7 Eylül 2010 Salı

Yaratıcılar / Temel Demirer

Yaratıcılar / Temel
Demirer

"Yaratıcılık,
yerleşik kalıpları
bir yana bırakıp şeylere
farklı
bir biçimde
bakabilmektir."
[1]
 
Resimden yazıya, şiirden müziğe aşkla var
eden sanatsal yaratıcılık, başkaldıran insan(lık) için
önemli esin kaynaklarındandır…
Erich Fromm'un, "Yaratıcılık
kesinliklerden kurtulma cesaretini gerektirir"; Antoine de
Saint-Exupery'nin, "Yaratan insanı çoğunluğun
isteklerine bağımlı kılmamalıyız. Asıl, onun yaratısı
çoğunluğun isteği hâline gelmelidir"; Arthur
Koestler'in, "Gerçek yaratıcılık, çoğu zaman,
dilin bittiği yerde başlar"; Andrey Voznesenski'nin,
"Yaratma sanatı öldürme sanatından eskidir"; Scott
Adams'ın, "Yaratıcılık, hâlâ yapmanıza izin
vermenizdir," diye tarif ettiği yaratıcılık, insan(lık)ın
insanlaşma serüveninde müthiş rol oynayan devasa bir zenginliktir
aynı zamanda…
"İnsan bildiği kadar görür"
diyen Goethe'ye göre, önemli olan ne bildiğimizdir.
Çünkü bilmek insana bakış kazandırır. Görmeyi
öğreten de o bakıştır…
Ancak bu kadarı yetmez; bilmeyi ve görmeyi
anlamlandıran eyleyen yaratıcılıktır…
* * * * *
Bilmeyi ve görmeyi anlamlandıran eyleyen
yaratıcılık; nihai kertede başkaldıran aşktan başka bir şey
değildir…
Aslı sorulursa aşk dediğiniz fırtına herkesin
kendi hayali, cüretidir; tıpkı bir Zümrüdüanka
gibi…
Yaratıcı tutkular gerçek birer
Zümrüdüankadır aslında; biri yanıp kül oldu mu,
küllerinden yenisi doğar.
* * * * *
İsyankâr yaratıcılığı dizelerine
yansıtanların başında Kürt Ahmed Arif gelir…
Cemal Süreya'nın hakkında, "Bir
şair: Ahmed Arif/ Toplar dağların rüzgârlarını/ Dağıtır
çocuklara erken," dediği O; "Bir kuş tüyü
hafifliğinde, ölümsüz bir şiir deryası... Kırmızı, ak ve
esmer... Memeleri bereketli ve serin... Nazlı filintası şiirimizin...
Söz'de töz, yürekte köz olan mısranın haysiyeti.
Bir başına, korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş...
İlan-ı aşk makamında... Su içmez her
damardan. Alışık zehrine çaresiz kalmaların. Yine de pamuktan ak,
köpükten yumuşak... Su gibi berrak. Pırıl pırıl...
Sebil...
Halkının 'mazlum ve gariban' şairi. Bir
bilge, yoksa akıl işi değil, acının dediği dedik yerde. Orda Sansaryan
Han'larında dost, düşman ve dağları yerli yerine koymak. Sevda
vurgunu, zindan karasında ebemkuşağı olur gözbağı... Al-yeşil
bahar olur, bir aşiret kızının sarı saçları... Düşer
aklına, eşkini hovarda, kıvrak seklavi kısrak...
Ahmed Arif şiirindeki özne, bildik anlamda
savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne değil, daha
çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve
özgürlükleri kısıtlanmış bir mazlumdur. Ama bu özne
teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan ve direnen bir
kişiliktir...
Cemal Süreya'nın deyişiyle Ahmed
Arif'in şiiri 'Yaralıyken de arkadaşları için tarih
özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal
etmeyen bir gerillanın şiiridir.'
Bilinçlidir... Yaralıdır ve yarası derindedir.
Hesap ve umut dağlarladır." size="2">[2]
Çünkü "Uy havar!/ Muhammed, İsa
aşkına,/ Yattığın ranza aşkına,/ Deeey, dağları un eder
Ferhad'ın gürzü!/ Benim de boş yanım hançer
yalımı/ Ve zulamda kan ter içinde asi,/ He desem, koparacak
dizginlerini/ Yediveren gül kardeşi bir arzu/ Oy sevmişem ben
seni," diye haykıran O'nun dizelerinde belirttiği üzere
"Dövüşenler de var bu havalarda/ (...)/ Ümit, sapına
kadar namuslu/ Dağlara çekilmiş"tir… Eşiktedir…
Direngendir… Ayaklanmıştır…
* * * * *
Başbakan Erdoğan ile görüşmesinde Adalet
Ağaoğlu'nun önerisiyle, "Kürt Sorunu"na
ilişkin olarak "anımsanan" Diyarbakırlı Cahit Sıtkı
Tarancı…
'Memleket İsterim' gibi, 'Otuz Beş
Yaş' şiiriyle tanınan O; çok yönlü bir
sanatçı ve şairliğinin gölgesinde kalmış bir
öykücüdür de...
1947 yılında 'Sanat ve Edebiyat'
gazetesinde Cahit Sıtkı Tarancı'nın bir şiiri yayımlanmıştı:
"Bir Şey". Neyi, kimi anlatıyordu şair?
"Bir şey ki hava gibi, ekmek gibi, su gibi/
Lazım insana lazım onsuz yaşanılmıyor/ Ana baba gibi dost gibi yavuklu
gibi/ Kalp titremeden göz yaşarmadan anılmıyor./
Bir şey ki gözümüzde memleket kadar
aziz/ Aşk ettiğimiz kendimize dert ettiğimiz/ Adını
çocuklarımıza bellettiğimiz/ Bir şey ki arttık hasretine
dayanılmıyor."
Neydi o "bir şey" mi? Umudun insanda ve
isyanda olduğuydu...
* * * * *
Benzer bir yaratıcılık, "Tutuklunun
Günlüğü"nde, "Ne haydut bir akşamdı/
nâzım hapiste dinamo sürgün" diyen bir zamanların
isyancısı Attilâ İlhan için de söz
konusuydu…
Hani "gözlerin gözlerime değince/
felaketim olurdu ağlardım/ beni sevmiyordun bilirdim/ bir sevdiğin vardı
duyardım," dizelerinin sahibi, "Şiirimiz yoksuldur, işin
acısı bu yoksulluk duygusal değil, entelektüel bir
yoksulluktur," diyen Attilâ İlhan'dan söz
ediyorum…
Onun hakkındaki "acımasız
değerlendirmeler"i bir kenara bırakıp, şunu diyebiliriz:
"Siyasetçi Attilâ İlhan şair Attilâ
İlhan'ı öldürmüştü…
Oysa Attilâ İlhan bütün o şiirleri ve
romanlarıyla (ve elbette düşünceleriyle de) edebiyatımızın en
görkemli ve güçlü muhayyilesidir. Şiirinin
çarpıcılığı, aradan yarım yüzyıldan fazla zaman
geçmiş olmasına karşın, bugün hâlâ bana
şiirlerini getiren genç kuşaklar üstündeki dayanılmaz
etkisini sürdürüyor." size="2">[3]
"Attilâ İlhan, Nâzım Hikmet ve Yahya
Kemal'le birlikte yüzyıl içinde şiirimizdeki
birkaç büyük yenilenmeden biridir. Sanatın, yeniden kurmak
anlamına geldiğini, bunun içinde yaşamak değil, yaratmak
gerektiğini iyi biliyordu. Ama deyim yerindeyse şiirden yana, sanattan yana
dersini başarıyla vermiştir. Devlet dersinden sınıfta
kalmıştır..."[4]
"Kaptan", "Mavi Adam"
sıfatlarıyla ünlenen; "Ne kadınlar sevdim zaten
yoktular", "Sevmek için geç, ölmek için
erken," diyen Attilâ İlhan; romancı, senarist, öykü
ve deneme yazarıydı; ama en çok da şair…
"An gelir Attilâ İlhan
ölür" demişti, öyle de oldu…
* * * * *
"İnsan nasıl ölebilir/ yaşamak bu kadar
güzelken," diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın
şairliği de Attilâ İlhan'ı andırır…
"Yapıtlarımın hepsi bakışlarımdır benim.
Onlarla görmek isterken görünürüm de. Görmek
istediklerim, göründüklerimin bin katıdır," diyen
Fazıl Hüsnü Dağlarca, şiirin "Büyük
Göz"üdür. Her imgesi, her evresi, her şiiri geniş
dünyaları barındırır.[5]
Nurullah Ataç'ın, "O öteki
şairlerimiz arasında bir şair değil, hepsinden ayrılıyor... eskilere
uymadığı gibi yenilere de uymuyor; konuları başka, kalıpları başka,
aradığı başka, dili başka. Bunların hepsini de kendi yaptı, daha
doğrusu durmadan yapıyor... Bana öyle geliyor ki Fazıl
Hüsnü Dağlarca sadece zamanımızın iyi, önemli
şairlerinden biri değil, yeni adamı yaratacak olanlardan biri, yeni bir
anlayış getirenlerden biri"; Cemal Süreya'nın
"Dağlarca için asıl tehlike bir benzerinin ortaya
çıkmasıdır. Ama ortaya çıkamaz. O kadar ki ortaya
çıksa bile o artık yeni bir şair değil. Fazıl Hüsnü
olacaktır. Fazıl Hüsnü böylesine yalnız, tek bir
adamdır," diye betimlediği O; Orhan Kahyaoğlu'nun ifadesiyle
"Okuru hep heyecanlandıran şairdir…"
* * * * *
"Her şey naylondandı o kadar," diyen
Turgut Uyar da okurunu heyecanlandıran bir duyarlılığın
şairiydi…
Kendinden; "Serseriliğe, insanlara, toprağa
meylim var./ Amma gel gör ki bir masa başındayım akşama kadar/
Hâlbuki böyle perişan ve serazat yaşamak istiyor
gönlüm"; "Akşamları fasulye yiyip gazete okuyan bir
adam,/ Üç çocuğun beybabası, bir kadının
kocası,"[6] diye söz eden bir
mısra şairidir Turgut Uyar. Anlatımcılığı, yaratıcı
içtenliği, lirik tarihçiliği bir yana, bazen tek mısrada
şiir sanatını köpürten bir şair o. Hatta bazen o uzun şiirleri
tek bir mısra için yazmıştır. Ya da o tek mısradan
yontmuştur.
Bu O'nun ustalara özgü
yaratıcılığıdır!
Tıpkı bir şiirinde "yorulmaz iğnesiyle
şiirin/ bilinen bir çiçeği işliyorum hayata" size="2">[7] diyen - önemli bir şair,
gerçek bir edebiyat insanı- Sennur Sezer gibi…
Kolay mı? Sennur Sezer, "kadın şair"
denilince ilk akla gelen adlardandır. Şiirin bir erkek işi olarak
görüldüğü dönemlerden başlayarak her zaman
gür ve yalın bir sesle kadının özgürlüğünü
savunmuş, kadın olmanın getirdiği sorunları açıkça ve
yalın bir dille ifade etmiş. Toplumcu, gerçekçi bir tavırla
Türkiye'de yaşananları şiirine yansıtmış, günün
tanığı geleceğin işaretçisi olmuş. Şairim diye kendini şiiri
ile sınırlamamış, şiirin yetmediği yerde düşüncelerini
yazıya dökmüş, siyasi görüşlerini her platformda
açıkça anlatmış. Birey olarak, kadın olarak kurtuluşunun
toplumsal kurtuluştan geçtiğine inanmış, 60'lı yılların
şiiri içinde toplumcu gerçekçiliğin temsilcilerinden
olmuştur.
Behçet Necatigil, "Sezer on altısını
kırk altısında/ Yaşayacaktır./ Çünkü bütün
şiirler/ Çiğnenmiş çiçeklere özlemi
anlatır" demişti. Haksız da değil…
Çünkü Gonca Özmen'in
hakkındaki satırlarıyla, "Yaşamı boyunca çalışanın,
sömürülen ve ezilenlerin yanında yer alan şair; değişen
dünyada 'değişmeyen'lerin, yani açlığın,
sömürünün, baskının, haksızlıkların şiirini
yazar…"
* * * * *
Ayrıca şiirden, şairden söz edince, TKP'li
Enver Gökçe'yi anımsamamak mümkün mü?
Bilinç şairidir Enver Gökçe. Kendi
deyişiyle, "Diyalektik düşüncenin bilincini taşır
kütlelere."
Nâzım Hikmet'in açtığı yolda
kendi özgün şiirini yaratmıştır. Şiirlerini kitlelere
yaklaştırmış, kitleleri de şiirindeki yüksek bilincine
çekebilmiştir. Halk duyarlıklarını iyi sezebilmiş bir ozandır
O.
Şiirindeki bu yüksek duyarlığın halk dilinden,
halk türkülerinden geçtiğini bilen
Gökçe'nin, şiir gelişimindeki temel kavşaklar ve şiir
durakları: "Halk şiirinden Divan şiirine, Nâzım'dan
Dede Korkut'a, masaldan tekerlemelere" değin uzayan devrimci bir
çizgide gelişir. Gelenekten beslenirken, şiirin devrimci
özünden ödün vermez. Şiirinin özünde
diyalektik ve tarihsel materyalizm yatmaktadır. Omurgasını da bu
oluşturur.
Enver Gökçe, yaşadığı dönemde
kitlelerin umudunu diri tutan şiirler yazmış, kitleleri şiirine,
şiirlerini kitlelere ulaştırmayı ve yüksek sesle, hep bir ağızdan,
meydanlarda, salonlarda söyletmeyi başarmış bir ozandır.
Komünist bir şair, devrimci bir şiiri
düşündüğümüzde, onun saydığımız bu
özelliklerinin yansıtıldığı en iyi şiirlerinden biri,
'Kirtim Kirt'i yeniden okumanın ve üzerinde
düşünmenin tam sırası gelmiş demektir: "Can yoktu ki
sevdalara düşe,/ Kurt yoktu ki kızıl kana üşe/ Yoktum ki yol
geçe/ Gül yoktu ki, dal yoktu ki'/ Ve döne döne
ateş/ Döne döne madde/ Gökler yarıla dürüle/
Dağlar savrula devrile,/ Kırıla döküle yıldız/ Sular evrile
çevrile/ Döğüşe döğüşe madde/ Değişe tokuşa
madde…"
İnsanın, hem akıl varlığı olarak yapıp
ettiklerinden sorumlu hem de olan biten karşısında 'duygu ve
duyusallık' varlığı olarak, kendi eylemliliklerinin sonucu bir
kişilik olduğunu da iyi bilen Gökçe derdi ki:
"Umutsuzluğumuz arttıkça, geçmişi
suçluyoruz ve sanıyoruz ki, o koşullar hep varlar. Oysa, bireylerin
birbirleriyle ilişki kurdukları toplumsal koşullar, kişiliklerin
koşullarıdır. Hiçbir zaman bizim olmayan bu koşullar, kendi
eylemlerimizin koşullarıdır ve kendi eylemlerimizden
doğmuştur"
Bu durumda, şairin yaşamı şiire dahildir diyenlerin
söyledikleri doğruysa eğer, Gökçe'nin yukarıdaki
sözleri, onun şiirlerine yansıyan yaşamını anlatması bakımından
çok önemli. Çünkü yaşamı büyük
yalnızlıklar ve acılarla geçmiş birinin, bu yaşamı bilerek
seçmesinden daha doğal ne olabilir, ya da "eşyanın
tabiatı" gereği değil midir böyle bir seçim?
* * * * *
"Ben yanmasam/ sen yanmasan/ biz yanmasak,/
nasıl/ çıkar/ karan-/-lıklar/ aydın-/ -lığa…"
"Sevdalınız Komünisttir,/ On yıldan beri
hapistir,/ Yatar Bursa Kalesinde./
Memleket toprağındadır kökü/ Bedrettin gibi
taşır yükü,/ Yatar Bursa Kalesinde./
Yüreği delinip batmadan,/ Şarkısı tükenip
bitmeden,/ Cennetini kaybetmeden/ Yatar Bursa Kalesinde…"
"Kendi kendimizle yarışmaktayız
gülüm/ ya ölü yıldızlara hayatı
götüreceğiz/ ya dünyamıza inecek
ölüm…"
"Giderayak işlerim var bitirilecek,/
giderayak.../ Ceylanı kurtardım avcının elinden/ ama daha baygın yatar
ayılamadı./ Kopardım portakalı dalından/ ama kabuğu soyulamadı./ Oldum
yıldızlarla haşır neşir/ ama sayısı bir tamam sayılamadı./ Kuyudan
çektim suyu/ ama daha bardaklara koyulamadı/ Güller dizildi
tepsiye/ ama taştan fincan oyulamadı/ Sevdalara doyulamadı.../ Giderayak
işlerim var bitirilecek,/ giderayak..." derdi… Nâzım
Hikmet'ti!
Onu "iyilik" olarak "Şair
Nâzım"; "kötülük" olarak
"Komünist/ateist Nâzım" olarak ikiye ayıranlara
Cemal Süreya şöyle derdi: "Nâzım Hikmet'in
önemi şurada; bir devrim düşüncesini toptan üstlenmiş
ve sonuna kadar götürmek cesaretini göstermiştir. (...)
Başka şairlerde görmeye alıştığımız, düşüncenin
süs ve biçim olarak, iğreti olarak serpilişi, fikrin
biçim cilveleri ve anlam oyunları hâlinde kalıp sırıtışı
yoktur onda…"
Bu özelliklerinden ötürü
"Nâzım Hikmet, sanatında bir usta olarak değerlendirilir
haklı olarak. Psikolojik temeli sağlam bir bireydir. Bu yüzden
olağanüstü bir insan değil, kendisiyle sürekli hesaplaşan
bir duruşa sahiptir. Aşkları vardır, yalnızlıkları vardır,
kırılganlıkları, tedirginlikleri vardır. Direnen insan kimliğinin
yanında kendisiyle hesaplaşan, kendisini ve yaşamı sürekli
sorgulayan bu yapı 'kurşun gibi ağır' havalarda bağır
bağır bağırdığı gibi…" size="2">[8]
Hakkında Yannis Ritsos'un, "Nâzım
sen bizi öyle çok sevdin, biz seni öyle çok sevdik
ki/ Küçük adınla çağırır herkes seni/ Herkes sen
der sana/ Özgürlük ki adlarından biridir senin/ O senin en
güzel adın" dediği O; "Eserlerinde ideolojik propaganda
olan parçalar çıkarılırsa ona dahi sıfatı
verilebilirdi" diyen Halide Edib'i, "Ben dahi değilim
fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime
borçluyum," diye yanıtlıyordu…
Bunları göz ardı etmek mümkün mü?
Kimi "aymazlar" için "Evet"!?
Örneğin ölümünün 47. yılında
Moskova'daki mezarında, Türk
Büyükelçiliği'nin de destek verdiği
"tören"le anılması ve Rus-Türk İşadamları Birliği
(RTİB) tarafından 'Novodeviçi' mezarlığında
düzenlenen törende konuşan Büyükelçi Halil
Akıncı'nın, "O halkının çıkarlarını savundu, bu
yüzden baskılara maruz kaldı. Onun yüreğinin kulakları
hiçbir zaman sağır olmadı. Vicdan sahibi bir insandı. Halkının
vicdanı oldu" denmesi gibi!
* * * * *
Ve "Bu dünyada her daim hiçbir şeyi
olmayanların yanında olacağım; kendilerinden o hiçbir şeye sahip
olmamanın huzuru bile esirgenen insanların yanında" diyen Federico
Garcia Lorca…
Hani faşistler tarafından katledilmeden önce
"Ölürsem/ açık bırakın balkonu/ Çocuk
portakal yer/ (balkonumdan görürüm onu)/ Orakçı ekin
biçer/ (balkonumdan duyarım onu)/ Ölürsem açık
bırakın balkonu!" diyen has ozan…
Sonra Jacques Prévert…
O öncelikle bir sözcük cambazı,
akrobatı; gündelik isyanın bayrak açan dili, yeni deyiş
kıtaları kâşifi. 1936 Halk Cephesi, 1968 Quartier Latin, 1981
Bastille Meydanı 'sakinleri'nin ağzı, hatta 2000'li
yılların Banliyölü Rapçı, Slamcı gençlerin
pusulası, öncüsü, atasıydı…
"Geçen Yılda Geçen Yılı
Yaşadınız mı?" başlıklı şiirinde hepimize, "Sağlıklı
olduğunuz için hiç sevindiniz mi?/ Bu yıl hiç gün
ışığı ile uyandınız mı?/ Kaç kez güneşin doğuşunu
izlediniz?/ Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?/ Kaç
sabah yolda bir kediyi okşadınız?/ Bu yıl yeni doğmuş bir bebek
parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?/ Ya siz onu hiç
kokladınız mı?/ Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna
hiç şaşırdınız mı?/ Kendinize bu yıl kaç oyuncak
aldınız?/ Kaç kez gözlerinizden yaş gelene kadar
güldünüz?/ Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?/
Çimenlere uzandığınız oldu mu?/ Çocukluğunuzdan kalan bir
şarkıyı söylediniz mi hiç?/ Hiç taş kaydırdınız mı
bu yıl?/ Kaç kez kuşlara yem attınız?/ Bir çiçeği
dalındayken kokladınız mı?/ Bu yıl kaç kez gökkuşağı
gördünüz?" diye soran Şair Jacques
Prévert'den söz ediyorum…
Hani 1930'ların başında Fransız
komünistlerini dahi sollayan "Octobre/ Ekim Grubu" devrimci
tiyatro topluluğuyla 'ajit-prop' skeçler, piyesler yazıp
fabrika çıkışları, yoksul mahaller, bayram yerlerinde oynar,
enstrümansız veya sade bir alet eşliğinde şiirsel metinler
okur...
Romantizmi kadar anti-konformizmi, çocuksu
özü kadar radikal zihinsel ve toplumsal değişim arzusu, tutkusu
eserlerine damgasını vururken; "Gerçek özgür
değilse, özgürlük gerçek değildir",
sözleriyle hayat/eylem felsefesini özetlerdi
Prévert…
* * * * *
Sonra yazarlar…
Mesela "Neden yazılır? Dünya acılı
olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır.
İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç
bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya
görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir,"
diyen Tezer Özlü'nün yaratıcılığını Ferit
Edgü'ye yazdığı mektuplarda tanık oluruz… size="2">[9]
Erdem Öztop, "Bir yanıyla içimizi
ısıtan, bir yanıyla da üşüten tümceleri"nden
söz ederek; Ali Bulunmaz ise, "Değişmeyi yaşayabildiği
için mutlu olan bir yazardı" diye tanımlar
O'nu…
Hakkında "Ölümü mü
Bekliyordu?"[10] sorusu
dillendirilen "iç monolog tekniği"nin yazarı
Vüs'at O. Bener de Tezer ile paralellikleri olan bir
kalemdi…
'Buzulçağının Virüsü'
başlıklı yapıtında, "Altta kalanın canı çıksın
çarkının kısırdöngüsüne hep birlikte katkımızın
aymazlığına, bireysel, dönek mutluluğumuzun soysuzluğuna, bile bile
körlüğümüzün sıkılmazlığına boğalar gibi
kızıp, çılgına dönsek de, elleri böğründe
kalakaldığımız için boğulmalı değil miydik
hıçkırıklara?" sorusunu dillendiren yaratıcılıkla
"Edebiyatı öncelikle bir dil ve anlatım biçimi olarak ele
alan 1950 kuşağı öykücüleri içinde
değerlendirilen"[11]
Vüs'at O. Bener'i, Mehmet H. Doğan, "Konuları ve
insanlarıyla daha seçmeci bir Memduh Şevket; anlatımıyla iç
konuşmalarıyla daha derli toplu, daha titiz bir Sait Faik'ti,"
diye betimler…
* * * * *
"Gençliğim onun (Nâzım
Hikmet'in) baskısı altında geçti, ama bu yoğun etki,
öbür uçlardaki şairlerin, örnekse Orhan
Veli'nin, Turgut Uyar'ın, Ece Ayhan'ın şiirlerindeki
güzellikleri görmeme engel olmadı. Çok yönlü,
açık bir şiir okuruyum," diyen Nâzım manevi oğlu Memet
Fuat eleştiri, deneme, anı, öykü, roman dallarında
ürünler verdi, şiir yazmadı ama büyük bir ozanla aile
çevresinde yakınlığı oldu, yoğun bir şiir ortamında yetişti,
şiirle çok yakından ilgilendi…
Yüksek sesle "Dayanışarak yaşamaktan,
paylaşmaktan, sevgiden, barıştan yana, yani toplumsalcı, hem de
düşünceye saygıdan, örgütlenme
özgürlüğünden, insan haklarından, çoğunluğun
gücünden yana, yani demokrasiciyim," diye haykıran Memet
Fuat özlediği dünyanın önünde sonunda
gerçekleşeceğine inanır, ancak bunun için insanlığın,
üstüne düşen görevleri yerine getirmesini, bilimin,
aklın yol göstericiliğinde dayanışma içinde yol almasını
zorunlu sayardı.[12]
Ya Cevat Çapan'ın, "Fethi
Naci'yi özlüyorum; yazdıklarında bize içinde
yaşadığımız gerçekliğin ne olduğunu, bunu yansıtan ve
değiştirecek güçte olması gereken bir edebiyatın nasıl
değerlendirileceğini açık seçik bir dille, yer yer
öfke, yer yer sevecenlik, ama her zaman tam bir içtenlikle ve
heyecanla dile getirdiği için. Bir eleştirmenin de aynı zamanda bir
romancı, bir şair gibi yaratıcı bir yazar olduğunu kanıtladığı
için," dediği O büyük eleştirmen…
Hani "ölüm korkusu"nu;
"Gerçek acının tek ölçütü var:
Ölüm korkusunu yok etmesi. Hâlâ ölümden
korkuyorsanız bilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız.
Karşılaştırılamayacak tek şey belki de acıdır; 'benimki
şöyle, seninki böyle' diye söz edilemez acıdan. Acı,
aşılamaz. Acıya dayanabilmenin tek yolu acıyı, çalışmaya, bir
şey yaratmaya dönüştürebilmektir," size="2">[13] satırlarıyla betimleyen
yazar…
Türkiye İşçi Partisi'nin ilk
üyelerindendi, nerdeyse kurucularından... Partinin
tüzüğünü yazanların başındaydı. İlk kongrelerde
etkili oldu, ama sonra partiden ayrıldı.
"Fethi Naci solculuğunu, yayımladığı
kitaplarla, yazılarla sonuna dek sürdürmüştür. Halkın
çocuğuydu, halktan biri olarak yaşadı. Ele aldığı bir yapıtı
önyargısız değerlendirmesini bildi. O kızar, bu öfkelenir diye
düşünmedi."[14]
Fethi Naci için "bakışı olan bir
eleştirmendi" demek gerekir. Değişik düzencelerden geçip
edebiyatta karar kılınca, ayrıntılar eleştirmeni olarak, edebiyata
nasıl bakılması gerektiğini gösterdi. Fethi Naci okumayı
alışkanlık hâline getirince sözcüklerin
gücünü anladı. Edebiyata dil içinden bakmanın
önemine inandı.
Ödünsüz bir eleştirmendi; tıpkı M.
Sadık Aslankara'ın, "O, eleştirimizde yalnızlaştırılmış
aydının da simgesiydi aynı zamanda"; Mustafa Şerif
Onaran'ın, "Fethi Naci'deki eleştirel bakış, yazar
kadar eleştirmeni de etkiler. Asıl etkilenmesi gereken okur olsa da, o
etkileşimin sonucu uzun sürer," deyişlerindeki
üzere…
* * * * *
Ve 62 yıl önce katledildiği Kırklareli'nde
2010 yılında anıtı açılan Sabahattin Ali…
Hani, kucağındaki resmiyle belleklerimizde yer eden
kızı Filiz Ali'nin anlattığı "faili (belli)
meçhul" yazar…
"Babamın sözünü tuttum ve uzun
zaman hiç üzülmemiş gibi yaptım. Yıllar boyu onun
öldüğüne inanmadım. Geri gelecek diye bekledim.
Kalabalıklarda ona benzettim insanları, yabancı ülkelerde beyaz
saçlı, kısa boylu, tombulca adamları takibettim, odur diye.
Rüyalarıma girdi sık sık, hiç konuşmadan, gözlerini
hafif kısarak, gülümseyerek baktı bana rüyalarımda, ben hep
peşinden koşup onu yakalamak istedim ama hiç başaramadım.
Babam için uzun yıllar hiç gözyaşı
dökmedim, çünkü o, 'Filiz hiç
üzülmesin...' demişti. Ama Deniz'ler asıldığında,
Sinan'lar, Mahir'ler öldürüldüklerinde
çok ağladım, yıllarca gözpınarlarımda babam için
biriken gözyaşları durmadan aktı, aktı, aktı...
Türkiye'de siyasal cinayetlere kurban giden değerli insanların
ne ilki ne de sonuncusuydu babam. Tanrılar kana doymayacak mıydı?
Babamın ölümü gerçeğiyle ilk kez
19 Haziran 1993 günü yüz yüze geldim. Sabahattin
Ali'ye Kırklarelililer sahip çıkıyordu. Kırklareli'nin
köylüsü, kasabalısı, okumuşu, okumamışı, askerî,
polisi, eşrafı, fabrikatörü, politikacısı, öğretmeni,
öğrencisi, yani kısacası Kırklareli halkı 1992 yılı Haziran
ayında başlatılan Sabahattin Ali Günleri'nde bir araya geliyor,
Sabahattin Ali'yi içlerinden biri ama neredeyse bir
'evliya' gibi anıyorlardı. Sabahattin Ali, Kırklareli
köylerinin folkloruna çoktan girmiş, bir halk kahramanı, bir
efsane olmuştu.
19 Haziran 1993 günü köylülerin
kırk beş yıl önce babamın ölüsünü buldukları
çatağa gittim. Cesedi bulan çoban hâlâ yaşıyordu
ve olayı da kim bilir kaçıncı kez anlatıyordu. Çobanın
bulduğu cesedin babamın cesedi olup olmadığı yıllar boyu
tartışıldı, durdu. Her neyse, ne; ama benim asıl içimi yakan onun
bir mezarının bile olmamasıydı. Madem 'meskeni dağlar'dı
Sabahattin Ali'nin, biz de ona dağlarda bir işaret bırakacaktık.
Çatağın yakınındaki düzlükte arkasını Istranca
ormanlarına dayamış koskoca bir kayanın üzerine
gömdüğümüz mermer parçasına 'Başım dağ/
Saçlarım kardır/ Benim meskenim dağlardır' diye yazdık. O
günden beri artık babamı rüyamda görmüyorum ve
inanıyorum ki artık ruhu huzura kavuştu ve dağlarda özgürce
dolaşıp duruyor."[15]
Sabahattin Ali'nin başına gelenler
komünist olduğu içindi;
tıpkı Orhan
Kemal'in yaşamak zorunda bırakıldığı acıların derinliği
gibi…
Roman ve hikâyelerinde toplumcu
gerçekçi tarzıyla yaşamı boyunca yazarak ekmek kavgası
veren O'nun için Sennur Sezer, "Kemal'i
özlüyorum. Onun anlattığı yarı çocuk yarı ergin
delikanlıların özlediği, adil dünyayı özlemek bu. Orhan
Kemal, ününü, yaşını, ustalığının ağırlığını
yansıtmazdı bize. Hep alçak gönüllüydü,"
demekte sonuna dek haklıydı…
'Sen Prometenin çığlıklarını/ kaba
kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam/ Sen benim mavi
gözlü arkadaşım/ Kabil değil unutmam seni/ 26 Eylül 1943/
seni yapayalnız bırakıp hapishanede/ bir üçüncü
mevki kompartımanda pupa yelken/ koşacağım memlekete/ (...)/ Unutabilir
miyim seni/ Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini/ Ve radyoda
şark cephesinden haber beklediğimiz/ Müthiş anların
küfürünü/ Radyonun yanındaki duvara/ Kurşun kalemiyle
abus insan yüzleri çizmiştin/ Unutabilir miyim seni hiç?/
Hâlâ beton malta boylarında duyuyorum/ Takunyaların sesini!/
Unutabilir miyim seni?/ Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden
öğrendim/ Hikâye şiir yazmayı/ Ve erkekçe kavga etmeyi,
senden!' diye haykıran Orhan Kemal, Maksim Gorki okuduğu için
tutuklanarak cezaevinde yatarken tuhaf bir tesadüfle aynı cezaevine
Nâzım Hikmet'le tanışmıştı…
Bu kadar da değil tabii; "hamal, amele,
dokumacı, yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik
suçu"ndan beş yıl hüküm giyen ve
Çırçır fabrikasında işçi, ambarda memur, katip,
hücre çalışması ve komünizm propagandası
yüzünden mapus olan Orhan Kemal için "Yazmak
için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir... Her gün
çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir
ekmekle. Bu ara halktan yana olduğun için de çok
güç bir fatura ödetirler..." derdi Yaşar
Kemal…
"Anmak değil anlamak" gerek, asıl adı
Mehmet Raşit Öğütçü olan, 2 Haziran 1970'de
kaybettiğimiz Orhan Kemal'i…
Çünkü "Gerçekçi
edebiyatı, çok yalınkat bir tanımlamayla, toplumsal hayattaki
herhangi bir olayın, olgunun karakterlerini, olay
örgüsünü öznel ve özgür yaratıcılıkla
ele alınması olarak değerlendirdiğimizde, estetik boyutu ve yazarın
yaşadığı çağı algılamadaki başarısından da söz etmek
gerekecektir. Öznel ve nesnel gerçekliğin yaratıcı
sanatçının perspektifinden yansıyan eserdir gerçekçi
edebiyat. İşte, Orhan Kemal edebiyatımızda bütün bu
özellikleri ortaya koyabilmiş bir
sanatçıdır…" size="2">[16]
* * * * *
Sonra da, Sabahattin Ali ve Orhan Kemal ile aynı kan
grubundandı José Saramago…
O, soyadını, yoksulların beslendikleri yabani bir
şifalı bitkiden almıştı; yaşamı boyunca da soyadına uygun
yaşadı…
1922 yılında, Lizbon'un 100 kilometre kadar
kuzeydoğusunda, Ribatejo ilindeki Azinhaga köyünde, topraksız bir
köylü ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti.
Nüfus memuru, akıl edip, ailesinin köydeki lâkabı olan
Saramago'yu eklemeseydi, babasının adı José de
Sousa'yı taşıyacaktı ömrü boyunca.
'Saramago', yöredeki yoksulların yapraklarıyla
beslendikleri, yabanî bir şifalı bitkinin adıydı. Adam, onun
yıllar, yıllar sonra, kalemiyle "şifa dağıtacağını",
kapitalist düzenin de, Katolik Kilisesi'nin de
ödünsüz karşısına dikilen, uzlaşmaz,
"yabanî" bir komünist ve ateist (tanrıtanımaz)
olacağını bilmişti sanki.
18 Haziran 2010'de yitirdiğimiz José
Saramago, soyu tükenmekte olan yazarlardandı. Neden diye sorarsanız,
komünist ve tanrıtanımaz görüşlerinden ödün
vermemekle kalmadığı, geçmişin pek çok toplumcu yazarının
tersine edebiyattan da ödün vermediği için.
'The New York Times'da yayımlanan bir
söyleşide, "Özgürlüklerin giderek daraldığı,
eleştirinin yer bulamadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın
totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel
hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği
karanlık bir çağda yaşıyoruz,' diyordu.
'Orwell'in '1984'ü çoktan
gerçekleşti," demişti.
José Saramago, yepyeni düş dünyaları
yarattığı romanlarında, hayal gücü ve ironiyle donatılmış
alegorik öyküleriyle, ele avuca sığmaz, kaçkın
gerçekliği anlamamıza az katkıda bulunmamıştı.
Yani düşsellik, alegori ve ironi,
Saramago'nun edebiyatının temel öğeleriydi.
1991'de yayımlanan 'İsa'ya Göre
İncil' başlıklı romanı, Roma boyunduruğu altındaki
Filistin'de, yoksulluk içindeki bir halkın umut bağladığı
Nasıralı İsa'nın tansıklarını (mucize), aşklarını,
sevinç ve düşkırıklıklarını, Tanrı ve Şeytan'la
"savaşım"ını anlatıyordu. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna
gibi İncil yazarlarından yüzlerce yıl sonra, Saramago,
öyküyü İsa'nın gözünden yeniden dile
getiriyordu. Tanrı'nın bu dünyadaki işlerinden söz ederken
de, "Ey insan," diyordu, "O'nu affet,
çünkü ne yaptığını bilmiyor."
Saramago, toplumda ağır basan eğilimlere de karşı
çıkmaktan çekinmeyen bir yazardı. Portekiz'in Avrupa
Birliği'ne üyeliği, 11 milyon nüfuslu ülkede
büyük bir çoğunlukla kabul edilmişti. Ne ki, Saramago
aynı kanıda değildi. "Ben her şeyden önce Portekizliyim, sonra
İberliyim, daha sonra da kendimi öyle hissettiğim
ölçüde Avrupalıyım," demişti bir keresinde.
En önemli yapıtlarından olan
'Körlük', araba kullanmakta olan bir adamın, yeşil
ışıkta beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın
körlüğü, başvurduğu hekime de bulaşır. Körlük
giderek bir salgın hastalık gibi tüm kente yayılır. Gerçi
öldürücü değildir, ama her geçen gün etik
değerleri yok etmektedir. Toplum, görmeyen gözlerle, cinayetlere
ve tecavüzlere yalnızca tanıklık etmektedir.
Bu metaforik anlatıda, aklın, ussallığın
körleşmesidir söz konusu olan; "Biz ussal varlıklarız, ama
ussal davranmıyoruz. Ussal davranıyor olsaydık, dünyada açlık
olmazdı," diyordu haklı olarak Saramago.
Yine "Kötü biri değilim, ama dilim
sivri!" diyen O yazarlığına dair bir solukta eklerdi:
"Romanlarımın konusu, olanaksızın
olabilirliği, düşler ve yanılsamalardır…
"Aslında ben bir romancı değilim; daha
çok, deneme yazmayı bilmediği için roman yazmaya başlamış
başarısız bir denemeci olduğum söylenebilir…
"Ressam resim yapar, müzisyen müzik
yapar, romancı roman yazar. Ama bence hepimiz, sanatçı olduğumuz
için değil de yurttaş olduğumuz için bir şeyleri etkileriz.
Yurttaşlar olarak hepimiz müdahale etmek ve müdahil olmakla
yükümlüyüz, birtakım şeyleri değiştiren yurttaştır.
Kendimi, her türlü toplumsal ya da siyasal bağlanmanın dışında
düşünemiyorum. Evet, ben bir yazarım, ama bu dünyada
yaşıyorum ve ayrı bir düzlemde yazmıyorum…
"Sözcükleri birbirimizi anlamak, hatta
bazen birbirimizi bulmak için kullanırız…
"Ben, yazarken, taşları kaldırıyorum ve
altlarında ne olduğunu gösteriyorum. Zaman zaman taşların altından
canavarlar çıkıyorsa, benim suçum değil…"
* * * * *
Sonra Beethoven'dan Mozart'a;
Chopin'den Schuman'a; Bob Dylan'dan Selmi Andak'a;
Sezen Aksu'dan Frida Kahlo'ya uzanan seslerin ve renklerin
yaratıcılığı…
"İyi" bir besteci olduğu kadar
"Aydınlanmacı" olarak anılan 35 yıllık yaşamıyla
Mozart'a bakmak ve anlamaya çalışmak için, XVIII.
yüzyıl ortalarında en şiddetli biçimde esen Aydınlanma
rüzgârını anlamak gerekir.
Yani Mozart'ta bir devrimcinin yaratıcılığı
söz konusuyken; "Ressam, şiiri resme
dönüştürür. Müzisyen, resmi müziğe
yerleştirir," diyen Robert Alexander Schuman ise, 46 yıllık yaşamı
romantik çağın acılar içindeki sanatçısının bir
örneğidir. Aslında Schumann ve Chopin gibi öznel duyarlılık
sahibi bestecilerin derin duygularını yansıttıkları yapıtlarıyla
romantik çağ da kendi özelliklerini kazanmıştır.
Schumann, özel yaşamındaki iniş
çıkışları, kendini Ren Nehri'ne atması ve bir akıl
hastanesindeki acıklı ölümüyle fırtınalı bir karakter
olarak belleklerde yer etmiştir. Onun doğasındaki düş
gücü, orkestra paletinin zenginliğine, piyanosunun tuşlarındaki
rengârenk yelpazeye yansır.
Gelişmiş edebiyat sezgisinin de yardımıyla Goethe,
Heine, Schiller gibi şairlerin şiirlerini besteleyen ve bu formda
Schubert'ten sonra yeni bir aşamayı temsil eden Robert Schumann,
Alman romantizminin ilk büyük bestecisi olarak
değerlendirilir.
2010 yılında Schumann ile birlikte 200 yaşına basan
Polonyalı besteci Frederic Chopin için İdil Biret, "Şiirin
mutlaklığına en yakın bestecidir Chopin. Tatlı nağmeler yazan
Chopin'in eserlerinde lirik melodilerin yanı sıra fantastik,
isyankâr ve şiddet dolu bölümlere çok sık
rastlanır. Gül destelerinin altında savaş topları gizlidir";
André Gide, "Chopin, dünyada en fazla çalındığı
hâlde en az anlaşılan bestecidir"; Zeynep
Üçbaşaran da, "Chopin'in müziğinin
içinde zerafet var. Kadife gibi bir müzik...
Çünkü o kendi romantik dönemi bestecilerine göre
farklıydı… Onun müziği sonsuz bir kuyu gibi, her zaman yeni
bir şey keşfediyorsunuz. Armonik yapısında formunda büyük bir
potansiyel var," diyorlardı…
Kimilerine "abartı" gibi gelse de Bob
Dylan'ı da "Sırf şarkı söyleyen bir ozan olarak değil,
katmanlı bir filozof ve politik aktivist kimliği"yle size="2">[17] anmak gerekir…
Dünya meselelerine duyarlı Bob Dylan 60'lı,
70'li yıllar, yani en temiz yılların müzisyenidir...
'Masters of War/ Savaşın Efendileri'ndeki
eleştirel duruşuyla O; Zülal Kalkandelen'in, "Hayatla
dalga geçen bir adam"dı.
Murat Beşer'e göre, "Beklentinin
gerçekçilik sınırını aşacak kadar büyük"
olan "Bob Dylan, kırçıllı sesi ve sessizliğiyle
beklenildiği üzere serin ve derin"dir Pelin Batu için
de…
Bob Dylan'da bulduğunuz şey Sezen Aksu'da
da vardır; "Müziğim Türkiye gibi, Anadolu gibi," der
O. "Melez, kültür mozaiği... Bunca yıl, farklı
düşünce ve fikirler birlikte var oldular ve birbirlerinden
beslendiler. Bu çok eklektik ve aynı zamanda ahenkli," diye
ekler…[18]
Yine kimileri "abartılı" bulsa da Sezen
Aksu ile Frida Kahlo arasında bir "benzerlik" olduğuna
inananlardanımdır…
Özellikle keskin hatlı kendi portreleriyle
tanınan Meksikalı ressam Frida Kahlo (1907-1954) 18 yaşındayken bir
otobüs kazasında ağır biçimde yaralanmış, 35 kadar ameliyat
geçirmişti.
Uğradığı travmadan kurtulması için gerekli
uzun toparlanma döneminde kendi kendine resim yapmayı öğrenen
Kahlo, bu trajik kazanın acılarını tüm yaşamı boyunca
çekmekle kalmamış, çocuğunun ölü doğmasının ve
Meksikalı devrimci ressam Diego Rivera'yla olan fırtınalı
ilişkisinin acılarını da yaşamak zorunda kalmıştı.
Rivera'nın özendirmesiyle resim yapmaya
devam eden Kahlo, 1938'de
gerçeküstücülüğün kurucularından Fransız
şair ve yazar André Breton'la tanışmış,
çalışmalarında ondan büyük destek
görmüştü.
André Breton tarafından sürrealist olarak
tanımlanmışsa da bu tanımı reddederek "Ben kendi gerçeğimi
resmediyorum" demişti.
* * * * *
Galiba buraya dek işaret ettiklerime Fernando Botero da
eklenmelidir…
"Bir dirhem et bin ayıp örter"
atasözünü hatırlatırcasına hacimli, tombul
figürleriyle tanınan çağımızın yaşayan en tanınmış
ressamlarından Botero'nun resimlerindeki figürler
çoğumuzun bildiği, hatta neredeyse çizebileceğini bile
düşünebileceği türden basit ve yalın anlatımlar
taşır.
Resimleri özel kılan ise figürler arasında
uyumlu birliktelik kaygısından bağımsız olarak hacimlerin abartılarak
kullanılmış olması. Kullanılan yöntem bazılarınca basit bulunarak
eleştirilmekle beraber ortaya çıkan resimlerin anlatım
gücü ve özgün lezzeti inkâr edilemiyor.
Evet Fernando Botero, güzel ve şişmanın
yaratıcısı; "Güzelliğin zayıflıkla
özdeşleştirilmesi"ne itiraz eden Kolombiyalı ressam…
(Geçerken kırsal İspanya'da, "hermoso"
(güzel) sözcüğünün, insan için
kullanıldığında, "şişman" anlamına geldiğini de ifade
edelim.)
Hacmin vurgulanmasına yönelik incelikli ve ironik
üretkenliğiyle O'nun sanatı, yaşamı yeniden
üretirmişçesine durmadan elden geçirir!
Perulu yazar Vargas Llosa'nın Botero'ya
ilişkin yazdıklarına bakılırsa, O'nun sanatında ne varsa
şöylesi bir simya işleminden gelir: 'İtalya'da
derinliğine incelediği Batı'nın estetik geleneği,
çocukluğunun taşralı, coşkun, canlı Latin Amerika'sıyla
bir potada erir."
Sanat tarihçisi Rudy Chiappini de,
Botero'nun sanatının, Latin Amerikalı kökleri ile Avrupa
sanatının teknik bir ustalıkla iç içe geçtiği bir
'simya işlemi'nin ürünü olduğu
kanısındadır:
"Botero, kendi köklerine, bir
kültürün geleneklerine ihanet etmemeyi ve yerel kişilerin
yaşam ve tavırları ile biçime ilişkin geleneksel olmayan bir
imgeyi birleştirmeyi başarır. (…) Bununla birlikte, ülkesiyle
vazgeçilmez ilişkisi (…) Botero'yu etnik kimliği,
folkloru temel alan bir sanatçı hâline getirmez; bir
geçişin, bir derin düşünmenin, yaratabilme ve Latin
Amerika mizacına derinden bağlı, bağımsız ve sahici bir sanata can
verebilme bilincine ulaşmanın zorunlu temelini
oluşturur…"[19]
Picasso'nun yaratıcılığına
gelince…
Sabartés'e kulak verirsek,
"Picasso'nun sanatının her yeni aşk deneyiminde ilerlediği,
geliştiği, yeni bir biçimin, yeni bir dilin ortaya
çıktığı görülüyor. Bu yeni anlatıma bir geometrik
biçim ya da renk adı vermektense, bir kadının adını vermek daha
yerinde olur."
Yani O; "Her aşkta bir dönüşüm
geçirir… Picasso, her aşkı derinden, içtenlikle,
tüm varlığıyla, tüm benliğiyle yaşıyor, her aşkta acı
çekiyor. Sanatı da her aşkta dönüşüme
uğruyor..
Picasso kesiyor, biçiyor, saklıyor, ifşa
ediyor, kuruyor, yıkıyor, durup dinlenmeden çoğula
yayılıyor.
Çoğul, süreklilik, tekrar: Bu
sözcükler Picasso'nun eserini bir uçtan ötekine
aşabilir kuşkusuz. Picasso bitmiş, tamamlanmış, kusursuzluğuna varmış
tek bir tabloya, başyapıta varmayı, onunla yetinmeyi kesinlikle
reddeder."[20]
* * * * *
Nihayet post-empresyonist Van Gogh
(1853-1890)…
Hakkındaki yaygın söylenceye uygun biçimde
bir "deli-dahi" miydi? Yoksa derin düşünceler
üreten, iyi eğitimli ve mektupları da neredeyse sanatı kadar ilham
verici bir sanatçı mı?
Ann Dumas'a, "Kulağını kesen ve sonunda
da kendini öldüren çılgın bir sanatçı olduğu
hakkındaki popüler mitten çok farklı bir Van Gogh'a
dikkat çekerek, ekliyor: "Tüm bu gerçekler doğru
olsa da, mektuplardan çıkan sonuç şu; o, iyi bir eğitim
almış, zarif ve son derece düşünceli bir insandı."
Kardeşi Theo'ya, çoğu Fransızca el
yazısıyla yazılmış mektuplarının Van Gogh'un
çalışmaları üzerine epey
düşündüğünü ve hazırlık yaptığını
belirttiğini söyleyen Dumas, "Bu mektuplar ayrıca
sanatçının 'sanatının temelini oluşturan' doğaya
olan yakınlığının yanı sıra edebiyata olan derin ilgisine ve
yeteneğine de tanıklık ediyor," der.
Papaz olamayınca ancak 27 yaşında ressam olabilen Van
Gogh, edebiyata olan ilgisi sayesinde birçok Avrupa diline hâkim
bir insandı. "Kitaplar, gerçeklik ve sanat hepsinin benim
için anlamı aynı. Çizgilerin ve renklerin sanatı var fakat
kelimelerin de sanatı var" diye yazarak edebiyata olan ilgisini
gözler önüne sermişti. Bu bilgi ışığında,
sanatçının sergideki mektupları irdelendiğinde, Haziran
1882'deki bir mektubunda, "Ressamın görevi doğayla
derinden ilgilenmek ve tüm zekâsını, duygularını
çalışmasına aktarmak için kullanmaktır, ancak bu onu
anlaşılabilir yapar" diye yazan Van Gogh'un, başka bir
mektupta, bazı çalışmalarında, Japon çizimlerin
büyük etkisinin kolayca keşfedildiğini kabul ettiği
görülüyor.
Bir mektubunda, kardeşi Theo'ya
"Bütün çalışmalarım bir dereceye kadar Japon
sanatından etkilenmiştir" diyen Van Gogh, kız kardeşi
Willemien'e yazdığı bir başka mektupta ise, portre tutkusunun
bütün diğer tarzlara ağır bastığını söylüyor.
1888'de yaptığı, ünlü kendi portresine ise yorum olarak:
"Gri-pembe bir surat ve yeşil gözler, kül rengi
saçlar, alında ve dudak kenarlarında kırışıklıklar...
Görüyorsunuz, empresyonizm banal değildir ve fotoğrafla derin bir
benzerlik yakalamaya çalışır" diye ekliyor ünlü
ressam.
Mektuplar, araya akıl hastalıklarının da girdiği 10
yıllık resim kariyerinde Van Gogh'un 1888'de Güney
Fransa'daki Arles'e taşındığını ve orada güneyin
parlak renklerini keşfettiği bilgisinin doğruluğunu kanıtlıyor.
Kardeşi Theo'ya, taşrada yaptığı resimlerle ilgili olarak
yazdığı bir mektupta, "Bu tuvaller size kelimelerle
anlatamayacaklarımı anlatıyor" diyen ünlü ressamın
tüm bunların yanı sıra, bir dönem kendinden şüpheye
düştüğü, 1889'da St. Remy'de akıl hastanesinde
kaldığı günleri takip eden ve kuzey Fransa'ya
döndüğü dönemde, çalışmalarında
'gelişmenin yetersizliği' derdinden muzdarip olduğu biliniyor.
Zira "Yansıtmayı arzuladığım şeyle hiç uyum içinde
değil" diye yazmıştı bir mektubunda.
Van Gogh'un en üretken olduğu dönem ve
yer ise, son 70 gününde 70'den fazla resim yaptığı ve
hayatına son verdiği Fransa'nın kuzeyindeki
Auvers-sur-Oise…
27 Haziran 1890'da Van Gogh, yalnızca 37
yaşındayken elinde bir revolverle Auvers tarlalarında bir
yürüyüşe çıktı ve kendini vurdu...
* * * * *
Onları betimleyen bilmeyi ve görmeyi
anlamlandıran eyleyen yaratıcılıkları; yani başkaldıran
aşklarıydı…
Ya da José Saramago'nun,
"İçimizde bir yerde adı olmayan bir şey vardır, o şey
bizizdir," dediği insanî yaratıcılık…
 
Temel Demirer
1 Ağustos 2010 19:03:47, Çeşme Köy.
 
N O T L A R
[*]
Kaldıraç, No:113, Eylül 2010…
[1]
Edward de Bono.
[2]
A. Hicri İzgören, "İki Şair Bir Sevda", Günlük,
3 Haziran 2010, s.15.
[3] size="2">Hasan Bülent Kahraman, "Öteki Attilâ
İlhan", Sabah, 13 Ekim 2007, s.16.
[4] size="2">Umut Aydın, "Ne Şairler Sevdim, Zaten Yoktular...",
Yol Dergisi, No:9, Ocak-Şubat 2006, s.66.
[5]
Arife Kalender, "Bir 'Ulu Şiir Adam'…",
Cumhuriyet Kitap, No:983, 18 Aralık 2008, s.10.
[6]
Yitiksiz, Turgut Uyar, Hazırlayan: M.Can Doğan, Yapı Kredi Yayınları,
2010, s.11.
[7]
Şiirin ve Umudun Yorulmaz İğnesi Sennur Sezer, Hazırlayan: Cavit
Nacitarhan, Evrensel Basım Yayın., 2010.
[8]
A. Hicri İzgören, "İki Şair Bir Sevda", Günlük,
3 Haziran 2010, s.15.
[9]
Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü-Ferit Edgü
Mektuplaşmaları, Yayıma Hazırlayan: Burak Fidan, Sel Yay.,
2010.
[10]
Cemil Eren, "Vüs'at O. Bener Ölümü mü
Bekliyordu?", Kızılcık, No:36, Bahar 2009, s.84-90.
[11]
Burcu Aktaş, "Vüs'at O. Bener'siz Beş Yıl",
Radikal, 1 Haziran 2010, s.23.
[12]
Konur Ertop, "Memet Fuat'ın Özlediği Dünya",
Cumhuriyet Kitap, No:983, 18 Aralık 2008, s.16-17.
[13]
Aktaran: Ferit Edgü, "Yaşayan Fethi Naci", Cumhuriyet, 23
Temmuz 2009, s.16.
[14]
Oktay Akbal, "Dostum Fethi Naci İçin", Cumhuriyet Kitap,
No:1014, 23 Temmuz 2009, s.3.
[15]
Filiz Ali, Filiz Hiç Üzülmesin, Sel Yayıncılık, 2.
baskı, 1997.
[16]
Mehmet Nuri Gültekin, "Gerçekçi Edebiyatın
Büyük Ustası Orhan Kemal: Ölümünün 40.
Yılında", Cumhuriyet Kitap, No:1059, 3 Haziran 2010,
s.16-17.
[17]
Eray Aytimur, "Bob Dylan Benim İçin Önemlidir...",
Radikal, 23 Mayıs 2010, s.24.
[18]
Neva Grant, "Sezen Aksu: İstanbul'un Sesi", Radikal, 16
Nisan 2010, s.27.
[19]
Celâl Üster, "Sahici Bir Sanatın Simyacısı",
Cumhuriyet Kitap, No:1060, 10 Haziran 2010, s.6.
[20]
Münir Göle, "Picasso'nun Tutkuları, Arzuları ve
Zevki", Radikal İki, 21 Mart 2010, s.9.
 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder