"İtaat Et veya Yok
Ol"
Başbakan Çorum'da konuşuyor: "Bu
anayasal değişikliğe eğer siz 'evet'lerinizle katılmazsanız, bilesiniz
ki yarın huzurumuza geldiğinizde biz de sessiz kalırız… Burada
bitaraf olanlar yarın bertaraf olurlar. Çünkü bu ideolojik
bir yaklaşımdır." Ardından bir iftar yemeğinde
sürdürmüş: "Bu ülkeyi biz sermayenin
hegemonyasına terk etmeyeceğiz."
"Bertaraf olmak" fiilinin sözlük anlamı,
"ortadan kalkmak, yok edilmek"tir. Köşe yazarları
eleştirdiler; TÜSİAD Başkanı yakındı; ama asıl kritik soru
şudur: Siyasi iktidar nasıl olup da sermaye grupları üzerinde bu
derecede etkili bir ekonomik güce sahip olmakta; yandaşlarını ihya
etmekte; muhaliflerini yıldırabilmektedir? 1980 sonrasında Türkiye
neoliberal politikaları ithal ederken, liberal kalemler, bu yönelişi
bölüşüm sonuçları bakımından övmekteydiler. Ne
diyorlardı? "Serbest piyasa ekonomisi, devlet müdahalelerinin ve
korumacı önlemlerin rant yaratmasına da son verecektir. Bu rantlar
ortadan kalkınca gelir dağılımı da düzelecektir."
Bugün, bir başbakan özellikle sermaye çevrelerini
"itaat etmezsen yok ederim" diye tehdit edebiliyorsa, liberal
öngörünün iflas ettiği ortadadır. Nedenlerini kısaca
tartışmak istiyorum.
***
Liberallerin 1980 öncesiyle ilgili eleştirel saptamaları doğrudur: O
dönemin korumacı/müdahaleci ortamında, ithalat kotaları,
farklılaştırılmış gümrük tarifeleri, fiyat denetimleri, kredi
tahsisleri, teşvikler belli sermaye grupları lehine avantajlar,
"rantlar" oluşturmaktaydı. Ancak, o yıllarda ekonomik
bürokrasinin ana çabalarından biri, bu türlü
rantların mümkün mertebe kişiselleşmemesi idi. Bunu kısmen de
başarıyordu. Rantların oluşumu, paylaşımı siyasi iktidarın
gözettiği iş adamlarına, şirketlere değil; öncelikli
sektörlere, alanlara yönlendirilebiliyordu. Demirel ailesini
ilgilendiren "sunta/mobilya ihracatı" gibi birkaç
örnek dışında, bu yıllarda belli iş adamlarının, şirketlerin ve
siyasetçilerin bulaştığı yolsuzlukların sayısı çok
sınırlıydı.
Hızla ortaya çıktı ki "neoliberal model", eski-tür
rantların bir bölümünü ortadan kaldırmakta; fakat,
değişik alanlarda çok daha yüksek boyutlarda yepyeni vurgun,
avanta olanakları yarattı. Turgut Özal, bu süreçten
çok iyi yararlandı. Ekonomik bürokrasisinin yapısını,
bileşimini değiştirdi; yetkilerini tırpanladı. Neoliberalizme
özgü avanta türlerini keşfetti; kendisine, partisine yakın
iş çevreleri arasında keyfî olarak dağıtmanın
yöntemlerini buldu; geliştirdi. Sonraki yıllarda düzen
partilerinden oluşan koalisyon hükümetleri aynı doğrultuda
ilerlediler. "Kantarın topuzu kaçınca", Yüce Divan
siyasetçileri yargıladı. Sonuç değişmedi. Neoliberal model
adım adım ilerledikçe, iktidarla yakınlık, kapkaççı
burjuvazi için köşeyi dönmenin ön-koşulu oldu.
Bu yozlaşma Türkiye'ye özgü değildir. Neoliberalizmin
ana bayraktarı olan Dünya Bankası, kendi reçetelerinin de
katkısıyla yolsuzluk olgusunun zirveye çıktığını sonunda
farketti ve "yolsuzlukla mücadele"yi yeni gündeminin en
ön sırasına yerleştirdi.
***
Gelelim AKP'nin "bertaraf etme" ve "sermayenin
hegemonyasını reddetme" söylemlerine…
Özal'dan bu yana tüm düzen partileri, genel olarak
sermayenin lehine olan politikaları, hiç yalpalamadan
sürdürdüler; adım adım geliştirdiler. AKP de bu
çizgiyi israrla izledi; ilerletti. Başbakan, Yiğit Bulut'la
Habertürk kanalındaki söyleşisinde, bu olguyu
açıkça vurgulamış; "evet" oyunu sakınan
büyük sermaye lehine anayasada yaptıkları değişikliğe işaret
etmiş. Bu değişiklik, "yerindelik" (yani, kamu yararı)
ölçütünün idari yargı tarafından
kullanılmasının önlenmesidir. Bu ölçütün,
çok sayıda özelleştirme, kamu ihalesi, yerel yönetim
uygulamasının ertelenmesine, iptaline yol açtığını ve sermaye
çevrelerini tedirgin ettiği bilinmektedir.
Başbakan örnekleri çoğaltabilirdi. Nitekim, dış finans
çevrelerinin olası referandum sonuçlarıyla ilgili bir
değerlendirmesi, kendileri için en olumlu sonucun "açık
farkla evet" olduğunu ortaya koymuş. Zira, bu sonuç,
AKP'nin tek parti iktidarının sürdürülme
olasılığını güçlendirmektedir ve sermayenin genel
çıkarları açısından en iyi senaryo budur.
O zaman, TÜSİAD'ın ve TOBB'nin tedirginlikleri nasıl
açıklanabilir? Bir kere, AKP'nin ihya etme yöntemlerinden
dışlanan sermaye gruplarının rahatsızlığı söz konusudur. Belki
de, cezalandırma mekanizmalarının olası tehdidi daha etkili
olmaktadır.
İlhan Taşçı, Babam Sağolsun kitabında bize hatırlatıyor ki,
2002 seçimlerinden hemen sonra AKP hükümetinin
TBMM'den çıkarttığı ilk yasa, gelir vergisi
mükellefleri üzerinde "nereden buldun" sorusuyla ilgili
bir inceleme yapılmasını önlemekteydi. Bu sayede AKP'ye yakın
iş çevrelerinin kayıt-dışı kazançları denetim-dışı
kalmaktaydı. Ne var ki, yeni düzenleme, "yandaş olmayan"
sermaye grupları üzerindeki astronomik vergi cezalarının
tahripkâr bir silah olarak kullanılmasını önlemeyecekti.
Başbakan'ın "sermayenin tahakkümünü red"
söylemi, elbette temelsizdir. Ama bir parantez açalım.
Cumhuriyet tarihi boyunca devlet eliyle ihya edilmeyi bir hayat tarzı olarak
sürdürmüş olan Türkiye burjuvazisinin yozluğunu da
gözardı edemeyiz. Ve Başbakan'ın saldırısından yakınan
"serbest piyasacı" patronlara soralım:
"Başbakan'ın huzuruna niçin çıkmaktasınız?
Kendisinden neler istemektesiniz?"
Ne var ki, "itaat veya yokluk" ikilemi, sadece parazit iş
çevrelerini ilgilendirmiyor. Türkiye toplumunun tüm muhalif
çevre ve akımlarına dönük faşistçe bir özlemi
içeriyor. Özellikle Başbakan'ın "ideolojik"
olarak nitelendirdiği devrimci, sosyalist, Kemalist akımların yaşama
şanslarını ortadan kaldıran bir düzenin özlemi…
Korkut Boratav
Kaynak: href="http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/itaat-et-veya-yok-ol-32418">
sol.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder