12 Ağustos 2010 Perşembe

"Hikmet-i Hükümet"in Ergenekon'u: Olağanlaş(tır)an Olağanüstü! / Temel Demirer

"Hikmet-i Hükümet"in
Ergenekon'u: Olağanlaş(tır)an Olağanüstü! / Temel Demirer

align="right">TEMEL DEMİRER
 
"İnsan düşmanlarını
kendi isteğiyle
seçemez."[2]
 
"Derin" (denilen) devletin öne çıkmış
görüngülerinden birisi olarak Ergenekon'a dair
çok söz edildi, ediliyor. Hemen her şeyin
"söylendiği" Ergenekon bahsinde, eksik olan, eksik
bırakılan, kapitalist devlet ile bağı…
Bana sorarsanız; "derin" (denilen) devletin
öğelerinden sadece bir tanesi olan Ergenekon, kapitalist devletin
siyaset
araçlarından biridir; bu nedenle de kapitalist
devletin örgütlenmesinden soyutlanarak kavranıp,
açıklanamaz…
Bugün "Ergenekon" dediğimiz şey, yakın
geçmişte "Şemdinli"ydi, "Susurluk"tu…
Ondan önce de "Kontgerilla", "Seferberlik Tetkik
Dairesi" vd'leri…
"Tarihi geçmiş zaman olarak değil, şimdiki geniş zaman
olarak görmek, bizi doğru sonuçlara
ulaştırır,"[3] saptamasının altını özenle
çizerek konumuz açısından aslolanın, değişen isimler
olmadığını; kapitalist devletin sürekliliğine ilişkin
özgün örgütlenmelerden; kapitalist devletin
"olmazsa olmaz"larından; vazgeçemeyeceklerinden;
sınıfsal karakterinden ve sınırlarından söz etmek; bunu
çözümlemek olduğunu belirtmek durumundayız…
G. Warren Nutter'in, "Asıl sorun çok az değil,
çok fazla devlettir," uyarısını asla unutmadan
"derin" (denilen) devlet deyince "Çete",
"Mafya", "Organize Suç Örgütü",
vb. kavramların ardına gizlenmemelidir kapitalizmin örgütlenme
gerçeği…
"Ergenekon" vd'leri şahsında tartıştığımız
"Gladio"dur, "CIA"dır yani emperyalizmdir,
kapitalizmdir; bunlarla anlamlanan "Ergenekon",
"Kontrgerilla", "Ülkücü denilen
faşistler", "JİTEM"dir…
"Susurluk Davaları", "Köy Korucuları",
"İtirafçılar", "Özel Tim", "Kirli
Savaş" bunun için yani emperyalist-kapitalist sistemi ve
kapitalist devleti korumak için vardı…
Özetle resmî ideoloji Kemalizm'in, yani kapitalist
devletin raison d'etat'sı (hikmet-i hükümeti)
için vardır…
Abdullah Çatlı'dan, Abuzer Uğurlu'dan, Adnan
Yıldırım'dan, Ahmet Cem Ersever'den, Ali Fevzi Bir'den,
Ali Yasak (Drej Ali)'den, Alaattin Çakıcı'dan, Alaattin
Kanat (General Zinnar)'dan, Ayhan Akça'dan, Ayhan
Çarkın'dan, Haluk Kırcı'dan, Korkut Eken'den,
Mahmut Yıldırım (Yeşil)'dan, Mehmet Ağar'dan, Mehmet Ali
Ağca'dan, Mehmet Özbay'dan, Mehmet Şener'den, Oral
Çelik'den, Sedat Edip Bucak'dan, Ziya
Bandırmalıoğlu'dan ve diğerlerinden söz edilecekse bunun
(kapitalist devletin raison d'etat'sı için söz
edilmelidir…
Çünkü nihayetinde kapitalizm koşullarında
kapitalist çıkarların biçimlendiricisi, kapsayıcısı,
koşullayıcısı ve koruyucusu, (kapitalist) devlettir; yani her şeyi nihai
kertede koşullayandır…
 
DEVLET "HER ŞEY"DİR!
 
Devlet bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki tahakküm
aygıtıdır ve kapitalist düzende devlet, burjuvazinin
sömürülen kitleler üzerindeki
diktatörlüğünün cisimleşmesidir. Fakat burjuva
ideologları kitlelerin bilincini bulandırmak amacıyla devleti sınıflar
üstü, "tarafsız" bir konuma yükseltirken,
kendinden menkul bir diktatörlük kavramının karşısına da
demokrasiyi koyarlar. Sanki demokrasinin kendisi de bir diktatörlük
değilmiş gibi sunulur. Oysa demokrasi burjuva egemenliğinin bir ifadesi,
onun bir siyasal biçimidir.
Burjuva devlet görünen ve görünmeyen kısmıyla,
tüm bürokratik yapısıyla halk kitlelerinin üzerine
çökerken, parlamenter demokrasi burjuvazinin
diktatörlüğünü örten bir incir yaprağı işlevi
görür. Fakat ne zamanki emekçi kitleler sistemi şu ya da bu
şekilde zorlamaya başlarlar, işte o vakit incir yaprağı kalkar ve
sistemin gerçek özü olan diktatörlük tüm
çıplaklığıyla ortaya çıkar. Türkiye'de
Kürt halkı, devrimciler ve emekçi kitleler yıllardır devletin
terörüne maruz kalıyorlar. Neredeyse polisin saldırmadığı bir
miting ve yürüyüş yok gibidir.
Şurası açık ki, bizimki gibi ülkelerin burjuva
demokrasisinde toplantı ve basın özgürlüğü
göstermeliktir; düzen tehlikeye girdiğinde göreli
özgürlükler bile anında çöpe
atılmaktadır.
Bu kapsamda -bugüne kadar hakkında çok şey söylenen-
"derin" (denilen) devlet konusuna geçersek:
Görüldüğü üzere gerek Türkiye'de gerekse
de dünya ölçeğinde bu tür yapılanmalara ilişkin
gazetecilik açısından epeyce malzeme bulunuyor. Bunlar elbette
önemsiz değil ve düzenin doğasını somut işleyişi
içinde gösteren çarpıcı olgular sunuyorlar. Ancak asıl
önemli olan, tam da bu olgu ve eğilimlerin nasıl değerlendirileceği,
nasıl yerli yerine oturtulacağı, nasıl yorumlanacağıdır. Bu nedenle
meseleyi Marksist devlet teorisi temeline ve tarihsel perspektife oturtarak
ele almaya ihtiyaç var.
Öncelikle temel bir noktanın altını çizelim:
"Derin" (denilen) devlet konusu genel olarak devlet/demokrasi
konusunun, özel olarak da burjuva devlet ve "demokrasi"si
konusunun bir parçasıdır. Tüm sömürücü
sınıflar gibi sermaye sınıfı da toplumun büyük
çoğunluğunun sömürüsü temelinde kendisini var
eden küçük bir azınlıktır. Bu durum
sömürülen çoğunluğun yaşadığı sefalet ve
acıların temel sebebi olarak eninde sonunda onların isyanına yol
açar. Buna karşı sömürücü azınlığın
sömürü düzenini sürdürmesi, çoğunluğun
bastırılmasını gerektirir. Yani düzenin devamı için
kaçınılmaz biçimde baskı ve şiddet gereklidir. Devlet
denen örgütün tüm sırrı budur.
"Derin" (denilen) devlet… kavramı Susurluk
kazasından sonra ortaya çıktı. Aslında daha önce kontrgerilla
olarak anılan şeye takılan yeni bir isimdi. şu ya da bu niyetle değişik
kişiler kavrama değişik içerikler yüklemiş olsalar da, bundan
anlaşılan şey üç aşağı beş yukarı belliydi. Bununla
devletin olağan mekanizmalar çerçevesinde, yani
yasal/açık baskı aygıtı ile "çözemediği
sorunların icabına bakmak" için yasadışı/gizli alanda
oluşturduğu örgütlenme ve faaliyetler anlaşılmaktaydı.
Hrant Dink cinayetinden sonra alevlenen "derin" (denilen)
devlet tartışması, "kontrgerilla" ve "Özel Harp
Dairesi" kodlarıyla 70'lerde başlamış ama 80'lerde
kesintiye uğramış, daha sonra Susurluk vesilesiyle yeni bir düzlemde
tekrar gündeme gelmiş olan tartışmanın devamıdır. Bu
tartışmanın burjuva düzen içi tarafları, son tahlilde burjuva
devletin bu tür faaliyet ve örgütlenmelerine karşı olmak ya
da olmamak çevresinde kutuplaşmaktadırlar. Bu da, öyle ya da
böyle, devlet baskısının genel olarak meşrulaştırılması
anlamına gelmektedir.
Zaten burjuva düzen çerçevesinde "derin"
(denilen) devleti eleştirenler bunu genelde burjuva devletin meşruiyetinin
zarar görmemesi, emekçi kitlelerin olası tepkisinin bir
bütün olarak burjuva düzene yönelmemesi için
yapmaktalar ve "Hepimiz aynı gemideyiz…" ve "Devlet
hepimize lazım!" derler…
Özetle "derin" (denilen) devlet kavramı, bağlamı ve
anlamı yerli yerine oturtulduğunda bir soru(n) teşkil etmemekle birlikte,
devletin yasal/açık baskı mekanizmalarını görüş
alanının dışına çıkarmaya hizmet ettiği ölçüde
dikkatli olunması gereken bir kavramdır. Devletin baskı aygıtı olarak
kendi anayasa ve yasalarını çiğneme eğiliminin sistematikleşmesi
ve süreklilik arz eden bir kurumlaşma hâline gelmesinin hem
tarihsel hem de pratik anlamı vardır ve bu olguyu (eğilimi) anlatmak
üzere bir kavram kullanılmasının kendi başına bir sakıncası
yoktur. Sonuçta geçmişte kontrgerilla kavramı ne
anlatıyorduysa bugün "derin" (denilen) devlet kavramı da
esas olarak aynı şeyi anlatmaktadır.
Devlet baskısının bu iki ayağı sadece kavramsal-mantıki bir
bütünlük oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda fiili bir
bütünlük de oluşturur. Böylece yasal ve yasadışı
arasında, açık ve gizli arasında örgütsel ve faal anlamda
geçişler, işbölümleri oluşur. Örneğin gizli
aygıtın unsurları sanıldığı gibi yalnızca gizli servisler, ordu ve
polis içinde değil devlet aygıtının neredeyse
bütününe dal budak salmışlardır. Burada yargı aygıtının
özel bir önemi vardır, çünkü işler yolunda
gitmeyince ya da katlanılması gereken bazı doğal sonuçlar ortaya
çıkınca bunları şu ya da bu ölçüde bertaraf etme
işinde yargı aygıtı büyük rol oynar. Çakıcılar,
Kırcılar ve daha nicelerinin 'yargı skandalı'
hikâyelerini anlatmaya gerek yok.
"Derin" (denilen) devlet esas olarak kapitalizmin
çürüme eğilimlerinin ve baskıcı doğasının hâkim
hâle geldiği emperyalist evrenin bir ürünüdür. Bu
bakımdan "derin" (denilen) devlet emperyalizm çağına
ilişkin olarak Lenin tarafından vurgulanan siyasal gericilik eğiliminin
bir cisimlenişidir.
Çünkü devlet baskısı varoluşuyla, eninde sonunda
yasadışı-gizli-gayrimeşru biçimler de almak zorunda kalır.
Görünürdeki anayasanın yanı sıra gizli anayasalar,
kırmızı kitaplar; görünürdeki devlet
örgütlenmesinin yanı sıra gizli örgütlenme ve
faaliyetler olmak zorundadır. Bu olgu kendisini tarihsel bir evrim
içinde ortaya koyar. Yani baskı temel olarak her iki koldan, hem
yasal/açık hem de yasadışı/gizli koldan tarihsel olarak artma
eğilimindedir.
Dünya kapitalizminin son yıllarda içine girdiği tarihsel
bunalım ve bunun bir ifadesi olan emperyalist savaş konjonktürü
de bu eğilimlere genel anlamda taze bir itilim vermiştir. Geçmişte
burjuva demokrasisinin ana yataklarından biri olan ABD, II. Dünya
Savaşının sonlarından beri emperyalist sistemin ana üssü olarak
bu gerici eğilimlerin başlıca taşıyıcısı konumundadır. 11
Eylül'den bu yana çıkan yeni baskıcı yasalar ve artan
keyfi uygulamalarla temel demokratik haklar büyük darbeler almış,
gizli devlet aygıtının etkinliği artmış, "Büyük
Birader"e doğru yeni adımlar atılmıştır. Bunlar emperyalizm
aşamasındaki kapitalizmin
çürümüşlüğünün, bunamışlığının
şaşmaz ifadeleridir.
Türlü türlü komplolar, faili (belli)
"meçhul" (denen) cinayetler,[4]
kışkırtmalar, tüm toplumu kuşatan izleme-gözetleme gibi
gelişmeler ile kendini ayakta tutabilmek için giderek korkunç
bir "Büyük Birader"e
dönüşen[5] oligarşik bir siyasi gericilik olarak
kapitalizm sömürü sistemini; bir yandan faşizm ve
olağanüstü yönetim biçimlerini yedeğinde tutarken,
diğer yandan da "demokrasi"sini de -emekçileri dışlayan
totaliter- bir polis devleti ile tahkim ederek ayakta tutar.
Bu da nihayetinde kapitalist devlet zorbalığı için
olağanüstünün olağanlaş(tırıl)masıdır!

Özellikle 11 Eylül'le birlikte "ortak düşmanın
terör" ilanından ya da "şer eksenine karşı iyilik
cephesi" retoriğine sarılınılmasından sonra…
 
11 EYLÜL'LE GELEN(LER): OLAĞANÜSTÜLÜĞE
KARAR VEREN, KURALI DA KOYAR!
 
Evet 11 Eylül, bir acil durum yarattı! Jean-Claude Paye'e
göre söz konusu acil durum, pek çok meşrulaştırmayı
beraberinde getirdi ve "demokrasi ve insan haklarının
korunması" adına yeni bir siyasal sistem yarattı. İşte o siyasal
sistem, kişilerin kimi özgürlüklerinden vazgeçmesine
dek vardırıldı. Bir başka anlatımla,
özgürlük-güvenlik ikilemiyle haklar tırpanlandı;
özgürlük gönüllü olarak daraltıldı.
Paye'in 'Hukuk Devletinin Sonu' başlıklı
yapıtında vurguladığı gibi, 11 Eylül'ü izleyen zaman
diliminde çok fazla sayıda kişi, genişletilen denetime
hoşgörü göstermeye ve özel hayatlarını güvenceye
alan yasalardan ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koydu.
"Şer eksenine karşılık iyilik cephesi"nin eli de
güçlendi böylece.
ABD'nin siyasal sistemi ve güvenlik talepleri,
"terör" korkusu kapsamında, başta Avrupa olmak üzere,
neredeyse tüm dünyayı derinden etkiledi ve buna uygun
"yasal" düzenlemeler yapıldı. Emperyalist ABD, tam da bu
noktada nasıl etkin olduğunu gösterdi ve kendi vatandaşları
için özel hak ile imtiyazların tanınması adına hukuki zemin
hazırlatırken, kendi sınırları içindeki
"yabancılara" aynı düzenlemenin tam tersini uygulamaya
koyuldu.
ABD'de 2001 yılında çıkarılan "Vatanseverlik
Yasası" ile polis ve istihbarat birimlerine terörle bağlantısı
olduğundan şüphelenilenleri tutuklama ve alıkoyma yetkisi tanınması
tüm dünyaya verilen bir mesajdır aslında. Hukukun ve yasaların
keyfi biçimde yeniden düzenlenmesi, ABD ve yandaşlarının geri
kalan ülkelere verdiği gözdağından başka bir şey değil. ABD
sınırları içinde ve geri kalan ülkelerde ilan edilen
"olağanüstü hâl"in habercisiydi bu
yapılanlar.
Olağanüstü hâl, yüksek risk taşıyan profilleri
belirlemekten özel yaşamları denetleme ve toplumun hareketlerinin
kontrolüne kadar uzandırıldı. Dünya çapında dosyalama
seferberliği başlarken bu geniş bir fişleme harekâtı demekti.
Dolayısıyla şüphelilerin sayısı hızla arttı, terör
bağlantısı olduğu tahmin edilen kişi listesi kabardı. Telefon
konuşmalarının, internet yazışmalarının ve yolculuk bilgilerinin
kayıt altına alınması her şeyin üstüne tuz biber ekti.
"Terörle mücadele" için geliştirilen
teknikler sayesinde askıya alınan hukuk ve özgürlükler,
yalnızca ABD'yi değil aynı zamanda AB ülkelerini de etkiledi.
Terör, örgüt, niyet gibi kavramlar yeniden tanımlanıp
'mücadele'ye uygun hâle getirildi. Suçlama
Paye'in gözlemlerine göre, "artık fiili durumdan,
kişi ya da örgütün suç potansiyeli dikkate
alınarak" yöneltilmeye başladı. Bu hâliyle terör
yasaları küresel gözetlemenin meşrulaştırılmış
biçimine dönüşmüştü.
AB ülkelerinin hukuki uygulamalarında yapılan değişikliklerin
özünü, kurulan olağanüstü hâlin
sınırlarının genişletilmesi oluşturuyordu. Güvenlik
güçleri çok daha rahat hareket etmeye başladı ve
"önceden müdahale" gibi bir yöntemi benimsedi.
Avrupa'daki tutuklama usulleri de böylece anayasal
özgürlükleri askıya alan bir şekle büründü.
Sadece tutuklama değil, şüpheli ya da şüphe uyandıran kişi
olarak fişlenen kişilerin çeşitli Avrupa ülkelerine girişini
engelleyen bir sistem kurularak seyahat özgürlüğü de
önemli ölçüde kısıtlandı.
Tüm bu uygulamalarda özel hayatın denetimi de
'fiillerin sonrasından öte potansiyel bir tehdit için
önlem alma amacına' dönüktü; "terörle
mücadele", saldırı öncesi kurulan "sistematik
usullerin örgütlenmesini meşrulaştırmıştı."
Örneğin bunlardan biri biyometrik kontroldü. 11
Eylül'den beri ABD'ye giren her yabancının fotoğrafları
çekildi ve parmak izleri alındı. 2004'ten beri de
ABD'den ayrılan yabancılar yine aynı şekilde parmak izi vermek
zorunda bırakıldı.
1990'larda SSCB'nin çökmesiyle, tarihin ve ulus
devletin sonunu muştulayan heyecanlı kalemşorler, 11 Eylül'le
beraber alınan güvenlik önlemleri doğrultusunda ulus devlet
inşasının gerekliliğine vurgu yapmaya başladı. Bir başka deyişle ulus
devleti, "güvenlik" bağlamında yeniden
kurguladılar.
Polis yeniden örgütlenerek, bu yeni ulus devletin
(güvenlik devletinin) merkez organına
dönüştürüldü. Hedef kitle (göçmenler,
yabancılar, olağan şüpheliler...) seçilip, bunlar
üzerinden "tüm nüfusa uygulanmak koşuluyla hegemonyacı
bir yöntem geliştirildi." Kişiler kimi zaman açıktan
kimi zaman da haberleri olmadan soruşturulup fişlenmeye başladı. ABD
sınırsız iktidar kazanma konusunda yine öncü oldu, Paye'in
yorumu şöyledir: "ABD kendisini iktidarının sınırlamasından
kurtarabilen tek ülke. 'Terörle mücadele'de ABD
mahkemeleri kendilerine uluslararası hukuktan kaçan sınır
ötesi bir yargı yetkisi verdi (...) Bu, ABD dışında yapılan polis
operasyonlarını ya da savaş ilanı olmaksızın yürütülen
askerî operasyonları yasallaştırma
çabasıydı."[6]
1990'ların ardından küreselleşme söylemini
yaratanlarca yeniden inşa edilen güvenliğe dayalı devlet
"terörle mücadele" sayesinde düzenin korunmasını
ve toplumsal denetimi sağlayıcı bir işleve sahip oldu. Paye'e
göre bu devlet modeli için 'terörle
mücadelenin' açık anlamı "hegemonya ve
hâkimiyettir."
'Terörle mücadelenin' su yüzüne
çıkardığı bir başka gerçek, düşman ile suçlu
arasındaki ayrımın yok edilmesi. Burada söz konusu olan yalnızca
düşmanı suçlama sorunu değil Paye'e göre; sorun
düşman suçlu yaratılması çoğunlukla, savaş da
"suçlu devletleri" kapsayan basit bir "polis
operasyonuna indirgenir" bu durumda.
Böylelikledir ki, olağanüstülüğe karar veren,
kuralı da koyar…
Süregelen olağanüstü hâl, bir yerden sonra saf
şiddeti doğurur. Paye'in Benjamin'den alıntıladığı gibi,
saf şiddet hukuk düzeninin dışında var olur; mutlak belirsizlik
bölgesini simgeler. Hukukun askıya alınması, emperyalist bir
yapının kurucu öğesine dönüşür. ABD'de olduğu
gibi ikili bir "hukuk" sisteminin doğuşunu da tetikleyebilir:
"Yurttaşlar için hukuk devleti ve yabancılar için bir
hukuksuzluk yöntemi."[7]
Yani emperyalist ABD, "şere karşı başlattığı
savaşta" yanındakileri "demokratik", karşısındakileri
"suçlu" ilan edip, "terörle
mücadele" kapsamında hukuku askıya alarak yeni bir "hukuk
düzeni" yaratır; böylece savaşılacak düşmanı da
üretmeye koyulur.
Giorgo Agamben'e göre olağanüstü hâl
kurala dönüştüğünde siyasal sistem
ölümcülleşir. Paye de zemininde "terörle
mücadelenin" yer aldığı bu eylemi "hegemonya uygulama
yolu" olarak görür. Ne de olsa
olağanüstülüğe karar veren, kuralı da koyandır.
 
"KABA" BİR ÇERÇEVE
 
Hacettepe Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Mustafa
Erdoğan'ın, "Türkiye'de egemenlik kayıtsız
şartsız devletindir," saptamasının altını defalarca
çizerek ekleyelim: "Gizli Devlet", "Derin
Devlet" ya da "Çelik Çekirdek" kavramları
Ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla yeniden biçimlenmiştir.
III. Selim ile başlayan "çelik çekirdek" merkezli
devlet zihniyetini günümüzde de sürdürmektedir. III.
Selim devlet içinde bir komite oluşturmuştu. Devletin
yönetimdeki başarısızlıkların sorumluluğu birilerine
çıkarılıyor ve devlet bunları cezalandırıyordu. İstibdat
döneminin yenilikçilik adı altında meşrulaştırılan bu
uygulamaları II. Mahmut, Tanzimat, İttihat Terakki ve Kemalizm
çizgisini izleyerek günümüze kadar gelmiştir. Osmanlı
Gizli Polisi'nin temellerini atan Mustafa Reşit Paşa
gücünü yabancılarla kurduğu ilişkilerden almıştır ve
işin ilginç yanı bu kişi muazzam bir servetin de sahibi
olmuştur.
T."C"nin kurulmasıyla durum pek değişmiyor. Hatta
küçülen ülke "çelik çekirdek"
için büyük olanaklar sağlıyor. 1916 yılında Enver Paşa,
Türk-İslâm sentezine dayalı politikalarını uygulamak
için "çelik çekirdeğin" vurucu
gücüne nasıl dayandıysa, Kemalist T."C"de bundan
yararlanarak kendine karşı olan her şeyi sindirme, işkence, yargısız
infazları ile yok etmiştir.
Devlet içindeki yapılanma,
"Milliyetçi-Faşist" düşüncenin devletin
tüm organlarını kullanarak karşı güçler yok etmesine
dayanıyordu. İttihatçılar, şoven görüşleriyle
T."C"nin her dönemine damgalarını vurmuşlardır. Bu
gruplar devletin denetiminde baskınlar düzenliyor. İnsanları yok
ediyorlar. Örneğin, Dersim olayları bunun bir kanıtıdır. Binlerce
insan sadece bir tepki olarak vergi vermeyince -yüzeydeki neden- topluca
öldürülüyor. Burada yer alan kadrolar
T."C"nin ittihatçı kanadı olan Şoven Turancılardan
başkaları değil. "Gizli" devlet bir yandan denetimindeki
güçleri silahlandırıp, yasadışı yollarla kendine karşı
olanları yok ederken, diğer yandan kurduğu açık
örgütlerle yaptıklarını resmîleştirmiştir.
Gençlik kolları, spor kulüpleri, holdingler kurarak bu
çalışmalarını parasal destek sağlamakla kalmamış, aynı zamanda
paramiliter gruplara barınma olanağı getirmiş; bu hareketi yeni bir
tabana yaymıştır. İşin ilginç yanı bu yapılanmanın her yana
sızması olmuştur. Örneğin Tan gazetesinin CHP'nin
provokasyonuyla yerle bir edilmesi, ya da İstanbul'daki Rumların,
işyerlerinin yağmalanması bir rastlantı değildir.
İdareci sınıfın Turancılık hareketini koruması ve hatta
desteklemesi Milli Şef döneminde de sürmüştür. Her ne
kadar savaşa girilmese de, Alman Nazilerine karşı duyulan sempati, savaş
yıllarında doruğa ulaşmıştır. Bu Almanlar yenilene kadar
sürmüştür. 1944'ten itibaren Turancılık hareketleri
yasaklanırken, Nihal Atsız ve Sabahattin Ali davası bu yasakların ilk
işaretini vermiştir. Ardından tutuklamalar gelmiştir.
Öte yandan ABD de boş durmamış, II. Dünya Savaşından
itibaren gizli örgütlenmesini İstanbul'da
gerçekleştirmeye başlamıştır. Gladio örgütü ABD
desteği ile kurulmuştur. 1952 yılında Türkiye'de Seferberlik
Tetkik Kurulu, CIA destekli bu yapının içinde yer almıştır. ABD
Kore yenilgisi sonrası yeni bir savaş stratejisi belirlemiştir.
Avrupa'da Faşist sempatizanları demokrat ya da solculara karşı
örgütlendirilirken, dünyanın birçok ülkesinde de
uyuşturucu tacirlerinden holding sahiplerine kadar yeni bir yelpazeyi kendi
kullanımı için işler hâle getirmiştir. Şili'deki
gizli operasyonda ITT ile CIA işbirliği yapmıştır.
Türkiye'de "Kontrgerilla" adıyla bilinen
"Gladio", kısa sürede çalışmalarına
başlamıştır. Ordu destekli (veya orduyu destekleyen bu yapılanma)
Gladio, kendisi için en büyük tehlike olarak solu
görmüştür. Bunun için TSK'nin denetimindeki
faşist gruplar, polisin ve askerin desteğiyle yüzlerce katliamın
tetikçisi olmuşlardır. Kontrgerilla bu amaçla çeşitli
yöntemler geliştirmiş ve bunları uygulamaya koymuştur. Diğer yandan
da "sömürgecilik düşmanları"nı,
"solcular", "ulusal egemenlik yanlıları"nı,
"grevci işçileri", "Kürtleri" ve
"Sanayi ve tarım işçileri"ni düşman olarak
belirlemiştir. Kontrgerillanın özünde tam bir "modern
devlet terörü" yatmaktadır. Bu da yıldırmak, korkutmak,
dehşete düşürmek, yığınsal yok etme ve soykırım demektir.
Kontrgerilla varlığını "daima bir düşman yaratma"
gücünden alır. Bunun için insanların arasında yaratılan
suni bölünmeleri besler, sonra da bunlardan yararlanır.
Böylece bu maske altında ülkenin demokrat insanlarını yok
ederken varlığını nedenselleştirmiş olur. Düşman yoksa devlet
terörü de yoktur. O yüzden kontrgerillanın kitabında
halkların kardeşliği, barış ve eşitlik olamaz.
Kısacası Kontgerilla CIA destekli, bir yok etme cihazıdır. Faşist
eksenli modern devletler varlıklarını ve sermayenin egemenliğini
sürdürmek için bu aracı her an elinin altında tutmak
durumundadır.
Bu bağlamda İtalyanca'da iki yüzü de keskin, kısa
Gladyatör Kılıcı anlamına gelen sözcük, 24 Eylül
1989'da İtalya'da ortaya çıkan ve NATO'nun,
üye ülkelerin tamamında çeşitli adlar altında ve aşırı
milliyetçi unsurları kullanarak, soğuk savaş dönemindeki
düşman Sovyetler Birliği'ne ve ülkedeki yerel sol gruplara
karşı oluşturulan savaş gücünü tanımlamaktadır.
Diğer NATO ülkelerindeki adları "Rüzgâr
Gülü", "Kızıl Teke Derisi", "Koyun
Postu", "Süper NATO", "Gehlen
Harekâtı", vb. olan "Gladio"nun
Türkiye'deki adının "Özel Harp Dairesi",
"Kontrgerilla" ya da "Ergenekon" olduğu
söylenmektedir.
Bir askerî terim olan kontrgerilla, gerilla savaşı konusunda
eğitilmiş özel askerî unsurlar tarafından
yürütülmekte olan bir harekât tarzının ismidir.
Türkiye'de genellikle bu tarz harekât için
eğitilmiş ve/veya bu tarz bir askerî harekâtı
yürütmekte olan askerî unsurları tanımlamak için
kullanılmaktadır.
1952 yılında bu yana çeşitli isimler altında faaliyetini
sürdüren Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı'nın
(STKB), adı Kore'ye asker gönderilmesinden, 6-7 Eylül
olayları ve Kıbrıs'taki Türk Mukavemet
Teşkilâtı'nın örgütlenmesine kadar pek çok
önemli olayla birlikte anıldı.
Görevi barış zamanında bölgesinde düşman işgaline
karşı direniş ve ayaklanma örgütlemek olan Kurul hiyerarşik
olarak Özel Kuvvetler Komutanlığı, o da Genelkurmay İkinci
Başkanı'na bağlı.
Seferberlik Tetkik Kurulu (STK), ABD'de eğitim gören
Tuğgeneral Daniş Karabelen tarafından dönemin Milli Güvenlik
Kurulu olan Yüksek Savunma Kurulu kararı çerçevesinde, 27
Eylül 1952'de Milli Avcı Birlikleri şubesi olarak kurulan
şimdiki Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde bir oluşum olarak
faaliyete başladı.
1948'de ABD'ye "özel harp" kurumları ve
"stay behind" olarak adlandırılan strateji eğitimi için
gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetler'in resmî
çekirdeğini oluşturmuştu. Bu subaylar arasında Karabelen'in
yanı sıra, Turgut Sunalp, Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş, Suphi
Karaman, ve Fikret Ateşdağlı gibi isimler de yer aldı. İlk icraatı,
1950'de Kore'ye asker gönderme işlerinin organizasyonu
oldu.
STK'nın adı 6-7 Eylül olaylarıyla da gündeme geldi.
Selanik'te Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu evin
bombalandığı yalan haberi üzerine 6-7 Eylül 1955'te
azınlıklara yönelik başlatılan saldırılarda 5 bin 583 ev ve
dükkân yağmalanmıştı. 52 ayrı yerde aynı anda başlayan
olaylarla ilgili olarak konuşan Özel Harp Dairesi'nin eski
komutanlarından emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, "Özel Harp
Dairesi'nin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi"
ifadesini kullanmıştı. STK'nın ismi daha sonra da birçok
olayda "kontr-gerilla" olarak geçmişti.
Bugünkü adıyla STKB, 1 Ağustos 1958 yılında dönemin
Başbakanı Adnan Menderes'in direktifiyle Kıbrıs'ta Türk
Mukavemet Teşkilâtı (TMT) adı altında gizli, illegal ve silahlı
bir örgütlenme kurdu. Kurulun ismi, 1967 yılında, o zamanki
komutanı Tuğgeneral Cihat Ayol tarafından Özel Harp Diresi'ne
(ÖHD) dönüştürüldü.
Gayrinizami kuvvetlere karşı harekât konusunda uzmanlaşan
ÖHD, "ordu içindeki gizli ordu" olarak da anılmaya
başladı.
TSK'nın reorganizasyonu kapsamında 1992'de Özel
Kuvvetler Komutanlığı'nın (ÖKK) kurulması ile ÖHD,
ÖKK'na bağlandı. ÖKK da, doğrudan Genelkurmay İkinci
Başkanı'na bağlandı. ÖKK'nın temsil seviyesi iki yıl
önce yapılan değişiklikle korgeneral seviyesine yükseltildi ve
başına hâlen ÖKK komutanı olan Korgeneral Servet
Yörük getirildi.
Yapılanması itibarıyla Türkiye 2002 yılına kadar 12
bölgeye ayrılmıştı ve her bölgenin bağlı olduğu bir
bölge başkanlığı bulunuyordu. 2002 yılında yapılan değişiklikle
Bölge Başkanlığı sayısı 16'ya çıkarıldı.
STKB da "Gayrinizami harp" örgütlemekle
görevli. Bu çerçevede her bölge başkanlığı,
kendisine bağlı illerde ülkenin düşman işgaline uğraması
durumunda, yerlerini asla terk etmeyecek, bölgesindeki hâkim
otoriteyi yıkmak veya zayıflatmak, düşman harekâtını
engellemek ve bölgeye sahip olmak maksadı ile yapılacak direniş ve
ayaklanma gibi eylemleri başlatacak ve gerçekleştirecek sivil
kadroları barış zamanında bulup örgütlemek için
çalışıyor. Bu faaliyetler sırasında asla erler kullanılmıyor.
Kadro daha ziyade astsubaylardan oluşuyor. Yönetici konumundaki
yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albay rütbesindeki subaylar ise
Özel kuvvetler komutanlığı personeli içerisinden
seçiliyor. STKB'nın istihbarat toplama yetkisi ise
bulunmuyor.
"Derin" (denilen) devlet… Türkiye'de 12
Mart döneminde "Burası Konrtgerilla Merkezi burada anayasa
babayasa yoktur" cümlesi ile başlayan Ziverbey Köşkü
işkence seanslarında yaşadıklarını kaleme alan Talat Turhan'ın
yazdıkları çevresinde gelişen bir dizi tartışma ile
girmiştir.
1977-1978 kesiti Başbakanı Bülent Ecevit tarafından varlığı
kabul edilen, ancak Genel Kurmay'a bağlı Özel Harp
Dairesi/Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın bir adı olarak
aktarılan Kontrgerilla, MİT-Silahlı Kuvvetler-MHP üçgenindeki
CIA destekli ve Amerikancı bir örgüt olarak
tanımlanmıştır.
Türkiye'de gerçekleşen en önemli kontrgerilla
operasyonları arasında 1955'de Selanik'te Mustafa Kemel
Atatürk'ün doğduğu evin bombalanması, 6-7 Eylül
olayları, 12 Mart Darbesi, Kızıldere Katliamı, Ziverbey Köşkü,
1 Mayıs 1977 Olayları, Çiğli Suikasti, Gazi Mahallesi Olayları
sıralanmaktadır.
 
"HİKMET-İ HÜKÜMETİN HİKMETİNİN SUALİ":
DEVLET VE TERÖR PARANTEZİ
 
Şimdi bir parantez açarak ekleyelim: Devlet ile terör
birbirinden ayrılmaz; en büyük terörist, elbette
sınıflı-sömürüyü savunan/ yaşatan
devlettir…
Çünkü devlet, sınıflı toplumlarla birlikte varlık
bulmuş siyasal bir aygıttır; iktidar olarak örgütlenmiş egemen
sınıftır. Hâkim sınıfın, ezilen sınıfa boyun eğdirebilmek
için baskı aygıtlarına ihtiyacı vardır. Egemen sınıfın
emrindeki kolluk güçleri bu ihtiyacı giderir. En gelişkin
demokratik geleneklere sahip burjuva devletlerde, sınıf
mücadelelerinin en alt düzeyde seyrettiği dönemlerde bile
polis, ordu, istihbarat teşkilâtları ve bilumum gizli veya
açık şiddet örgütü sistemin bekası için
yedekte tutulur. Sınıflar var olduğu sürece devlet kurumu ve siyasal
şiddet aygıtları varlıklarını sürdürecektir.
"Devlet terörü" denildiğinde, öncelikle
mülk sahibi sınıfın egemenlik aygıtı olan devletin, mevcut
düzeni ve siyasi rejimi devam ettirmek amacıyla halka karşı
uyguladığı her türlü sindirme, korkutma, yıldırma yöntemi
akla gelmelidir.
Devlet terörünü, devletin hukuk dışı uygulamalarıyla
sınırlayan yaklaşımlar vardır. Oysa devlet terörü, burjuva
hukukunda da suç sayılan işkence, suikast, cinayet, katliam gibi
baskı ve şiddet yöntemleriyle sınırlı değildir. Hak arama
mücadelesi veren işçilerin ya da demokratik talepler ileri
süren ezilen ulusun devletin silahlı güçlerinin
saldırılarına maruz kalması, keyfi gözaltılar, F tipi hapishaneler
vb. hep kitleleri yıldırma ve düzene boyun eğdirme amaçlı
siyasal şiddetin araçlarıdır. Burjuva devletler "Terörle
Mücadele Kanunu" gibi adlar verdikleri yasal düzenlemelere
dayanarak muhaliflerini ve genel olarak ezilenleri korkutmak ve yıldırmak
üzere uyguladıkları terör yöntemlerine yasallık ve
kurumsallık sağlayabilmektedirler. Örneğin Türkiye'de
mevcut rejim, 15 yaşındaki çocuklara, polise taş attıkları
"gerekçesi"yle kanunen 13.5 yıl hapis cezası
verebilmektedir. Bu tür kararlar devlet terörünün hukuki
kılıfa büründürülerek olağan bir işleyiş
hâline getirildiğinin ifadesidir.
Devlet terörü, sadece devletin gizli veya açık
örgütleri eliyle uygulanmaz. Devlet, terörü farklı
biçimlerde de örgütleyebilmekte, istihbarat
teşkilâtları, polis, asker, jandarma, korucu gibi kolluk
güçlerinin yanı sıra farklı tipte örgütlenmeleri de
kullanabilmektedir. Örneğin devlet, bir terör
örgütünü ajanları vasıtasıyla kısmen veya tamamen
kontrolü altına alabilir. Kontrolüne aldığı örgütleri
kendi çıkarları doğrultusunda çeşitli terör
eylemlerine yönlendirebilir. Hizbullah örgütünün,
Kürt Ulusal mücadelesine karşı kullanılmak üzere devlet
kontrolü altına alınarak kontrgerilla örgütlenmesine
dönüştürülmesi bunun sadece bir örneğidir. Bu
örgüt binlerce Kürt yurtseverini sokak ortasında infaz etmiş
veya kaçırarak işkencehanelerinde katletmiştir.
Şimdi yeri gelmişken somut birkaç örnek
anımsatmalı:
Birincisi: 1921'de 14 yoldaşıyla birlikte katledilen TKP
Başkanı Mustafa Suphi'nin öldürülmesine ilişkin
sorguda Yahya Kahya (ki 3 Temmuz 1922'de kimliği bilinmeyen kişilerce
öldürüldü!), "Sanki bütün işlerde, ben
tek başıma mı idim? Daha üstüme varırlarsa her şeyi olduğu
gibi ortaya dökerim," derken; 75 yıl sonra 1996'da,
Ömer Lütfü Topal ve 91 kişiyi öldürmekle
suçlanan Özel Tim görevlisi Ayhan Çarkın da
şunları diyordu: "Cinayetleri ben kendi başıma mı işledim? Emir
verdiler yaptım. Üstüme gelirseniz tek tek hepsini
açıklarım…"
İkincisi: Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel,
Şemdinli'ye bağlı Derecik beldesi Ormancık köyünden
alınan 12 köy korucusunun 1994 yılında öldürülüp
gömüldüğü iddia edilen Derecik Taburu'ndaki
kazılarla ilgili olarak eski milletvekili Esat Canan'ın, kendisiyle
görüştüğünü ve "Demirel, bana 'devlet
adam öldürmez' dedi" açıklamasında
bulunduğunun anımsatılması üzerine, "Ne diyecektim?
'Devlet, adam öldürür mü?' diyecektim.
Bugün de devletin öldürdüğü ispatlanmış değil.
Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür, diğeri
cinayettir" ifadesini kullandı…
Üçüncüsü: Eski Ankara Cumhuriyet Savcısı
Doğan Öz, 12 Eylül'den öncesindeki olayların
arkasında kontrgerilla olduğunu, onun da Özel Harp Dairesi'ne
bağlı faaliyette bulunduğunu tespit etti. Kontrgerillanın CIA ve İsrail
gizli servisleri tarafından yönlendirildiğini Başbakan'a rapor
etti. Öz, dava açmaya hazırlanırken 24 Mart 1978'de
uğradığı suikast sonucunda hayatını kaybetti...
Dördüncüsü: "Karanlık" olduğu
"iddia" edilen malum ilişkiler manzumesi olarak
Susurluk'taki kazada Abdullah Çatlı'nın
üstünden kimliği çıkan Mehmet Özbay, Amerika'da
yaşıyor… 20 milyon dolar cirolu bir grubun ortağı olan Özbay,
sık sevgili değiştiriyor. Evlilik dışı iki çocuğu var. 5 ay
önce kıskançlık krizine giren sevgililerinden biri
yüzünden hapse düşmüş. İşyerinde Mehmet Özbay,
hapse girince Michael Bay oluyor. Hâlâ gizleniyor.
Hâlâ konuşmuyor!
Beşincisi: Tekirdağ F tipi cezaevindeki Yaşar Öz, Mehmet
Ağar'ın Susurluk Davası kapsamında Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesi'ndeki savunmasında kendisi hakkında "insan
simsarı", "muhbirimizdi" diye bahsetmesi üzerine 16
yıl süren suskunluğunu bozacağını belirterek, "Adını
'terörle mücadele' koyup, benden ricayla ağırlıklı
çıkara dayalı hangi kirli taleplerde bulunduklarını, benden devlet
destekli nasıl bir eli kanlı taşeron yaratmak istediklerini, başıma
gelebilecek olumsuzlukları da göze alarak reddettiğim için
zaten zor durumdaki ya da planlı zor duruma düşürdükleri
kimlere yönelttiklerini, amaçlarını birer ikişer hayata
geçirdikten sonra bu kez de taşeronlarını nasıl bir bir ortadan
kaldırdıklarını açıklayacağım," dedi ve ekledi:
"Ağar'ın talimatıyla bana yeşil ve lacivert pasaportlar,
silah taşıma ruhsatı ve emniyete ait plakalar verildi. Yakalandığımda
Ağar'ın talimatıyla serbest bırakıldım…"
Altıncısı: "Belma Akçura, 'İpekçi
suikastının aktörleriyle konuşurken ya da onları izlerken, fark
ettik ki benimle konuşurken geçmişte yapılanları sisteme mal
ediyorlar, 'Kullanıldık' demiyorlar ama
'Kullanılmadık' da demiyorlar. Pişmanlıktan ise eser yok...
Biri konuşursa hepsi okkanın altına gidecek belki de'
diyor"ken;
Yıldırım Türker de ekliyor: "Mehmet Ali
Ağca'nın tahliyesinin Hrant Dink'in katledildiği 19
Ocak'tan bir gün öncesine denk gelmesi, kaçınılmaz
olarak memleketimizin katil-maktul denklemi üstüne bir söz
söylüyor…"
Nihayet yedincisi: İtalyan Gladiosu'nun başı ve eski
Cumhurbaşkanı Francesca Cossiga, "Türkiye'deki Gladio
Avrupa merkezli yapının uzağındaydı, Türkiye Gladio'nun
koordinasyon komitesindeydi ama siyasi komitede yoktu. Daha bağımsız
yapıdaydı,"
[8] derken; Oral Çalışlar da
ekliyor: "12 Eylül 1980 askerî darbesi bir 'Özel
Harp' işiydi…"
Tüm bu veriler devletin terörist özelliklerinin altını
çizerken, 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk'ta meydana gelen bir
trafik kazasıyla gündeme gelen ve adını buradan alan "Susurluk
Olayı", "Susurluk Skandalı", "Devlet, polis, mafya
üçgeni", "Devlet içinde devlet" vs.
balıklar altında nitelenen olgu devletin bir kısmı yani
kendisidir…
Hayır, "Susurluk Olayı", ekonomik ve siyasi çıkar
peşinde koşan birtakım lümpenlerle, bazı bürokratik kesimlerin,
bazı devlet kurumlarını gizlice kullanarak, belli kazanımlar elde
etmeleri sürecinde tesadüfen ortaya çıkan adli bir vaka
falan değildir! Kimse gerçeği ters yüz etmeye
kalkışmasın…
Örneğin, Mehmet Ağar'ın Susurluk Olayı'yla
ilgili bilgi vermek için kapalı bir oturum talep etmesi ve Kutlu
Savaş'ın raporunun bir bölümünün resmî
devlet sırrı olma gerekçesiyle sansürlenmesinin Max
Weber'in gizlilik ve sır kuramıyla örtüşmesi, bir
tesadüf değildir!
"Susurluk Olayı", Adorno'nun dediği gibi
"anlaşılma uğruna anlatılacak şeye ihanet etmeden"
çözümlenmesi gereken bir olgudur; ki Ayşegül Sabuktay
da, 'Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri'[9]
başlıklı kitabında bunu yapıyor… Yazar, kitabında hikmet-i
hükümetin hikmetinin sorgulanma olanaklarını ararken; devleti ve
"devletin yasal olmayan faaliyetlerini" yine onun kendisi
için oluşturduğuna dikkat çekiyor.
Evet bir sınıf egemenliği aracı olarak devlet teröristin ta
kendisidir; "hikmet-i hükümetin hikmetinin suali" bize
bunu yeterince net olarak anlatmaktadır!
 
KEMALİZM VE MİLLİYETÇİLİK NOTU
 
Türkiye'de "hikmet-i hükümetin hikmetinin
suali" sorgularken mutlaka bir Kemalizm ve milliyetçilik
göndermesi yapmak "olmazsa olmaz"dır!
Gerçekten de Türkiye'de Mustafa Kemal'in,
"Efendiler, medenî olmayan insanlar medeni olanların ayakları
altında kalmaya maruzdurlar," komutu üzerinde Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin (TSK) taşıyıcılığıyla yükseltilen
ulus-devletin kökeninde İttihat ve Terakki zihniyeti
yatar…
Müthiş pragmatik olması yanında binbir suratıyla Kemalizm, bir
resmî ideoloji olarak devletin raison d'état'sı
yani "hikmet-i hükümeti"dir…
Örneğin "Milli Mücadele içindeki Mustafa Kemal
farklıdır, Cumhuriyet'in inşa sürecindeki farklı, 1935
sonrası farklıdır. Eskişehir'de Zağnos Paşa Camii'nde hutbe
okuyan 'Kanun-u Esasi Kuran'ı azimü şandır' diyen,
BMM'nin açılışını cuma günü denk getirip o
gün Türkiye'nin bütün camilerinde hatim kıraat
edilmesini tamim eden de Mustafa Kemal'dir; imzasını koymadığı,
Afet İnan'a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler'de 'Türk
yalnız tabiatı takdis eder' diyen de.
Elmalılı Hamdi Yazır'a kendi tahsisatından ödeme
yaptırıp ünlü Hak Dini, Kuran Dili tefsirini yazdıran, Anadolu
Alevilerinin kendisini mehdi ilan etmelerine itibar etmeyip Diyanet'in
Sünni/Hanefi mezhebi ve Maturidi itikadı üzerine inşası emrini
veren de odur.
Benzer örnekleri Güneş Dil ve Tarih teorileri konusunda
verebiliriz…"[10]
Bu resmî ideolojinin önemli taşıyıcılarından birisi
TSK ise, diğeri de bununla bağıntılı "derin" (denilen)
devlettir…
Zaten "Türk ordusunun tarihsel mirasının üç
ana öğesi vardır. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu'nun
yükseliş dönemindeki devletle özdeşleşmesi, ikincisi XIX.
yüzyılın reformlarını üstlenmeleri,
üçüncüsü ise Cumhuriyet'le birlikte
kışlaya girip devlet güvenliğinin tehlikeye düşmesi
hâlinde siyasete müdahale etmeleri"
[11]
diyen William Hale'nın işaret ettiği özellikler de söz
konusu saptamamızı güçlendiren
çözümlemelerdir…
Hanefi-Sünni-Müslüman beyaz Türklerin
milliyetçiliklerinin tarihsel hikâyesi, özeti olan
"derin" (denilen) devlet ötekinin imhası, inkârı
kişiliğinde sermayenin Türkleştirilmesi aygıtıdır
da…
 
SUSURLUK'UN KİRLİ SAVAŞ VERİLERİ
 
SHP ve CHP'nin eski Hakkari milletvekili Esat Canan,
1990'lı yılların başından itibaren Doğu ve
Güneydoğu'da faili meçhullerin artması üzerine
dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e bildirerek olaya
el koymasını istediğini belirtti.
Canan, Demirel'in kendilerine, "Böyle bir şey olamaz,
devlet vatandaşını ve bürokratını öldürmez. Bana
'devlet suç işledi' dedirtemezsiniz. Öyle bir şey
varsa ispatlayın," dediğini söyledi.
Oysa Cizre'de 1993-1995 yılları arasında JİTEM cinayetleriyle
ilgili Albay Cemal Temizöz ile üçü itirafçı
altı kişi hakkında açılan dava, hukukun 15 yıldır uyuduğu
korkunç gerçeğini ortaya çıkardı.
Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Ergün Tokgöz tarafından
hazırlanan iddianamede tüm ayrıntılarıyla ele alınan ve pek
çoğu çok sayıda kişinin gözü önünde
işlenen 20 cinayetle ilgili yıllar önce yapılan başvuru ve
suç duyuruları için ya hiçbir işlem
gerçekleştirilmediği ya da görünüşte bir soruşturma
açılmışsa bile adları bölgede yaşayan herkesin malumu olan
faillerin üzerine gidilmediği anlaşıldı.
Bu cinayetlerin bazılarıyla ilgili iddianameye yansıyan
çarpıcı notlar, adaletin hangi yöntemler kullanılarak
uyutulduğunu da gösteriyor:
 
Ramazan Elçi'nin "iç
hesaplaşma" süsü verilerek öldürülmesi
Cizre Silopi Karayolu üzerinde Şahin Dinlenme
Tesisleri olarak bilinen terk edilmiş benzinlik içerisinde 14
Şubat 1994'te ateşli silahla öldürülmüş olan
kişiyle ilgili yürütülen soruşturma, adaletin bölgede
nasıl işlediğini göstermesi bakımından son derece
çarpıcı. Soruşturma evrakına göre kimliği belirsiz olarak
gömülen bu kişi, PKK tarafından 'iç hesaplaşma
sonucu' öldürülmüş görünüyordu.
Üstelik dosyaya olay anında ele geçen boş kovan ve mermi
çekirdekleriyle ilgili Diyarbakır Kriminal Polis
Laboratuvarı'nda ekspertiz raporu bile düzenlenmiş ve dosya
kapatılmıştı. Ancak Ramazan Elçi'nin eşi Ke rime
Elçi 8 Haziran 2005'te savcılığa bu kişinin kendi kocası
olduğu ve gözaltında öldürüldüğü
yönünde başvurunca ortalık karıştı. Çünkü
Ramazan Elçi, Nüfus Müdürlüğü
kayıtlarına 'kalp krizi sonucu ölüm' şeklinde
kaydedilmişti. Savcılık bu kayıttan yola çıkarak Kerime
Elçi hakkında 'suç uydurma' suçundan
suç duyurusu bile yaptı. Ancak Diyarbakır Başsavcılığı Kerime
Elçi'nin ortaya attığı iddiaları da araştırdı. Ve
sonuçta, kimliği belirsiz kişinin Ramazan Elçi olduğu,
kalp krizi değil kurşunla öldüğü ve cinayetin PKK
tarafından işlenmediği ortaya çıktı. Hazırlanan JİTEM
iddianamesinde Elçi'nin, Cemal Temizöz'ün
emriyle öldürüldüğü öne
sürülüyor.
Beşir Bayar'ın PKK ile çatışma
süsü verilerek öldürülmesi
Korucubaşı Kamil Atak'ın kardeşi olan tanık
Mehmet Nuri Binzet'in ifadesine göre 1993 yılı aralık
ayının 12-13'ünde Beşir Bayar, geçici köy
korucusu Bayram Polat tarafından PKK'ya yardım ettiği iddiasıyla
evinden çıkarılarak öldürüldü ve cesedi yol
ortasında bırakıldı. Olaya PKK ile çatışma süsü
verilmesine karşın herkes Beşir Bayar'ın Bayram Polat tarafından
öldürüldüğünü biliyordu.
İhsan (İskan) Aslan'ın Hizbullah sığınağında
öldürülmesi
Tanık Mehmet Nuri Binzet, İhsan Aslan'ın kalabalık
bir geçici köy korucusu ile karısının gözleri
önünde evinden alındığını daha sonra Hizbullah'a ait
bir sığınakta Abdulhâkim Güven, Adem Yanık ve Selim hoca
tarafından öldürüldüğünü anlatıyor. Binzet,
"Kimin öldürdüğünü kimse söylemedi
ancak Adem'in yüzünün hâlinden ve silahını
toplamasından silahı onun sıktığını anladım" diyor.
İzzet Padır ve Abdullah Özdemir'in
öldürülmesi
20 Haziran 1994 tarihinde Abdullah Özdemir'in
annesi Leyla Özdemir ve İzzet Padır'ın annesi Hanım Padır
Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak Cizre İlçe
Jandarma Karakol Komutanlığı'ndan gelen görevlilerin
köyden oğullarını 06 Haziran 1994'te aldıklarını ve bir daha
kendilerinden haber alamadıklarını iddia etti. Silopi Cumhuriyet
Savcılığı'nın bilgisine başvurduğu kişiler de bu iddiaları
doğruladı ve gözaltına alan kişiler arasında itirafçı
JİTEM mensupları olan Abdülhâkim Güven ile Bedran (Adem
Yakın) isimli şahısların bulunduğunu da söyledi. Bu sürecin
devamında Hanım ve Delal 15 Ağustos 1994'te savcılığa aynı
iddialarla yeniden müracaatta bulundu. Bu başvurulardan sonra Cizre
İlçe Jandarma Komutanlığı 13 Eylül 1994'te Cemal
Temizöz imzalı yazıyla Abdullah Özdemir ve İzzet
Padır'ın 06 Haziran 1994'te gözaltına alındığını
doğrulamakla birlikte 'haklarında herhangi bir kayıt
bulunmadığı' gerekçesiyle bir gün sonra serbest
bırakıldıklarını savundu. Temizöz, savcılığa gönderdiği
yazıya, yakalama ve salıverme ve ifade tutanaklarını da ekledi. Ancak
tutanakların asılları olmadığı gibi, üzerlerinde tarih de yoktu.
Üstelik sorgulamanın hangi görevliler tarafından yapıldığı
da belli değildi.
Savcılık tutanakların asıllarını ve imzalı
nüshalarını istedi. Bu arada başka tanıkların da ifadelerine
başvurdu. 19 Haziran 1998'de Silopi Cumhuriyet Savcılığı
yetkisizlik kararı ile dosyayı Cizre Başsavcılığı'na
gönderdi. Cizre Savcılığı ise 30 Mart 2001'de takipsizlik
kararı verdi. Ancak 2009'da yani olayın meydana geldiği tarihten
tam 15 yıl sonra yeniden başlatılan soruşturmada, hem tanık Mehmet
Nuri Binzet'in hem de itirafçı gizli tanıkların ifadesi,
izzet Padır ve Abdullah Özdemir'in gözaltında
kaybedildiğini doğruladı. Savcı, Cemal Temizöz'ün
'gözaltından salıverme' tutanağının gerçek
olmadığını da saptadı.
 
Ramazan Uykur'un öldürülmesi
Şubat 1994 günü Nusaybin caddesi Timur Torna
isimli dükkânın önünde maktul Ramazan Uykur'un
ateşli silahla öldürüldüğü, aynı gün
hazırlanan otopsi raporu ile belirlenirken olay yerinden Kalaşnikof marka
tüfeğe ve tabancaya ait mermi ve boş kovanlar ele geçirildi.
Olay tarihinde tanık olarak hem savcılık hem de kollukça Mehmet
Uykur dinlendi. Tanık beyanında gelen aracın plakasız beyaz Renault
marka olduğunu, amcasını arabadaki şahısların araca çekmeye
çalıştığını, amcasının direndiğini, bu sırada bu
şahısların amcasına ateş etmeye başladığını, birisinin elinde
tabanca diğerinde Kalaşnikof tüfek olduğunu
gördüğünü, daha sonra amcasının yere
düştüğünü, ateş eden şahısların araca binerek
uzaklaştıklarını anlattı. Ayrıca kolluk ifadesinde olay anında
yanında öldürülen Ramazan'ın oğlu İsmet
Uykur'un da olduğunu söylese de bu şahsın soruşturmada ifadesi
alınmadı.
31 Mayıs 1994'te faillerin belirlenememesi
üzerine evrak daimi aramaya alındı. Başka bir deyimle üzeri
kapatılan bu cinayetin soruşturması, yine 15 yıl sonra yani 13 Şubat
2009'da tanık Mehmet Nuri Binzet ifade verince ancak
açılabildi. Binzet ve gizli tanıkların ifadeleri üzerine
tanık Mehmet Uykur tekrar dinlenince, katillerin kimliği netleşti. Daha
önce korktuğu için ifadesinde katillerin kimliğini gizleyen
Mehmet Uykur bu kez köy korucuları Tamer Atak ile Kukel Atak'ı
teşhis etti.
Abdullah Efelti'nin öldürülmesi
13 Mayıs 1995'te Cizre Nusaybin karayolu
üzerinde Varlık köyü yakınlarında toprağa
gömülü vaziyette bir ceset bulundu. Bu olaydan önce 30
Mart 1995'te Mesut Efelti'nin Silopi Başsavcılığı'na
bir başvurusu olmuştu. Mesut Efelti'nin anlatımına göre,
biri plakasız iki Toros marka binek tipi beyaz taksi köylerine
gelerek babasını 24 Şubat 1995'te alıp
götürmüştü. Gelen şahıslar sivildi ve 'tim ya
da JİTEM' denilen kişilere benziyorlardı. Mesut Efelti başka
başvurusunda farklı iddialar da ortaya atmıştı: Tanıdık bir paşa
sayesinde Abdullah Efelti'nin İlçe Jandarma
Komutanlığı'nda gözaltında olduğunu ve Cemal (Temizöz)
binbaşının da bundan haberdar olduğunu öğrenmişlerdi. Kimseye
husumetleri yoktu ama Cemal binbaşı ile Cizre Belediye Başkanı Kamil
Atak'ı kızdıracak bir şey yapmışlar, Atak'la
sürtüşmesi olan Salih Şık'tan 3 bin dönüm
büyüklüğünde bir tarla kiralamışlardı. Atak ve
Temizöz bu tarlanın sürülmesini istemiyordu.
Çünkü Salih Şık'ın belediye başkanlığı
seçiminde Kamil Atak'ın karşısına aday olarak
çıkmasını istememişlerdi. Hatta Cemal Temizöz odasısına
çektiği Salih Şık'a "Sen öleceksin, sen
seçime girmeyeceksin" demişti. Mesut Efelti'ye göre
babası Abdullah Efelti tam da bu nedenle gözaltına alınmış
olabilirdi. Bu araştırmalar yapılırken Abdullah Efelti'nin eşi
Besna Efelti, 30 Mayıs 1995'te cesedin kocasına ait olduğunu
teşhis etti. Ama Efelti olayında da soruşturmanın yargılama konusu
yapılabilmesi için 15 yıl geçmesi gerekti.
 
Albay Cemal Temizöz döneminde Cizre Belediye Başkanı olan
Haşim Haşimi'nin, "Özel görevi olduğunu hissettiren,
asabi biriydi. Defalarca suikasta maruz kaldığımda Temizöz ve ekibi
görevliydi. Bölgede onlarca Temizöz vardı... Hiç kimse
Temizöz dönemindeki infazların kesin sayısını bilemez,"
diye anlattığı ve Şırnak ile çevresinde 1993-1995 yılları
arasında işlenen 23 faili (belli) "meçhul" cinayetin
sorumlusu oldukları söyleniyorken; varsın Genelkurmay
Başkanlığı'nın ardından Jandarma Genel Komutanlığı da
bünyesinde JİTEM diye bir kurumun olmadığını iddia etsin!
John Locke'nin, "Hukukun bittiği yerde zorbanın
egemenliği başlar," deyişini kanıtlayan gerçekler ortada ve
yeterince ayan-beyan değil mi?
 
ERGENEKON…
 
Buraya kadar ifade ettiğim çerçevede
"Ergenekon"u iyi anlamak, Ergenekon'a giden süreci
öğrenmek, karman çorman bilgileri düzene sokup, haber
sağanağı ve haber kirliği altında bunalmamak için kapitalist
devlet teorisine kafa yormak gerek…
"Kontrgerilla" veya "Ergenekon"u anlamak
için T."C"nin kuruluşuyla, ulus-devlet ile, onun
İttihatçı mantık(sızlığ)ıyla, bunların toplamı olan
resmî ideoloji Kemalizm'le hesaplaşmak gerek…
Hayır "derin" (denilen) devletin başlangıcı olarak 3
Kasım 1996'yı alamayız; hani Susurluk'ta kamyonla
Mercedes'in çarpıştığı kazayı ve sonrasını...
Bu isabetli bir seçim olmaz...
Susurluk ifade ettiğim tarihte sadece -önemli- bir kilometre
taşıdır… Onu; Şemdinli olayını, JİTEM gerçeğini ve
Ergenekon'u anlama ve açıklamada tek "kerteriz" ya
da bir "başlangıç noktası" ilan etmek, yani bu
olayların gerisinde yatan ve raison d'etat'yı
biçimlendiren bütün bir ulus-devlet tarih ve
gerçeğini göz ardı etmek, liberallerin
çarpıtmasıdır…
Hayır; bunlarla sınırlanamayız!
Evet "tüm kötülüklerin anası"
T."C" devletidir; "Ergenekon" da onun bir
parçasıdır!
Ergenekon operasyonlarının "AB yoluna girmiş,
demokratikleşmeyi önüne hedef koymuş bir
Türkiye'de" kontrgerillanın sorgulanması, yargılanması
ve tasfiyesi anlamına geldiğini düşünenler fena hâlde
yanıldılar.
Ergenekon operasyonlarının darbelerle hesaplaşmak demek olduğunu ve
darbecilerin TSK'nın direnişine rağmen tasfiye edildiklerini
düşünenler de yanıldılar.
"Tüm kötülüklerin anası"
Ergenekon'un hareketsiz kılınması sonucunda artık faili
meçhul cinayetlerin, provokasyonların, menşei devlet olduğu herkes
tarafından bilinen karanlık eylemlerin son bulacağını ve bu ülkeyi
yönetenlerin hiç değilse kendi yasalarına karşı saygılı
davranacaklarını zannedenler yanıldılar.
Kısa süre içinde görüldü ki,
"Ergenekon" adı verilen bu operasyonlar, kâh emekli
generalleri gözaltına alarak, kah toprağa gömülü kimi
silah depolarını açığa çıkararak, kâh bazı gizli
belgelerin bilinir hâle gelmesini sağlayarak, ya da kontrgerillanın
beyni olduğu öne sürülen Genelkurmay Seferberlik Tetkik
Kurulu Başkanlığı'nın kozmik odasında aramalar yaparak;
zülfü yare dokunuyor gibi görünse de, geniş
yığınların özlemini çektiği demokrasiye dair beklentileri
karşılamaya muktedir değildi. Ve yaşananlar, şimdiye kadar neredeyse
geleneksel hâle gelmiş, zorbalığa ve kan dökmeye dayalı
yönetme biçimini tasfiye etmekten fersah fersah uzaktı, devletin
denetimini ele geçirmeye çabalayan bir egemen fraksiyonun
manevra sahasını genişletme çabalarının ötesine
geçmiyordu neden?
Bu can alıcı sorunun yanıtı basittir: Karşınızdaki şeyin adı
kapitalist devlettir!
Bu öyle bir kapitalist devlettir ki,
"Sarıkız"a… "Kafes"e…
"Balyoz"a… "Sakal"a…
"Çarşaf"a… "Oraj"a…
"Suga"ya… "Döküm"e…
"Tırpan"a… "Orak"a…
"Yumruk"a… "Kürek"e…
"Testere"ye… Ve daha nicelerine rağmen JİTEM
sanıklarının değiştirilen kimlik bilgilerini isteyen mahkemeye
"Çok masraf yaptık, veremeyiz," yanıtını verir
İçişleri Bakanlığı ile!
 
"DEMOKRAT" AKP Mİ?
 
"Ergenekon"la uğraşan, "Ergenekon'a karşı
mücadele eden"(?!) AKP'nin "demokrat" olduğuna
ilişkin liberal hurafeye gelince…
"Devlet sırrı gerekçesi"ni en fazla kullanan
AKP'nin, cihad-tarikat bağıntılı ideolojik kimliğinin altını
özenle çizerek, ABD işbirlikçiliğiyle "sivil,
demokrat" olunamayacağının belirtip, "Yeni MGK" olarak
adlandırılan -"12 Eylül Ruhlu"- Kamu Güvenliği
Müsteşarlığı'nı Erdoğan'ın kurduğunu vurgulayarak
hatırlatalım: CHP'lilerin 1 Mayıs 1977'de Taksim'de 37
kişinin öldüğü olayların açığa kavuşturulması
için verdiği Meclis araştırma önergesinin
görüşülmesine ilişkin öneri AKP oylarıyla
reddedildi!
AKP'nin "demokrat" olduğuna ilişkin liberal
hurafenin bir diğer argümanı da, "anayasa"
yaygarasıdır…
"Anayasa değişikliği saflaşması sıradan bir saflaşma
sayılamaz… Solun bu noktada bir kırılma daha yaşadığını
söyleyebiliriz…"
"Darbecilerden hesap sorulmasından, darbe anayasasındaki
anti-demokratik hükümlerin temizlenmesi yönünde yapılan
değişikliklerden bir dikta doğabileceği teorisinin içerdiği hayal
gücünü kıskandığımı itiraf etmem gerekiyor.
Muhafazakârlığa, militarizme, milliyetçiliğe, halk
egemenliğinin kısıtlanmasına destek verirken bunun
'demokratik' olduğu söylemini allayıp pullayıp ortaya
dökebilmek de, gerçekten kıskandırıcı bir maharet,"
diyen Oral Çalışlar (ve benzerlerinin) demogojik
manipülasyonlarını bir kenara bırakırsak anımsanması gereken
aslî şey şudur: Hükümetin yeni anayasa değişikliği
paketini gündeme getirmesiyle birlikte egemen sınıf içi
çatışma bir kez daha kriz noktasına gelmiş durumdadır.
Hasan Celal Güzel türünden gericilerin, "AKP
Grubu'na şükranlarımızı sunuyoruz. Adları siyasî
tarihimize '12 Eylül'ü tasfiye edenler' olarak
geçecektir," diye alkışladığı ya da Marmara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof.
İbrahim Kaboğlu'nun, "Anayasayı uzlaşma olmayan bir meclisin
yenilemesi kaygı verici" uyarısını dillendirdiği koordinatlarda
anayasa değişikliği meselesine birkaç yönden yaklaşmak
yararlı olacaktır.
Birincisi, gündeme getirilen bu anayasa değişikliğinin
ardındaki gerçek motivasyonların ve bu temelde alevlenen
tartışmanın karşılıklı taraflarının ileri sürdüğü
iddiaların içyüzünün ortaya konmasıdır.
İkincisi, bu tartışmada havada uçuşan ve hikmetinden sual
olunmazmış gibi sunulan birtakım kavramlara Marksizmin
yaklaşımıdır.
Üçüncüsü ise, bugünkü somutlukta
söz konusu anayasa paketi sorununda işçi sınıfının genel
demokratik çıkarları bakımından nasıl bir yaklaşım benimsenmeli
sorunudur.
AKP'nin bu paketi "ülkedeki demokratik standartları
yükseltmek için" getirdiğini propaganda ettiği
malûm. Oysa paketin iki temel motivasyonla gündeme getirildiği
aşikârdır. Birincisi AKP hakkında pişirilmekte olan yeni bir
kapatma davasının önünü kesmek, ikincisi de Ergenekon
davaları aracılığıyla yürütülmekte olan tasfiye
sürecini tıkayan statükocu-Kemalist yargı bariyerlerini kırmak.
Paketin burjuva düzen cephesi açısından özünü bu
hususlardaki düzenlemeler oluşturmaktadır. Zaten burjuva
çevrelerde ve medyada yürüyen hararetli tartışmaların da
bu hususlara odaklanmış olması bunu açıkça
göstermektedir.
Getirilen pakete bütünsel olarak bakıldığında,
öngörülen düzenlemelerin kabaca iki gruba
ayrılabileceği görülüyor. Birinci grupta esasen yargı
alanına ilişkin değişiklikler ile parti kapatmaya ilişkin
değişiklikler yer alırken, ikinci grupta ise esasen yurttaş hak ve
özgürlükleri alanına ilişkin bazı düzenlemeler yer
alıyor.
Hiç kuşkusuz, AKP için ikinci gruba giren
düzenlemeler ile 12 Eylülcülere ilişkin düzenleme,
düzen muhalefetinin salvolarını etkisizleştirmek ve paketin toplumda
kabul edilebilirliğini arttırmak için eklenmiş çeşnilerden
ibarettir.
İşçi sınıfı için en dikkate değer olabilecek
memurlara ilişkin düzenlemenin bile aldatmaca niteliğinde olması,
yani grevsiz bir toplu sözleşmenin getirilmesi, AKP'nin demokrasi
sevdasının boyutlarını göstermeye fazlasıyla yeter. Bu bahiste, pek
çok sendikal kısıtlamalara, söz, toplantı ve
örgütlenme özgürlüğü bağlamındaki yasak ve
kısıtlamalara, seçim barajı gibi temel demokratikleşme
başlıklarına el bile atılmamış olmasını saymaya bile gerek yok. Aynı
şekilde, temel demokratik sorunlardan biri olan Kürt sorununun
çözümüne yönelik demokratik düzenlemelerin
getirilmemesi de öyle…
Bir başka deyişle, "demokrat",
"özgürlükçü"(!) AKP'nin
öngördüğü anayasa "değişiklikleri" ne
emekçiler ne de Kürtlerin "demokratik" beklentilerine
kırıntı düzeyinde olsun, bir yanıt getirmiyor, getirmesi de
mümkün değil…
 
İÇ ÇATIŞMA (=DALAŞMA) VE "VESAYET"
DEYİNCE
 
Türkiye'de bugün "Sınıf mücadelesi ve
sınıf çatışması, kural olarak, farklı düzlemlerde/ farklı
yollar boyunca ilerlemekte"yken; [12] egemen fraksiyonlar
arasında bir iç çatışma (=dalaşma) var…
Emperyalist çürümenin ve sürdürülemez
kapitalizmin "demokrasisi" açısından burjuva düzene
damgasını vuran siyasal gericiliktir;
"olağanüstülük"tür.
Siyasal gericilik belirgin bir şekilde, kitlelerin yaşamını
doğrudan etkileyecek anti-demokratik uygulamalarla karakterize oluyorken;
kriz ile militarizm ve milliyetçi saldırganlık alabildiğine
yükseldi; Kürt meselesi uluslararası bir boyut kazandı.
Bunlarla egemen koalisyon çatladı; sermaye birimi
"farklılaştı"; Anadolu Kaplanları ile Marmara Baronları
arasındaki makas açıldı…
Bunlarda egemen fraksiyonlar arasındaki iç çatışma
(=dalaşma)yı keskinleştirirken; verili siyasal durum, liberal
geçinen AB'ci burjuvaziden ziyade statükocu-darbeci
burjuvazinin zeminini güçlendiriyor ki, buna CHP'deki
Kılıçdaroğlu harekâtını da eklemek gerek…
Kabul edilmelidir ki tüm bunlar sonuçta verili
düzenin "değişmezler"i üzerine kurulmuştur ve
sınırlamalarıyla biçimlenmektedir; bunların aşılması
düzenin ilgasıyla mümkündür…
Bu çerçevede liberaller için "asli
önem" taşıyan ve en çok kullanılan tabirlerden biri olan
"vesayet" nihai kertede bir ezberin "incir
yaprağı"dır.
Evet liberaller, piyasa ezberine o kadar alışmış ve
tapınmaktadırlar ki, "ezber bozalım" derken, kapitalist ezberi
tekrarlar dururlar…
Liberal ezberin yanıtlaması gereken Türkiye'deki devlet
için ne değiştiğidir?
12 Eylül faili cunta üyelerinin ve işbirlikçilerinin
devlet töreniyle kaldırılan cenaze törenlerinde ön sırada
saf tutan iktidar partisi AKP, aynı kişilerin yargılanmasına, tabandan
yıllardır gelen taleplere, kendileri de o rejimin mağduru olduğu
hâlde, kulaklarını tıkarken, 12 Eylül yargılanmazken ne
değişebilir?
Öte yandan ise, Türkiye'de bir askerî darbe
olduğunda hemen akla gelen şey, bu darbenin mülk sahibi kapitalist
sınıftan bağımsız olarak yapıldığı ve esas olarak da "sorumsuz
ve basiretsiz" burjuva siyasetçilerin kötü
yönetiminin sonucunda meydana geldiğidir! Tabii bu yanılgının asıl
nedeni, burjuva toplumdaki işbölümünün ve bu
işbölümüne göre biçimlenmiş olan burjuva
kurumların, asıl sınıfsal özneyi gizlemiş olmalarıdır. Gizlenen
bu özne, mülk sahibi kapitalistler sınıfının ta
kendisidir!
İşin gerçeği, statükoculuk da, liberalizm de, demokrasi
ya da demokrasisizlik de doğrudan bu öznenin (kapitalist sınıfın)
çıkarlarına göre bir anlam kazanmaktadır. Burada hemen
hatırlatalım ki, 12 Eylül darbesinin hazırlanmasında ve gerici
faşist yasaların yapılmasında en etkin rolü, finans-kapitalin
örgütü TÜSİAD oynamıştır.
Ama öte yandan aynı TÜSİAD, 12 Eylül rejimi
çözülüp de burjuva parlamenter rejime geçilince,
bu kez kamuoyunun karşısına "liberal" ve de
"demokrat" giysilerini kuşanarak çıkmıştır.
Üstelik bunu, hiç yüzü kızarmadan ve de herkese
"demokrasi dersi" vermeye kalkarak yapmıştır. TÜSİAD
bunu, Sovyetler Birliği'nin çöktüğü,
dünyada güçler dengesinin değiştiği, sosyalizmin
görünür bir tehlike olmaktan çıktığı ve
dolayısıyla burjuvazinin de devrim korkusunun geçtiği koşullarda
yapabilmiştir.
 
"SONUÇ" YERİNE: LİBERAL SAVRULMA
 
"Derin" (denilen) devletin Ergenekon bahsinde kayıt
altına alınması gereken en önemli şey liberal
savrulmadır…
Örneğin bu konuda "EMASYA ilk istasyon; sivil anayasa son
durak," vurgusuyla ekliyor Cengiz Çandar: "Sivilleşme
için EMASYA'ya, 'Kırmızı Kitap'a, 35.
madde'ye son!"
Evet, liberal hezeyan için "sivilleşme" bu kadar
ucuzdur!
'Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü' (EMASYA)
gitti, "dertler" bitti mi?
Buna "Evet" diyor, "Darbecilik ve cuntacılığa inen
Balyoz..." hikâyelerine sarılan Cengiz Çandar!
Bakın o Cengiz Çandar (gibiler) için ne diyor?
"Ömrü boyunca, hep kendi kerametine inanan, siyaseti
okuma konusunda hep çıkmaz sokaklara dalıp, kimi darbeci, kimi kır
gerillası, sonra koyu kapitalizm savunucusu, sonra kimi 28 Şubatçı,
kimi işgal yanlısı olan birtakım insanların şahsi hesaplaşmaları
kendilerini ilgilendirir. Ancak bu adamlardan alınacak demokrasi dersinin
sonunun ne olacağını tahmin etmek güç değil. Tüm olan
biteni, Ergenekon/AKP veya statüko/değişim çerçevesinde
okumak, en azından Türkiye'de olanları, anlamamızı engelliyor.
Kör bir laf yarıştırma, dalaşma sarmalına mahkûm olmak,
siyasetin demokratik zemine çekilmesi açısından
büyük zaman kaybı oluyor. Türkiye'de daha fazla
demokrasi isteyenlere sesleniyorum; bırakın bu adamlarla yol
arkadaşlığını!"[13]
Liberal savrulmanın hezeyanları yani "Demokrat kapitalizm
düşleri" konusunda unutulmamalıdır ki "liberal
demokrasi" talebi kapitalist düzen içidir. Üstelik de
bağlamsaldır, konjonktüreldir. Küresel boyutlarda bir kriz
yerküreyi kasıp kavururken "liberal demokrasi" boş bir
düşten ibarettir…
Bu özelliğiyle de kapitalist sömürü düzeninin
güçlendirilip, tahkim edilmesi operasyonundan başka bir şey
değildir ve olamaz da…
Kaldı ki günümüzdeki örneklerinin çarpıcı
biçimde gözler önüne serdiği üzere, liberallerin
kapitalist sömürü düzeniyle bir sorunları yoktur.
Sömürüyü katmerlendirmeyi sağladıkları
ölçüde taşeronlaştırma, özelleştirme, işsizliğin
yapısallaşması, güvencesizleştirme vb. ile bir sorunları yoktur,
olmaz da…
Küreselleşme ile kapitalizmin dünyaya "istikrarlı bir
demokrasi ve barış getireceği" yolunda görüşleriyle
liberaller köhnemiş kapitalist sistemi "yeni" diye lanse
ediyorlar.
Liberaller ne derlerse desinler, kriz içinde debelenen
kapitalizmin gözler önüne serdiği gerçekler sistemin
külliyen çürüdüğünü,
sürdürülemezliğini gösteriyorken; liberal hezeyanlar da
hepimize, emekçilere; Lev Tolstoy'un, "İktidar, ancak onu
eğilip alabilme cesaretini gösterenlere verilir"; Hz.
Ali'nin, "Haksızlığa başkaldırmayanlar, ondan gelecek her
kötülüğe katlanmalıdır"; W. Goethe'nin,
"Bir insanın haklı olduğuna inanması sanıldığından daha
güçtür" uyarılarını unutturmak
istemektediler…
Onların oyununa gelinmemelidir…
27 Mayıs 2010 12:59:36, Ankara.
N O T L A R
[1] 29 Mayıs 2010 tarihinde İstanbul Özgür
Üniversite'de yapılan konuşma… Kaldıraç, No:112,
Temmuz-Ağustos 2010…
[2] Oscar Wilde.
[3] Murat Yetkin, "Darbe Sadece Asker Sorunu
mudur?", Radikal Kitap, Yıl:9, No:479, 21 Mayıs 2010, s.20.
[4] Türkiye'de yılda ortalama 3 bin 500 kişi
kayboluyor. (Meltem Yılmaz, "Yılda 3 Bin 500 Kişi Kayıp",
Cumhuriyet, 21 Mayıs 2009, s.9.)
[5] "Sadece 1988 tarihi itibarıyla 'GBT/Genel
Bilgi Toplama vb' yöntemlerle FİŞLENEN VATANDAŞ sayısının
4.800.000 kişi olduğu tahmin edilmekte ve bu fişleme bilgilerine göre
1 milyon 700 bin kişinin güvenlik soruşturmalarında hayatlarının
etkilendiği tahmin edilmektedir." (Haluk İnanıcı, "GBT=
Fişleniyorsun, Fişleniyorsunuz, Fişleniyorlar", Radikal, 16 Haziran
2009, s.15.)
[6] Jean-Claude Paye, Hukuk Devletinin Sonu, Çev:
G. Demet Lüküslü, İmge Kitabevi, 2009, s.194.
[7] yage, s.241.
[8] Francesca Cossiga, "Türk Gladiosu
Bağımsız Bir Konumdaydı", Sabah, 17 Şubat 2009, s.15.
[9] Ayşegül Sabuktay, Devletin Yasal Olmayan
Faaliyetleri, Metis Yay., 2010.
[10] Avni Özgürel, "Gündemde
Üç Film, Bir Atatürk", Radikal, 21 Mart 2010,
s.17.
[11] William Hale, Türkiye'de Ordu ve Siyaset
1789'dan Günümüze, Çeviren: Ahmet Fethi, Hil
Yay.
[12] Paul Thomas, Yabancı Politik: Marksist Devlet
Kuramına Yeniden Bakmak, Çev: İbrahim Yıldız, Dipnot Yay., 2010,
s.48.
[13] Nuray Mert, "Savaş
Çığırtkanları", Radikal, 11 Mayıs 2010, s.10.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder