4 Ocak 2011 Salı

2011 sokağın, kavganın, barikatın yılı olacak! - Volkan Yaraşır

2011 sokağın, kavganın,
barikatın yılı olacak! - Volkan Yaraşır

 


2010’u son 25 yılın en kritik yılı olarak tanımlamıştık,
öyle de oldu. En başta çeyrek asra hakim olan neo-liberal
hegemonya kırıldı. Kapitalizmin ebediliğine yapılan vurgular, ideolojik
hamleler ve bütün mistifikasyonlar çöktü.
Kapitalizmin çürümüşlüğü,
iğrençliği ve bütün pespayeliği kapitalist krizle yeniden
ortaya çıktı. 2010 yılı aynı zamanda sokağın, kavganın,
barikat savaşlarının, büyük kitle gösterilerinin, genel
grevlerin yılı oldu.


Kapitalizmin yapısal krizi -ya da büyük bunalım olarak ifade
edebileceğimiz krizi- küresel düzeyde sınıfsal antagonizmayı
keskinleştirdi. Uzun bir geri çekilme döneminden sonra
işçi sınıfı hem metropollerde, hem de periferide tarihsel
özneye yakışan bir tavırla alanlara ve sokaklara çıktı.
Fabrika işgalleri, yaygın sektörel grevler, genel grevler, sokak
savaşları, sabotaj ve blokaj gibi muhteşem eylemler
gerçekleştirdi. Yunanistan’dan Fransa’ya, Güney
Kore’den Bangladeş’e, Çin’den Portekiz’e,
Güney Afrika’dan Arjantin’e, Mısır’dan
İspanya’ya kadar sınıfsal öfke ve kin yayıldı.


2010 yılı, kapitalist krizin ikinci evresi diye de tanımlayabileceğimiz
mali krizlere sahne oldu. Bu süreçte ise özellikle
Avrupa’nın Akdeniz havzası öne çıktı.


Finans krizinin, devletlerin mali / borç krizine dönüşmesi
sınıf mücadelesinin seyrini etkiledi. Sınıf hareketi giderek
radikalize oldu. Önce Dubai’de ortaya çıkan, daha sonra
Yunanistan’da yaşanan borç krizine yönelik
çözüm adımları yeni bir kriz senkronizasyonunu ortaya
çıkardı. Ağırlıkla AB merkezli yaşanan bu yeni kriz dalgası
halihazırda Akdeniz havzasını ya da AB’nin periferisini sarstı ve
sarsıyor.


Yunanistan’da başlayan mali kriz AB Merkez Bankası ve IMF
müdahaleleriyle kontrol edilmeye çalışıldı.
Yunanistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi yönünde
adımlar atıldı. İşçi sınıfına sosyal yıkım politikaları
dayatıldı. Aslında krizin yeni evresi her krizde olduğu gibi, finans
kapitalin yeni bir saldırı stratejisine dönüştü.


AB bu stratejiyle yeniden yapılanma sürecine girdi. AB’nin
çekirdeğini oluşturan emperyalist iki ülke (Fransa ve Almanya),
bir taraftan AB içi hegemonyasını restore edecek programları
uygulamaya, diğer taraftan yine kapitalist krizin bir yansıması olan
emperyalist özneler arasındaki hegemonya krizinden avantajlı
çıkmaya çalıştı. Emperyalist klik olarak
gücünü pekiştirecek politikaları hayata geçirmeye
başladı. Bunun anlamı AB’nin periferisinin yeniden
sömürgeleştirilmesi ya da Çinleştirilmesidir.


Fransa ve Almanya “kriz yönetme metotlarıyla”
hegemonyasını yeniden inşa ederek, AB içinde daha kristalize bir
konuma geldi ve ekonomik ve siyasi tahakkümünü daha fazla
yaydı.


Yaşanan süreç işçi sınıfı için sistematik bir
karşı devrim anlamı taşıdı. Finans kapital küresel düzeydeki
sosyal yıkım programları ve saldırılarıyla sınıfın
köleleştirilmesini ve boyunduruk altına alınmasını hedefledi.


İşçi sınıfı kendi otonomisinin zenginliği içinde son
derece net bir karşılık verdi. En başta Yunanistan işçi sınıfı
bir öncü müfreze gibi ayağa kalktı. 2010 yılı
Şubatı’ndan itibaren 6 genel grev gerçekleştirdi. Ayrıca
bugüne kadar yaygın sektörel grevler yaptı. Sermayeye
geçit vermedi. Yunanistan işçi sınıfını İtalya
işçi sınıfı izledi. Ve işçi eylemleri, kitle
gösterileri, grevler kıta Avrupası’na yayılmaya başladı.
Özellikle Fransa işçi sınıfının 1,5-2 ay gibi kısa zamanda
7 genel grev yapması Avrupa işçi sınıfının tarihine
geçecek önemli bir gelişme oldu. Bu genel grev senkronizasyonu
Avrupa işçi sınıfına moral verdi, özgüven aşıladı,
muktedir olma yeteneği kazandırdı. Portekiz’de 22 yıllık bir
aradan sonra üç milyon kişinin katıldığı genel grev de,
Akdeniz havzasındaki yeni bir fırtınanın göstergesi oldu. Son olarak
İrlanda’da yaşanan devletin iflas süreci kitle hareketini
tetikleyen başka bir faktör oldu. Bu gelişmeler ve olası Portekiz,
İspanya, Belçika ve İtalya mali krizleri Avrupa kıtasını ve
özellikle Akdeniz havzasını işçi hareketinin yeni
mücadele odağı olarak öne çıkartmaktadır. Aynı zamanda
olağanüstü bir sınıf hareketi dalgasının da
göstergeleridir.


“Dalgalar teorisi”


Mali krizin Portekiz, İspanya hatta Belçika ve İtalya’yı
sarsma olasılığı bir senkronizasyonun dışavurumudur. Ayrıca Akdeniz
havzasında büyük bir altüst oluşun habercisidir. Bu
gelişmenin kıtayı sarstığı oranda, küresel düzeyde etki
yaratması kaçınılmazdır. Özellikle İspanya’da
yaşanacak mali kriz tetikleyici bir işlev görecektir. İspanya mali
krizinin de öncülü Portekiz’dir. Çünkü
İrlanda’dakine benzer biçimde, İspanya’nın toksik
bankalarının yatırım alanı Portekiz’dir. Bu anlamda
Portekiz’de yaşanacak bir mali kriz aynı zamanda İspanya mali
krizinin başlangıcıdır. İspanya’nın yaşayacağı mali kriz,
ülkenin ekonomik gücü ve AB içindeki yeri itibariyle
ciddi sarsıcı sonuçlar doğuracaktır. Bu gelişmeye ek olarak
Belçika ve İtalya’da yaşanacak benzer krizler finans
sisteminin bütünüyle çöküşüne neden
olabilir.


Bugün Portekiz’in bütçe açığını kapatmak
ve vadesi dolan borçlarını ödemek için acilen 50 milyar
euroya ihtiyacı var. İspanya’ya 350 milyar euro, İrlanda’ya da
90 milyar euro gerekiyor. AB’nin euro bölgesinde yaşanacak
problemler için ayırdığı 750 milyar euroluk fonun
Yunanistan’a yapılan ödemeyle birlikte hızla tükeneceği
ortadadır. Bugün ayrıca 27 AB ülkesinde ciddi devlet borcunun
varlığı da düşündürücüdür. Bütün
bu gelişmeler ve yaşanacak bir mali kriz dalgası önümüzdeki
birkaç yıl içerisinde devlet iflaslarını
yaygınlaştırabilir. En azından bu olasılık düne göre
çok daha fazla artmıştır. Bu anlamda 2011 ve sonrası birkaç
yıl kritik önemdeki yıllar olarak değerlendirilebilir.


Sürecin bir başka yanı ise sınıfsal antagonizmanın
şiddetlenmesidir. 2010 yılı özellikle Akdeniz havzasında sınıf
hareketinin yükselişine tanıklık etti. 2011 ve
önümüzdeki dönemde bu yükselişin devam etmesi
muhtemeldir. Kısaca tarihsel bir momentumun içindeyiz. Kapitalizmin
yapısal krizi sınıfın otonomisinin bütün zenginliğiyle
dışavurumunu sağlıyor. 2010 yılında yaşanan genel grevler, sokak ve
barikat savaşları, fabrika işgalleri, yani sınıf hareketinin
yükselen dalgası önümüzdeki dönemde de
zenginleşerek sürecektir.


Uluslararası sınıf hareketinin gelişim tarihine baktığımızda bu
gelişimin bazı dönemlerde dalgasal nitelik taşıdığını
görürüz. Her dalganın yükselişi son derece önemli
sonuçlar doğurmuştur.


1848 devrimlerini, kıta Avrupası’nda 1830’lardan başlayan
devrimler dalgası önceledi. Dalgasal şekilde gelişen işçi
hareketi kıta düzeyinde etkisini gösterdi. Toplumsal maddi bir
güç olduğunu ortaya koydu.


1917 Ekim Devrimi bir başka dalganın başlangıcıdır. Bu dalga Almanya,
Macaristan, İtalya, Avusturya, Finlandiya ve İskoçya’yı
sardı ve sarstı. Birçok ülkede devrimci durumlar yaşandı.
İşçi sınıfı iktidara yürüdü. Yaygın ve etkili
konsey pratikleri gerçekleştirdi.


Bir başka dalga da kendini 1968 küresel isyanında simgeledi.
1960’ların ortalarından başlayan bu dalga, 1970’lerin
ortalarına kadar sürdü. Kendini büyük toplumsal
hareketler (siyahi ve sivil haklar hareketi, feminizm, öğrenci
gençlik vb.), ulusal kurtuluş savaşları gibi vektörlerin
yanında Fransa, İtalya, Britanya, Arjantin, Yunanistan ve
Türkiye’de işçi hareketleri şeklinde dışa vurdu.


Her dalgasal yükseliş devrimler, isyanlar, ayaklanmalar,
büyük kitle hareketleri yarattı. Ama aynı zamanda dalgaların
kırılmaları sonucunda karşı devrimler yaşandı. Yani toplumsal
diyalektik işledi.


İçine girdiğimiz süreci 21. yüzyılın ilk
büyük işçi hareketi dalgası olarak değerlendirebiliriz.
Kapitalizmin yapısal krizi sınıf hareketinde son derece önemli
gelişmelere yol açtı. Akdeniz havzası odaklı gelişmeler bunun
somut göstergelerinden biridir.


Bugün Akdeniz havzası odaklı gelişen, mali kriz senkronizasyonuyla
kıtaya yayılma ihtimali taşıyan işçi hareketi önemli
zaafları da içinde taşımaktadır. Yaygın genel grevlere, kitle
gösterilerine ve sokak savaşlarına rağmen Yunanistan, İtalya, Fransa
ve Portekiz’de sınıfın yıkıcı gücünü bir mecrada
toplayacak ve onu konsantre edecek siyasal öncü ve enternasyonal
bağ yoktur. Örneğin Fransa’da her birinde 3 milyon
işçinin katıldığı 7 genel grev gerçekleştirilse de
sendikal bürokrasinin azımsanamayacak hakimiyeti vardır. Bundan
dolayı özel sektörün genel grevlere iştiraki
engellenmiştir. Ayrıca genel grevlerin yaygınlaşmasına bazı konfederal
yapılar fiilen engel olmuştur. Diğer taraftan burjuva reformist sol
partilerin sınıf üzerindeki hegemonyası da kırılamamıştır. Her
şeye rağmen Fransa ve diğer ülkelerde neo-liberal karşı devrim
programı sınıfın kolektif inisiyatifi yanında kolektif aksiyonunu da
açığa çıkarmıştır. Tabandan yükselen öfke, kin
ve arayış sendikal blokajları, burjuva reformist engellemeleri
etkisizleştirmiştir. 2011 en az 2010 yılı kadar önemli ve sarsıcı
işçi eylemlerine gebedir. Sınıf mücadelesinin iç
zenginliği, muhteşem yaratıcılığı ve otonomisinden kaynaklanan
yıkıcı gücü yukarıda bahsettiğimiz eksiklikleri aşmaya da
muktedirdir. 


Sosyal bir mıknatıs niteliği taşıyan işçi sınıfı 2010
yılında gerçekleştirdiği eylemlerle öğrenci
gençliğin harekete geçişini sağladı. Avrupa öğrenci
gençliği işçi sınıfıyla ortak eylemler yaptı.
Özellikle Fransa, Yunanistan ve İtalya öğrenci gençliği
bu konuda dikkat çekti. Fransa’da öğrenci gençlik
350 blokaj eylemiyle genel grevleri destekledi, polisle çatıştı,
kitle gösterilerinde aktif yer aldı. Benzer eylemler
Yunanistan’da ve son olarak İtalya’da gerçekleşti.
Radikal sosyal yıkım politikalarına karşı İngiltere’de de
öğrenci gençlik harekete geçti. İşgal, blokaj, sokak
çatışmaları ve kitlesel gösterilerle sokaklara
çıkıldı. Bu yönde özellikle Fransa öğrenci
gençlik ile işçi sınıfının mücadelesinin
ortaklaşması anlamında örnek teşkil etti.


2011’in işçi sınıfı ve öğrenci gençlik
hareketinin mücadelesinin daha fazla kaynaştığı ve enternasyonal
karakterinin güçlendiği bir yıl olması muhtemeldir. Aynı
şekilde toplumun değişik katmanlarının işçi sınıfının
mücadelesiyle bütünleşmesi de büyük bir
olasılıktır. Çünkü sosyal yıkım programları
küresel düzeyde mülksüzleşme, işsizleşme ve
geleceksizlik anlamı taşımaktadır. Bunun somut yansıması kronik
yoksulluk, işsizlik ve sefalettir. İşçi sınıfı bu
süreçte, Komünist
Manifesto
’da belirtildiği gibi tüm insanlığın
acılarını kendinde toplarken, kendi kurtuluşunun aynı zamanda
insanlığın da kurtuluşu olduğunu pratik olarak ortaya koyup,
yarattığı muazzam aura ve çekim gücüyle tüm
emekçi ve ezilen yığınları çeperinde toplayacaktır.


Türkiye


Türkiye de 2010 yılında önemli işçi eylemlerine sahne
oldu. TEKEL Direnişi sonrasında işçi hareketindeki en dikkat
çeken gelişme lokal eylemlerin yaygınlığıydı. İtfaiye,
Marmaray, İSKİ, Esenyurt Belediye işçileri, ATV-Sabah grevi, Tariş
direnişi, Kent A.Ş., İzmir Büyükşehir Belediyesi taşeron
işçilerinin direnişleri öne çıkan başlıca
eylemlerdi.


Özellikle UPS direnişi ve ÇEL-MER fabrika işgali 2010 yılına
damgasını vurdu. Ayrıca bireysel direnişler önem taşıdı.


Lokal düzeyde yaşanan direnişlerin büyük bir kısmı
(İSKİ, Marmaray, TEKEL, İtfaiye gibi) güç kaybıyla sonlandı.
Ne yazık ki sınıfın birleşik gücünü sağlayacak pratikler
ve örgütlenme adımları atılamadı.


Lokal direnişlerin yaygınlığı sınıfsal öfkenin, kinin ve
arayışın göstergesi olması açısından bir olumluluğu
işaretledi. Öte yandan bu direnişleri birleştirecek zeminlerin
yaratılamaması ise bir zaafiyet olarak dikkat çekti. Sendikal
bürokrasi bu direnişlere karşı kayıtsız kaldı. Fiilen engelleyici
tavırlar içine girdi. Ayrıca bu direnişlere yeterli ve etkin
dayanışma gösterilemedi. Devrimci güçlerin büyük
kısmı, ziyaretten öte bu direnişler içinde aktif olarak yer
almadı, desteklemedi. Bu faktörler de lokal direnişlerin etkisini
kırdı, yarattığı enerjiyi zayıflattı.


Özel olarak UPS direnişi yeni bir TEKEL olabilirdi. UPS’nin
uluslararası bir şirket olması, birçok ilde ve metropollerde
işyerlerinin bulunması hem lokal eylemleri kendi çeperinde toplama
şansını yaratıyordu, hem de direnişin kendisi önemli
sonuçlar doğurabilirdi. UPS bir kargo şirketidir. Sektör olarak
mal ve hammadde transferi yapmaktadır. UPS’de
gerçekleştirilecek etkin bir eylem, yani mal ve hammadde transferinin
engellenmesi, 1997 ABD’de gerçekleşen UPS grevi ve
Arjantin’de barikatçıların gerçekleştirdiği yol
blokajları gibi yeni bir grev tarzını akla getiriyordu. Malın pazara
ulaşmaması, değerin gerçekleşmesini engeller, hammaddenin
fabrikaya ulaşmaması ise artı değer döngüsünü kıran
bir içeriktedir. Bu da yeni bir grev tarzının ifadesidir. UPS
direnişi böyle bir direniş haline getirilebilirdi. Halen getirilme
şansına sahiptir aslında. Yeter ki bu direniş bir odak haline
dönüştürülsün, etkin ve kitlesel şekilde
sahiplenilsin.


ÇEL-MER fabrika işgali de 2010 yılının en önemli
eylemlerinden biri oldu. İşgalin bütün aşamalarında taban
örgütlenmesi rol oynadı. Taban örgütlenmesiyle
sınıfın kolektif aksiyonu açığa çıktı. Ama ne var ki
ÇEL-MER yeni ÇEL-MER’lerle bütünleşmedi. Bunun
temel nedeni işgalin mahiyetinin, özellikle devrimci güçler
tarafından anlaşılmamasıdır. ÇEL-MER basit ve aktüel bir
eylem olarak ele alınmıştır ve ÇEL-MER’in yarattığı
anti-kapitalist bilincin önemi kavranmamıştır.


Akdeniz Çivi’de yaşanan pratik de 2010 yılında
gerçekleşen işgallerden biriydi. Burjuvazinin restorasyon
politikası içinde yer alan elitizmden popülizme geçişin
konusu olan CHP’nin işgali, sınıfın manevra kabiliyetini ve teşhir
politikasını simgeledi. Aynı yoldan Buca Belediyesi’nde
çalışan taşeron işçileri de yürüdü.


2011 yılında işçi sınıfına “Torba Yasası”,
“Ulusal İstihdam Stratejisi” gibi saldırılarla karşı
devrimci politikalar dayatılmaktadır. Bu politikalar özünde
sistematik güvencesizleştirmeyi ve esnekleştirmeyi
içermektedir. Yeni çalışma rejiminin özü köle
işçilik ve beleş ücrettir. Bu rejimin bir başka adı da
Çin ve Vietnam çalışma rejimidir.


İşçi sınıfının finans kapitalin bu açık saldırısına
karşı ayağa kalkmaktan başka çaresi yoktur. Özellikle 2011 1
Mayıs'ı bu anlamda milyonların kolektif öfkesinin dışavurumu
olmalıdır. Her direniş, her eylem sınıfsal kinin ve öfkenin
biriktiği ve örgütlendiği alana dönüşmelidir.


Haziran ayında gerçekleştirilecek genel seçimler
önümüzdeki döneme ışık tutacaktır. Bu
seçimlerde AKP’nin başarısı siyasal İslam’ın pasif
devriminin önemli bir adımıdır. Bir yandan “cemaatçi ve
hayırsever kapitalizm” inşa edilirken, öte yandan sınıfa
Çin çalışma rejiminin dayatılması kaçınılmazdır.
Burjuva restorasyonuna uygun olarak Kürt sorununda tırnak
içindeki çözüm de 2011 yılına damgasını vuracak
gelişmelerden biridir.


Seçimler sonrasında ve olası mali kriz senkronizasyonuna bağlı
olarak işçi sınıfına yönelik topyekûn saldırıların
(toplu tensikat, işten atılma, işyeri kapatma, sendikal
örgütlenmelerin engellenmesi, ücretlerin
düşürülmesi, sosyal hak gaspları, toplusözleşme
sisteminin fiilen işlevsizleştirilmesi, kiralık işçilik, asgari
ücretin esnekleştirilmesi ve bölgeselleştirilmesi, taşeronluğun
yaygınlaştırılması, radikal özelleştirmeler, kıdem ve ihbar
tazminatının gaspı, esnek çalışma düzeni vs.)
gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bu bir yanıyla da lokal
direnişlerin yaygınlaşmasına neden olacaktır. Özellikle 2010
yılındaki gibi metal sektörünün öne çıkması
olasıdır. Ayrıca kıta Avrupası’ndaki mali krizin sarsıcı
etkilerine bağlı olarak T.C.’nin gireceği bir kriz süreci
büyük yıkımlara yol açabilir. Bazı illerde ve havzalarda
önemli gelişmeler ortaya çıkabilir. Örneğin
Bursa’da Renault ve Fiat’da yaşanacak bir kriz bir kent grevinin
önünü açacak niteliktedir. Benzer şekilde
Manisa’da Vestel’in iflas olasılığı, organize sanayide
çalışan 35-40 bin işçinin işsiz kalması demektir.
Crysler’in, General Motor’un iflas ettiği koşullarda
Renault’un ve Fiat’ın iflası da olasıdır. En azından
büyük tensikatların yaşanması muhtemeldir. Bu örnekler kent
grevlerinin potansiyelini göstermektedir. Bugün en fazla bir
çıkarsama içeriğindeki bu vurgu, mali kriz sarmalına girmiş
Türkiye kapitalizmi için çıplak bir gerçeğe
dönüşebilir. Benzer gelişmelerin birçok işçi
havzasında yaşanma olasılığı yüksektir.


Özellikle 2011 ve sonraki birkaç yıl Türkiye
açısından da çok kritik yıllar olacaktır. İşçi
sınıfı bu sürece ancak devrimci enerjisini açığa
çıkararak cevap verebilir. Bunun için başlıca görev,
taban örgütlenmelerinin sınıfın en geniş kesiminde
yaygınlaştırılmasıdır. Çünkü taban
örgütlenmeleri sınıfı ontolojisinden kavrayarak, devrimci
kimyasını açığa çıkaran, onun birleşik ve bağımsız
gücünü şekillendiren en temel örgütlenmedir.
Sınıfın öz örgütlenmesidir.


İçinde yaşadığımız tarihsel momentum Akdeniz havzasında
muazzam olanakları açığa çıkartmaktadır. Akdeniz
havzasının hemen yanı başında Anadolu toprakları bulunmaktadır. Bu
topraklarda da sınıfsal enerjinin açığa çıkması demek
yeni bir tarihsel diyalektiğin başlangıcı anlamını taşır.
Kapitalizmin yapısal krizi sınıfsal antagonizmayı keskinleştirdiği
ölçüde her alan, her atölye, her havza, her fabrika
infilak etmeye hazırdır. Çünkü buralarda
olağanüstü derecede sınıfsal öfke ve kin birikmektedir. Bu
öfke ve kini örgütleyecek sınıfın temel aracı taban
örgütlenmeleridir. İnfilakın fitili taban
örgütlenmeleri aracılığıyla ateşlenebilir. Olası
yaygınlaşabilecek lokal direnişler taban örgütlenmeleri
aracılığıyla koordine edilebilir. Sınıfın birleşik ve bağımsız
gücü taban örgütlenmeleriyle şekillenebilir.


Ayrıca sınıflar mücadelesinin iç zenginliği son derece
önemli bir şansı da beraberinde getirmiştir. Bugün Marmaray,
UPS, İzmir taşeron işçileri, Mersin liman işçileri ve TEKEL
direnişlerinde Kürt kökenli işçilerin önemli rol
oynadığını gördük. Bu pratikler Kürt sorununun bugün
geldiği boyut itibariyle yeni bir evreyi işaretlemektedir. Ulusal enerjiyle
sınıfsal enerji bu pratiklerde birleşmiş ve sınıf mücadelesi
güç kazanmıştır. Demografik yapıdaki değişim artık
İstanbul’un, Diyarbakır’ın ve Erbil’in yerine en
büyük Kürt kenti olduğunu, ayrıca Bursa, Ankara, İzmir,
Mersin, İzmit, Antalya, Adana’nın da yeni Kürt kentleri
olduğunu ortaya koymaktadır. Artık bu alanlar sınıfsal enerjiyle ulusal
enerjinin yeni birleşim alanlarıdır. İnfilakı hazırlayan
potansiyellerdir. Yani Akdeniz havzası gibi, yaşanan yüksek
konjonktür döneminde Anadolu topraklarında da önemli
gelişmeler ortaya çıkabilir.


Sınıf çalışmalarını bu perspektifle ele almak zorundayız.
Sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak
ve onun yıkıcı politikasını, yani Marksizm'i toplumsal maddi bir
güce çevirecek sürecin içindeyiz. Bunu yaptığımız
oranda varlığımızın anlamı vardır. Bunu yaptığımız oranda
gerçek sınıf devrimcisiyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder