8 Ocak 2011 Cumartesi

Evet Düş Görüyorum / Temel Demirer

Evet Düş Görüyorum /
Temel Demirer

“Bugün yarına dünle

beslenerek yol alır.”[1]

Sorularınızı, Nâzım Hikmet’in, “Ve bir kere vakt
erişip/ ‘Gayrık yeter!’/ demesinler.../ Bunu bir dediler mi,
‘İsrafil surunu urur,/ mahlukat yerinden durur’/ toprağın
nabzı başlar/ onun nabzında atmağa./ Ne kendi nefsini korur,/ ne
düşmanı kayırır/ Dağları yırtıp ayırır,/ kayaları kesip yol
eyler abıhayat akıtmağa...” dizelerine olan bilinçli
inancımla yanıtlarsam…

1. Öncelikle okuyucularımızın sizi daha iyi tanıması
açısından kendinizi bize biraz tanıtabilir misiniz?

Kendime dair ne diyebilirim? Hemen, hemen
“hiç”…

Sıradan biriyim; çoğunluğa benzerim; hani azınlığın aç
bıraktığı; ezip, sömürdüğü; umudunu, geleceğini
gasp ettiği…

Halktan biriyim; ezilenlerden; ötelenenlerden; mağdurlardan;
ötekileştirilenlerden biriyim…

Bundan ötürü de radikal sosyalistim; “Hâlâ
Tek Yol Devrim” derim; Spartaküs’ten Şeyh
Bedreddin’e; Paris Komünü’nden Büyük Ekim
Devrimi’ne; İspanya İç Savaşı’ndan Küba’ya
uzanan; Mustafa Suphi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş, Mahir
Çayan, İbrahim Kaypakkaya ile taçlandırılan devrimci
geleneğin takipçisiyim…

Aşk, hayata ve onlar için isyan etmenin insanı
insanlaştırdığına inanırım…

Bir kedi karşısında farelerin yanında olma cüretini insan olma ve
kalmanın “olmazsa olmazı” nitelerim…

İş bu nedenle de bir radikal sosyalist olarak erkek karşısında kadın,
Sunni karşısında Alevi, Türk şovenizmi karşısında
Kürt’üm…

Bir de; Hz. Ali’nin, “Zulümde iki suçlu vardır.
Biri zalim, diğeri zulme rıza gösteren”…

M. Duverger’in, “Adaletin bulunmadığı yerde herkes
suçludur”…

Şeyh Bedreddin’in, “En zorba hapishane, insanın kendi kafası
içinde kurduğu hapishanedir”

Raoul Vaneigem’in, “İktidar sahipleriyle hangi hâl ve
şart altında olursa olsun, ilişkiye girmeyi reddederim… Mutluluk
için fiyat ödenmez; mutluluk, onu satışa çıkarmış
olan toplumdan sökülüp alınır… Kendi içlerinde
devrimi gerçekleştiremeden devrimden söz edenler ağızlarında
bir leş geveliyor”…

Antonie de Saint-Exupery’nin, “Eğer bir kelebeği
sevebiliyorsak, tırtıllara da değer vermemiz gerekir”…

Yalçın Sadak’ın, “Moda olan sıradandır ve
sıradanlık daima moda”…

Voltaire’in, “Korkaklar, kendinden daha güçsüz
olanlara güç gösterisinde bulunanlardır”…

Bernard Shaw’ın, “Mutluluğu üretmeden tüketmeye
hakkınız yoktur”… sözlerine müthiş değer verirken;
düşünce davranıştan, davranış da düşünceden
ayrılmaz, ayrılamaz notunu düşerim…

“Başka” mı? Sevdalıyım, sabıkalıyım, yargılanıyorum,
telefonum dinleniyor, muhalifim, egemenler ile baş eğmeden, suların
ışıması için mücadele edilmesi gerektiğini
savunuyorum…

Umutluyum; umuttan da öte biliyorum; zalimleri haklayıp,
cezalandırarak, tatrihin çöplüğüne havale
edeceğiz…

2. Çeşitli konular hakkında fikirlerinize başvurmayı
düşünüyoruz. Öncelikle referandumla başlayalım
istiyoruz. Referandumla yeni bir anayasa önümüze sunuldu. Siz
bu anayasayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekten de darbecilerle
hesaplaşacak mıyız?

Öncelikle şunu belirteyim; coğrafyamızın yapısal soru(n)ları,
nafile referandumlarla, anayasa maddelerinin değiştirilmesiyle
çözümlenemez!

Coğrafyamızın ihtiyacı olan çürümüş ve
sürdürülemez kapitalist vahşetten kurtulma; emeğin
iktidarının yani “özgür üreticiler
topluluğu”nun yaratılma meselesidir…

Yeni bir anayasa yapmaktan söz ediyorlar. 12 Eylül/ TÜSİAD
anayasası yerine AKP/MÜSİAD anayasasını ikame edince bir şey mi
değişecek zannediyorsunuz!

Türkiye’de darbeciler ile hesaplaşmak, o darbelerin devreye
sokulmasını “olmazsa olmaz” kılan ekonomi-politikalar ile
hesaplaşmakla mümkündür…

Şimdi Kenan Evren’i mahpusa attığınızda “12 Eylül ile
hesaplaşmış” mı olacaksınız? Bu mümkün mü?
Hayır…

12 Eylül bir siyaset ise, 24 Ocak Kararları da onun ekonomik
programıdır. Bu programı ABD emperyalizmi + IMF/ Dünya Bankası +
TÜSİAD hazırlamış ve TSK da darbe ile devreye sokmuştur.

Öyle ise gerçek bir hesaplaşma, “ABD emperyalizmi + IMF/
Dünya Bankası + TÜSİAD”ı atlamadan
mümkündür!

Son günlerde, belleksizleştirilmişlikle malûl, post-modern ve
liberal gevezelik gerçekleri iğdiş ederek gölgeliyor;
kavramları kirletiyor…

Örneğin Osman Ulagay, “IMF’nin değişen
rolü”nden söz ederken; Hak-İş Genel Sekreter Yardımcısı
Mustafa Paçal, “Diyalog ve işbirliğini geliştirecek zeminler
yaratmalıdırlar… İnsanlar sağlık ve özgürlükleri
tam olarak sağlanırsa mutlu olurlar. IMF ve DB politika ve programlarını
bu eksende yenilemelidir”; Mahfi Eğilmez de, “IMF’nin
kuruluş amaçları; uluslararası parasal işbirliğinin
geliştirilmesini sağlamak, uluslararası ticaretin dengeli bir şekilde
gelişmesine yardımcı olmak, çok taraflı ödemeler sisteminin
kurulmasına destek olmak, ödemeler dengesi sıkıntısı çeken
üye ülkelere gerekli geri dönüş önlemlerini almak
kaydıyla yeteri kadar maddi destekte bulunmak, üye ülkelerin
ödemeler dengesi sorunlarının derecesini ve süresini
düşürmektir,” diyorlar!

Bunlar kocaman ve kuyruklu yalanlardır!

Şunu sormalı: “Bu kapitalizmin nesi değişti ki, IMF
değişsin?” Yoksa IMF mi yukarıdan aşağıya bu eşitsizlikler
düzeni küresel kapitalizmi değiştirecek? Nasıl bir sihirli
dokunuşla yapacak IMF bunu?

Enver Gökçe’yi yâd ederek hatırlatalım:
“Demek bu hayat,/ Önce sana bana yük.. su kimin/ Toprak
kiminse/ Motor, elektrik, ve ışık kiminse/ Demek sultan odur.” En
gelişmişinden en az gelişmişine tüm kapitalizmlerde devlete yön
veren, suya, toprağa, makineye yön veren sermaye sınıfıdır, bu
bir.

Devletin görevi, kâr ve sermaye birikiminden başka
gözü hiçbir şey görmeyen ve bu uğurda her şeyi
tahrip etmeyi, krizler çıkarmayı göze alan sermayedarlara
düzen sağlamaktır. Sermaye sınıfının, hem emekle
çelişkilerine düzen getirmek hem de birbirleriyle itişmelerini
yumuşatıp sisteme beka, süreklilik kazandırmaktır. Devletler
üstü IMF, Dünya Bankası gibi kurumların da görevi,
devletin ulusal çapta yaptığını küresel çapta
yapmaktır; uluslararası kapitalist düzenin kendini yeniden
üretmesinin koşullarını, iklimini, sermaye hiyerarşisini,
işbölümünü koruyarak, yeniden-üretim şartlarını
sağlamaktır.

1980’lerin neo-liberal kapitalizmi, 30 küsur yıllık doludizgin
sömürüsü ile dünyada önemli sermaye birikimine
ulaştı. Bizzat Dünya Bankası bildiriyor: Günde 2 doların
altında, çoğu Güney dünyasında, 2.5 milyar insan
çalıştırıldı yıllarca... Bu sömürü çarkı,
bekleneceği gibi sonunda tıkandı, krize girdi. Arkasında sadece
yoksulluklar, eşitsizlikler, işsiz, aç orduları biriktirmekle
kalmadı, devasa afetlere yol açtı. Bütün bu sürece
IMF/DB ikilisi “istikrar programları”, “uyum
programları” ile eşlik etti, yol haritası çizdi.

Bu kapsamda kapitalizmin IMF’si darbecidir!

“Örnek” mi? Haddinden fazla… Uluslararası Para Fonu
(IMF), Honduras’ta darbe yapan ordu yönetimine destek
çıktı. Pek çok ülkenin yaptırım uyguladığı ve
ilişkilerini kestiği darbecilere 150 milyon dolar verdi, 13.8 milyon dolar
daha verecek. IMF, darbeden önce ise Honduras için hiçbir
şey yapmamıştı.

Bu, belki IMF’nin darbecilerle açıktan, dolaysız son
ilişkisi ve desteği ama ilk değil. Arjantin’de 1955’te
gerçekleştirilen askerî darbenin hemen ardından IMF, bu
ülkeye el attı. Ve o günden beri Arjantin ekonomisi hep IMF ile
birlikte var olageldi. Arjantin bir model olarak gösterildi. Ancak IMF,
Arjantin ekonomisini çökertti. 5 Aralık 2001’de
Arjantin’de başlayan kitle eylemleri, IMF’nin örnek
modelini çöpe attı.

Şili’de halkçı Allende hükümetinin devrilmesinde,
Pinochet yönetimindeki darbecilerin kanlı iktidarının başlamasında
da IMF esas oğlanlardan biriydi. ‘70’lerin başında Allende
liderliğindeki halkçı hükümet, Amerikan şirketi olan ITT
Shaub-Lorenz yönetimindeki bakır madenlerini devletleştirdi. İşte o
noktadan sonra, ABD devreye girdi ve Şili’de darbe hazırlıkları
başladı. Darbenin ilk ayağı, IMF’nin kredileri kesmesi oldu.

Sonrası adım adım geldi. Darbenin hemen ardından IMF, eli kanlı
cuntacı Pinochet iktidarına para musluklarını sonuna kadar
açtı.

Pakistan’da darbe yaparak iktidara gelen Pervez Müşerref’e
de ilk destek çıkan IMF olmuştu. Cuntacı generaller, IMF’den
hatırı sayılır bir kredi aldı.

İlk etapta 700 milyon dolar kredi veren IMF, diğer kredileri taksite
bölerek, Pakistan iktisadını kontrol altında tutmayı başardı.

12 Eylül askerî darbesinde de koçbaşı rolünde IMF
vardı. 1979’da başbakan olan Süleyman Demirel, başbakanlık
müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a yeni bir ekonomik
istikrar programı hazırlama görevini vermişti. Program, kısa
süre sonra IMF ile iyi ilişkileri olan Turgut Özal tarafından
IMF’ye küçük bir rica ile hazırlatıldı.

IMF darbecidir! Onun ikiz kardeşi ve suç ortağı Dünya
Bankası da darbecidir. 12 Eylül’de de onların bizzat parmağı
vardır.

Ayrıca IMF, emperyalist ekonominin mafyasıdır da…

Hedefleri, ABD’nin dünya ekonomisi üzerindeki
hâkimiyetini perçinlemektir. Mesela 2004 itibariyle
yeni-sömürge ülkelerin borç toplamı 2.5 trilyon
dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara
yükselmiştir.

Mesela bir IMF/ Dünya Bankası çalışanı ve “ben de bir
ekonomik tetikçi idim” diyen John Perkins, ‘Bir Ekonomi
Tetikçisinin İtirafları’ başlıklı yapıtında şunları
diyor:

“XX. yüzyılın sonlarında Kolombiya’ya sattığımız en
önemli hizmetler, mühendislik ve inşaat uzmanlığıydı.
Kolombiya çalıştığım yerlerin tipik bir örneğiydi.
Ülke korkunç borç yükü altına girerek elektrik
hatları, otoyollar, telekomünikasyon hatlarına yatırım yapacak,
borcunu ve faizini petrol ve gaz yataklarının geliri ile ödeyecekti.
Görevim, kredi ihtiyacını mümkün olduğunca
şişirmekti…”

“Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel
imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin,
hükümetimizin, bankalarımızın... kölesi hâline
getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir
grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de
görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik
santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı
hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların
ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve
mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir.
Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez;
yalnızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San
Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer
edilir...”[2]

O hâlde diyeceklerime; siyasal bir hesaplaşma; o siyasanın ekonomik
saikleri dışında mümkün değildir ibaresini de
ekleyeyim…[3]

3. Bu süreçte kimi kurumlar “Hayır”, kimi
kurumlar “Boykot”, kimi kurumlar da “Yetmez Ama Evet”
kararı aldı. Sizce referandumda nasıl bir tavır alınması gerekiyordu?

Ben “Boykotçuydum”;[4] “Yetmez
Ama…”cılar da AKP (+ Gülen) ve AB liberali…

Erdoğan’ın Yetmez Ama…”cılara teşekkürü
unutulabilir mi?

Ya da AB sözcülerinden Joost Lagendijk’in, “Boykotu
unutun ve 12 Eylül’de gerçek renginizi
gösterin,” haykırışı…

Boykotçuların “Evet” ya da “Yetmez Ama Evet”
diyenlerden bariz farkı; bu duruşun resmî ideolojiye ve
tekçiliğe karşı olmasıydı. Boykotçular asimilasyona
karşıdırlar, devletin dininin mezhebinin olmasına karşıdırlar; sonuna
kadar özgürlüklerden yanadırlar. Ancak “Evet”
diyenlerin önemli bir kısmının devletin bu yönleriyle
hiçbir problemi yoktur, olmamıştır da…

İş bu nedenle boykot, ihtiyacımız olandı; bağımsız çizgiydi;
devrimci kimlikti; eski(yen) dünyanın muhtelif
“alternatifleri”nin alayına isyandı…

Bilindiği üzere boykot, bir işi, bir davranışı yapmama kararı
alma; bir kimse, bir topluluk veya bir ülkeyle amaca ulaşmak
için her türlü ilişkiyi kesme biçiminde
tanımlanır.

Boykot, cezalandırmak veya itaatkâr davranışı sağlamak amacıyla
belirli bir devlete veya devletler grubu ile sosyal, ekonomik, siyasi ve
askerî ilişkiye girmenin sistematik reddini içerir.

Biz referandumu boykot ederek bunları yaptık…

Tıpkı V. İ. Lenin’in, 1907 tarihli “Boykota Karşı”
broşüründe, “Boykot, Rus devriminin en olaylı ve destansı
döneminin en güzel geleneklerinden biridir,” diyerek boykot
kavramını gelenek içinde, devrimci deneylerin birikimi bağlamında
ele aldığı gibi…

O yazısında Lenin arkasından, her gericilik döneminin, onu izleyen
liberal dalganın, bu deneyleri unutturmak, geçmiş devrimci
dönemleri adeta bir çılgınlık olarak mahkûm etmek
için büyük çaba gösterdiğine işaret
ediyordu.

Boykot nedir sorusuna, sloganın “yapı” karşısındaki
konumundan hareketle cevap veriyordu: “Boykot, verili bir kurumun
yapısı altında değil ortaya çıkışına karşı
mücadeledir,” diyor ve ekliyordu: “Boykot, verili bir
kurumun salt biçimini değil bizzat varlığını reddeden, en
doğrudan ve kesin mücadele biçimidir. Boykot, bir taktikler
hattı değil, belli koşullara özgün bir mücadele
aracıdır.”

Bunların yanında referandumdan “Evet” çıkartmak
için büyük çaba gösteren liberal, sol liberal
yazarların aslî görevi, solu, özellikle de sosyalistleri
referandumda AKP’nin peşine takmaktı. Onlar boykot tutumu sayesinde
bu görevi başaramadılar, “AKP’nin demokratikleştirici bir
güç olduğu”na sosyalistleri inandıramadılar; Kürt
hareketini boykot kararından vazgeçiremediler.

Nihayetinde bir nafile faaliyet olarak “Anayasa
Tartışmaları”nın gelip dayandığı yer; Baskın Oran’ın,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı olmak istiyor.
Orgenerallerin cumgeneral oluverişlerini anımsatırcasına. Referandumu
harcamasın. Bu hayalden vazgeçsin… Tarih partinize çok
özel bir konjonktürde çok özel bir görev tanıdı,
bunu heba edip Türkiye’yi harcamayın. ‘Yetmez ama
evet’çiler gibi küçük ama çok etkili
demokrat/sol grupların desteği olmadan etrafınız boşalıverir. Kurda
kuşa yem olursunuz,” deyişindeki trajikomedi ile; referandum
sürecinde AKP’yi destekleyerek pakete “Evet” oyu verme
çağrısı yapan, Başbakan Erdoğan’ın da referandum sonrası
teşekkür ettiği Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)
Başkanı Doğan Tarkan’ın Gülen cemaatinin yayın organı
‘Zaman’ gazetesine verdiği röportajda sola saldırarak,
AKP’nin manipülasyon aracı olması yani Erdoğan’ın
“kıymetlisi” olarak, “Sol koyun gibi” benzetmeleri
yapması[5] terbiyesizliğidir!

4. Yüzyıllardır süren ve çözüm bekleyen bir
“Kürt Sorunu” sorunu gerçekliği var. AKP bu konuda
bazı açılım fiyaskoları ile çözmeye çalıştı.
Bu açılımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce gerçekten
bir açılım yapılmak istense, bu açılım nasıl
olmalıdır?

Açılamayan “Açılım” mı dediniz?

Bu konuda Ali Sirmen, “Biten bir şey yok, çünkü
sözde açılım zaten ölü doğmuştu,” derken;
Güneri Cıvaoğlu da ekliyor: “Sonunda
‘açılım’ da ‘örtüldü.’
Açılımın kapanması nedeni oy hesapları...”

Aynı konuda Henri J. Barkey de, “Açılımın sadece adı
kaldı” vurgusuyla şunların altını çiziyor: “Başbakan
Tayyip Erdoğan 2009’da bir ‘Kürt açılımı’
başlatmaya karar vererek bir adım attı… Karşı tepkiyle yüz
yüze gelen ve seçimlerin yaklaşmasını hesaba katan AKP geri
adım attı ve açılım sona erdi, sadece adı kaldı. Gerek AKP gerek
başbakan, gerilimleri daha da artırmaktan başka işe yaramayan savaşkan
milliyetçi bir söylemin emniyetli sularına
çekildi.”[6]

Olup-biten bu!

AKP, Kürtsüz veya kendi Kürtünü oluşturmayı
hedefleyen bir “açılım” peşinde…

AKP’nin “Kürt Açılımı”, daha doğrusu
“Milli Birlik Projesi” süreci ile varılan nokta tam bir
fiyaskodur.

Bu AKP hükümetinin samimiyetsizliği ve tutarsızlığına bir
kanıttır. Yıllardır Kürt sözcüğünün
reddedildiği, Kürt halkının, dilinin, kültürünün
inkâr edildiği Türkiye’de bu açılımın başlaması
çok olumlu bir adım olarak göründü, ancak sonradan
bunun ne yazık ki bir oyun olduğu ortaya çıktı,
“açılım” fiyaskoyla bitti…

Ama bu fiyasko Kürt sorununun ortadan kalktığını göstermiyor.
Sorunun çözülmesi gerekiyor…

Nasıl mı?

Tarihimizle yüzleşerek, Türklerin ne hakkı varsa (kendi
devletine sahip olmak dahil), Kürtlerin de o haklara sahip olduğunu
teorik ve pratik olarak kabul ederek…

Unutulmasın; Kürt sorununun küresel bir sorun olduğunu
söyleyen Noam Chomsky, “Suriye, Irak, İran ve
Türkiye’de Kürtler var. O yüzden bölgesel bir
çözüm bulmak gerekiyor.” “Türkiye’nin
bugün Kürtlere uyguladığı mezalim var. İfade edilemeyen
düşünceler bile cezalandırılıyor. Aydınlanmamış devletlerin
Engizisyon döneminde uyguladığı yöntemler Kürtlere karşı
uygulanıyor. Engizisyonu dönemlerini hatırlatıyor,” derken
çok önemli gerçeklerin altını çiziyor…

Evet barışa muhtacız; hani Yannis Ritsos’un, “Çocuğun
gördüğü düştür barış/ Anaların
gördüğü düştür barış/ Ağaçlar altında
söylenen sevda sözleridir barış,” dizelerindeki adil ve
onurlu huzura muhtacız…

Ancak Carl Von Clausewitz’in, “Savaş, siyasetin başka
araçlarla yürütülmesidir,” saptamasının
“Barış” için de geçerli olduğunu, yani
barışın da, bir siyasetin başka araçlarla
yürütülmesinden başka bir şey olduğunun göz ardı
edilmemesi gerekiyor…

Bu kapsamda Immanuel Kant’ın, daimi (yani adil ve onurlu) bir barış
için sıraladığı ön şartlardan ikisi özellikle
önemlidir:

Biri, barışı oluştururken yeni bir savaşa yol açacak
uygulamalardan kaçınmaktır.

Diğeri yani ikincisi ise, karşılıklı güven duymayı olanaksız
kılacak yollara başvurmamaktır. Ona göre, savaş içinde olsa
bile tarafların birbirlerine biraz güven duymaları gerekir.

Böyle bir güven yoksa eğer, “bir barış anlaşması yapmak
da olanaksızlaşacak ve çarpışma bir imha savaşı biçiminde
soysuzlaşacaktır”.

Öyleyse, önünde “adil ve onurlu” sıfatları
eklenmiş “Barış isteyen, savaşa hazırlansın,”
Vegetius’un uyarısındaki üzere…

Kaldı ki içinden geçilen kesitin, “Zamanın Ruhu”
(Zeitgeist) diyaloga dayalı barışa imkân vermiyor; ETA örneği
ortada…

İyi de Güney Afrika mı? Orada olan “istikrar” dönemi
örneğiydi…

Küresel ve bölgesel planda kriz, ırkçılık,
milliyetçilik hızla yükselirken, adil ve onurlu barış
çatışma ve alt üst oluşlarla gelecektir…

Keşke başka türlü olsaydı; mesele barışı isteyip, istememek
değil, nasıl geleceğini öngörüp, bu doğrultuda
hazırlanarak, siyasi hayal kırıklıklarının erozyonel
sonuçlarından uzak durmak gerekiyor…

Barış da iki tane: Ezenlerin (ve yandaşlarının), bir de ezilenlerin
olmak üzere…

Ezilenlerin barışı, Kürt meselesini bir ulusal soru(n) olarak ele
alır… Bunun dışındaki sunum ve kavrayışları (örneğin
insan hakları ve demokrasi olarak görmek) meseleyi kör
düğüme çevirir… İnsan hakları ve demokrasi ulusal
sorunun çözümüne mündemiçtir… Aksi
ise her zaman mümkün olmayabilir ve olmuyor da!

O hâlde meseleyi “çözüm” üzerinden
kurgulamak yerine, “çözümsüzlük”
üzerinden kavrayarak anlatmak ve anlamak gerekiyor!

Bunun içinde kapsamlı sorular sormaktan, bunlara açık
açık yanıt bulmak ve istemekten geri duramayız!

Verili koordinatta “Üç Maymun Diplomasisi” olmaz;
diplomasi sorunun kabulünü gerektirir; T.“C”de bu
tür bir temayül söz konusu falan değildir…

Onun için liberal ‘Taraf’ın
“Balıkçı” hikâyeleriyle yol alınamaz; yani AKP de
Kürt meselesinde özel bir konjonktür oluşturmuyor;
öncekilerden raison d’état/hikmet-i hükümetinden
farklı davranmıyor ve davranamaz da… (Çünkü AKP,
Ergenekon’a karşı demokrasi getirmiyor; onu tasfiye ederek, yerine
kendini ikame ediyor… Bu demokratikleşme değil, olsa olsa, yeni bir
iktidar bloğunun oluşturulmasıdır…)

Tüm bunların ışığında egemen(lerin) medyanın medyokratik
(vasatın yönetimi) yalanlarına sırt dönmek, itiraz etmek
gerek…

Yani Kürtler “adına” TV’lerde konuşturulan eski
Troçkist Ümit Fırat’a, eski şeriatçı Mehmet
Metiner’e ve benzerlerine itibar etmemek gerek; tıpkı AKP’nin
liberal piyonlardan Rasim Ozan Kütahyalı, Oral Çalışlar,
Cengiz Çandar ya da Doğan Holding “solcusu” Ahmet İnsel
gibi…

5. Biraz da Türkiye sol hareketi üzerine konuşalım.
Sol’ un 12 Eylül’ den bu yana içerisine
düştüğü bir çıkmaz var. Özellikle sosyalist
hareket ciddi bir örgütlenme sorunu çekiyor. Sizce bunun
sebebi nedir? Nasıl çözümlenebilir? Ayrıca son
dönemlerde referandum süreciyle daha da belirginleşen bir
“sol liberalizm” kavramı ortaya çıktı. Sizce nedir sol
liberalizm?

Fransızlar “Chacqu’un son temps/ Her şeyin zamanı var”
derler; doğrudur…

Her şeyin bir zamanı var; bizim de zamanımız gelecek…

“Sol”un sorunu, solcu olamamak; bağımsız, militan, alternatif
çizgisini egemenlerden koparak hayata
geçirememektir…

Yani itirazcı, isyancı geleneğini yığınlara mal ederek,
toplumsallaştıramamaktır…

“Sol”un sol olabilmesi için kendini “ulusal”,
“sosyal-demokrat”, “liberal”, “sivil
toplumcu”, “post-modern”, “yeni-sol”
arayışlara mündemiç siyasal açmazlarından kurtarması
gerek…

Bu da ancak mücadele ile ve mücadele içinde
olabilir…

AKP veya CHP’nin peşinde “sol”culuk olmaz,
olamaz…

Siz bakmayın; “Bazıları için üzülerek
söylüyorum, bu ülkede “sol” un anlamı da
değişecek. Nitekim bugünden bunu görmek mümkün...
Bugünden diyorum gerçekten ‘bugünden’ değil
tabii ki, yani referandum tartışmalarının yol açtığı bir
nedenle değil. Ondan çok daha derin nedenlerle, evrensel, tarihsel ve
sosyolojik nedenlerle değişecek,” diyen Erol
Katırcıoğlu’na… Ya da Samim Akgönül’ün,
“Bana kalırsa yeni bir sol gerek. Bir süredir içten
içe ilerleyen, Hrant’ın katli ile başlayıp Ufuk Uras ve
Baskın Oran’ın adaylığı ile ilerleyen, Taraf’ın
antimilitarist misyonuyla cesaretlenip, demokratların kolları sıvamasıyla
pişkinleşen, ezilen milliyetçilikle ezen milliyetçilik
arasında fark gütmeyen, grupların varlığına saygılı, ancak
bireyi, kendisininki dahil hiçbir gruba ezdirmeyen, hümanist bir
sol,” diyen hezeyanlarına…

O(nlar) liberal bir “sol”un sıkıntılarını
dillendiriyor(lar)!

Ancak unuttukları bir şey var! AKP takipçisi liberal
yaklaşımları sahiplenirken “sol” demekte ısrarın tek anlamı
olabilir ki? Onların yaptığı neo-liberal politikalar karşısında
yegâne muhalefet odağı olabilecek solu, daha da etkisiz kılmaktan
başka bir şey değildir!

Çünkü liberal iktisat ve devrimci Marksizmin hedeflerini
yan yana getirmek olanaksızdır. Bunu deneyenler ancak bir post-modern
sapmanın sözcüleri olabilir ve ancak sol liberaller ile
post-Marksistlerin ucubesi böylesi “yeni sol” denen şeye
sarılabilir…

Bu konuda hatırlar mısınız bilmem? Bir zamanlar Ufuk Uras, solsuz
Türkiye’nin soluk alamadığını savunup,
“Önümüzdeki süreçte solda yeni bir
çekim merkezine ihtiyaç vardır,”
demişti…[7]

Sonrası mı? Sonuçsuz ve şaibeli sözde
beklentiler…

İşte bir haber: “10 Aralık Hareketi çekildi, bazı
SHP’liler istifa etti, Ufuk Uras kurultaya gelmedi…SHP ile
Eşitlik ve Demokrasi Partisi birleşirken 10 Aralık Hareketi ile bazı
aydınların süreçten çekilmesi nedeniyle
‘çağdaş solda büyük buluşma’ tartışmalı
başladı...”[8]

Hepsi bu!

Yani Hakan Altınay’ın, “Bugün geldiğimiz noktada
liberaller en yakınlarını bile ikna edemeyen, bağnaz tarafgirlikleri ile
tepkisel savrulmalara neden olan, farklı otoriterliklerin kendi
içlerindeki çelişkiler nedeniyle daha
özgürlükçü kulvarlara evrilebilmesini
hızlandırmak yerine yavaşlatan bir dinamik oluşturuyorlar,” diye
tarif ettiği açmaz…

Bunlardan bir şey çıkmaz…

Bu koordinatlarda yüzümüzü dönmemiz gereken yine
ve bir kez daha radikal sosyalizmdir…

“Nasıl” mı?

City University of New York’tan (CUNY) Prof. David Harvey yeni
yayınlanan kitabı ‘The Enigma of Capital’de, “Eğer
1990’ların sonundaki alternatif küreselleşme hareketi
‘Başka bir dünya mümkündür’ şeklinde bir
bildirimde bulunduysa, o zaman neden ‘Başka bir komünizm
mümkündür’ de denilemesin?” diyor…

Harvey’in bunu dayandırdığı görüşün hareket
noktası şu: Günümüzde komünistlerin, Marx ve
Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu
çerçevede partileri yok. Var olanlar, her zaman ve her yerde,
kapitalizmin sınırlarının ve yıkıcı etkisinin farkında olan bir grup
olarak ortaya çıkıyor ve bu sistemin önerdiğinden farklı bir
gelecek yaratmak için aralıksız çalışıyor. Geleneksel
komünizm unutulmuş olsa da, bugün aramızda milyonlarca
gerçek komünist yaşıyor. Ve bunlar, düşünceleri
doğrultusunda çalışmalar yapmaya istekli. Eğer bir değişim
başarılacaksa, “Başka bir komünizm
mümkündür” denilmelidir. Çünkü
kapitalizmin bugünkü durumu bunu gerektiriyor.

Harvey, buna karşı inançla ve sabırla yapılmasının gereğini
de açıklıyor:

“Kapitalizm asla kendi kendine yıkılmayacak; itelenmesi lazım.
Sermaye birikimi asla bitmeyecek; engellenmesi lazım. Kapitalist sınıf,
asla kendi isteğiyle gücünden feragat etmeyecek; durdurulması
lazım.”

Çünkü; “Türkiye’de ve dünyada 30
yıldır egemen olan bir dönem sona eriyor. ‘Yeni
zamanların’ başındayız. Bu yeni zamanların bizden talep ettiği en
önemli erdem ‘cesaret’tir. Tüm kötümser
eğilimlere, komünist deney iflasla sonuçlandı propagandasına,
bizi bu günün durumu içine çekmek için sunulan
haz olasılıklarına, yükselen gericilik dalgasına kapılmamak,
baskıya, devlet şiddetine, sömürüye dayanmayan, insanların
eşit ve özgürce yaşayacağı bir dünyanın inşa
edilebileceğine inanmak ve bu dünya için mücadele etme
cesaretine sahip olmaktır. Başarı veya başarısızlık olasılıklarına
bağlı kalmadan ‘bu günün durumunu değiştirecek toplumsal
harekete’ katılarak tarih sahnesine çıkma cesareti...

Otuz yıllık karanlık yırtılıyor… Yeniden başlıyoruz ama
‘sıfır’ noktasından değil…

Üç yıl önce patlak veren mali kriz ‘her
şeyi’ değiştirmeye başladı. Bir anda mali parazitlerin akıl almaz
derecede müstehcen zenginlikleri ve Fransız devrimi öncesindeki
aristokrasiyi anımsatan küstahlıkları, ekonomiyi ve dünyayı
yönetmekle yükümlü olanların, cehaletleri, bu cehalet
karşısındaki şaşkınlıkları, adeta mazeret beyan eden aptalca
bakışları gözler önüne serildi. Bu sırada devlet mali
sermayenin yönetim komitesi gibi hareket etmeye ve krizin
yükünü emekçi kesimlerin üzerine yıkmaya
başlıyordu.

Artık her şey o kadar açıkta ve utanmazca yaşanıyordu ki... Bu
yeni iklimin yarattığı nefret ve tiksinme, adaletsizlik duyguları
emekçi sınıfların üzerinden teslimiyet ve çaresizlik
yükünü kaldıracaktı…

Çok sert bir dönem olacak bu ‘yeni
zamanlar’…

‘Yeni zamanlar’ çok sert bir dönem olacak. Bu
dönemde, en önemli erdemin ‘cesaret’ olmasının bir
nedeni de bu. Bu fiziki cesaretten daha önemli ve öncelikle,
ahlâki, teorik ve siyasi bir cesaret olmak durumunda... Kapitalizmin
aşılabileceğine inanmak, solun güçlerini birleştirerek
büyümeye, etkisini arttırmaya devam edebileceğine ve tarihin
hızına yetişebileceğine inanmak cesaretini gösterirken aynı
zamanda, geri plana atılan, üstü örtülen, unutulmaya
bırakılan, ‘duvara asılan’ çalışma tarzlarını,
mücadele araçlarını yeniden konuşmaya, yenilerini
üretmeye girişme cesaretine sahip olmak gerekiyor. Ve tüm bunları
yaparken, ‘ya başarılı olamazsak?’ sorusuna, ‘bunlar
gerçekçi değil’, ‘henüz
gücümüz yeterli değil’ itirazlarına kulakları kapama
cesaretini göstermek gerekiyor.

Yeni dönem çok sert olacak, çünkü kriz
yönetim modeli neo-liberal küreselleşme ve finansallaşma tüm
enerjisini tüketti…”[9]

6. Sovyetlerin siyasi arenadan çekilmesi ve dünya
dengelerinin değişmesiyle “Yeni Dünya Düzeni”
(“YDD”) dediğimiz siyasi bir konjonktürle karşı
karşıyayız. Sürekli kendini yenileyeniliyor. 2010 yılında bu
konjonktür sizce ne durumda?

Önce “YDD”den başlayalım; “Sürekli olarak
kendilerini yenilemiyor”lar; aksine, “zırh içindeki
ölü” gibi çürüyorlar; ekolojik felaket
eşiğindeki üzere doğadan insan(lık)a her şeyi yıkıp/ yok
ediyorlar!

“Küreselleşme” dedikleri 30 yılı aşkın vahşet,
sürdürülemez kapitalizmin “YDD” diye anılan
versiyonundan başka bir şey değildir…

Sürdürülemez kapitalizmin yarattığı tablo müthiş
bir yıkım ve eşitsizliktir…

Mesela ‘Forbes’ dergisinin açıkladığı “En
zengin 400 ABD’li 2010 listesi”nde, Microsoft’un patronu
Bill Gates, 54 milyar dolarlık servetiyle bir kez daha listenin en üst
basamağında yer aldı.

Gates’i 45 milyar dolarla ünlü yatırım gurusu Warren
Buffett, 27 milyar dolarla ise yazılım devi Oracle’ın kurucusu Larry
Ellison takip etti. Listenin dördüncü sırasında
Wall-Mart’ın varisi Christy Walton servetini, 2010 yılında 24 milyar
dolara çıkarırken, Koch Kardeşler 21.5 milyar dolarlık servetleri
ile beşinci sırayı paylaştı. Mark Zuckerberg servetini yüzde 245
arttırdı.

Forbes listesine giren zenginlerin toplam serveti geçen yıla oranla
yüzde 8 arttı. Böylece zenginlerin toplam serveti 1 trilyon 270
milyar dolardan, 1 trilyon 370 milyar dolara yükselmiş oldu!

Zenginlerin işi tıkırındayken; dünyanın küresel serveti
artıyor artmasına ama öte yandan bu servetin paylaşımındaki
uçurum giderek büyüyor. 195 trilyon dolarlık servetin
yüzde 35’ine nüfusun binde 5’i sahip!

Dünyada açlığın bir milyardan fazla kişiyi kapsadığı ve
her yıl 11 milyon kişinin açlık ve yetersiz beslenme
yüzünden öldüğü gerçeği ile
açlıktan en çok etkilenen bölgelerin dörtte
üçünün savaşların tahrip ettiği ülkelerin
olması XXI. Yüzyılın, dünya efendilerinin affedilemez
ayıbıdır. Yeryüzü kaynakları, israf edilmeden adil ve eşit
kullanılması hâlinde bugünkü 6.5 milyar nüfustan
çok daha fazlasını beslemeye yeterlidir.

Ancak İslâm Konferansı Teşkilâtı (İKT) Genel Sekreteri
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, dünyadaki gıda yoksunluğunun
yüksek boyutlarına dikkat çekip, İTK üyesi 57 ülkeden
41’inin gıda yoksunu olduğunu, giderilebilmesi için de her
yıl 24 milyar dolar gerektiğini belirtti.

Özetle dünyada sayıları gittikçe artan yoksullar
dışlanıyor ve şiddet görüyor. ‘Uluslararası Af
Örgütü’ Türkiye Şubesi, her gece 963 milyon
insanın yatağına aç girdiğini ve yoksulluğun bir insan hakkı
ihlâli olduğunu belirtti.

Açıklamada, dünyada 100 milyonun üzerinde insanın evsiz
olduğu, bir milyardan fazla kişinin de yeterli barınma koşullarından
yoksun hâlde varoşlarda yaşadığı vurgulandı.

BM’nin 2009 Haziran’ında açıkladığı felaketlerle
ilgili bir raporda, dünyada 1 milyar dolayında insanın gecekondularda
yaşadığı kaydediliyordu. 1975-2008 aralığında 9 bine yakın doğal
felâket sonucu 2.3 milyon insan hayatını kaybetmişti. Küresel
ısınma, tarımsal üretimi, suya erişimi zorlaştırıyor,
yoksulluğu, sefaleti derinleştiriyor. Sorunun kaynağı belli; emperyalist
tekellerin aşırı üretimi, adaletsiz bölüşümle
şımarıkça tüketimi... Evet, asıl felaket, kapitalizmin
kendisi... Bataklık, kapitalizm...

Bataklığın yıkımı ABD’yi de vuruyor… Bir
çalışmaya göre, ABD ortalama ömür uzunluğu
sıralamasında 49’uncu oldu. 1950’de ortalama kadın
ömründe 5. sırada olan ABD, 2008 yılında 46. sıraya
düşmüş…

Columbia Üniversitesi tarafından yürütülen
çalışmaya göre bu düşüşün en büyük
nedeni, sağlık sistemi. Çalışmayı yürüten uzmanlara
göre düşük sıralamanın nedeni sağlık sisteminin masraflı
özel bakıma dayanması.

ABD Çalışma Bakanlığı, 2010’un eylül ayında 95 bin
kişinin daha işsiz kaldığını açıkladı. Bu rakam, 54 bin
kişinin işsiz kaldığı ağustos ayına ait rakamlarının neredeyse iki
katı.

ABD’de işsizlik oranı yüzde 9.6 ile aynı kaldı, ancak bu
rakam 14 aydır aralıksız olarak yüzde 9.5’in üzerinde
seyrediyor.

İş bunlarla bitmiyor elbette; emperyalist paylaşım
tehdidi[10] ve ırkçılığın yükseldiği
gidişatta “Kriz Kahini” ünvanına sahip Nouriel Roubini,
küresel ekonominin gelecek 10 yıl içinde birkaç finansal
krizle daha karşı karşıya kalacağını açıklarken; Nobel Ekonomi
Ödülü sahibi Joseph Stiglitz de, Avrupa geneline yayılan
kemer sıkma dalgasının, yeni bir resesyonu tetikleyebileceğini ifade
etti.

“Kriz” deyip geçmeyin…

Kriz nedeniyle dünyada ve Türkiye’de temel yaşamsal
ihtiyaçlarını karşılayamayan insan sayısı sürekli olarak
artarken, bilim insanları, yoksulluğun ruh sağlığı üzerinde
olumsuz etkisine dikkat çekiyor. Örneğin Yardımcı Doç.
Dr. Ayşe Devrim Başterzi, değişik ülkelerde yapılan
araştırmalarda eğitim düzeyi ve gelir düzeyi
düşüklüğünün ruhsal bozukluk sıklığını 2.5
kat arttırdığını belirtiyor. Şizofreni, depresyon gibi hastalıkların
yoksullar arasında daha yaygın olduğunu ifade eden Başterzi, yine
yoksulluk nedeniyle hastalıkların bu kesimde daha kötü
koşullarda geçirildiğini dile getiriyor.

Gençliğin elinden geleceği alınıyor!

Örneğin Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün (ILO) raporuna
göre küresel kriz nedeniyle işsiz ordusuna 30 milyon kişi daha
katıldı.

IMF ile ILO’ya göre dünyada 210 milyon işsiz var.
Durgunluğun özellikle gelişmiş ekonomilere zarar verdiği ve bu
ülkelerde işsiz sayısının toparlanma sürecine de girmediği
belirtiliyor.

Yine ILO, dünyada gençler arasındaki işsizliğin 2009
yılında, 15-24 yaş arasındaki 81 milyon işsizle rekor seviyeye
ulaştığını açıkladı ve bu durumun “kayıp bir
kuşak” yaratma riski getirdiği uyarısında bulundu.

Raporda, işsizlerin oranının 2007’de yüzde 11.9’dan
2009 yılında yüzde 13’e yükseldiği kaydedildi. ILO,
2007’den beri 7.8 milyon artan işsiz gençlerin, “kayıp
bir kuşak” yaratma riskini beraberinde getirdiğini, bu
gençlerin iş piyasasından çıktıklarını ve doğru
dürüst bir yaşam sağlayacak bir iş ümidini kaybettikleri
uyarısında bulundu.

Bu arada ILO’nun 2010 raporunda “Gençler kendilerini
sistemin kurbanı olarak görüyorlar ve bu durumun sorumlusu olarak
gördükleri her şeye öfke besliyorlar. Küreselleşme,
kapitalist sistem, ulusal politikacılar, ebeveynler gençlerin
öfke duydukları unsurların başında geliyor. Tüm bunların bir
sonucu olarak gençler kendilerine yanlış bir gelecek vaat eden dini
veya radikal hareketlere duyarlı hâle geliyor” saptaması
yapılıyor.

Onlar günümüzün 15-24 yaş grubunda olup iş bulamayan
gençleri. Bu grubu şimdilerde dünyanın her yerinde
“kayıp nesil” diye tanımlıyor uzmanlar. Bugün ve gelecek
onlar için kapkara... İş için çalmadık kapı
bırakmamışlar ve umutlar giderek tükenmiş. Ne hayaller kalmış ne
beklentiler...

2009 yılı sonu itibarıyla dünyada 15-24 yaş arası işsiz
gençlerin sayısı 81 milyona ulaşmış durumda...

7. İyi de bu durumda ne olacak? Biraz aydınlatabilir misiniz?

Olsa olsa; ya mücadele ve isyan ya da karşı-devrim ve gericilik
çıkar…

Dünya (ve coğrafyamız) bir dönemeçte ya devrim
yükselecek ya da Jack London’un “Demir
Ökçe” diye tarif ettiği gericilik galebe
çalacak…

Şimdi isyan zamanı…

Kolay mı tüm dünya gibi Avrupa emekçileri de isyanda...
29 Eylül 2010’da Brüksel’de Avrupa Sendikalar
Konfederasyonu’nun (ASK) çağrısıyla toplanan yaklaşık 100
bin ücretli, AB üyesi hükümetlerin dayattığı kemer
sıkma politikasını protesto etti.

30 ayrı ülkeden gelen eylemciler Avrupa Birliği’nin
başkentini inletirken, başta İspanya olmak üzere çok sayıda
ülkenin emekçileri de Avrupa’da hızla yükselen sosyal
adaletsizliğe karşı grev, işgal, yürüyüş gibi eylemler
düzenlediler.

Avrupa İstatistik Kurumu Eurostat’ın 2008 verilerine göre AB
üyesi ekonomileri şiddetle çarpan 2009 krizi öncesinde
aktif nüfusun yüzde 6.7’si, yani 16 milyon işsiz varmış.
Bu sayı 2010 Temmuzu’nda 23 milyona yükselmiş. AB’de de
yüzde 10’u aşan işsizlik oranı dünyanın diğer gelişmiş
bölgelerinde de alışılagelmiş rakamların çok
üstüne çıkmış.

İşsizlik sosyalist bir hükümete sahip İspanya’da bile
yüzde 20’ye vurmuş. Bu nedenle genel greve giden İspanyollar
İrlanda, Portekiz ve Yunanistan ile Avrupa’nın en zayıflayan
üyeleri. Öte yandan AB’ye kısa bir süre önce
katılan Bulgaristan, Letonya, Macaristan, Romanya gibi ülkeler
sözüm ona sosyal Avrupa’ya rağmen yoksulluk boyunduruğundan
kurtulamıyor…

Evet Fransa’da, “Mayıs 68” rüzgârı yeniden
esiyor...

Üç milyonun üstünde Fransız bir ay içerisinde
dördüncü kez ve de bilinçli biçimde bir kez daha
eylemdeydi. Nicolas Sarkozy iktidarının toplumsal kazanımlara, daha da
özel de emeklilik haklarına saldırısına karşı gençler,
emekçiler ve ücretliler büyüyen bir hiddetle
tepkilerini sokaklara döküp, muhalefetlerini ilan ettiler. Fransa
grevler, işgaller ve 260’ın üstünde kentte düzenlenen
yürüyüşlerle postu neo-liberalizme o kadar kolay
kaptırmamakta kararlı olduğunu gösterdi…

Öte yandan Asya’da Nepal, Filipinler, Hindistan’da olanlar
hepimizi yüreklendirirken; Latin Amerika’da yeni bir başkaldırı
odağına dönüşüyor…

“Latin Amerika sosyalizminin güncel gerçekliğine
ilişkin olarak… Yeni sosyalizm yolları… Reformcu demokratik
devrimler”den[11] söz edilir olsa da; bunlara fazla
itibar etmeden “sol dalga”sıyla Latin Amerika’nın
“Gör dediği”ne bakmak gerek.

Neo-liberal modellerin tükenip, karaya oturduğu Latin Amerika;
isyanı, fabrika/ toprak işgalleri, gerillaları, sosyal forumları ile
başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor.

Latin Amerika’da “sol gösterip sağ vuran” Lula da
Silva, militan sendikacılar, sol Peronist Kirchner çifti, reformist
Sandinistler, radikal Marksist FARC-EP gerillaları, Hugo Chávez, Evo
Morales, dinamitle meclis basan madenciler, topraksızlar hareketi MST,
Zapatisler, Şilili anarşist-komünist öğrenciler, sosyalist
Küba ve Toprak Ana adına su hakkım savunan yerlilerin bir araya
geldiği renkli bir kolajdır...

Öncelikle durumun adını koymalı: Latin Amerika’da kapitalizm
tarihinde seyrek yaşanan tarihi bir direniş hattı oluşmuş durumda.

Uzun bir sömürgecilik-karşıtı, anti-emperyalist ve
anti-emperyalist geçmişten süzülmekle birlikte 1994
yılında Zapatistlerin ayaklanmasıyla yeniden başlayan, 1998 yılında
Hugo Chávez’in Venezüella’da başkan
seçilmesiyle ivme kazanan ve arka arkaya Brezilya, Arjantin, Ekvador,
Bolivya, Nikaragua, Uruguay, Guatemala, Paraguay ve El Salvador’da
kendini solda tanımlayan ve ciddi bir toplumsal mücadele tabanına
yaslanan hükümetlerin iş başına gelmeleriyle önemli bir
görünürlüğe ulaşan sol dalganın ve bu dalganın
yükselirken oturduğu siyasal/ ekonomik/ kültürel/ ideolojik
zeminin analizi, kendi topraklarımızda neler yapabileceğimize ilişkin
önemli ipuçları ve zengin deneyimleri de barındırıyor.

Latin Amerika’dan alınması gereken derslerden bazılarının
şunlardır:

Latin Amerika deneyimleri kimlik siyasetinin sınıf siyasetiyle bir araya
gelebildiği ve mücadele zemininin anti-kapitalist bir eksende yeniden
kurgulandığı deneyimler olması ve elde edilen
“başarıların” bu yoldan sağlanması açısından da
önemlidir. 500 yıllık ağır ve mütecaviz bir
sömürgeci, emperyalist ve yeni-emperyalist tahakküme maruz
kalan ve kronik ve tarihsel kökleri itibariyle ağır bir “yerli/
kimlik sorunuyla” malûl olan kıtada, kapitalist sisteme karşı
yükselen mücadelenin, yerlilerin temel taleplerinin militan bir
sendikacılık ve sınıf zeminine yaslanan bir toplumsal mücadeleyle
hemhâl edilebilmiştir.

Latin Amerika Solu’nun en belirgin özelliği; dinamizm ve
yaratıcılığını sürdürüyor olmasıdır. Her hareket,
Latin Amerika ve dünyadaki koşullardan önce kendi ülkelerinin
somut koşullarından hareket ederek kendilerini var etmekte ve sorunlara
çözüm üretmeye çalışmaktadır. Sol hareketler,
dinamizm ve yaratıcılıkları sayesinde değişen koşullara çok
hızlı bir şekilde ayak uydurabilmektedirler.

ABD’nin her zamanki gibi aslî “ilgi” alanlarından
olan ve Heinz Dieterich’in, “Eğer Bush-Obama-Clinton’ın
Orta Amerika politikasını incelersek aynı şablonu görebiliriz: 4.
Filo’nun yeniden aktive edilmesi, Panama’daki politik zafer,
Kolombiya’daki askerî üsler, Honduras’taki
askerî darbe ve Kosta Rika’nın askerî
işgali,”[12] diye tanımladığı güzergâhta
bu kez de Ekvador’daki darbe girişimi karşımıza dikildi!

Aynı biçimde Yankee İmparatorluğu Venezüella’da
olanlara da pek “ilgisiz” kalmayacak gibi duruyorken;
“Latin Amerika’daki ilerici değişim toplumsal imtiyazlara
karşı çıkan, neo-liberal bağnazlığı reddeden ve emperyal
egemenliğe meydan okuyan solcuları iktidara taşıdı. Batı bu değişimi
hafife alırken, seçime hazırlanan Chávez’in
diktatör olduğuna dair yeni bir iddia furyasına hazır
olun,”[13] diyor Seumas Milne de haklı
olarsak…

Özetle verili tablodaki gelişmeler, insan(lık)a Fransa 1968, Şili
1972, Portekiz 1974 ve İran 1979’u yeniden anımsatıyor...

XXI. yüzyıldayız ama XX. yüzyılın unutulması
mümkün değil…

XX. yüzyıl bir anlamda “Devrimler Çağıdır.” O
çağda gezegenimizin bu devrimci dalgadan nasibini almamış herhangi
bir köşesine rastlamak mümkün değildir…

Fransa’daki ‘68 hareketi, güçlü bir
işçi greviyle patlak vermişti; iddia edildiği gibi gençlik
hareketi, “savaşma, seviş” sloganıyla sokağa
dökülmemiş. Ian Birchall’ın da belirttiği gibi,
Fransa’da “İnsanlık tarihinin en büyük grevi”
gerçekleşiyor. 9 milyon işçi sadece greve gitmekle kalmıyor,
aynı zamanda işyerlerini de işgal ederek mevcut mülkiyet
ilişkilerine meydan okuyor. Grevler, işgaller ve gösteriler öyle
bir boyut kazanıyor ki Fransa’nın efsanevi komutanı ve devlet
başkanı De Gaulle koltuğunu terk etme noktasına geliyordu.

1973 Şili deneyimi ise başlı başına bir direniş efsanesiydi. Elinde
makineli tüfeğiyle başkanlık sarayının kapısında darbecilere
karşı direnen Allende’nin resmi hâlâ belleklerdedir.
Sosyalist saflarda derin bir tartışmanın konusudur Allende
deneyimi… Bir bakıma iktidarın seçimle ele
geçirilemeyeceği savı, Allende’nin yıkılışıyla
kanıtlanmıştır.

Portekiz’de yaşanmış 1974 “provası”nın merkezinde
ordu vardı. Peter Robinson’un işaret ettiği gibi diktatör
Salazar’ın ölümünden sonra ordudaki ‘Silahlı
Kuvvetler Hareketi’nin oluşması, solcu darbe girişimleri, halk-asker
birlikteliği vs. Bu açıdan Portekiz Venezüella’ya da
benzetilebilirdi…

İran’daki 1979 devrimi, bir parça da olsa her solcu ve
anti-emperyalistin göğsünü kabartmıştı. İran’da
“baldırı çıplaklar”, dünyada büyük bir
nefret kazanmış bir rejimi, Şah rejimini ve onunla birlikte ünlü
gizli polis teşkilâtı SAVAK’ı, tarihin
çöplüğüne göndermiştir. Devrime mollaların
yanı sıra laik solcu güçler de katılmışlardı.

Devrim başlangıçta her iki toplumsal gücün ortak
eseridir. Ancak bu “prova” çok kısa bir süre
içinde sol açısından büyük bir felakete
dönüşecektir. İktidarını solcularla paylaşmak istemeyen molla
rejimi, laik güçleri tümden tasfiye etmiştir. Sadece sol
güçler tasfiye olmamış onunla birlikte güçlü
işçi sınıfı hareketi de. İslâmi ideoloji giderek,
bütün topluma zorla giydirilen bir deli gömleği olmuş ve
İran, şeriatla yönetilen bir İslâm Cumhuriyet’ine
dönüştürülmüştür. Şili’nin yanı sıra
İran, sol açısından en trajik deneyimlerin başında gelmektedir.
Bu açıdan her iki ülke, Türkiyelilere önemli dersler
sunmaktadırlar.[14]

Devrim derslerine yeniden kafa yorulması gerekiyor…

Çünkü bir isyan devrime evrilmez ise, karşı-devrime yem
olur…

8. Hrant cinayeti sürecinde yaptığınız bazı konuşmalar
nedeniyle hakkınızda 301. ve 216. maddeler uyarınca “halkı kin ve
düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla davalar
açıldı. Hatta bu konuda Arjantin ve Yunanistan’dan
çeşitli aydınlar sizinle dayanışmaya girdi. Bu davalarda ne gibi
gelişmeler oldu? Bizi biraz aydınlatabilir misiniz?

Dava devam ediyor…

Beni yargılamaları, hatta “cezalandırmaları”nın
hiçbir önemi yok; onların cezaları beni ne iflah eder ne de
caydırır…

Bu toprakların nümayiş yaptığımız sokakları gibi, zindanları
da bizimdir…

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “De ki kapattın beni
sen/ Üzerimde yüzbin kilit/ Yüzbin demirler içine/
Yazılarım dışarıdadır,” dizelerinde anlattığı
budur…

Hayır; gerçekleri ifade etmekten asla vazgeçmeyeceğiz;
bedeli ne olursa olsun…

Susan Sontag’ın, “Gerçek, her zaman, bilinen bir şey
değil, söylenen bir şeydir. Söz ya da yazı diye bir şey
olmasaydı, hiçbir konuda gerçek de olmazdı”; Jean
Dubuffet’nin, “Topluluğun sağlığının iyilik derecesi,
kuralları çiğneyenlerin sayısıyla ölçülecektir.
Katılma, boyun eğme zihniyeti kadar kafayı kemikleştirici bir şey
yoktur”;[15] Alain Badiou’nun, “Her tür
düşünce bir pratiktir, bir sınamadır,” uyarılarını
göz ardı etmeden; TCK 301’e, 216’ya ya da öteki
dayatmalara boyun eğmeyeceğiz; teslim olmayacağız; diz
çökmeyeceğiz…

Hrant’ın (ve daha nice kardeşimizin) katil(ler)inin devlet
olduğunu unutmayıp, unutturmayacağız…

Kaldı ki “Katil Devlet” diyen sadece ben olmasam da
“Emekli General Atilla Kıyat’ın açıklamasını
beklemeye hiç gerek yoktu ki!

Emekli General Atilla Kıyat’ın faili meçhullerle ilgili,
‘bir devlet politikasıdır’ şeklindeki sözleri, yeni
tartışmalara neden oldu. Oysa İttihat Terakki yönetiminden gelip,
Cumhuriyet yönetimi boyunca devam edip bugünlere kadar gelen bu
olgu, bizim en bilinen ‘karanlıklarımızdan’ biri. Bunun
için Atilla Kıyat’ın hatırlatmasına gerek yoktu. Tembelliği
bırakıp biraz düşünsel faaliyette bulunmak yeter de artar.

78’liler diye bilinen nesil, bu hâlleri en acı şekilde
yaşadı. Darbenin oluş şartlarının gerçekleşmesini sağlamak
için 1975’lerden 12 Eylül darbesine kadar geçen
süre içinde ‘kim vurduya götürülen’
binlerce insan, doğrudan veya dolaylı olarak faili meçhul
yöntemini kullanan zamanın devletinin kurbanı oldu. Fazla söze
gerek yok, Kenan Evren bunu en veciz sözlerle açıkladı:
‘Darbenin koşullarının sağlanması için bekledik.’ Bu
beklemenin içinde kimler yoktu ki:

Bugün ‘toplumsal bellek platformu’ adıyla anılan
insanlarımızın eşleri, babaları, anaları, çocukları
öldürüldü ya da sakat bırakıldı. Çoğunun faili
bulunamadı. Bulunanların bir bölümünü 12
Eylül’ün yargısı akladı. Cezalandırılanların ise 12
Eylül darbesinin hazırlayıcı ve yapıcılarının birer piyonu
olduğu ortaya çıktı.

Devlet, 1990’lı yıllarda faili meçhullerin oluşumunun bir
devlet politikası olduğunu açıkça ve fütursuzca
gösterdi. Bunlar, detaylarıyla devlet arşivlerinde yerini aldı.
Bundan 17 yıl önce DYP milletvekili Sadık Avundukluoğlu’nun
başkanlığını yaptığı TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’nda
durum bir ayna gibi toplumun yüzüne tutuldu. O raporda yazılı
olanlar, devletin ilgili birimlerinden ve zamanın Jandarma Genel
Komutanlığı bünyesi içinde örgütlenen ve JİTEM
adıyla bilinen yarı legal oluşumu bütün yanlarıyla ortaya
koydu. Kıyat’ın bahsini ettiği 1990-1994 yılları arasında faili
meçhul cinayete kurban edilen kişi sayısı, devletin resmî
açıklamalarına göre 664’tü. Bunların çoğu
JİTEM tarafından ortadan kaldırılmıştı ve hâlâ varlığı
inkâr edilen JİTEM hakkında şu belirlemeler yapılıyordu:
‘...JİTEM’in yetki ve görevsiz olduğu hâlde polis
mıntıkasında polisten habersiz operasyon yapması ve benzeri olaylar
neticesinde vatandaşın kafasında birtakım soru işaretlerinin
oluşmasına sebebiyet verilmektedir.

Ayrıca buna benzer olaylardan dolayı, vatandaşlar arasında
JİTEM’in itirafçıları kullandığı ve bundan dolayı da
yasadışı birtakım işlere karıştığı yönünde birtakım
iddialar bulunmaktadır. Bunların yargısız infaz, silah ve uyuşturucu
kaçakçılığına karıştıkları iddia edilmektedir. 6 Nisan
1995 tarihinde yayımlanan bir haberde bu birimin çalışmalarına son
verildiği bildirilmiştir. Yasal dayanağı olmayan ve buna rağmen kuruluş
amacından saparak bazı yasadışı olaylarla birlikte anılan bu kuruluşun
faaliyetlerine son verilmesi hukukun üstünlüğüne inanan
ve hukuk devleti olan devletimizin lehine olumlu bir davranıştır.’
Ama rapor Meclise bir türlü inemedi. Dolayısıyla 186 sayfa tutan
raporda belirtilen olaylarla ilgili hiçbir önlem alınmadı.

Aradan zaman geçti. Üç maymunu oynayan ilgili tüm
devlet kademeleri bazen bizzat kendi elemanları aracılığıyla, bazen ise
olayların bilerek üzerine gitmemek suretiyle geleneksel politikaları
sürdürmeye devam etti. 1996’ya gelinirken zaman(lar)ın
Emniyet Genel Müdürlüğü’nü, İçişleri
Bakanlığı’nı ve Adalet Bakanlığı’nı daha sonra ise DYP
Genel Başkanlığı’nı yapan Mehmet Ağar’ın ‘bin
operasyon yaptık’ özdeyişiyle bilinen devlet politikası tepe
yaptı. Terörle mücadele edeceğiz diye ‘devlet
görevlisi kimlikli’ katliam kaçkını insanlara devlet
görevleri verildi. Kimine göre binlerce, kimine göre şu kadar
ve kimine göre bu kadar insan öldürüldü. Bir
yargılama bile yapılmadı. Dosyalar AİHM’ye taşındı. Necip
milletimizin devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, ‘insan haklarını
sistemli ihlâl eden’ ülke statüsüne sokuldu.

‘Susurluk’ diye anılan milli rezaletimiz sonucunda iki rapor
hazırlandı. Bunlardan birincisi ‘TBMM Susurluk Araştırma
Komisyonu’nunkiydi. İkinci ve en önemlisi ise Mesut
Yılmaz’ın kişisel emriyle kurulan ve Başbakanlık Teftiş Kurulu
Başkanvekili Kutlu Savaş tarafından tanzim edilen ‘Susurluk
Raporu’ idi.

Yine üç maymunu oynayan sistemimiz TBMM Araştırma Komisyonu
Raporu’yla önerilen önlemlerle ilgili hiçbir
düzenlemeye gitmediği gibi, Kutlu Savaş’ın raporunu arşive
bile sokmadı. Sonradan Ergenekon davası sırasında öğrendiğimize
göre, Mesut Yılmaz onu şahsi arşivine alıp evine
götürmüştü! Her iki rapor da okunduğunda
görüldü ki, bazı kişi ve kurumlar devletin vermiş olduğu
infaz yetkileriyle donatılmıştı. Kurum olarak JİTEM, kişi ve topluluk
açısından ise Abdullah Çatlı ve arkadaşları yine önde
gidiyordu.

Kutlu Savaş ise dehşet tespitlerin yanında bir değerlendirmede de
bulunmaktan geri kalmıyordu: Zamanında Radikal’in ekinde yayımlanan
rapordan okuduğumuza göre, devletin ilgili birimleri uyuşturucu
kaçakçılığından da elde edilen her türlü kirli
parayı kontrol altında tutuyordu. Emniyet teşkilâtı uyuşturucu
tacirlerinin hizmetine girmişti. ‘Özgür Gündem’
gazetesi patlayıcılarla havaya uçurulmuş,
Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı
geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi
üzerine Türk Emniyet Teşkilâtı tarafından
öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmişti.
Savaş Buldan, Medet Serhat, Metin Can, Vedat Aydın, Musa Anter de aynı
akıbete uğratılmışlardı.[16]

Bu gerçekleri anlatan Savaş, infazları haklı, ancak yöntemi
yanlış bulurken şu tespitten de geri kalmıyordu: Yargısız infaz yetkisi
hukuk devletlerinde görülebilecek bir keyfiyetti. Ancak bu yetkinin
kullanılmasına karar veren merci önemliydi. Gelişigüzel infaz
yetkisi verilmemeliydi. Kararlar, devlet ciddiyeti içinde alınıp
uygulanmalıydı!

Yukarıda anlatılanlar devletin resmî tespitleridir. Bir de
yaşananlar gözönüne alındığında devletimizin terörle
mücadele adı altında resmî politikası gözler
önüne seriliyor. Yani demem şudur ki, samimiysek Atilla
Kıyat’ı beklemek gerekmiyor. Birazcık hafızalarımızı kullanalım
yeter.”[17]

Kolay mı? “Irkçılığın -bırakınız serbest oluşunu-
neredeyse alkışlandığı nadir ülkelerden biriyiz. Ve artık
yaptığımızın ırkçılık olduğunun bile farkında
değiliz.”[18]

Bu böyleyken “Irkçılık, inkârcılık gibi
alçaklıklara karşı demokratik hakların savunulması, korunması,
cezai yaptırımlar, yasaklamalarla mümkün
müdür?”[19]

Elbette değildir; olmayacaktır da…

9. Buna “aydın sorumluluğu” da diyebilir miyiz?

Yazar Mine Söğüt’ün, “Aydınlar sahneden
çekiliyor,” dediği bir kesitte; aydın, temsil ettiği
düşünce, değer anlayışı ve buna bağlı olarak ortaya koyduğu
ürünlerle toplumu etkileme ve yönlendirme işlevi olan -ya da
öyle olduğuna inanılan- mücadeleci, güvenilir
kişidir…

Aydının sağlam bir dünya görüşüne,
kültürel birikime, insanlık vicdanı ve sevgisine sahip olması
ön koşuldur. Bu doğrultuda, toplumu ve dünyayı değerlendirip
eleştirmesi, değiştirmek için çaba göstermesi ve
farklı, yeni bakış açıları ortaya koyarak savunması beklenir.
Aydın belli bir düzenin, partinin ya da dogmanın insanı olamaz.
İnsanların acıları ve uğradıkları baskıya ilgisiz kalamaz. Yolundan
dönmez ve satın alınamaz…

Coğrafyamızda İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Haluk Gerger
dışında böyle kaç kişi kaldı ki?

Bir “aydın kırımı”yla karşı karşıyayız…

Bu noktaya geldiğiniz süreci, “İlk kırılma Turgut Özal,
ikincisi ise AKP iktidarıyla gerçekleşti. Her biri milâttır.
Burada ‘kırılma’ derken ‘intelligentsia’nın
bölünmesini kastediyorum,” diye tanımlıyor Hadi
Uluengin…

Doğrudur kendine “aydın” diyenlerden kimileri
Özal’dan Erdoğan’a (Gülen de diyebilirsiniz) karşı
saflara iltihak ettiler…

Ahmet Hakan’ın, “Neden bağımsız İslâmcı aydın
yok” sorusunu dillendirdiği güzergâhta hayır bu bir kayıp
değil; böyle de yorumlanmamalı…

Onlar sözün ahlâkına ve zorunlusu olduğu taraflı militan
duruşa ihanet edenlerdir…

Bu noktada Nâzım Hikmet’i anımsayın, yeter; o size neyi
nasıl yapmanız gerektiğini öğretir, anımsatır…

Coğrafyamızın ve dünyanın yaşadığı önemli bir
altüstlük kesitinde aydın, “gidenin ve gelmekte
olanın” bilinciyle toplumsal mücadelelerde tavır almış, taraf
olmuş, bunun ağır bedellerini ödemiş olandır…

Aydın sorumluluğunun göreviyse dış kabuğu kırıp, “alttaki
magmayı, lavları ortaya çıkartmak”tır…

Hepsi bu ve bu kadar…

“Neden” mi?

Ezilenler, dışlananlar, sömürülenler,
ötekileştirilenler olarak nihayetinde kendimiz için kendimiz
olmak zorundayız…

Yani Sezin Akbaşoğulları’nın, “Sistem
robotlaştırdıkça yalnızlaşıyoruz,” diye tarif ettikleri
yabancılaşmanın “İktidar Oyunları”nda[20]
figüran olmadan, onun nedenlerine karşı baş
kaldırmalıyız…

Bunu başaramazsak, çürüyüp, çıldıracak;
sürüleşerek yok edileceğiz…

Kolay mı? Türkiye Psikiyatri Derneği, intihar edenlerin sayısında
yüzde 440 artış olduğunu, son on yılda toplam 25 bin kişinin
yaşamına son verdiğini açıkladı. Bizde intihar oranları
endüstriyel ülkelerden daha düşük olmasına rağmen
aradaki fark kapanıyormuş. Dernek, özellikle 15-24 yaş grubunda
intiharların hızla arttığını belirtiyor.

Besbelli, nüfusun yüzde 60’ını oluşturan
gençlerimiz sorunlara boğulmuş durumdalar. Aile, okul, işyeri gibi
toplumsal ortamların bozulan dengesi, baskı ve karmaşa,
amaçsızlık, yalnızlık, düş kırıklığı, aşağılanma ve
başarısızlık gibi etkenler çocuklarımızı karamsarlığa,
öfkeye sonra da intihara sürüklüyor. Bencillik ve
sevgisizliğin arttığı, şiddetin sıradanlaştığı, uyuşturucu
yaşının ilköğretim çağına indiği ve değer - değersizlik
kavramlarının yer değiştirdiği bu ülkede genç olmak zor.
Yetişkinlerin bile yalnızlık, işsizlik ve ekonomik sorunların
içinden çıkamadığı bu ülkede varoluş sorunları
yakıcı, gelecek perspektifi ise puslu.

O hâlde şimdilerde daha çok cesarete ihtiyacımız var; ya da
Konfüçyüs’ün, “Doğru olanı
görüp de yapmayan, cesaretten yoksundur”; Publilius
Syrus’un, “Cüretkârlık cesareti artırır;
tereddüt ise korkuyu”; Niccolo Machiavelli’nin,
“Aşırı gözüpeklik aşırı
ölçülülükten yeğdir”; William Makepeace
Thackeray’ın, “Cesaretin modası geçmez”; Mark
Twain’in, “Cesaret, korkuya karşı koymaktır, korkuyu
yenmektir,” uyarılarını kulağımıza küpe etmemiz
gerekiyor…

Biliyorum; liberaller; vazgeçenler; devrim umudunu yitirenler bana
(ve dediklerime) “Düş görüyorsun” diye itiraz
edeceklerdir…

Evet düş görüyorum;
adalet-eşitlik-kardeşlik-özgürlük düşü, yani
radikal sosyalist bir düş görüyorum; ben bunu seçtim;
sizi de teslim olduğunuz kapitalizmin “kara
gerçekleri”yle baş başa bırakıyorum…

Evet düş görüyorum; hem de Anatole France’ın,
“Hiç düş görmeseydik, yaşamak dayanılmaz
olurdu”; August Strindberg’in, “Düş
görüyorum, demek ki varım”; Edmond Rostand’ın,
“Yalnızca düştür ilginç olan, hayat ne ki, düş
olmadan?” sözlerindeki gibi…

10. Eklemek istediğiniz son birşey var mı? (Bu sizin sormamızı
istediğiniz bir soru olabilir) Divriği Kültür Dergisi Kolektifi
olarak röportaj isteğimizi geri çevirmediğiniz teşekkür
ederiz...

Teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda içtenlikle
başarılar diliyorum sizlere…

20 Ekim 2010 17:48:06, Ankara.

N O T L A R

[*] Divriği Kültür, No:5, Aralık
2010…

[1] Bertolt Brecht.

[2] John Perkins, Bir Ekonomi Tetikçisinin
İtirafları, s.2.

[3] Bu konuda geniş açıklamalar için bkz:
Sibel Özbudun-Temel Demirer, “12 Eylül’ün
“Ekonomi-Politiği”Ne Kenar Notları”, Newroz, Yıl:4,
No:144, 2 Eylül 2010; Newroz, Yıl:4, No:145, 15 Eylül 2010…
Odak, No:2010/1 (SN:4), Ekim 2010…

[4] Tavrım(ız)ın gerekçeleri için bkz: Sibel
Özbudun-Temel Demirer, “Asla Unutulmasın Diye ‘Refendum
Hikâyesi’!”, Kaldıraç, No:113, Eylül 2010...
Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Yetmese’ de
Gözünüz Aydın! (mı?)”,Kaldıraç, No:114, Ekim
2010.

[5] Tarkan röportajda Zaman muhabirinin
“Ambleminiz çok çirkin, değiştirin” gibi
sorularına da “evet değiştirmemiz lazım aslında” gibi
cevaplar veriyor. (DSİP’in amblemi sıkılı yumruk)

Tarkan, AKP’nin sola dönük saldırılarına da şu
sözlerle destek çıkıyor; “Bize anlattıkları şu: Solun
yükselişini önlemek için AKP bu operasyonu yapıyor! Bu o
kadar kendini beğenmiş ve dünyadan bihaber bir iddia ki. Toplam
yüz kişisin. Yüz kişi, iktidar bizi yok etmek için bu
operasyonu yapıyor diyor. İktidar üf dese yok olacağız
zaten.”

“Valla ben hayatımda hiç silahlı eylem yapmadım.
Çünkü silahlı mücadele ile iktidarın
alınabileceğini düşünmüyorum. Benim sosyalizm anlayışım
şu: Emekçi sınıfların çoğunluğu harekete geçip
iktidarı almalıdır. Bu ise büyük bir kitle
örgütlenmesi gerektirir. Üç beş kişinin ya da
birkaç yüz kişinin silahlı eyleminin hiçbir anlamı
yoktur.

Mülteci hayatı yaşadım uzun üzere. Dönüp burada
siyasi faaliyet yapmak istiyordum. Orada da yaptım. Kaldığım sürece
bir İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nin üyesi oldum.
Onların faaliyetine katıldım. Koşullar uygun olduğunda, yani 141, 142,
163 kalkınca döndüm. Çünkü hakkımda arama
kararı vardı. Çetin Altan’ın bir konuşmasını bildiri
yaptığım için 15 yıl ceza almıştım. Bu cezayı 141 kalkıncaya
kadar hep sırtımda taşıdım.

Bu (kızıl yumruk) 60’larda doğmuş ama şimdi bunu yumuşatma
çabaları var ki ben biraz komik buluyorum. Bileğe beyin koyuyorlar.
Sırf kol emeği değil, kafa emeği diyorlar. Bu da bana çirkin
görünüyor. Doğru diyorsunuz o yumruğu değiştirmek lazım.
Daha nazik bir şey bulmak lazım. (Doğan Tarkan, “Türk Solu
Koyun Gibi”, Zaman, 10 Ekim 2010, s.1-14.)

[6] Henri J. Barkey, “Kürt Sorunu
Türkiye’nin Aşil Topuğu”, Foreign Policy, 31 Ağustos
2010.

[7] Ufuk Uras, “Solsuz Türkiye Nefes
Alamıyor”, href="http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1052206"
target="_blank">http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1052206

[8] Türey Köse, “…
‘Çağdaş Solda’ Sıkıntı”, Cumhuriyet, 15 Mart
2010, s.5.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni
Zamanlar’ ve Cesaret”, 30 Eylül 2010, href="http://www.sendika.org/" target="_blank">www.sendika.org

[10] “XX. yüzyıl başına kadar savaşlarda
ölenlerin ve yaralananların yaklaşık yüzde 90’ı devletler
hukukundaki asker tanımına uyan askerlerdi; XX. yüzyıl sonundaki yeni
savaşların kurban bilançosu tam tersine dönmüştür:
Ölen ya da yaralananların yüzde 80’i sivil halk, geri kalan
yüzde 20’si ise çatışmalarda yer alan askerlerdir.”
(Herfried Münkler, Yeni Savaşlar, Çev: Zehra Aksu Yılmazer,
İletişim Yay., 2010.)

[11] Semih Gümüş, “Latin Amerika
Deneyimi”, Radikal Kitap, Yıl:9, No:490, 6 Ağustos 2010, s.29.

[12] Heinz Dieterich, “Obama’nın Caracas’a
Ültimatomu”, Aporrea, 24 Temmuz 2010.

[13] Seumas Milne, “Latin Amerika Ayağa
Kalkıyor”, The Guardian, 18 Ağustos 2010.

[14] Colin Barker, Devrim Provaları, Çeviren: Umut
Haksan-İrem Yılmaz, Yordam Kitap, 2010.

[15] Jean Dubuffet, Boğucu Kültür, çev:
İsmet Birkan, Dost Yay., 2005, s.11.

[16] Araştırma Komisyonu Raporu, s.57-54-60-61.

[17] Ergin Cinmen, “… ‘Devlet’in
Faili Meçhulleri”, Radikal İki, 15 Ağustos 2010, s.7.

[18] Orhan H. Aydın, “Değişimin Hangi
Evresindeyiz”, Kızılcık, No:39, Yaz 2010, s.32.

[19] Masis Kürkçüğil, “Soykırım
İnkârcılığı”, Yeni Yol, No:37-38, Yaz/ Bahar 2010, s.81.

[20] Rahmi Öğdül, “İktidar
Oyunları”, Birgün, 7 Ekim 2010, s.15.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder