4 Şubat 2011 Cuma

Kapitalizmde Mücadele Çıkmazları / Hande Atay

Kapitalizmde Mücadele
Çıkmazları / Hande Atay

İnsan tek başına her şeydir, insan tek başına hiçbir
şeydir.

Bugün, egemen ağzın diliyle “sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşamak”  için atıkları ayrıştırmak,
naylon poşet kullanmamak, günlük kullanımlarda su tasarrufunda
bulunmak gibi bireysel mücadeleler tek başına anlam taşımadığı
gibi, siyasi içeriği boşaltılmış örgütlü bir
çevrecilik mücadelesi de yeterli değil. Çünkü
sermaye-emek, sermaye-doğa çelişkisinin keskinleştiği ve doğanın
- emeğin sermaye tarafından sömürüldüğü bir
süreçten geçiyoruz. Bununla birlikte“muhteşem bir
şeyleştirme makinesi”  olan sermaye, kendi yasalarıyla
kendisini yeniden üretmekten ve “yeşil vitrinler”
için yeni sömürü alanları yaratmaktan asla
vazgeçmiyor. Canlı, cansız bütün varlıklar;
bütün öğelerimiz ve dolayısıyla kendisinden
türediğimiz bütün kaynağımız kapitalizm koşullarında
paramparça oluyor. Bu“şey”leştirme, bizi ve doğayı
kontrolü altında tutuyor. Şeylerin dünyasında ise iki
seçenek dayatılıyor bize; ya tüketici sıfatını
bilinçsizce taşımaya devam etmek ya da yeşil vitrinlerin şaşalı
ürünlerini kullanarak bireysel tatmin tesellisiyle sözde
ekolojiye duyarlı bir yaşam seçmek. Seçimimiz hangisi olursa
olsun, kazanan her zaman belli tabi: sermayenin kârı. Bu iki
seçeneğin birazcık dışına çıkıp ufak çapta
sorgulamalara başlandığında ise en fazla sermayenin hukuk kuralları
için sermayenin yargı organlarını kullanmak gelir akıllara. Ama
kuralların ve devlet aygıtlarının aidiyetinin kimde olduğunun belli
olduğu noktada, bu da anlık, yanlı ve dolayısıyla yetersiz bir
çözüm olmaktan öteye gidemeyecektir.

Bu durumda içinden geçtiğimiz çağda
üçüncü bir seçenek yaratmak zorundayız.
Çünkü yeşil ürünler tüketerek bir sonuca
varamayacağımız gibi, kendi geleceğimizle ilgili doğrudan karar
alamadığımızda yargı yoluyla, geleceğimize ilişkin karar alma
süreçlerine uzaktan seyirci de kalamayız. İşte bu sebeple halk
için halktan doğan ve mücadeleyle şekillenen kurucu bir iradeye
ihtiyacımız var. Bu yolda yargı mücadelesi ve sermaye arasındaki
ilişki ile yeşil bakış açısı taşıyan bireysel ve
örgütlü dünya görüşüyle hesaplaşma
hususlarına değinmeden hayalini kurduğumuz iradeye kavuşmak
mümkün görünmüyor.

Kurallarıma İtaat Et!

Temel kural basit; sermaye yayılır-yayıldıkça
büyür-büyüdükçe nesneleştirmeye devam eder.
Bu şekilde işleyen kapitalist üretim, büyümeyle birlikte
daha vahşi bir yıkımı beraberinde getirir. Zenginler ve yoksullar
arasındaki uçurum, toplumsal eşitsizlikler, devasa ordular,
militarizmi besleyen silah sanayi, giderek büyüyen şirketlerin ve
şirketleşen devletlerin ekolojik umursamazlıkları, ekolojik krizin
nedenini zaten çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Daha da vahimi; sermaye büyüdükçe, büyürken
vahşileştikçe kendi meşruluğunu kendi yasaları üzerinden
sağlamaktaki istikrarlı tutumunu sürdürür. Bir yandan da
üzerimizde kurduğu egemenliğini, teknolojiyle birlikte genişletmeye
devam eder. Sermaye egemenliği, kendi yasaları, kendi kurallarıyla hukuk
devleti gibi moral değerlerle sınırlı gibi görünen ancak
sınırsız olarak kendine çizdiği/çizdirdiği hareket
alanında birikimini genelleştirir. Sermayenin genelleşmiş çıkarı
olarak hukuk, yasakoyucunun gerçekleştirdiği bir normlar
bütünü içinde, insan-doğa ilişkilerini belirlerken,
hem doğayı hem de emeği yeniden temellük eder.

İşte tam da bu noktada, Türkiye’de yeni sermaye birikiminin
yaratığı yıkıma ve bu yıkımın ekoloji mücadelesindeki
yansımalarına bakmak gerekiyor. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok.
2004 yılında 5177 sayılı Maden Kanunu hazırlık sürecinde,
Newmont'un yöneticilerinden Gordon Nixon, 
"...Ankara'daki Newmont yetkilileri ile eşgüdüm
içerisinde..." yasanın hazırlandığını dillendiriyordu .
Yine yasanın yürürlüğe girmesinden önce Eldorado Gold
Şirketi temsilcilerinin de içinde bulunduğu 20 işadamı,
başbakanı ziyaret ediyor ve bu ziyaret sonrasında "...Maden Kanunu
Meclis'te, yabancı yatırımın önünü açan yasa da
çıkarıldı sorunlarınız çözülecek..."
denilerek Bergama’daki olayların Uşak’ta yaşanmaması
için başta Kanadalı altın şirketi olmak üzere işadamlarına
güvence veriliyordu . Ancak kanun ve yönetmelikler, Anayasa
Mahkemesi ve Danıştay tarafından iptal edilince 5995 sayılı Maden Kanunu
yürürlüğe girdi . Artık insanların yararına olan işletme
kararını bakanlık mensuplarından oluşan bir kurul verecek; kurulun
kararı ise kamu yararı yerine geçecek. Dahası maden şirketleri
faaliyetleri kısıtlanırsa zararları ödenecek, herhangi bir faaliyet
kısıtlamasında dahi kazanılmış bir hak olarak maden ruhsatları
korunacak. Faaliyet kısıtlamaları ise ancak kanunla yapılabilecek. Oysa
hukuk, önemi nedeniyle genelde temel hak ve özgürlüklerin
kanunla sınırlanmasını öngörmektedir. Demek ki madencilik
faaliyetleri yasakoyucu tarafından bir temel hak ve özgürlük
önem derecesinde görülüyor. Bu da sermaye faaliyetlerinin
en üst düzey hukuki güvencelerinin altında yatan algıyı
gösteriyor.

Sermaye sadece kanunlar üzerinden değil, yargı organlarınca verilen
iptal-yürütmenin durdurulması kararlarını dolanmak suretiyle de
kendi kurallarını uygulamaya devam ediyor. Bergama-Ovacık’ta altın
madeni şirketlerine karşı 1990’lu yıllarda başlayıp hala devam
eden hukuksal mücadele de bunun açık bir örneğidir:
Önce altın madeni işletmesine izin veren idari işleme karşı verilen
idare mahkemesi kararı Danıştay tarafından yaşam ve çevre hakkı
lehine bozulmuştur . Ardından hızlıca hazırlanan TÜBİTAK raporu
doğrultusunda Başbakanlık tarafından kanunsuz bir emir
çıkartılmış ve Sağlık Bakanlığı tarafından şirkete 1
yıllık deneme izni tahsis edilmiş, bu sefer de izne karşı
yürütmeyi durdurma kararı verilmiştir . Sonrasında ise Bakanlar
Kurulu şirketin çalışmalarını sürdürebilmesi
için gizli bir “prensip kararı” almıştır. Nitekim
sürecin AİHM başvurusu  sonucunda da Türkiye, yargı
kararlarının dolanılmasının hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil
ettiği gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.

Bergama’da, Ovacık’ta, Kışladağ’da ve daha pek
çok yerde yargı organının ve siyasi iktidarın açık bir
savaşına dönüşen hukuk mücadeleleri küresel altın
madeni şirketlerini zarara uğratınca sermaye zararını telafi etmek ve
kârını büyütmek amacıyla hareket alanını genişletmeye
devam etmiştir. Ne tesadüf ki, zorlu ve uzun hukuk mücadelelerin
ardından elde edilen kazanımların çöpe atılması yine hukukun
kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Demek ki yargısal
yollarla hak aramak-aradığını sanmak, çoğunlukla
küçücük bir kutunun içinde halkalar
çizmekten başka bir kapıya çıkmıyor uzun vadede.

Sermaye hukukunun, toplumsal eşitsizlikleri ve kapitalizmin kendi krizini
yine kendi eliyle açığa çıkardığının hâlihazırda
farkındayız. Gerçekten de bugün, bu kalkınmacı hukuk pratiği
yeni sömürgecilik anlayışı temelinde geç kapitalistleşen
ülkelerin yönetici elitinin elinde biçimlenmektedir. Sermaye
büyüdükçe, ekonomik pazar da büyüyor ve
yeşil etiketlilerle vitrinlik yeni sömürü alanları
yaratılıyor. Yeşil kapitalizm, istihdam ve
sürdürülebilirlik maskeleriyle ekolojik krizi daha da
derinleştiriyor. Ve şu an kapitalizm açısından
sürdürülebilir olan tek şey, kapitalizm ve dolayısıyla
ekolojik krizden başka bir şey değil. Tam da bu noktada mücadele
pratiğine duyulan güncel ve acil ihtiyaç, aynı zamanda toplumun
yeniden hukuk inşasının başlangıç noktası.

Ayrıca Kork Benden!

Yeni hukuk arayışı öncelikli olarak kişinin ve
örgütlülüğün kendi korkularıyla hesaplaşmasını
zorunlu kılıyor. Tarihin hiçbir devresinde olmadığı kadar
çıplak beden siyasetin merkezinde olmasına karşın, ekoloji
mücadelesi içindeki unsurlar, dış bir varlık adına hareket
ediyormuşçasına varlıklarını sürdürüyor. Zaman
zaman karşılaştığımız, ekoloji mücadelesini siyasetten ayrı
tutma gerekliliği savunusu, mücadelenin bir varoluş biçimi
olduğu gerçeği karşısında görmezden geliniyor. Oysa bu
mücadeleler, kapitalizmi karşısına almakla, kendi dünyaları
için alan açma pratiklerini de üretiyor. Bunun farkında
olunmasa da kapitalizmin ötesini kurgulamak için,
mücadelenin olası sonuçlarından biri olan, başka bir topluma
hazır mıyız sorusu her daim diri tutuluyor. Asıl korkular da burada
başlıyor.

Özgür bireylerin özgür topluluklar oluşturarak
direnmesi, örgütlenmesi, tepkilerini ifade etmesi çeşitli
yollardan bastırılmaya çalışılan günümüzde,
topluluğu özgürlüğünden asıl alıkoyan ise
çelişkinin ortasında kişinin - örgütün
özgürlük idealini açığa çıkartamamasıdır.
Devleti ve iktidarı arkasına alan büyük sermayedarlar, hukuku
kendi lehlerine şekillendirmeye devam ettiği gibi turuncu sendikaları,
sivil toplum kuruluşları ile sistemle entegrasyonun tüm modellerini de
bir özgürlük biçimi olarak dayatıyor. Kumdan
kafasını çıkaranın kaybedeceği şeyin kellesi olduğu her daim
hatırlatılarak, sistemin özgürlük idealleri
fetişleştiriliyor. Tıpkı, iktidar ve muhalefet parti belediyelerinin
organik pazar açma yarışları gibi, tıpkı çevreci
buzdolapları ya da klima üretme yarışına giren uluslararası
şirketler gibi bu pazara hizmet sunacak sermayedarlar yanında, onların
ürünlerini tüketecek bir yurttaşlar ordusu da kurulur.
Tüketici yurttaşların mücadelesini de onlar adına kurulu sivil
toplum kuruluşları yürütür. Yeşil ekonomi başlığı
altında pazarlanan evler, arabalar reklamları süsler.
Tüketiciler, şovenist STK’cılar da tıpkı şirketler gibi aynı
amaca hizmet eder; ekolojik kriz derinleşmeye devam eder. Pazara yeni mallar
girebilmesinin tek yolu budur çünkü. Pazarın talep edenleri
olduğumuz anda, yeni kitle olan bizler artık sosyal sorumluluk projelerinin
nesnesi haline dönüşüveririz. Bu bir yanıyla da insanların
kendi üretim ve tüketim alışkanlıklarıyla ve değer
yargılarıyla hesaplaşmaktan uzak durmasıyla yakından ilgilidir.
Toplumsal yaşamın köklü dönüşümünün
getireceği yok olma korkusu, kendisini yeşil tüketimin göbeğinde
bulur.

Bu korku kültürü devlet-sermaye ve toplum arasındaki ifade
uzlaşmazlıklarını da doğurur. Doğanın kendi kendini yeniden
üretmesi ve toplumun kendi kendini yönetebilir kılması
için gerekli irade açığa çıkmaz, susturulur. Bu
noktada da liberal illüzyonun demokratik maskeleri bizlere
çözüm olarak sunulur.

Maskelerimi de Tepe Tepe Kullan! 

Devletin şiddetine uğrama “korkusu” içerisinde sisteme
getirilen eleştirilerin, bilinçlere yerleşmiş sistem
içerisinden yapılıyor olması, bireysel ve örgütlü
ekoloji mücadelelerini de bazı çıkmazlara sürükler.
En temel çıkmaz ise çelişkiyi aradığımız noktada
başlıyor. Sermaye-devlet karşısında doğa ve emeğin
özgürlüğünü işaret ettiğimiz her noktada,
çevrenin siyasete bulaştırılmaması savunusu aslında bu korku
halinin de en önemli göstergesi. Çünkü bireyler,
geri çekilmeye, direnişlerini bölmeye ya da en azından
yürüttükleri mücadelenin adını koyamamaya mahkûm
ediliyor. Genel bir toplum çıkarının korunması iddiası, temel
çelişkinin devletle toplum arasında yürüdüğü
teziyle süsleniyor. Mücadelelerin ayrı ayrı termik santrallere,
HES’lere, GDO’lara, nükleer santrallere, altın madenlerine,
nikel madenlerine karşı oluşturulmasını, doğa
sömürüsünü emek sömürüsünün
uzağında konumlandırmadığını söylediğimiz her anda,
“çevrenin korunmasında toplumun genel çıkarı
vardır!” yanılsaması göğüslenmiş oluyor. Oysaki toplumun
genel çıkarı ile özgürlükleri geliştirecek olan
toplumsal kesimlerin genel çıkarı ve özgürlükleri
birbirinden farklıdır. Bir su şişeleme fabrikasının su ile ilgili
çıkarı ve özgürlüğü ile suyun kaynağında
yaşayan köylünün suyun korunmasındaki çıkarı aynı
ve ortak değildir. 

Ama bir kez, genel çıkarı savunmak adına ekoloji mücadelesi,
sömürülenlerle birlikte hareket etmeyi eksen olarak
yitirdiğinde, hemşerilik zeminine sıkışmış yerel
örgütlenmelerle varlık bulmaya çalışır. Tam da
mücadele ettiğimiz kapitalizm sarkaçlarından biri olan
milliyetçiliğin mikro kısmını besleyerek, onu yeniden üretir.
Yerele hapsolan örgütlenmelerin, mikro-milliyetçi yapısı
kapitalizmle doğru orantılı olarak savaş, devlet terörü,
militarizm gibi unsurları tekrar hayata geçirmesi bakımından
-doğal olarak kapitalizme karşı bir mücadele olması gereken- ekoloji
hareketini daha temelden sarsar. Uluslararası sermayenin, teoride ve
pratikte kurduğu hukuk düzeni ile devletin kolluk gücünü
arkasına alarak gerçekleştireceği bir ticari faaliyete karşı,
yapılacak olan eylemlerde milli sembollerin kullanılması, zaten
kapitalizmin yaratmış olduğu ulus-devlet algısının milli reflekslerini
yüce yaratıcısı kapitalizme karşı kullanmak gibi ironik bir durumu
da o anda işaret ediverir.

Bir yönüyle de ekoloji mücadelesi bir öz
örgütlenme, eşitlik ve özgürlük programı olmaktan
çıktığı ölçüde, ekolojik krizi kapitalist devlet
aygıtına içkin olarak görme gerçeği
atlandığında  mevcut sistem partileri üzerinden bir ekoloji
muhalefeti yürütmek de meşrulaştırılır. Ekoloji hareketi bu
yüzden sıklıkla, egemenlerin çift kutuplu kirli siyaset
arenasında, muhalefet partilerinin aracı olarak kullanılıp atılma
mağduriyetini de taşımaktadır.

Uzmanlıklara ve bölgelere bölünmüş, üstelik
etrafı milliyetçilikle örülü bir ekoloji hareketi bu
aşamada ataerkil ve dolayısıyla hiyerarşik bir yapılanmayı da
beraberinde getirmektedir. Çünkü, kapitalizm kendisini
“doğaya hükmeden erkek” üzerinden patriyarkal
egemenliğiyle de birleştirmektedir. Statütokocu, hiyerarşik
şekillerdeki bu yerel örgütlenmeler kadınların, lezbiyen, gay,
biseksüel, transeksüel bireylerin toplumdaki varlığını
görmezden gelen/dışlayan bir süreç olarak aslında
kapitalizmin egemenlik döngüsü ezberlerini bu sefer de
heteroseksist yapı üzerinden devam ettirmektedir.

Yoksa Hala…! 

Emek ve doğa, bir bütün olarak, insanların varlık koşuludur.
Çünkü, insanı kendi emeğine ve üretim sürecine
yabancılaştırarak egemenliğini kuran sermayenin, aynı zamanda doğa olan
her şeyi “doğal” birer hammadde kaynağı haline
dönüştürmesi, bizi “doğal olarak” şu sonuca
götürmelidir: emek ve doğa sömürüsü
eşzamanlı işleyen bir süreçtir. Nitekim maden şirketleri ucuz
işgücü olarak taşeron işçi çalıştırmakta, her
yıl binlerce işçi maden kazalarında ölmektedir. Tuzla’da
ölen işçiler, Amasra termik santralinde ucuz emek olarak
kullanılıp atılan Çinli köleler gerçeği de
karşımızda durmaktadır . Bu anlamda diğer işçi direnişlerini de
yalnızca emek sömürüsüne bir karşı duruş değil,
doğa sömürüsüne bir karşı duruş olarak
örgütlemek bu eşzamanlı işleyen süreç 
bakımından çoğunlukla kaçınılmazdır. Bu sebeple
kişilerin, kişilerden oluşan örgütlerin, örgütlerin ve
bireylerin siyasetlerinin yaşayabilmesi en basit anlamda doğanın ve yaşam
alanının mevcudiyetine bağlıdır. Emek sömürüsüne
karşı çıkarken, doğa sömürüsünü geri
plana atmak; insanca yaşamı kapitalizme karşı savunmak anlamında
çelişkili görünmektedir. Bu yüzdendir ki ekoloji,
yedeklenen siyasetlerle sürdürülemeyecek kadar önemli,
komisyon ya da parti sıfatı olamayacak kadar birincildir,
öncüldür.

Artık çevreci ya da projeci bir STK mücadelesi, toplumsal
mücadelenin süsü olarak hareket etmenin ötesine
geçmek kaçınılmaz bir zorunluluktur; ama aynı zamanda
ekoloji mücadelesini yerel hareketlere indirgeyen, köylü taban
hareketleri olarak gören anlayışın da tarihsel sınırını
görmek gerekir. Kapitalizme karşı verilen ekolojist mücadelede,
ekolojik krizin patlama noktaları etrafında örgütlenme ihtiyacı
ise acildir. Kapitalist üretim biçimleri ortadan
kaldırılmadıkça, toplum ve doğa arasındaki ussal ve
sürdürülebilir ilişki imkânsız
görünmektedir. Marx’ın işçi sınıfının durumuna
dair “Işık, hava vb.-en basit hayvani temizlik- insan için
ihtiyaç olmaktan çıkar. Pislik-insanın bu kokuşması,
uygarlığın lağımı insanın hayat unsuru haline gelir. Doğal olmayan
evrensel ihmal, kokuşmuş doğa, insan için bir hayat unsuru haline
gelir”  tasviri artık insanlığın şimdiki ve gelecek zamandaki
yaşam biçimidir . İnsan-doğa arasındaki temel ilişkinin
aşılarak , doğanın bir parçası olan insanı yeniden
özüne döndürebilmek özgür bir
örgütlenmenin yaratılmasıyla mümkündür.
Özgür bir biçimde kurduğumuz mücadelemizi
anti-statükocu, anti-heteroseksist mekanizmalar üzerinden
yürütmek, bunu yaparken sistem ezberlerine hapsolmamak, kalkınma
ideolojisine karşı net bir tavır belirleyebilmek, emeği ve doğayı
özgürleştirmek için ulusal ve uluslararası düzeyde
dayanışmak bizim aynı zamanda gelecek kuşaklarımıza karşı da bir
yükümlülüğümüzdür.

Bu sebeple kapitalizmin sebep olduğu ekolojik maliyetlere yeşil bir
süs verilerek  yeni kâr alanları yaratılmasına, demokrasi
ve insan hakları adı altında gizlenen gerçeklerin liberal
illüzyonuna karşı, özgürlükçü ve
eşitlikçi siyasi bir düzen talebini barbarlığın kıyısında
öne sürmek, bizi karşı tarafa, yani mümkünlerin
kıyısına da çıkartıyor.

Merkezileşen bir barbarlığın karşısında gerçek anlamda
doğayla birlikte özgürleşmek içinse bir kolektif yaratmak
gerekiyor. Bu kolektif, bugün en yakın tehlike olan liberal pazar
ekonomisi ve siyasal olağanüstü halin karşısında, en geniş
cephe ile mücadeleyi örgütleyebildiği oranda toplumun yeniden
inşası için yeni bir kurucu irade fikrine o kadar yakın
olacaktır.

Çünkü; “Aşk örgütlenmektir bir
düşünün abiler…” 

Hande ATAY- Ekoloji Kolektifi 

Kaynakça:

  LOWY, Michael, “Ekososyalist Bir Etik İçin”,
s.1.
  http://www.evrensel.net/04/03/17/ekonomi.html#1, 
  http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=77929, 2003.
  RG 27621, 24.06.2010.
  Danıştay 6. D. 13.5.1997, E.1996/54777, K.1997/2312.
  İzmir 1. İdare Mahkemesi, 23.1.2002, E.2001/239.
  Taşkın ve Diğerleri/Türkiye, 10.11.2004, para. 136.
  BARKA, Ertuğrul, “Tükiye’de Çalıştırılan
Çinli Köleler Köleliğimiz
Olacak”,http://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazi.php?yazi_no=1341,
21.03.2010.
  ÖZKAYA ÖZLÜER, Ilgın, “Ekososyalizm Nedir Ne
Değildir?”, http://www.ekolojistler.org/ekososyalizm-nedir-ne-degildir-ilgin-ozkaya-ozluer.html,
19.11.2009, s.2.
  MARX, Karl, Early Writings, 359-60 aktaran: J.B.FOSTER, Marx'ın
Ekolojisi, Ankara, 2001, s.113.
  YİĞİTER, Cenk, “Marksizmde
Ekoloji”, http://www.ekolojistler.org/marksizmde-ekoloji-cenk-yigiter.html,
04.10.2006, s.7.
  ÖZLÜER, Fevzi, “Marksizm ve
Doğa”, http://www.ekolojistler.org/marksizm-ve-doga-fevzi-ozluer.html,
04.10.2006, s.4.
  LOWY/KOVEL, “Ekososyalist Bir
Manifesto”, http://www.ekolojistler.org/ekososyalist-bir-manifesto-joel-kovel-michael-lowy-cev.-emre-erg.html,
10.10.2006, s.2.
  AYHAN, Ece, Mor Külhani.

Makale, "Kolektif" Ekososyalist
Dergi 'nin 7. sayısında (Kasım 2010)
yayınlanmıştır. 

Kaynak:http://www.ekolojistler.org.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder