12 Ağustos 2010 Perşembe

"Ölümsüz" İsyan(cılar) / Temel Demirer

"Ölümsüz" İsyan(cılar)
/ Temel Demirer

TEMEL DEMİRER
 
"Umuda yolculuk etmek,
gidilecek yere varmaktan
çok daha
güzeldir."[1]
 
"Her şey yalanla besleniyor," diyor Selim İleri; ne
yazık ki haklı…
"Realist olamayacak kadar kaotik bir dünyada
yaşadığımızı düşünüyorum… Dünya
büyük bir akıl hastanesi, tüm insanlık da hasta. Doktor
kimliğinde, toplumu hasta eden politikacılara ise asla
güvenilmemeli," diye ekliyor Tadashi Suzuki; o da
haklı…
Sürdürülemez kapitalist uygar(sız)lık, her şeyi
yerle yeksan edip, çürütüyor…
Çürümenin karşısına dikilmek, insanı tekrar
isyana çağırmak atılacak ilk adım; bunun için de
güçlü bir bellek tazelemesine muhtacız…
Çünkü "Çürüme, belleksizlikle
başlar…"
[2]
Bunun için şimdi yeniden anımsama, anımsatma
zamanı…
Bilim mi dediniz? Einstein'ın "izafiyet teorisi"nden
çok, barış için nasıl savaştığını
anımsamalısınız!
Sadece Einstein'daki değil, Çehov'daki isyancı
yanı görmek, sıradanlaştırılmak istenene "Hayır"
diyebilmektir…
* * * * *
XIX. yüzyıl Rusyası'nın ilk 20-30 yılından sonraki
bölümü olarak nitelenen "Rus Rönesansı"nın
önde gelen ismi; sahne için yazdığı yapıtlarla tiyatroya
damgasına vuran; 'Ivanov', 'Orman Cini',
'Martı', 'Vanya Dayı', 'Üç
Kızkardeş', 'Vişne Bahçesi'yle anılan 150
yaşındaki Anton Çehov (1860-1904) "kara gülmece
ustası" olmaktan ötede eleştirel bir itirazdır;
isyancıdır…
Toplumsal ve evrensel olana aynı anda ayna tutan Çehov, Ezgi
Ceren Kayırıcı'nın deyişiyle, "Yazardı,
düşünürdü ve aktivistti"!
Toparlarsak Çehov'un kendi üstüne
söyledikleri, hemen her şeyi özetler niteliktedir:
"İnsanlara dürüstçe söylemek istediğim tek
şey: 'Şöyle bir kendinize bakın ve hayatlarınızın ne kadar
kötü ve yavan olduğunu görün.' Asıl önemli
olan insanların bunu fark etmesi, çünkü fark ettiklerinde,
büyük olasıkla kendileri için başka ve daha iyi bir hayat
yaratacaklar. Bunu görecek kadar yaşamayacağım ama, biliyorum ki
çok daha farklı olacak, şu anki hayatlarımızdan daha farklı. Bu
farklı hayat gerçekleşmediği sürece ben de insanlara
söylemeye devam edeceğim: 'Lütfen, hayatlarınızın ne
kadar kötü ve yavan olduğunu
anlayın!'…"
* * * * *
Hayatlarının kötü ve yavan olduğunu görenlerden, bunu
değiştirme kavgası verenlerden biri de Angela
Davis'dir…
Angela'yı, kaç kişi tanır, hatırlar acaba?
O; Nikson döneminde 13 bin kişinin Vietnam savaşına karşı
çıkıyorlar diye tutuklandığı ve bir stadyumda tutulduğu bir
kesitin insanıdır…
1943 doğumludur Angela. Felsefe öğrenimi gördü.
Profesör oldu. Herbert Marcuse'un, daha sonra da Theodor
Adorno'nun öğrencileri arasında yer aldı. Almanya'da iki
yıl, Fransa'da bir yıl akademik çalışma yaptı, sonra
1967'de Amerika'ya döndü. Amerikan Komünist
Parti'sine üye oldu ve ırkçılık karşıtı eylemlere
katıldı. ABD'de devrimci mücadelenin yükseldiği
yıllardı.
1960-1965 arasında özellikle Martin Luther King'in
öldürülmesinden sonra ortaya çıkan Kara Panter Partisi
eylemlere girişti. Angela Davis, Şubat 1970'te Kara Panter Partisi
militanları Soledad Kardeşler'i Kurtarma Komitesi'ni kurdu.
Adı Ağustos 1970'de bir ölümle biten çatışma
olayına karıştırılarak tutuklanmak için aranmaya başlandı,
kısa bir süre sonra yakalandı.
ABD'de ve başka ülkelerde Kurtarma Komiteleri kuruldu.
Dünya çapında yürütülen bir kampanya
başlatıldı. Sayısız yürüyüş, toplantı ve imza
kampanyaları düzenlendi. 1970 ve 1971 yılları boyunca dünya
basınının en önemli haber konularından biri olarak gündemde
kaldı. Angela Davis'i kurtarma kampanyası dünya çapında
ilerici bir hareketlilik yarattı ve sonunda 4 Haziran 1972'de
kurtarıldı.
Felsefe profesörlüğü görevine yeniden başladı.
Komünist Partisi Merkez Komite üyesi oldu. 1980 ve 1984
seçimlerine Komünist Partisi, başkan adayı olarak Angela
Davis'i gösterdi.
Nicolas Guilien'in dizelerinde, "güzel olduğunu
söylemeye gelmedim./ biliyorum, güzelsin./ ama konu bu değil
şimdi, konu ölümünü istemeleri,/ kafatasını
istiyorlar, angela,/ jackson'un, lumumba'nın kafatasları gibi,/
büyük şef'in çadırını süslemek için./
ve biz/ gülüşünü istiyoruz senin," dediği Onun
için Sovyet kozmonot Valentina Nikoloyeva Tereshkova
da,"Sen" diyordu: "sosyalist olduğun, siyahların
haklarını savunduğun ve içinde yaşadığın ırkçı,
kapitalist sömürü düzenini yakından tanıdığın
için yargılanıyorsun, fikirlerin ve dünya
görüşün yüzünden yargılanıyorsun Angela yalnız
değilsin…"
Ondan bize "Şafakta Gelirlerse" diyen bir inat
kaldı…
* * * * *
O "inat"ın en kararlısından, hasından biri de Dr.
Hikmet Kıvılcımlı'dır…
11 Ekim, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın aramızdan ayrıldığı
gündür.
Çok şey öğrendikti Kıvılcımlı'dan…
1902 Priştina doğumlu, Balkan Savaşları sırasında gelip
Aydın'ın Kuşadası ilçesine yerleşen göçmen bir
ailenin çocuğudur.
Daha çocuk denecek yaşta, 17 yaşında, Ege'de Yunan
İşgaline karşı verdiği çete savaşlarına fiilen katılmış ve
Köyceğiz Direniş Komutanlığı'na atanmış olan genç
Hikmet daha sonra sınavla Tıbbiye'yi kazanmış, bilahare de
Türkiye Komünist Partisi'ne üye olmuş ve Merkez
Komitesi üyeliği ile Gençlik Kolları Başkanlığı'na
getirilmiştir.
1925'teki Komünist Tevkifatı'nda yakalanmış,
yaptığı savunma ile 4 ay hapisle cezalandırılmıştır. TKP Başkanı
Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Gençlik Kolları Başkanı Dr.
Hikmet'in mahkemedeki o savunmasından sitayişle söz eder
Kominterin'e yazdığı mektuplarında.
Sonra 1929 İzmir tevkifatı… İzmir'de başlayan
tutuklamalarda Dr. Hikmet yine ilk tutuklananlardandı. Laz İsmail ve
birçok genç işçi emekçi ile
birlikte…
İzmir Mahkemesi Yargıcı, Dr. Hikmet ve Laz İsmail'i dört
buçuk seneye, diğer sanıkları da daha az süreli cezalara
çarptırır. Usüldendir, her mahkûm edilene son
sözü sorulur her mahkûm son sözü söyler.
Doktor Hikmet ise, kahverengi şapkasını giyerek, büyük bir
soğukkanlılıkla: "Dört buçuk sene bir kızıl
profesör olmaya yeter; hepimiz çıkarken Kızıl bir
profesör olarak çıkacağız" demiş ve
gülmüştür.
Daha sonra bir aftan yararlanarak özgürlüğüne
kavuşur. Bu yıllarda parti adına yayımladığı Kıvılcım dergisinin
adını kendine soyadı kabul eder. Kıvılcım dergisi adını
Lenin'in Iskra'sından (Kıvılcım) almıştır.
1935 yılında Marksizm Bibliyoteği ve Emekçiler
Kütüphanesi'ni kurmuştur. Bu çerçevede
yayımladığı kitaplar üzerindeki baskıların şiddetlenmesine yol
açar. 1938 yılında "Donanma Davası"ndan tekrar
tutuklanır, savcıya ellerinde delil olmadığını söylediğinde şu
karşılığı alır: "Biz, Dr. Hikmet için delil arayacak kadar
saf değiliz!" Dava sonunda yayımladığı "kitapların
erbaşlar tarafından okunup benimsendiğinden ve bu hâl ileride
Donanmanın disiplinini sarsıcı mahiyette görülmüş
olduğundan, kanaat'i vicdaniye'i tamme ile..." 15 yıl
hapis cezası alır, 12 yıl yatar.
7 Ekim 1954'te Vatan Partisi'ni kurar ve
"Vatandaş" gazetesini yayımlamaya başlar. 1957
seçimlerine hazırlanırken İstanbul'da düzenlenen, ilgi
uyandıran seçim mitinglerinden rahatsız olan Menderes
hükümetinin emri üzerine Vatan Partisi kapatılır.
Yöneticileri işkenceden geçirilir, tutuklanır.
Kıvılcımlı 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları'nı
kurmuş, 1967 yılında da Sosyalist Gazetesi'ni yayımlamaya
başlamıştır. 1960'lı yılların sonunda Türk Solu ve
Aydınlık dergilerinde yazıları yayımlanmıştır. Marksizmin kuram ve
pratiğine ilişkin 38 kitabı bulunan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın
yaşamının 22 yılı cezaevlerinde geçmiştir. O hem bir
düşün adamı, hem kararlı bir örgütçü, hem
de egemenler karşısında dik duruşundan hiç ödün
vermemiş bir sosyalizm neferidir.[3]
Sosyalist hareketin tarihsel birikimi içinde ayrıcalıklı
bir yerde duran, sosyalist hareketin kuruluş ve gelişim yıllarının
canlı bir tanığı ve aktif bir öğesi olan Dr. Hikmet
Kıvılcımlı'nın yaşamı -bir kez daha tekrarlayayım- hepimiz ve
herkes için öğreticidir…
Kolay mı? Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın sergilediği
devrimci-komünist tutumu, mahkeme belgeleriyle, döneme ait
tanıklıklarla gözler önündedir; öğretici ve yol
açıcıdır…
* * * * *
Kapitalizm tarihi boyunca dünyanın hemen her ülkesinde
olduğu gibi Türkiye'de de kadın işçiler erkek
işçilerle beraber sömürüye ve zulme karşı koydular.
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi'nde, 77 1
Mayıs'ında, 12 Eylül darbesine karşı direnirken, Netaş
Grevi'nde, 1989 Bahar Eylemleri'nde, Zonguldak madencilerinin
direnişinde, kamu çalışanlarının sendikal
mücadelesinde...
Kısaca her daim kadın ve erkek işçiler kol kola kapitalizme
karşı mücadele ettiler. Bu mücadele tarihinde Türkiye
Komünist Partisi ve onun kadın militanlarının da önemli bir yeri
var. Kemalist diktatörlüğe karşı mücadele ediyordu
TKP'li kadın işçiler. O mücadeleci kadın
işçilerden biri de Zehra Kosova'ydı…
Zehra Kosova bir tütün işçisiydi;
tütüncülerdendi… Tütüncülerin
çoğu, "mübadele" sonucu Yunanistan'dan
Türkiye'ye gelmişlerdi. İşçi sınıfına
bağlılıkları ve mücadeleyi geliştirmede üstlendikleri
görevlerle örnek olmuşlardı. Sendikal haklar, 8 saatlik
işgünü, grev vb. haklar için daima ön plandaydılar ve
"Biz daha Yunanistan'da iken Yunanlı işçilerle
dayanışma içinde olarak katılmıştık harekete.
Türkiye'ye göç edince de bu bilincimizi koruduk. Biz
oldukça kalabalık bir gruptuk ve en az yüzde yirmi beşimiz
bilinçli durumdaydık. Aileler de çok aktifti. Diyebilirim ki,
en militan kesim tütüncüler içinden
çıkmıştır. Ve işçi sınıfını bir dönem adeta biz
temsil ediyorduk,"[4] derdi O…
Altı kişilik ailenin üçüncü çocuğu
olarak 1910 yılında Kavala'da doğdu. Zehra Kosova Lozan
Antlaşmasının ardından, Türkiye'deki Rumlarla
Yunanistan'daki Türkler mübadeleye tâbi
tutulmuşlardı. Kosova ailesi de bu zorunlu göç neticesinde
Tokat'a yerleştirildi.
Kosova ailesi 1930 yılında Erbaa'ya göç eder. 1931
yılının Mart ayında ise Zehra İstanbul'a, abisinin yanına
çalışmaya gelir.
Sonrasına ilişkin de şunları der:
"1930-1933 senesinde bütün dünyada iktisadi durum
çok kötü idi. İşçi sınıfı açlık,
hastalık ve sefalet içindeydi. Fakir kitlelere bu felaket sanki bir
inme gibi çökmüştü."
"Ama ben direnecek, hayatımı namuslu, emeği ile yaşayan bir
insan olarak sürdürecektim. Bunda da kararlıydım."
"Bütün bu açlık, yoksulluk, zor yaşama
koşulları bana bir şeyler anlatıyordu."
"O yıl yani 1933'te bu düzenin çarkının
nasıl döndüğünü daha rahat anlamaya
başlamıştım."
Artık sınıfımızın bilinçli bir parçası olma,
örgütlenme zamanıydı…
1934'ün son aylarında TKP tarafından eğitim için
Rusya'ya gönderilmesine ilişkin olarak, "Nereye gidiyordum?
Ne için yapıyordum tüm bunları? Geride bıraktığım yaşlı
bir kadın, annem ve on yaşında bir kız kardeşim vardı, ikisinin de
benden başka kimseleri yok. Ama bu ülkede onlar gibi binlerce insan
hatta daha kötü durumda olanlar vardı. Artık kafamda idealim,
inançlarım ve insanlar için daha güzel bir dünya
özlemi vardı," diyordu…
8 Mart 1935 Dünya Emekçi Kadınlar Gününde
evlenir. İki yıl eğitim gördüğü Rusya'dan 1937
yılında geri döner. Ardından da mücadele dolu yıllar ve
işkence, mahpusluk başlar...
1946'larda Sansaryan Han'a doldurulanlardandır bir
broşür nedeniyle tutuklanan Zehra Kosova da…
"Rüştü ve diğer polis sürekli vuruyorlardı. Bu
sırada bazı kâğıtları imzalamamı istediler, ben reddettim. Daha
sonra odaya giren iki polis beni yere yatırdı. Ayaklarımı kaldırarak,
falakaya taktılar. Rüştü tekrar imzalayıp imzalamayacağımı
sordu. 'Hayır' dedim. Cevabımı duyan polisler vurmaya
başladı. Çok acı çekiyordum. Tekrar sordular, ben
bağırarak 'hayır' dedim. Yeniden başladılar. Ama artık
sayamıyordum. Bir, iki, üç, dört... sayamıyordum artık.
Zaten sonrasını bilmiyorum, kendimden geçmişim. Beni
sürükleyerek hücreme götürdüler, yere
bıraktılar, öylece kalmışım. Kendime geldiğimde tabanlarımın
patladığını, kan içinde kaldığımı
gördüm."
"Başarmıştım, direnmiş, polise teslim olmamıştım. Eve
döndüğümde kollarım ve sırtımda çürükler
oluşmuştu, ayrıca ameliyatlı olan kulağım da
patlamıştı."
1951 TKP tutuklamalarında Zehra Kosova da TKP üyeliğinden
hapsedilir. On dört ay tutuklu kalır.
"TKP'nin önde gelen kişilerinin cezaları
kesinleşmiş, çeşitli hapishanelerde yatmaya başlamışlardı.
Tabii bunun arkasından sürgün cezaları vb. gelecekti. Ben de boş
durmuyordum," diyen Zehra Kosova, 1954'te Dr. Hikmet
Kıvılcımlı'nın örgütlediği Vatan Partisine girer. Bu
partinin kurucularının çoğu zaten arkadaşıdır.
"1957'yi 58'e bağlayan gece polisler kapımı
çalarak bir saatliğine karakola gelmemi buyurdular. Güldüm
ve kızım Esma'ya sen bakma bunlar yarım saatliğine
götürür, senelerce tutuklar dedim ve polis cipine binerek
birinci şubeye gittik. … İşkenceler sonucu çok ağır kanama
geçirdim. Ölmemi bekleyerek hücreye koydular. On altı ay
hapiste kaldım," der…
18 Ağustos 2001 yılında, 90 yaşındayken aramızdan ayrılan
Zehra Kosova yoldaş(ımız), mücadele azminden hiçbir şey
kaybetmeden sürdürdüğü yaşamının son günlerinde
şunları demişti:
"Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını,
fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir
hayata ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği,
sömürülmeyeceği bir dünyanın özlemiyle yaşadım.
Bugün de doksan yıla yaklaşan ömrümle aynı özlemi
taşıyorum…
"Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar
çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim. Sosyalizm
için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım,
işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli
yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla
boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün
olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki
de...
"Bugün de işkence görenler var, bugün de
inançları uğruna her şeyi göze alanlar var, bu sadece
Türkiye'
de değil, birçok ülkede öyle.
Daha henüz bir şey bitmedi, söylenecek son söz de
söylenmedi. Belki ben ve benim gibi hayatının son basamaklarına
dayanmış kişiler için noktayı koymak gerekir ama insanlığın
tarihinde, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman
için yeni sayfalar açılacak ve buralara bizim gibi binlerce
insanın hikâyesi yazılacaktır."
[5]
* * * * *
"Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır," diyen Behice
Boran da, Zehra Kosova'daki direnci yaşatanlardandı…
Sosyalist-komünist hareketinin tarihinde, aynı zamanda
Türkiye'nin siyasal tarihinde tarihi kişilik olmuş bir isimdi ve
düşündüğü gibi yaşayandı O…
1 Mayıs 1910'da Bursa'da doğan Behice Boran, sadece
sosyalist bir lider değil, aynı zamanda Türkiye'nin ilk kadın
sosyoloğu, ilk kadın parti başkanı ve 1960'lar, 70'ler
Türkiyesi'nin yurtsever aydın gençleri için,
direnmenin sembolü idi. 1 Mayıs 1910'da Bursa'da doğan
Boran, ABD'de Michigan Üniversitesi'nde sosyoloji
doktorasını tamamladıktan sonra 1939'da Türkiye'ye
döndü ve AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne
doçent olarak atandı. Boran 1948'de siyasal
görüşleri yüzünden Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes
ile birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı.. 1950'de
kurucuları arasında yer aldığı Barışseverler Cemiyeti'nin ilk
genel başkanı seçildi. Cemiyet, Menderes hükümetinin
Kore'ye asker göndermesini kınayan bir bildiri yayımlayınca,
kapatıldı ve Boran 15 ay hapis cezasına çarptırıldı.
1962'de Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP)
üye oldu. 1965 seçimlerinde Urfa milletvekili seçildi. 12
Mart Darbesi TİP'i kapatırken Behice Boran genel başkanlık
görevindeydi. Merkez yönetim kurulu üyeleriyle birlikte
yargılandı. 15 yıl ağır hapse mahkûm edildi. 1974'te genel
aftan yararlandı. Kapatılan TİP'in 1 Mayıs 1975 yılında yeniden
kurulmasıyla genel başkan görevine getirildi. 1 Mayıs 1979'da
İstanbul'da 1 Mayıs'ın yasaklanması ve sıkıyönetimce
sokağa çıkma yasağı konmasını protesto ederek parti
yönetici üyeleri ile birlikte 1 Mayıs Alanı'na doğru
yürüyüşe geçti. Sıkıyönetim tarafından
tutuklandı ve hapis cezasına çarptırıldı. 12 Eylül
1980'den sonra yurtdışına çıkan Boran, 10 Ekim 1987'de
Brüksel'de öldü.
14 Mayıs 1976 gecesi İstanbul Sergi Sarayı'nda düzenlenen
Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi'nde şu sözleri
söylüyordu: "Bugün dünyada mücadele aynı
düşmana karşı verilmektedir. Vietnam'da, Angola'da,
Şili'de, Türkiye'de aynı düşmana karşı savaş
verilmiştir ve verilmektedir. Yerli faşizmler ise emperyalizmin
ortaklarıdır. Faşizm ve emperyalizm bir madalyonun dışa ve içe
dönük iki yüzü gibidir. Tüm dünyada emperyalizm
tek ve bir bütündür. Faşizm de tek ve
bütündür. Faşizme ve emperyalizme karşı halkların,
işçi sınıfının, emekçi kitlelerin verdiği mücadele
de tek ve bütündür"…
Ve bir bilim eylemcisiydi Behice Boran… "Sabrın, inadın
ve mücadeleni adı"ydı… "Bir uzun
yürüyüşün en soluklu
devrimcisi"ydi…[6]
Boran'ın Marksizmle kesişen yolu, TKP sonrasında
Türkiye İşçi Partisi'yle bütünleştir;
nihayetinde O "son" nefesine dek kararlılık ve inançla,
"Selam olsun dünyanın ve Türkiye'nin aydınlık
geleceğine" diye haykırır...
* * * * *
Ve her daim "Kerem Gibi" diye anılmayı hak eden
Nâzım Hikmet…
Turgay Fişekçi'nin, "Nâzım Hikmet,
yaşadığı çağda sosyalizm düşüncesinin insancıl,
özgürlükçü içeriğini derinden
kavrayabilmiş az sayıdaki aydından biriydi," diye betimlediği O;
her şeyin hızla eskitildiği, tüketildiği günümüzde,
diri ve ayakta tutulması yani üzerine düşünülmesi,
düşündürülmesi gereken önemli bir
simge…
Kolay mı? Hapiste kumaş dokuyarak kazandığı on beş liranın beş
lirasını eşi Piraye'ye, beş lirasını Malatya Cezaevi'nde
yatan arkadaşı Kemal Tahir'e gönderen; yurtdışı yıllarında
kazandıklarını genç Sovyet ozanları, ressamlarıyla paylaşırken
alınteri yapıtlarının gelirinin dörtte birini Türkiye
Komünist Partisi'ne bağışlayan bir insandı, komünistti
Nâzım Hikmet…
"Adı" bir "köprü"ye teklif edilmenin
de ötesinde[7] temsil ettiği değerlerle, anılmayı hak
etti O; Hüseyin Can'ın "haksız
itirazları"na[8] karşın; yeryüzünü
kucaklayan evrenselliğiyle…
* * * * *
Tıpkı yoldaşı Nail V. Çakırhan gibi…
"Geleneksel mimarinin şairi' yaşama ve çevreye
'devrimci bağlılığın' simgesi"[9] ya da
"mimarinin şairi"[10] diye anılan Nail V.
Çakırhan için Can Yücel de şu dizeleri kaleme
almıştı:
"Yüksek mimardan geçilmeyen bu ülkede/
Yüksek olmayan mimar/ Bir tek Sinan var diyordum/ Bir ikincisi var/
Yüksek olmayan mimar/ Nail V./ Yüksekler, yüksekten atıp/
kendilerini/ Çatlasınlar patlasınlar…"
Nâzım'la dostluğu olan Nail V. Çakırhan,
TKP'liydi; halk, eşitlik, doğruluk uğruna yıllarca hapislerde
yattı...
Halet'e (Çambel); şu dizeleri kaleme aldığı kadına
aşık oldu:
"Kimi der ki kadın/ Uzun kış gecelerinde/ Serip bir döşek
gibi/ Yatmak içindir/
Kimi der ki kadın/ Yeşil bir harman yerinde/ Dokuz zilli bir
köçek gibi/ Oynatmak içindir/
Ne bu ne şu/ Ne öyle ne böyle/ Ne döşek ne
köçek O benim/ Kollarım, bacaklarım, dudaklarım ve
başımdır/
Yavrum, anam, öz kardeşim/ Karım/ Kavga
arkadaşımdır."
* * * * *
Ve "faili (belli) meçhul" cinayetlerde
yitirdiklerimizden Sabahattin Ali...
Hani kızı Filiz Ali'nin, "Babamı hâlâ kimin
öldürttüğü bilinmiyor ki, kim özür
dileyecek... Hayatı 41 yaşında elinden alındıktan sonra dilense ne
olacak," dediği…
Hani, 22 Temmuz 1980 günü sabah 09.40'ta kiralık
katillerinin kurşunlarına hedef olarak arabanın içine yığılıp
can veren, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
Genel Başkanı ve Türkiye Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal
Türkler gibi…
"Ne ilginç bir rastlantı ki kendi kullandığı
kurşungeçirmez cipi 15 gün önce onarıma alınmış ve
zıpkın gibi hiç yanından ayrılmayan POL-DER'li koruması da
yine o günlerde değiştirilmişti"[11]
katledildiği gün…
1926 yılında Denizli'de doğan Türkler
yükseköğrenim için geldiği İstanbul'da hukuk
fakültesine girdi. Yükseköğrenimle birlikte sendikacılığa
da ilk adımını attı. 1951 yılında Demir ve Madeni Eşya
İşçileri Sendikası'na girdi ve bu sendikanın 13 Eylül
1953'te yapılan ilk genel kurulunda şube yönetim kuruluna daha
sonra da, 16 Eylül 1954'te adı Türkiye Maden-İş Sendikası
olarak değiştirilen sendikanın genel başkanlığına getirildi.
Maden-İş'in gelişmesi, Türkiye ölçeğinde
örgütlenmesi çalışmalarına önderlik eden
Türkler ölene değin bu sendikanın başkanlığını
üstlendi.
Kemal Türkler, işçi sınıfı için verdiği sendikal
savaşımı siyasal çalışmalarla da taçlandıran ender
işçi önderlerinden biri olarak geçti tarihe. 13 Şubat
1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi kurucusu oldu ve
genel başkan yardımcılığını yaptı, bu partinin 1971'de
kapatılmasına değin genel yönetim kurulu üyeliğinde
bulundu.
Adına destanlar yazılan Kavel grevi başta olmak üzere
birçok işçi grev ve direnişlerinde görev ve
sorumluluklar alan Kemal Türkler, Türkiye işçi
sınıfının tarihindeki en büyük toplu direnişi olan 15/16
Haziran eylemlerine de öncülük etti ve bu nedenle
tutuklandı.
Kemal Türkler, 1960'lara değin gelen ve genellikle sarı
sendikacılık olarak tanımlanan anlayışa karşı verilen savaşımın
içinde de etkin olarak yer aldı. Özellikle
Türk-İş'in işçi eylemlerine karşı gösterdiği
olumsuz tutuma karşı çıkarak DİSK'in 13 Şubat
1967'deki kuruluşuna önderlik etti ve bu konfederasyonun genel
başkanı oldu.
Türkiye işçi sınıfının sendikal hareketi DİSK ve Kemal
Türkler'le yeni bir niteliğe bürünüyor yeni bir
kimlik kazanıyordu. İşçi sınıfının ekonomik, demokratik hak ve
özgürlükler için verdiği savaşım "sınıf ve
kitle sendikacılığı" temelinde daha köklü boyutlar
alıyordu.
1 Mayıslar, ilk kez onun başkanlığında ve DİSK'in
öncülüğünde işçi sınıfının birlik,
dayanışma ve savaşım günü olarak alanlara taşınıyordu.
* * * * *
30 Aralık 1994 akşamı Taksim'deki The Marmara Oteli'nde
patlayan bomba Onat Kutlar ile arkeolog Yasemin Cebenoyan'ın ağır
yaralanmasına yol açarken, Cebenoyan olay yerinde yaşamını
yitirmiş, Kutlar da tüm çabalara karşın kurtarılamamış, 11
Ocak 1995 günü aramızdan ayrılmıştı…
Işıl Özgentürk'ün, "Savaşçı ve
asla ödün vermeyen, hoşgörülü ama inatçı
bir derviş"; Ali Özgentürk'ün, "Çok
iyi bir sosyalist"; Demir Özlü'nün, "Hem
hakiki bir insandı, hem de hakiki bir entelektüel," diye
betimledikleri "Onat Kutlar, kültür dünyamızın en
renkli kişiliklerinden biriydi.
Bu renklilik yalnızca edebiyatın türlü alanlarında
ürünler vermesi, kültür kurumlarında çok
başarılı yöneticilikler yapmasıyla sınırlı değildi. Antep
insanlarına özgü o bulunmaz insan sıcaklığını hep
yüzünde taşır, bunu çevresine büyük bir
hünerle yaymayı bilirdi. Ağız dolusu, gürültüyle
gülmeyi, Şili ile Dayanışma Gecesi'ndeki gibi binlerce kişi
önünde, "Pinochet ve köpekleri!" diye başlayıp
yüksek sesle sövmeyi bilen ender
insanlardandı."[12]
Hukuk, felsefe, kültür ve sanata adanan yaşamdı Onun
ki...
Ya da eşi Filiz Kutlar'ın ifade ettiği gibi, "Çok
yönlü bir insandı."
Ve Asiya hanım ile yargıç Ali Rıza Kutlar'ın oğlu olan
Onat Kutlar 1936 yılında Alanya'da doğdu.
Üç isim verildi ona: Mehmet Arif Onat. İlk ve orta
öğrenimini, yazın hayatında önemli bir yeri olacak
Gaziantep'te yaptı. Gaziantep Lisesi'ni bitirdikten sonra
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdi. Ancak bir yıl
sonra akademiden ayrılarak İÜ Hukuk Fakültesi'ne girdi
(yargıç olan babasının bunda ne kadar etkisi var bilinmez).
Ancak hukuk öğrencisiyken son dersinin sınavına girmeyerek
fakülteyi yarım bırakıp Paris Üniversitesi'ne felsefe
okumaya gitti. Ancak bu okulu da bitirmeden Türkiye'ye
döndü. Onat Kutlar hayatı bilgi ile yönlendirmeye
çalışanlardandı. Sanata, hukuka ve felsefeye meyl edişinden
anlaşılmalıydı belki de hem hikâyeci hem şair hem de sinemacı
olacağı. Koltuğunun altında çok karpuz taşıyanlardandı.
50'li yılları epey faal bir şekilde geçirdi Onat Kutlar.
1956'da a dergisinin kuruluşunda yer aldı ve dergide yazarlık
yaptı. Paris'ten döndüğünde dergiciliğe bir adım
daha yaklaşarak Doğan Kardeş dergisinin yayın sekreterliğini
üstlendi.
Ardından Sinematek Derneği'ni kurdu. Kutlar ile yolları
kesişen Sevin Okyay o yılları şöyle hatırlayacaktı: "Bizler
için, sinemayı genelde Türkiye hudutları dahilinde tanımak
durumunda olanlar için, tayin edici bir adım attı.
Arkadaşlarıyla birlikte, 1965'te Türk Sinematek
Derneği'ni kurdu. Kutlar'ın sinemacılığı bununla kısıtlı
kalmadı elbette. Kuruluşundan itibaren İstanbul Film Festivali
düzenleme kurulu, 198l'den ölümüne kadar İstanbul
Kültür Sanat Vakfı yönetim ve icra kurulu üyesiydi.
Yusuf ile Kenan, Hazal ve Hakkâri'de Bir Mevsim'in
ödüllü senaryolarını da Onat Kutlar'ın yazdığını
tam da burada hatırlatmak gerekir.
Sinemacılığından bahsederken onun edebiyat adamlığını es
geçmemeli. Bana kalırsa Onat Kutlar'ın beslendiği asıl
kaynak edebiyattı. Kutlar'ın, edebiyata şiirle başladığı
söylenebilir. Şiirlerini ilk olarak Gaziantep'teki dergilerde
yayımladı. 1952'de Volan Kayışı adlı ilk öyküsü
Seçilmiş Hikâyler adlı dergide yayımlandı.
Yıllar geçtikçe öykülerini ve yazıları
'Meydan', 'Yeni a',
'Yürüyüş', 'Milliyet Sanat' ve
'Gösteri' dergileri ile 'Cumhuriyet' gazetesinde
yayımlandı. Henüz yirmi üç yaşında yayımlandığı
'İshak' ise şüphesiz yazarın akıllara mıhlanan kitabı
oldu. Dönemin önemli edebiyat adamları kitabı son zamanların bir
lütuf olarak değerlendirdi adeta. Kutlar'ın üreticiliği
'İshak' ile sınırlı kalmadı. 'Pera'lı Bir Aşk
İçin Divan', 'Unutulmuş Kent', 'Unutulmuş
Kent ve Çeviri Şiirler', 'Yeter ki Kararmasın',
'Bahar İsyancıdır', 'Gündemdeki
Sanatçı', 'Gündemdeki Konu', 'Sinema
Yazıları' da yazarın diğer kitaplarıdır.
50 Kuşağı'nın önemli yazarlarından Onat Kutlar ve diğer
yazarları için bakın Semih Gümüş ne diyor: "1950
Kuşağı olmasaydı, bugün edebiyatımızın çehresi biraz daha
farklı, denebilir ki şimdikinden daha eksikli olurdu. Üstelik o
gün egemen anlayışın dışına çıktığı için
yadırganan, toplumsal hareketlerin hararetini yitirmeyen doğrultularına
karşın kendi bağımsız kişiliğini koruyan, dolayısıyla kalıcı
olmuş bu kuşağın yarattığı artı değer o denli yüksektir ki,
onun çağdaş Türk edebiyatının toplumsal ve kültürel
değişim dönemleri içinden çıkmış bütün
kuşaklar arasındaki en önemli kuşak olduğu da öne
sürülebilir."[13]
İlhan Selçuk'un, Kutlar'ın
'Gündemdeki Konu' başlıklı kitabına yazdığı
'önsöz'de söyledikleriyle noktalayalım,
O'na dair diyeceklerimizi:: "Onat Kutlar omurgalı bir yazardı,
belkemiğinden yoksun sürüngenlerden değildi..."
* * * * *
"Omurgalı" olmak; "dik durmak" insan
olmanın; Onat ya da "Orada her şeyin sona erdiği ve her şeyin
başladığı yerde, yürekli olan şarkı her zaman yeni kalacak!"
diye haykıran Victor Jara gibi olmanın 'olmazsa
olmazlığı'ydı; sınandığı ve kanıtlandığı
üzere…
Takvimler 11 Eylül 1973'ü gösterdiğinde Şili,
Salvador Allende'ye karşı girişilen ve taşeron Pinochet'yi
1990'a kadar iktidarda tutacak darbeye tanıklık etti…
ABD Başkanı Nixon'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı ve daha
sonra da Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger'in,
"İnsanının huzursuzluğu yüzünden bir ülkenin
komünist olmasına seyirci kalamayız. Sorunlar, Şilili seçmenin
kararına bırakılamayacak kadar önemlidir," diyerek
örgütlediği bir darbenin kurban(lar)ından Victor Jara'nın,
şarkı(lar)ı "yarım" mı kaldı? Ben hayır
diyen(lerden)im…
O her isyan çığlığında yaşıyor; çoğalıyor;
tamamlanarak büyüyor…
Yine Kissinger'ın, 5 Kasım 1970 tarihli raporunda
Şili'yle ilgili aynen şu ifade yer alıyordu:
"Allende'nin iktidara gelmesi Güney Amerika'da
başımıza gelen en büyük sorunlardan biri…"
Sonradan ülkeyi açık hava işkencehanesine çevirecek
darbe, işte o günlerde tasarlanır. Amerikan gizli servisinin Şilili
yandaşları, Allende'yi devirmek amacıyla ülkede o güne
kadar görülmemiş yoğunlukta bir çalışma başlatır. 16
Ekim 1970 tarihli CIA raporu da bunun en açık
göstergesidir.
"Venceremos/ Kazanacağız!" diye haykıran Victor Jara, o
günlerin kurbanlarındandır…
1973'te, Ağustos'un son günlerinde yazdığı
şarkı ise, vasiyet niteliğindedir: "(…) Şarkı
söylerim/ çünkü gitarımın hem aklı var hem duygusu/
topraktandır yüreği/ ve güvercin kanatlıdır/ (…)
gitarım zenginler için değil/ (…) şarkım merdivenidir/
yıldızlara ulaşmaya kurduğumuz/ (…) şarkım bu daracık ülke
için/ toprağın ta derinlerinde/ orada dinlenir her şey/ ve orada
başlar/ cesur şarkı dediğin/ hep yeni kalacaktır."
"Marksizm kanserini yok etme" amacıyla düzenlenen
darbe gerçekleştiği 11 Eylül günü Victor
Jara'nın adının verildiği Ulusal Şili Stadyumu'nda
katledilir 23 Eylül 1932 doğumlu ölümsüz
ozan…
Estadio Nacional de Chile'de "Beş Bin Kişiyiz
Burada"yı, "Ne zor şarkı söylemek/ Dehşetin
şarkısını söylemek zorunda kalınca./ Yaşadığım dehşetin/
Ölmeye durduğum dehşetin./ Görmek kendimi bunca insanın ve/
Bunca sonsuzluk anının arasında/ Sessizlik ve çığlıkların/
Şarkımın sonunu getirdiği./ Gördüğümü daha önce
hiç görmemiştim/ Önce ve şimdi hissettiklerim/ Doğurtacak
anı" diye "son" nefesinde haykırarak…
* * * * *
Şarkı söylemek deyince… 68 Paris barikatlarının
tanıdık siması, Türkiye müzik tarihinin en nevi şahsına
münhasır isimlerinden Tülay German'ı
unutamayız...
O, 60'lı yılların hemen başında 'Burçak
Tarlası' ile büyük sükse yapmış,
ününün doruğundayken Türkiye'yi terk ederek
Paris'e yerleşmişti.
Tülay German tarihindeki başarılar saymakla bitecek gibi
değildi… 1964'te Yugoslavya'da yapılan Balkan Melodileri
Festivali'nde 'Millî Orkestra'nın solistlerinden
biri olarak Türkiye'yi temsil etti. 'Burçak
Tarlası', bu festivalde büyük beğeni kazanınca memlekete
döner dönmez Doruk Onatkut düzenlemesiyle plağa alındı ve
çok sattı. İkinci plak 'Kızılcıklar Oldu mu?', bunu
takiben çıktı. Arka yüzündeki 'Yarının
Şarkısı', 1965'te yapılan seçimlerde Türkiye
İşçi Partisi'nin propaganda şarkısı oldu ve TİP bu
seçimlerde TBMM'ye 15 milletvekili soktu.
Tülay German sonrasında da türküler söylemeye devam
etti. Türkü söylemeyi Ruhi Su'dan öğrendi ve zaman
zaman onunla aynı sahneyi paylaştı. Memleket pop müziği, o
dönemde twist-cha cha-rock'n'roll hattında seyrederken
German'ın müdahalesiyle rota Anadolu'ya döndü.
Sonradan Anadolu-pop adını alacak türün ilk çalışmaları
German'ın Buri ile yaptığı plaklar oldu.
Erdem Buri, genç şarkıcının hayatında önemli bir
figür. O güne dek dünya nimetlerinden ziyadesiyle yararlanan,
elindekini har vurup harman savuran German, 1962'de entelektüel
Buri ile tanışınca hayatını bir anda değiştirdi: "Sevdim,
sevildim ve hem şarkıcı hem de başka bir insan oldum" sözleri,
bu tanışmanın ona kattıklarını özetliyor.
Tülay German'ın henüz dört yaşındayken
söylediği ilk şarkı 'Gurbet elde kimsesizim, buna sebep
yâr oldu'. Yâriyle gittiği gurbet ellerde 58 yaşında
kimsesiz kalmasının nedeni ise Erdem Buri'nin ölümü.
Ancak bu kimsesizliğin 'yalnızlık' anlamında algılanmaması
gerekiyor çünkü German-Buri çiftinin evi
Paris'te Türkiye'den gelenlerin uğrak yeriydi.
Erdem Buri, 1993'te öldü. Tülay German, onun
ölümüyle müziğe küstü ama onunla yaşadığı
Paris'i terk etmedi. Birlikte yaptıkları çalışmalar ona
dünya çapında büyük bir ün kazandırmıştı.
Charles Aznavour, Leo Ferre, Gilberto Gil, Antonio Carlos Jobim, The Moody
Blues gibi mühim müzisyenlerle aynı sahneyi
paylaşmıştı…
* * * * *
Tuncel Kurtiz'in, "Sinemamızın Gorki'siydi"
diye betimlediği Yılmaz Güney, hiç unutmamamız gereken bir ses
tonuyla şunları demişti:
"Sorunun esası şudur: Ya devrim yolunu seçeceğiz...
ya da bu düzenin baskılarına; haksızlıklarına boyun eğerek, şu ya
da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu
çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir.
(…) Mücadelede tarafsızlık olmaz. Biz tarafız ve devrimin
emrettiği sorumluluk ve görevleri harfiyen yerine getirmekle
yükümlüyüz..."
"Toplumumuz da, günden güne berraklaşan bu saflaşma
süreci içindedir. Biliyoruz ki, insanlık tarihi sınıfların
mücadeleleri tarihidir. Tarihin itici gücü halklardır.
Ya ezilen halkların ve sınıfların fedakâr, yiğit,
bilinçli, unutulmaz savaşçıları olarak, bilinen-bilinmeyen
kahramanları olarak tarihe geçeriz... Ya da halk düşmanları
olarak, nefretle anılarak tarihin kara sayfalarına, tarihin
çöplüğüne. Ya anamıza, babamıza, karımıza ve
çocuklarımıza, bizden sonraki kuşaklara şerefli insanların
mirasını bırakırız... Ya da onların, yakınlarımızın, uzun bir
süre utanacakları, hatırladıkça yüzlerini kızartacak
acı bir miras. Biz, çocuklarımıza şerefli, onurlu bir miras
bırakmalıyız…"
Yılmaz Güney'imizi 9 Eylül 1984 yılında
yitirmiştik. O da memleket hasretiyle göçenlerdendi,
Nâzım gibi, Sümeyra gibi...
Tarık Akan'ın, "Yılmaz Güney'in yaşamına
bakıldığı zaman toplumu için, ülkesi için çok
şey yapmak istediği ve yaptığı görülür. Bunu sinema
sanatıyla tüm dünyaya iletti"; Şerif Sezer'in,
"O sadece daha adil bir dünya istiyordu. Adalet, eşitlik ve
özgürlük istiyordu; o yüzden 'tehlikeli'ydi,
susturulmalıydı. Ona dünyayı dar ettiler," dediği Yılmaz
Güney aramızdan ayrıldığı 9 Eylül… Ünlü
Fransız şair Mallermé, düşünür Lacan ve daha
nicelerinin de ayrılık günüydü … Ayrıca
Tolstoy'dan Tezer Özlü'ye kadar pek çok
yazarın, düşünürün de doğum
günüydü…
Hem devrimci hem sanatçı hem de Çirkin Kral... Hepsi de
aynı kişi, hepsi Yılmaz Güney. Yani kimilerinin yakından kimilerinin
de (özellikle gençlerin) kulaktan dolma bilgilerle tanıdığı,
öykü yazarı, senarist, oyuncu, yönetmen ve bir devrimci
olarak hem yerel hem de dünya sinemasının önemli ismi, Cannes
ödüllü, filmleri Türkiye'de yıllar sonra
gösterime giren Yılmaz Güney'di…
Görünen odur ki 9 Eylül 1985'teki
ölümünün üzerinden 25 yıl geçse de gerek
oynadığı, yönettiği, senaryosunu yazıp yapımcılığını
üstlendiği filmleri, gerek siyasal mücadelesi ve gerekse sıra
dışı yaşamıyla Türk sinemasında çok önemli figür
olmayı sürdürüyor Yılmaz Güney. Sadece
Türkiye'de mi? Dünyada da öyle... Zira
'Paramparça: Aşıklar-Köpekler', 'Babel'
gibi filmlerle tanınan ünlü Meksikalı yönetmen Alejandro
Gonzalez Innaritu, 'Yol'u izledikten sonra sinemacı olmaya karar
verdiğini anlatır söyleşilerinde…
Kolay mı? Bir yönetmenin büyük yönetmen olması
için kusursuz filmlerle dolu bir kariyeri olması gerekmiyor.
Güney en önemli olan konuları inatla ve sürekli sinemasına
taşıdı. Yoksulluğu, adaletsizliği, çaresizliği anlattı. Ekmek
olmayınca ahlâk, demokrasi, insan hakları ve
özgürlükten söz edilemeyeceğini gösterdi.
Güney'in en kötü filmini, hayata dair söyleyecek
anlamlı hiçbir sözü olmayan Tarantino gibilerin en iyi
filmlerine yeğlerim. Çünkü Güney hayata sesleniyor,
aslolanın dünyayı değiştirmek olduğunu biliyordu…
* * * * *
Nihayet "Başkaldırıyorum" haykırışıyla, Paris Pere
Laichaise'de Yılmaz Güney ile yan yana yatan Ahmet
Kaya…
O; "Asla bu ülkeyi sevmiyor demesinler, Edirne'den
Ardahan'a kadar bu ülkeyi çok sevdim…" İşte
böyle diyordu Türkiye'den ayrı kaldığı yıllarda verdiği
bir konserinde...
Onu bu hasrete götüren yolun taşları ağır ağır
örüldü aslında. "Bir sonraki albümümde
Kürtçe bir parça ve klip yapacağım"
sözüyle ateşlendi fitil. Gerisi çorap
söküğü gibi geldi; hedef gösteren haberler, tehditler,
stüdyosunun silahla taranması...
Türkiye'den ayrıldıktan bir yıl sonra Paris'te
öldü Ahmet Kaya. Şimdi Kültür Bakanı Ertuğrul
Günay, mezarının Türkiye'ye getirilmesini istiyor.
Eşi Gülten Kaya'nın bu isteğe yanıtı kesin,
Türkiye'de gerçek bir demokrasi yerleşinceye kadar Ahmet
Kaya'yı geri getirmek, onun ikinci kez incitilmesine izin vermek
istemiyor; ve çok da haklı…
Bitiriyorum…
Onlar "ölümsüz"
isyan(cılar)dılar…
Onlar Stefan Zweig'ın, "Çağları
aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de
yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı anlara tarihin akışı
içinde ender rastlanır. Ben böyle anlara insanlık tarihinde
Yıldızın Parladığı Anlar diyorum. Çünkü onlar, tıpkı
yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına
ışık tutarlar," sözleriyle karakterize olan, yani
"Yıldızın Parladığı Anlar" dediği kesitleri
anlamlandıranlardı…
İyi ki vardılar; iyi ki yolumuzu aydınlattılar…
 
2 Haziran 2010 10:42:54, Ankara.
 
N O T L A R
 [*] Newroz, Yıl:4, No:141, 6 Ağustos 2010…
 
[1] Robert Louis Stevenson.
[2] Ayşe Emel Mesci, "Zaman Denen Tuhaf
Irmak", Cumhuriyet, 31 Mayıs 2010, s.17.
[3] Deniz Kavukçuoğlu, "Dr. Hikmet
Kıvılcımlı", Cumhuriyet, 11 Ekim 2009, s.19.
[4] Atilla Akar, "Eski Tüfek"
Sosyalistler, Babil Yay., 2004, s.149.
[5] Zehra Kosova, Ben İşçiyim, İletişim Yay.,
1996, s. 17-61-64-71-168.
[6] Soner Yalçın, "Behice Boran 100
Yaşında", Hürriyet, 2 Mayıs 2010, s.27.
[7] "3'üncü Boğaz
Köprüsü'ne", "7 tepeli şehrinin hasretiyle
yanarak ölen Nâzım Hikmet'in… adını
verirdim..." (Türker Alkan, "Nâzım Hikmet
Köprüsü", Radikal, 16 Mayıs 2010, s.17.)
[8] "Kürtler üzerine bir tek şiir yazma
ihtiyacı duymamıştır." (Hüseyin Can,
İttihatçı-Kemalist İdeolojiden Kurtulamamış Sosyal Şoven
TKP'nin Üyesi Bir Şair: Nâzım Hikmet ve Kürtler,
Pêrî Yay., 2010, s.155.)
[9] Oktay Ekinci, "Nail Çakırhan'la
Nice 100 Yıllara", Cumhuriyet, 8 Nisan 2010, s.17.
[10] Oktay Akbal, "Nail V. Yüz
Yaşında...", Cumhuriyet, 1 Nisan 2010, s.2.
[11] Sönmez Targan, "Kemal Türkler: Bir
Eylem ve Örgüt Adamı", Cumhuriyet, 22 Temmuz 2008,
s.9.
[12] Turgay Fişekçi, "Onat Kutlar",
Cumhuriyet, 7 Ekim 2009, s.18.
[13] Burcu Aktaş, "Bir Yazarın Yankıları",
Radikal Kitap, Yıl:8, No:445, 25 Eylül 2009, s.11.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder