. Türkçe
bilmeyen Acıbuca, “suç” diye nitelendirilen beş yasal
eylemin dördünde “grupla birlikte hareket etmek” ve
“sloganlara eşlik etmek” ile suçlanıyor. Acıbuca bir
eylemdeki Kürtçe konuşmasında da, “Erdoğan da oğlunu
askere göndersin” diyordu.
Halk müziği
sanatçısı Pınar Sağ hakkında TİKKO adlı örgütün
kurucusu İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü
iddiasıyla,[18] ‘Faşist iktidara karşı her zaman
dik durmuş Kaypakkaya’nın yoldaşlarına’ sözleri
nedeniyle dava açtı.
53 yaşındaki TAYAD üyesi
Ayşe Arapgirli’ye, mezar başında yedi kişilik bir anmada
“slogan attığı” gerekçesiyle 10 ay ceza verildi.
Delillerden biri “Halkız haklıyız kazanacağız”
sloganı.
Bursa Başsavcılığı’nın
ESP’liler hakkında, yasadışı örgüt adına faaliyet
yürüttükleri gerekçesiyle açtığı davanın
iddianamesinde yasal gösteriler ve ‘Komünist Manifesto’
başlıklı kitap “delil” sayıldı.
Polisin Ezilenlerin Sosyalist
Platformu’na yönelik sekiz ilde yaptığı operasyonlarda 24 kişi
gözaltına alındı. Zanlılara suçlamanın “Kutsiye
Bozoklar’ın cenazesine katılmak” olduğu
söylendi.
DHKP/C örgütü
üyesi Uğur Bülbül’ün vasiyeti üzerine mezar
taşına “Kahramanlar ölmez halk yenilmez” ifadesini yazan
arkadaşlarına “suçu ve suçluyu övmekten”
altı ay hapis cezası verildi. 2006 yılında Sincan F Tipi
Cezaevi’nde hayatını kaybeden oğlunun mezarına aynı ifadeyi
yazdıran anne Mesude Demirel’e de aynı suçtan soruşturma
açıldı. Savcılık, ayrıca “suçun delili” mezar
taşının sökülmesi için “el koyma” kararı
verilmesini de istedi. Mahkeme de savcılığın bu talebine uydu ve söz
konusu mezar taşı sökülerek mahkemeye delil olarak
getirildi.
Antalya’da polis kurşunuyla
öldürülen 18 yaşındaki Çağdaş Gemik’in
ailesinin avukatı hakkında “valilik aleyhine kamuoyu
oluşturduğu” gerekçesiyle soruşturma
açıldı.[19] Savcılığa bir yazı göndererek
polis memurunun uyarı amaçlı olarak havaya ateş ettiğini savunan
vali yardımcısından şikâyetçi olan avukat Münip Ermiş
hakkında soruşturma açıldı.
Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı, Samsun ve Rize’de Grup Yorum konseri düzenlemek
isteyen ‘Karadeniz Özgürlükleri Derneği’
üyesi beşi tutuklu toplam dokuz kişi hakkında “örgüt
üyeliği” ve “örgüt propagandası”
suçlamasıyla açtığı davada ilginç delillere yer
verdi: Dava dosyasında ünlü müzik grubu Grup Yorum’un
“konser biletleri” ve “konser afişleri”
örgüt üyeliğine ve örgüt propagandası yapma
suçuna delil olarak sunuldu. Ayrıca, 10 yıl önce başka
yayınlar için alınan alınan toplatma kararları da ilk baskıları
1997 ve 1998 yılında yapılan iki kitap için kanıt
oldu.
Adana, Mersin ve Hatay’da
ESP’lilere yönelik 10 Mart 2009’da yapılan operasyonlarda
gözaltına alınan 22 kişi hakkında Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi
tarafından hazırlanan iddianamede, ilginç suç delili ve
örneklendirmelere yer verildi: 1976 yılında çıkarılan ve
hakkında toplatma kararı olan bir kitap ile el konulan 6 adet naylon
düdük “suç delili”, Che Guevera
“terörist” sayıldı.
Hâkimlik sınavını
üç kez kazansa da sözlülerde elenen Mahir Demir, yargı
kararıyla tekrar girdiği sözlü sınavları kaybetti,
“Tuncelili ve adım Mahir olduğu için beni elediler,”
dedi… Fişlendiği için üç ‘Adli Yargı
Hâkim ve Savcı Adaylığı Sınavı’nın mülakatlarında
elenen Mahir Demir girdiği sözlü sınavların iptal edilmesi
için açtığı davaları kazandı. Adalet Bakanlığı, mahkeme
kararlarını uygulamak için Demir’i sözlü sınava
aldı. Ancak Bakanlık üç sözlü sınavı aynı gün
ve 10’ar dakika arayla yaptı. Kendisine “Bilgisayarda kaç
virüs var”, “İlk sesli Türk Filmi ne zaman
çekildi” gibi sorular sorulduğunu belirten Demir, Tuncelili ve
adı Mahir olduğu için sınavda elendiğini belirtti.
Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesi, Siirt’te verdiği bir konserde, “Kazım
Koyuncu’yu, Ahmet Kaya’yı, Ozan Serhat’ı,
Delila’yı unutmayın. Uğur Kaymaz’ı unutmayın” dediği
gerekçesiyle sanatçı Cevdet Bağca’yı 10 ay hapse
mahkûm etti. Diyarbakır’da mahkeme, “bilirkişi
heyeti” olarak özel harekâtçıları seçince
Kazım Koyuncu ve Ahmet Kaya “PKK sempatizanı”
olarak[20] gösterildi.
Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde
kalan beş mahkûmun “gereksiz yere türkü
söyledikleri” gerekçesiyle “iletişimden men
cezası” aldığı belirtildi.
“Cezaevinden gönderilen
mektupları tek tek okuyup sakıncalı ifade arayan cezaevi yönetimi, bu
kez mektubu okumakla yetinmedi, metne ok çekip tutuklunun
görüşünü düzeltti: Yalan yanlış
beyan!”
Marx ve Engels’in 150 yıl
önce birlikte yazdığı iki kitabın cezaevine sokulmamasının
gerekçesi: Kitapların içeriği Öcalan’ın
yasaklanan kitabına birebir benziyor: Karl Marx ve Friedrich Engels’in
birlikte yaklaşık 150 yıl önce kaleme aldıkları ‘Nüfus
sorunu ve Malthus’ ve ‘Kapitalizm Öncesi Ekonomi
Biçimleri’ isimli kitapları ilginç bir gerekçe
ile “sakıncalı” bulunarak Sincan F Tipi Cezaevine sokulmadı.
Cezaevi yönetimi, iki kitabı, içeriği Öcalan’ın
2009 yılında yazdığı yasaklı ‘Demokratik Toplum Manifestosu
Kapitalist Uygarlık Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar
Çağı’ kitabının içeriğine benzediği için
cezaevine almadı.
Meclis’te yolsuzluk,
rüşvet ve sahtecilik gibi gerekçelerle haklarında 350 dosya
bulunan 112 milletvekili yargılanamazken, Diyarbakır’da 1 TL gasp
ettikleri iddiasıyla yargılanan 4 çocuk hakkında 362 yıl hapis
cezası istendi.[21]

Despotların yarattığı tablo buyken; düşünce (ile ifade)
özgürlüğünün kısıtlanması, inanç,
örgütlenme, bilgi edinme özgürlüklerinin de denetim
altında tutulması anlamına gelirken; İsmail Beşikçi (ve benzer
örnekleri) de bize, neyin nasıl yapılacağını
öğretirler…

“SONUÇ YERİNE”: HERKES HAYATINDA BİRİLERİNDEN
BİR ŞEY ÖĞRENİR

“İnsanın düşüncelerini hazırolda

durmaya kim zorlayabilir?”[22]

Diyeceklerimi toparlıyorum: Herkes hayatında birilerinden bir şeyler
öğrenir. Hayat öğrendiklerimiz ile onları geliştirerek temize
çektiklerinin toplamıdır.

Mesela Ankara Cumhuriyet Lisesi’ndeyken sarıldığım o uzun
saçlı genç kız öğretti bana öpmeyi;
Dev-Genç başkaldırmayı; THKO isyancı cüreti; Filistin silah
kullanmayı; radikal sosyalizm -asla vazgeçmemecesine-, “Hayat,
aşk, ekmek çalışanlara. -Mesele buğdayı taksimden
ibarettir-”[23] demeyi; O “dağınık saçlı
kadın”dan yarım bırakılan şarkıların hüznünü;
Halil Cibran’ın, “İnsanın öğretmeninin doğa,
kitabının insanlık, okulunun yaşam olduğu birgün gelecek mi?”
sözlerinden umudu; 11 yıl 8 yıl 23 ay 8 saatlik sürgün
yaşamımdan “duvara çivi çakmadan yaşamanın” ne
de demek olduğunu; Kürtlerin ‘Yeni Gündem’inden
ısrarı; Sibel’den şarkıların, müthiş bir içtenlik ve
iç titreten gülümseyişle yeniden nasıl
söylenebileceğini; Hemşehrim İsmail Beşikçi Hoca’dan
da, zulmün mahkeme ve zindanlarında nasıl dik durulacağını
öğrendim…

Hepsine (zikredemediklerim de dahil) çok şey borçluyum;
nasıl inkâr ederim…

T. W. Adorno’nun, “Umutsuzluk karşısında sorumlu bir
biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi
kurtarılmanın bakış açısından görünebilecekleri
biçimleriyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın
dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin;
başka her şey kurgudur, tekrardır, sadece tekniktir.

Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki, dünyayı
yerinden oynatsın, yadırgı kılsın, onu bütün
çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir
gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve
çarpıklığı ile göstersin,” sözleri eşliğinde
Onlardan öğrendiklerimi geliştirerek temize çekerken
vardığım aslî sonuç: Egemenlerin “olağan”
diye sunarak sınırlarını yasalarla, silahla, zindanla çizdiklerini
ihlâl etmeyi göze almadan, buna cüret etmeden, yani
Kazancakis’in deyişiyle “Çarmıha gerilmeyi göze
almadan” özgür ve aşık olamazsınızdır…

1 Eylül 2010 15:02:02, Ankara.

N O T L A R

[*] 3 Eylül 2010 tarihinde 5. Karaburun Bilim
Kongresi’nin (Mordoğan) “Bilim ve Düşünce
Özgürlüğü” başlıklı oturumunda yapılan
konuşma… Sosyalist Mezopotamya, No:29, Aralık 2010…

[1] Heraklitos.

[2] Franz Kafka, Aforizmalar, Çev: Osman
Çakmakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,
2010.

[3] “İsmail Beşikçi’nin Yargılanmasına
Başlandı”, target="_blank">http://www.beybun.com/habergoster.asp?id=10237

[4] Orhan Miroğlu, “İsmail Beşikçi
Türkiye’nin Vicdanıdır”, Toplumsal Tarih, No:200, Ağustos
2010, s.13.

[5] Malmîsanij, Bu Kürtleri Nereden
Çıkardın İsmail Beşikçi? Vate Yayınevi, İstanbul,
2009.

[6] “Özdemir İnce der ki: Ülkenin devlet
dili olan resmî dil bir yabancı dil olarak öğretilemez.
‘Anadilde öğretim’in bir tek amacı vardır: Ayrı devlet
kurma! Önce devletini kur, gerisi kolay. Ayrılığa giden sürecin
masraf ve faturalarını TC’ye ödetme!” (Özdemir İnce,
“Kürtçe Eğitim ve Öğretim Hakkı”,
Hürriyet, 2 Temmuz 2010, s.18.)

[7] “Militarizm”in en iyi tanımını,
“Tanrı’nın Krallığı askerî bir otokrasidir, orada
kamuoyu diye bir şey yoktur,” diyen Anatole France’ın verdiği
kanısındayım…

“Militarizm”in, sınıflı-sömürücü
yapının koruyucu/ terörist zırhı/ demir yumruğu olduğunu,
hiç ama hiç unutmamak gerekiyorken; Karl Liebknecht’in,
“Militarizm, toplum hâlinde yaşamanın en önemli ve en
dinamik biçimlerinden biridir… Militarizmin tarihi, devletler
ve uluslararasındaki siyasal, toplumsal, iktisadi ve genel olarak da,
kültürel uzlaşmazlıkların tarihi olduğu gibi, aynı zamanda, bu
ulusların kendi içlerindeki sınıfların mücadelelerinin de
tarihidir,” (Karl Liebknecht, Seçme Yazılar-Militarizme Karşı
Sınıf Mücadelesi, Çev:Alp Tümertekin, Belge Yay., 2009,
s.83-84.) saptamasının da altını özenle çizmek gerek.

Bu durumda, kapitalizmin militarizmin doruğa çıktığı bir rejim
olduğunu ve egemen şiddetin merkezi örgütlenmesi olduğunu asla
göz ardı etmeden; Hasan Ali Toptaş’ın,
‘Yalnızlıklar’ dizelerini anımsamak gerek militarizmin/
silahlı zorbalığın ne olduğunu anlamak için: “Silahlar ki,
her biri bin yalnızlıktır/ ve düşmanıdırlar dilin./ /Silahlarla
büyür yalnızlık;/ bilip bilmediğimiz,/ görüp
görmediğimiz silahlarla./ Her silah kördür
çünkü/ baktığı yeri vursa da,/ her silah
sağırdır.”

O hâlde, Rosa Luxembourg’un ifadesiyle kapitalizmin önemli
bir birikim dalı olan militarizme karşı mücadelenin, elitist veya
oligarşik egemenlik ilişkilerinin tehdit ve sınırlamalarına karşı
çıkan insanî özgürleşme mücadelesi olduğunu
ortaya koyar.

[8] Ayşe Hür, “Hamidiye Alayları’ndan
Koruculuğa”, Taraf, 21 Mart 2010, s.12.

[9] Ayşe Hür, “Bir Kez Daha ‘Kürt
Meselesi’…”, Taraf, 20 Haziran 2010, s.6.

[10] Umumi Müfettişler Konferansı Toplantı
Tutanakları-1936, Yayına hazırlayan: M. Bülent Varlık, Dipnot
Yayınevi, 2010.

[11] Ersin Tokgöz, “Kürtlere Ağlamayın,
Vurun Gitsin!”, Radikal, 19 Temmuz 2010, s.2.

[12] Irkçı öğeler ihtiva yazı için bkz:
href="http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/samsunun-yumrugu-yuksekovanin-tasi-27046"
target="_blank">http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/samsunun-yumrugu-yuksekovanin-tasi-27046

[13] “Sosyalist solu zorlu bir görev daha
bekliyor, ‘Kürt Açılımı’nın ‘Milli Birlik
Projesi’ne evrilmesi gibi, Demokratik Özerklik tartışma
sürecinin neo-liberal politikalara karşı iyi yönetilmesi
gerekiyor.” (İkbal Polat, “Demokratik Özerklik ve Siyasi
Satranç”, BİA Haber Merkezi, 29 Ağustos 2010.)

[14] Suat Taşer, Evrende Ellerimiz, İş Bankası
Kültür Yay., 2010.

[15] Doğan Kuban, “Üniversite Sorunu”,
Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:24, No:1223, 27 Ağustos 2010, s.2.

[16] Kardinal Richelieu, aktaran: İsmail Özmen,
“Dünya Düşünce Ansiklopedisi”.

[17] Leo Strauss, Politika Felsefesi Nedir?, çev:
Solmaz Zelyut Hünler, Paradigma Yay., 2000, s.67.

[18] İki yıl hapsi istenen türkücü Pınar
Sağ, “Kaypakkaya suçlu değil kahramandır!” vurgusuyla,
“Suç ve suçluyu övmek kavramı çok izafi.
Kime göre suç ve suçlu? Köylülerin,
çiftçilerin ve işçilerin birleşerek sınıfsal
ayrılıkların üstesinden gelmesi gerektiğini haykıran devrimciler
suçlu olabilir mi? Bu davayı açarken amaçları, bundan
sonra bu isimlerin kullanılmaması. İnsanların kullanmaya, anmaya
korkmaları. Oysa sanatçı korkak olmaz, ortada olmaz. Benim rengim
bellidir ve kızıldır. Ben sahte açılım kahvaltılarında değil,
halkın içinde bildiğim doğruyu söyleyerek varım. Bu davadan
da onur duyuyorum. Benim hayattaki birinci gayem bu ülke için
bedel vermiş devrimcileri unutmamak ve unutturmamaktır. Yapacağım
savunmada da söyleyeceklerim farklı olmayacak,” (Onurkan Avcı,
“Kaypakkaya Suçlu Değil Ben de Suçluyu
Övmedim”, Birgün, 8 Mayıs 2010, s.7.) dedi.

Ayrıca Pınar Sağ, Şişli 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yaptığı
savunmasında Kaypakkaya hakkında verilmiş bir mahkeme kararı
olmadığından suçlu olmadığını, bu nedenle suçluyu
övme gibi bir durumun söz konusu olamayacağını belirterek,
“Deniz Gezmiş’in öldürülmesinde şüpheli
durumda olanlar bugün özür diliyorsa Kaypakkaya’nın da
suçlu olamayacağını, hakkında bir mahkûmiyetle
sonuçlanmış yargılama olmadığı için suçlu kabul
edilemeyeceğini düşündüm ve bunu ifade ettim. Kaypakkaya
suçlu kabul edilemeyeceğinden suçluyu övmek de söz
konusu olamaz,” dedi. (“Pınar Sağ Savunma Yaptı”,
Cumhuriyet, 11 Mayıs 2010, s.9.)

[19] Çağdaş Gemik, 27 Ekim 2008’de
‘dur’ ihtarına uymadığı iddiasıyla polis Mehmet
Ergin’in açtığı ateş sonucunda öldü. Soruşturma
sürerken Antalya Vali Yardımcısı Mehmet Seyman 6 Kasım 2008’de
savcılığı “Gizli” ibareli bir yazı yazarak, şunları
kaydetti: “Polis Ergin tarafından ‘ikaz amaçlı olarak
havaya ateş edilmiş’ açılan ateş sonucu Gemik’in
motosiklet üzerinde kaçarken boynundan yaralanarak olay yerinde
hayatını kaybettiği anlaşılmıştır. Olayla ilgili soruşturma
işlemleri hakkında bilgi verilmesi hususunu arz ederim.” (İsmail
Saymaz, “Avukata Soruşturma: Valilik Aleyhine Kamuoyu
Oluşturdun!”, Radikal, 14 Şubat 2010, s.10.)

[20] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, PKK
örgütü lehine slogan attıkları için bir ceza davası
çerçevesinde Esmer Savgın ve Kerem Savgın’ı
mahkûm ettiği için Türkiye’yi toplam 20 bin avro
manevi tazminata mahkûm etti. 2001 yılında kutlanan Newroz bayramı
sırasında PKK lehine sloganlar attıkları iddiasıyla yargılanan iki
kişi, ifade özgürlüğü haklarının kısıtlandığı ve
adil yargılanmadıkları gerekçesiyle açtıkları davayı 2
Şubat 2010’da kazandılar. (“AİHM: PKK Lehine Slogan Atmak da
İfade Özgürlüğüdür”, Evrensel, 4 Şubat
2010, s.6.)

[21] Benzer bir olay, 1997 yılında Gaziantep’te
yaşanmıştı. Baklavacı dükkânının kapısını kırarak
baklava ve fıstık çalan A.K, A.A, L.H. ve Metin Subaşı,
“çete oluşturarak hırsızlık yapmak” suçundan
yargılanmış; 18 yaşından küçük olan A.A, A.K. ve L.H.
6’şar yıllık cezalarını ıslahevlerinde çektikten sonra
serbest kalmış, olay tarihinde reşit olan Metin Subaşı ise 9 yıl hapse
mahkûm edilmişti. (Salih Yeşil, “1 TL’ye Karşılık 362
Yıl Hapis İstendi”, Evrensel, 14 Mayıs 2010, s.3.)

[22] Julius Fuçik’in, 1943 ilkbaharında
Prag’daki Pankrats Hapishanesi’nde yazdığı
‘Darağacından Notlar’ın girişinden.

[23] Suphi Taşhan, Kilometre Taşları, İş Bankası
Kültür Yay., Mayıs 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder