31 Mart 2010 Çarşamba

Şeker işçilerine 4/C köleliği dayatılıyor

Şeker işçilerine 4/C
köleliği dayatılıyor

(31.03.10) - Uluslararası
sermayenin buyruklarını yerine getirmekte tereddüt etmeyen AKP
hükümeti, kamu kurumlarını bir bir özelleştiriyor. TEKEL
işçilerinin mücadelesi ile gündemleşen 4/C köleliği,
özelleştirilecek kurumların başında yer alan şeker
işçilerine dayatılıyor.

TEKEL, şeker, enerji... Sermaye hak gasplarını
sürdürüyor

Düzen partilerinden CHP'nin
Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek mecliste düzenlediği basın
toplantısında, Türkiye Şeker Fabrikaları Genel
Müdürlüğü'nün 9 Mart'ta yayımladığı bir genelge
ile işçilerden 4/C'ye geçmelerini istediğini bildirdi.

Sermaye hükümeti AKP işçi ve
emekçilere kölelik koşullarında çalışmayı reva
görüyor. Özelleştirilecek sektörlerin başında yer alan
enerji ve şeker alanında ise işçileri hak gaspları bekliyor. Bu
çerçevede, Şeker Fabrikaları Genel
Müdürlüğü tarafından özelleştirme kapsamındaki
fabrikalarda çalışan şeker işçilerine 4/C
statüsüne geçmeleri için başvurmaları gerektiği
ifade edildi. Genelge sonrasında şeker işçilerine de TEKEL
işçilerine yapıldığı gibi 4/C formlarını imzalamaları
yönünde baskı yapılmaya başlanırken Şeker Fabrikaları Genel
Müdürü olan Mehmet Azmi Aksu'nun, AKP Genel Başkan
Yardımcısı ve İçişleri eski Bakanı Abdülkadir
Aksu'nun kardeşi olması ise dikkat çekici bir yerde
duruyor.

Nasıl ki, 2009 yazında Çorum ve Yozgat
Şeker Fabrikası
işçileri, fabrikaya talip olan Arap
asıllı Savola firmasının yetkililerini fabrikadan kovdularsa, aynı
kararlılıkla 4/C dayatmasına, kölelik koşullarında, güvencesiz
ve geleceksiz bir yaşama karşı da TEKEL işçileriyle beraber
mücadele vermelidir.

Kaynak: kizilbayrak.net

AVM'ler emek sömürüsüyle coşuyor

AVM'ler emek sömürüsüyle
coşuyor

AVM'ler cirolarının arttığını
açıklarken, alışveriş merkezi işçileri gittikçe
ağırlaşan koşullarda güvencesiz çalışmaya
zorlanıyor.

Alışveriş Merkezi Yatırımcıları Derneği(AYD) tarafından
açıklanan href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/avm"
class="glossary-term">AVM
endeksine göre href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/2010"
class="glossary-term">2010
Şubat ayında AVM'lerin cirosu
geçen yıla göre yüzde 22 artış gösterdi.
Ziyaretçi sayısı geçen yıla göre yüzde 4
azalmasına rağmen cirolardaki artışın tüketicilerin AVM'lerde
artık daha çok alışveriş yapmak için geldiklerinin
göstergesi olarak yorumlandı. Rakamlar AVM'lerin yüzünü
güldürürken, bu yerlerde çalışanların kölelik
koşullarında yoğun ve güvencesiz çalıştıkları
belirtiliyor.

Modern Köleler: AVM işçileri
Alışveriş merkezi işçileri modern köleler gibi
çalşırken, Pazar günlerinde tatil yapamıyorlar. Günde
asgari 12 saat çalışan işçiler, kimi zaman 1 aylık
sigortalarının 15 gün yatmasını kabul etmek zorunda kalıyorlar.
Günlük çalışma koşullarında aşırı stres ve fiziki
yıpranmaya maruz kalan AVM işçileri AVM'lerin karlarını
artırdıkları halde, soyunma dolaplarının olmadığı, sağlıklı
beslenemedikleri yerlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar.

"Teşmil istiyoruz"
Konuyla ilgili olarak "Teşmil" talebi ile href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/aciklama"
class="glossary-term">açıklama
yapan Tez Koop-İş Genel
Başkanı Gürsel Doğru, yaklaşık 400 bin kişinin
çalıştığı iş kolundaki tüm işyerlerine imzaladıkları
toplu sözleşmelerin teşmil edilmesini (genişletilmesi) talep
etti.

''Alışveriş Merkezleri, Zincir Mağazalar ve Büyük Mağazalar
Kanun Tasarısı'' hakkında açıklama yapan Doğru, 8-10 yıldır
çeşitli vesilelerle gündeme gelen bu kanunun her seferinde title=""> class="glossary-term">seçim dönemlerine yönelik
bir manevra olarak kullanıldığını vurguladı. Doğru'ya göre buna
rağmen href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/yasa-tasarisi"
class="glossary-term">yasa tasarısı
bir çok eksik
barındırıyor.

Diğer ülkelerin AVM'lerinde Pazar günü
tatil

Çalışma saatlerini toplu sözleşmeler href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/is-kanunu" class="glossary-term">İş
Kanunu
ve href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/ilo"
class="glossary-term">ILO
standartların göre belirlenmesi
gerektiğini belirten Doğru, yasa taslağında çalışma
sürelerinin yerel yönetimlere ya da değerlendirme kurullarına
bırakılarak bu standarda uyulmadığını belirtti. Doğru, haftasonu tatil
hakkının ise ciro kaybı nedeniyle kabul görmediğini belirtti.
Gürsel Doğru, yeni yasanın AVM'lerin sadece Pazar günü saat
18.00'de kapatılmasını içerdiğine işaret ederken, title=""> class="glossary-term">Türkiye'de faaliyet gösteren
birçok href="http://haber.sol.org.tr/haberleri/market"
class="glossary-term">market
zincirinin diğer ülkelerde
pazar günleri mağazalarını kapattıklarını ancak bunun
Türkiye'de de uygulanmasına karşı çıktıklarını
belirtti.

Doğru, "Marketlerde 20 yaşındaki kasiyer genç kızlarımız
kilolarca ürünü kasalardan geçiriyor. Bunun akşama
kadar yüzlerce kez yapıldığını düşünün. Bunun
yanında yaşanan stres beraberinde yıpranmayı getiriyor. Bu kişilerin
emekliliği konusunda özel düzenlemelere ihtiyaç var. Bu
konuda da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına
başvuracağız" diye konuştu.

"Örgütlenmek gerek"
Teşmil ile 40 bin işçi ile yapılabilen toplu sözleşme
hakkının 400 bin market işçisine yayılacağını belirten
Gürsel Doğru, ağır koşullarda çalışarak özel
düzenlemeleri hak eden market işçileri hakkında
Çalışma ve Güvenlik bakanlığına başvuracaklarını
söyledi. Doğru, sektördeki tüm işçileri ise sendikada
örgütlenmeye çağırdı.

 

Kaynak: haber.sol.org.tr

Şimdi de Şeker işçisine 4/c baskısı

Şimdi de Şeker işçisine
4/c baskısı

CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek,
Türkiye Şeker Fabrikaları Genel
Müdürlüğü'nün 9 Mart'ta yayımladığı
bir genelge ile işçilerden 4/C'ye geçmelerini
istediğini bildirdi.
Dibek Meclis'te düzenlediği basın toplantısında Türkiye
Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü'nün 9
Mart 2010'da bir genelge yayımladığını ve özelleştirme
kapsamındaki fabrikalarında çalışan işçilerin 4/C
statüsüne geçmeleri için başvurmaları gerektiğini
bildirdiğini kaydetti. Genelge sonrasında şeker fabrikaları
işçilerine de TEKEL işçilerine yapıldığı gibi 4/C
formlarını imzalamaları yönünde baskı yapılmaya
başlandığını ifade eden Dibek, "Kimin isteğiyle böyle bir
genelge yayımlanmıştır? Şeker Fabrikaları Genel Müdürü
olan Mehmet Azmi Aksu, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve İçişleri
eski Bakanı Abdülkadir Aksu'nun kardeşidir. Bu genelgenin
hazırlanmasını genel müdürden AKP mi istemiştir? Bu genelgenin
hazırlanmasını isteyen AKP hükümeti neden fabrikaları
işçilerle birlikte işçilerin mevcut haklarını koruyarak
özelleştirmeyi düşünmemektedir" diye konuştu.

"HUKUKA AYKIRI"

AKP hükümetinin TEKEL özelleştirmesinde olduğu gibi şeker
fabrikalarındaki 4/C statüsüne geçecek olan
işçilerin de tazminatlarını devlete ödetmek istediğini
kaydeden Dibek, AKP'nin kamuya ait şeker fabrikalarını
özelleştirme isteğinin Danıştay 13'ncü Dairesi
tarafından durdurulduğunu hatırlatarak, "Mahkeme kararı ile
özelleştirilmesi durdurulan şeker fabrikaları işçilerini
hükümetin şimdiden 4/C'ye geçirmek istemesi hukuka
aykırıdır" dedi. TEKEL özelleştirmesi sonrasında
işçilere 4/C statüsüne geçiş için 30
günlük süre tanıyan Bakanlar Kurulu kararının
yürütmesinin Danıştay tarafından durdurulduğunu da hatırlatan
Dibek, "Özelleştirmesi yapılan TEKEL işçileri için
30 günlük sürenin yeterli olmadığı hükmü
sabitken, daha özelleştirmesi bile yapılmamış, özelleştirme
kararı mahkeme tarafından durdurulmuş şeker fabrikalarının
işçilerini 4/C statüsüne geçirmeye çalışmak
AKP hükümetinin korkusunu ortaya koymaktadır. AKP
hükümeti TEKEL direnişi sonrasında şeker fabrikası
işçilerinin de kazanılmış hakları için mücadele
etmelerinden korktuğu için bu yola başvurmuştur. Başbakanın
işçilere '4/C'yi kabul etmezseniz yerinize başkasını
alırım' demesi 'ölümü gösterip sıtmaya
razı etme' anlayışıdır" diye konuştu.

ŞEKER FABRİKALARI GENEL MÜDÜRLÜĞÜ'NÜN
"4/C GENELGESİ"

Türkiye Şeker Fabrikaları Genel
Müdürlüğü'nce yayımlanan genelgede ise Bakanlar
Kurulu'nun özelleştirme uygulamaları sonucunda işsiz kalan
işçilerin geçici personel statüsünde istihdam
edilmelerine ilişkin esaslar hakkındaki kararı gereğince, diğer kamu
kurum ve kuruluşlarına atanmak üzere Özelleştirme İdaresi
Başkanlığına müracaat eden işçilerin, 4/C kapsamında atama
tekliflerinin yapıldığı kaydedildi. Genelgede, atama tekliflerinde,
işçilerin çalışmak istedikleri illere ait bilgilere yer
verilmediği, bu durumun Devlet Personel Başkanlığınca yapılacak
atamalarda, işçilerin hangi illerde çalıştırılacağı
konusunda belirsizliğe yol açtığı belirtildi. Genelgede
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'na başvuracak
işçilerden 3 il tercihini de bildirmeleri ve ilgili formun
doldurulması istendi.(ANKA)
Kaynak:Radikal
31 Mart 2010

2009'da kriz teğet geçmemiş!

2009'da kriz teğet
geçmemiş!

onmouseover="showAd('25430','100063' ,event);clearAdInterval();"
oncontextmenu="return false;"> class="ADPopLink">Türkiye
ekonomisi 2009 yılında
yüzde 4.7 küçülerek 1999 ve 2001 yıllarından sonra
ilk kez daralmış oldu.

2009 yılının son çeyreğinde ekonomi sabit fiyatlarla bir
önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 6
büyümeyle resesyon döneminden çıkarken, Türkiye
ekonomisi 2009 yılının genelinde ise yüzde 4.7
küçülerek 1999 ve 2001 yıllarından sonra ilk kez
daralmış oldu. 2009 yılında kişi başına GSYH değeri cari fiyatlarla
13 bin 269 TL, onmouseover="showAd('24965','100027' ,event);clearAdInterval();"
oncontextmenu="return false;">dolar
cinsinden 8 bin 590 dolar olarak hesaplandı.

Üretim yöntemi ile hesaplanan gayri safi yurtiçi hasıla
tahmininde, 2009 yılı dördüncü üç aylık
döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre cari
fiyatlarla gayri safi yurtiçi hasıla yüzde 8'lik artışla
251 milyar 821 milyon onmouseover="showAd('25237','100219' ,event);clearAdInterval();"
oncontextmenu="return false;">TL
oldu. 2009 yılının dördüncü üç aylık
döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre sabit
fiyatlarla GSYH yüzde 6'lık artışla 25 milyar 699 milyon TL
düzeyinde gerçekleşti.
2009 yılı GSYH değeri cari fiyatlarla yüzde 0.4'lük
artışla 953 milyar 974 milyon TL, sabit fiyatlarla yüzde 4.7'lik
azalışla 97 milyar 88 milyon TL oldu. Türkiye name="aspx1" onmouseout="hideAd();" onmouseover="showAd('25228','101413'
,event);clearAdInterval();" oncontextmenu="return false;"> class="ADPopLink">İstatistik
Kurumu, 2008 ve 2009 yılı
GSYH verilerinde de revizyona gitti.

Takvim etkisinden arındırılmış sabit fiyatlarla GSYH 2009 yılı
dördüncü üç aylık döneminde bir önceki
yılın aynı dönemine göre onmouseout="hideAd();" onmouseover="showAd('25437','102198'
,event);clearAdInterval();" oncontextmenu="return false;"> class="ADPopLink">yüzde
4'lük artış
gösterirken, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH
değeri bir önceki döneme göre yüzde 2.3 artış
gösterdi.

Türkiye ekonomisi, 4 çeyrek küçülmenin
ardından 2009'un son çeyreğinde büyüme
gösterdi. Ekonomi, son çeyrekte piyasa beklentilerinin
üzerinde yüzde 6 büyüdü.

Türkiye'de geçen yıl kişi başına milli gelir de 8 bin
590 dolar olarak belirlendi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), üretim yöntemiyle
hesaplanan gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) sonuçlarını
açıkladı.

Buna göre, kesintisiz 27 çeyrek büyümenin ardından
2008'in son çeyreğinde küresel krizin etkisiyle eksiye
geçen Türkiye ekonomisi, 2009'un birinci çeyreğinde
yüzde 14,5'lik bir oranda daraldı. Bu rakam, ikinci
çeyrekte yüzde 7,7, üçüncü çeyrekte
yüzde 2,9'a geriledi. Dördüncü çeyrekte ise
ekonomi yüzde 6 büyüme gösterdi.

Türkiye ekonomisi 2001 yılındaki yüzde 9,5 oranındaki
küçülmenin ardından büyüme trendine girmiş,
2002'de yüzde 7,9, 2003'de yüzde 5,9, 2004'de
yüzde 9,9, 2005'de yüzde 7,6, 2006'da yüzde 6 ve
2007'de yüzde 4,7 büyümüştü. 2008 yılının
son çeyreğindeki yüzde 7 daralmaya karşın yılı yüzde
0,7 büyümeyle tamamlamıştı.

Kişi başına milli gelir düştü

Türkiye'de geçen yıl kişi başına milli gelir 8 bin 590
dolara geriledi. 2009 yılı için kişi başına milli gelirin 8 bin
456 dolar olacağı tahmin edilmişti. Kişi başına milli gelir 2008
yılında 10 bin 436 dolar olmuştu.

Öte yandan geçen yıl gayri safi yurtiçi hasıla cari
fiyatlarla 617 milyar 611 milyon dolara (953 milyar 974 milyon lira)
düştü. Söz konusu rakam, 2008 yılında 742 milyar 94 milyon
dolar (950 milyar 534 milyon lira) düzeyindeydi.

İnşaat sektöründe daralma yüzde 16,3'ü
buldu

Türkiye ekonomisi, 2009 yılında, orta vadeli programda yer alan
yüzde 6 küçülme tahmininin altında yüzde 4,7
daralma gösterdi.

Geçen yıl sektörel bazda en yüksek daralma, sabit
fiyatlarla yüzde 16,3 ile inşaat sektöründe
görüldü.

Yılın tamamında madencilik ve taşocakçılığı yüzde 6,7,
imalat sanayi yüzde 7,2, elektrik, gaz, sıcak su üretimi ve
dağıtımı yüzde 3,5, toptan ve
perakende ticaret yüzde 10,4, ulaştırma, depolama ve haberleşme
yüzde 7,1 küçüldü.

2009'da en yüksek büyüme ise yüzde 10,8 ile
balıkçılıkta meydana geldi.

Büyüme, tarımda yüzde 3,3, oteller ve lokantalarda yüzde
3,9, mali aracı kuruluşların faaliyetlerinde yüzde 8,5, konut
sahipliğinde yüzde 4,1, gayrimenkul, kiralama ve iş faaliyetlerinde
yüzde 4,5, eğitimde yüzde 2, sağlık işleri ve sosyal
hizmetlerde yüzde 3,2 oldu.

Dördüncü çeyrek
Ekonominin yüzde 6 büyüme gösterdiği
dördüncü çeyrekteki gelişmelere bakıldığında da
inşaat sektörü ve "diğer sosyal, toplumsal ve kişisel
hizmet faaliyetleri" sektörü dışında tüm
sektörlerde büyüme meydana geldiği gözleniyor.

Son çeyrekte inşaat sektöründeki küçülme
yüzde 6,6'ya geriledi, "diğer sosyal, toplumsal ve kişisel
hizmet faaliyetleri" sektöründe küçülme de
yüzde 0,4 oldu.

Dördüncü çeyrekte en yüksek büyüme
yüzde 13,1 ile balıkçılıkta görüldü.

Büyüme meydana gelen diğer sektörler arasında tarımda
yüzde 1,5, balıkçılıkta yüzde 13,1, madencilik ve
taşocakçılığında yüzde 3,5, imalat sanayinde yüzde
12,8, elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi ve dağıtımı
yüzde 1,5, toptan ve perakende ticarette yüzde 10,3, oteller ve
lokantalar da yüzde 5,5, ulaştırma, depolama ve haberleşmede
yüzde 3,6, mali aracı kuruluşların faaliyetlerinde yüzde 8,1,
gayrimenkul, kiralama ve iş faaliyetlerinde yüzde 10, dolaylı
ölçülen mali aracılık hizmetlerinde yüzde 11,5
artış gözlendi.

Revizyonlar

Bu arada TÜİK daha önce açıkladığı 2008 ve 2009
büyüme rakamlarında da revizyona gitti.

2008'in birinci döneminde yüzde 7,2 açıklanan
büyüme rakamı yüzde 7,0'ye, ikinci dönem
yüzde 2,8'den yüzde 2,6'ya,
üçüncü dönem yüzde 1,0'den yüzde
0,9'a çekildi. Dördüncü dönemde yüzde
6,5 olarak açıklanan küçülme, yüzde
7,0'ye revize edildi. 2008'in tamamında kaydedilen
büyü hızı rakamı ise yüzde 0,9'dan yüzde
0,7'ye çekildi.

2009 yılı birinci döneminde daha önce yüzde 14,7 olarak
açıklanan büyüme hızındaki daralma, yüzde 14,5,
ikinci dönemdeki daralma yüzde 7,9 iken yüzde 7,7,
üçüncü dönemdeki daralma yüzde 3,3 iken
yüzde 2,9'a revize edildi.(anka, aa)

 

Kaynak: radikal.com.tr

 

EMO'da Yeni Yönetim Belirlendi

EMO'da Yeni Yönetim
Belirlendi

EMO 42. Dönem Olağan Genel Kurulu'nda
yapılan seçimler sonucunda yeni Yönetim Kurulu beyaz listeden 6,
turuncu listeden de 1 üyeden oluştu. EMO 42. Dönem Yönetim
Kurulu'na Cengiz Göltaş, Cemil Kocatepe, Serdar Paker, Mehmet
Bozkırlıoğlu, Mehmet Turgut, Emir Birgün ve Erdal Apaçık
seçildi. EMO Onur Kurulu ve Denetleme Kurulu yapılan seçimler
sonucunda beyaz listenin adaylarından oluştu. TMMOB Yönetim Kurulu,
TMMOB Yüksek Onur Kurulu ve TMMOB Denetleme Kurulu için
adayların belirlenmesine yönelik seçimi ve TMMOB Genel
Kurulu'na katılacak 100 EMO delegesinin belirlenmesine yönelik
oylamayı da beyaz liste kazandı.

EMO 42. Dönem Oda kurulları ve TMMOB kurullarına gönderilecek
EMO adaylarını belirlemek üzere yapılan seçimler, 9 sandıkta
gerçekleştirildi. Toplam 848 delegeden 802'sinin oy
kullandığı seçimlerde katılım oranı yüzde 94.6 oldu. Oda
kurulları ve TMMOB kurullarına gönderilecek EMO adaylarının
seçiminde 14 oy geçersiz olurken, 788 oy geçerli
sayıldı.

EMO 42. Dönem Yönetim Kurulu'na beyaz listeden Cengiz
Göltaş (472 oy), Cemil Kocatepe (467 oy), Serdar Paker (451 oy), Mehmet
Bozkırlıoğlu (409 oy), Mehmet Turgut (400 oy) ve Erdal Apaçık (380
oy) seçilirken, turuncu listeden Emir Birgün de 400 oy alarak
Yönetim Kurulu'na girdi. EMO 42. Dönem Yönetim Kurulu
yedek üyeleri, beyaz listede yer alan Yeşim Aydoğan (401 oy), İrfan
Şenlik (397), Mehmet Ekinci (392 oy), Arif Cevizci (387 oy), Ercan Sekin
(382 oy), Birkan Sarıfakioğlu (379 oy) ve Yılmaz Kocaoğlu'ndan (370
oy) oluştu.

EMO Onur Kurulu'na Tuncay Özkul, Suat Yılmaz, Mustafa Şerit,
Özcan Uğurlu ve Mustafa Demirören seçildi. Onur Kurulu
yedek üyeleri de, Olgun Yurt, Kadri Durgun, Metin Sağdıçoğlu,
İkram Erdoğan ve Nurhan Hikmet Parlak'tan oluştu.

EMO Denetleme Kurulu'na Şaban Filiz, Ömer Çelik, Turan
Aydemir, Cengiz Süzük, Metin Telatar, Gıyasi Güngör ve
Kamer Gülbeyaz seçildi. Denetleme Kurulu yedek üyeleri de,
Bülent Bayraktar, Barış Al, Yakup Akyol, Erdem Güneşligün,
Nurcan Bircan Yayla, Barış Al ve Nizamettin Demirci'den oluştu.

TMMOB Yönetim Kurulu adaylığı için Hüseyin Önder,
Hüseyin Yeşil ve Volkan Gürcan seçilirken, TMMOB
Yüksek Onur Kurulu adaylığına Musa Çeçen, TMMOB
Denetleme Kurulu adaylığına da Macit Mutaf seçildi.

TMMOB Genel Kurulu için 100 delegenin belirlenmesine yönelik
seçimlerde ise 43 oy geçersiz sayılırken, 759 geçerli
oy kullanıldı. TMMOB asıl delegeleri seçiminde 420 oyla beyaz liste
kazanırken, turuncu liste 339 oy aldı.

Kaynak: emo.org.tr

Çalışma Yaşamında Sektörlerin "Kürdü"dür Madencilik

Çalışma Yaşamında
Sektörlerin "Kürdü"dür Madencilik

align="center">ÇALIŞMA YAŞAMINDA SEKTÖRLERİN
"KÜRDÜ'DÜR" MADENCİLİK

12 Eylül darbesiyle birlikte uygulanan ekonomik
politikalar ve özelleştirmeler sonucu madencilik sektöründe
istihdam olanakları giderek daralmış ve kamuda çalışan
işçi sayısı da buna paralel olarak düşmüştür.

Resmi rakamlara göre; 1981 yılında özel
sektörde: 13.564, kamuda: 80.625 kişi çalışırken, 2008 Temmuz
ayı istatistiklerine göre kamu'da toplam 594 işyerinde 26.545
işçi çalışırken, özel sektörde 8.543 işyerinde
111.181 işçi çalışmaktadır. Böylece girişte
yaptığım tespitin nedeni daha iyi anlaşılacaktır.  

Uygulanan özelleştirme politikaları bir yandan
örgütsüz çalışan bir kitle üretirken, diğer
yandan da yaygın taşeron uygulamalarıyla birlikte iş ve sosyal
güvenceden yoksun bir çalışma hayatı yaratmıştır.

Bu yeni durum sektördeki çalışma hayatını
olumsuz olarak etkilemiş, sendikasızlaştırma oranını da büyük
oranda yükseltmiştir. Mevcut yasa ve tüzüklerin işverenlere
sunduğu olanaklardan; 30'dan az işçi çalışan
işyerleri iş güvencesi yasası dışında tutulup, 50'den az
işçi çalışan işyerlerinde İş Sağlığı ve
Güvenliği Kurulu oluşumu zorunluluktan çıkartılmıştır.
Yasal olarak işverenlerin eline verilen bu koz da iş yerlerini tam bir
toplama kampına çevirmiştir. Örneğin, Nurullah ERCAN'a
ait işyerleri geçmişte ortaya çıkarılan belgelerle bu
konuda iyi bir örnektir.  Yani kıssadan hisse dersek, ağır
ve tehlikeli işkolu olarak tanınan, özel sektör maden
işletmelerine ait ocakların yüzlercesinde, İş Sağlığı ve
Güvenliği Kurulu bulunmamaktadır. Yani, her an herhangi bir
köşeden yeni bir acı feryatların yükselmesi neredeyse yasal
aymazlıklarla garanti altına alınmıştır.

Bursa'da grizu madencilerin ocağına;
Ankara'da DTP'nın kapatılması da kürtlerin yüreğine
ateşin düşmesine neden oldu

'Acı haber tez duyulur' derler. Ben bu
haberleri bir dizi toplantılara katılmak için bulunduğum
Brüksel'de duymuş ve adeta beynimden vurulmuştum.

Tarihler 10 Aralık'ı gösterdiğinde
Türkiye gündemine 2 önemli konu birden düşüyordu.
Biri Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) Anayasa Mahkemesi'nde
süren kapatma davası, diğeri ise Bursa Mustafakemalpaşa'da
Bükköy Madencilik Turizm ve Tic. A.Ş Linyit Ocağı'nda 19
işçinin galeride mahsur kalmasıydı. 11 Aralık'ta egemenlerin
kustuğu öfke DTP'yi kapatırken, Bükköy Madencilik
patronu Nurullah ERCAN'ın patlayan kar hırsı ise 19 işçinin
yaşamını sonlandırıyordu.

Kürtler ve yeraltı maden işçileri, ne kadar
da aynıydı kaderleri birbirleriyle. Birisi kimlikleriyle yok sayılan
ülkenin ötekileri, diğeriyse yaşamları tesadüfe kalmış
gün ışığına hasret maden işçileriydi. Belki de bu
yüzdendir, madencilik sektörüne 'sektörlerin
kürdü' denilmesinin…

DTP'nin kapatılması ve 19 madencinin yaşamını
yitirmesi Medya için reyting yarışını sürdürecek iki iyi
malzeme. Çünkü her ikisinin sonu da
görüldüğü gibi şiddet, kan ve gözyaşı
üretiyor.

Özel sektörde çalışan "madenci
kul, parası pul ve karısı dul''dur

12 Eylül darbecilerinin hazırladığı Anayasa ve
ona paralel olarak çıkartılan yasalar, örgütlü
toplumun oluşmasının önünde büyük bir engeldir. Kimi
yerde kağıt üzerinde 'hak' olarak gösterilenler ise,
pratikte son kullanım tarihi işverenlerce çoktan doldurulmuştur.
Sendikal özgürlük ve örgütlenme hakkı bunun
açık örneklerindendir. Çok engelli koşu parkuru gibi, o
zor olan barajlar aşılsa bile, genelde işverenin yasağına takıldığı
için sonuç işçi açısından kapının
önüne konulmakla biter. Yeraltı maden işçisi gelir
vergisinden muaftır. Bu nedenledir ki asgari ücretin biraz
üzerinde bir ücret alır. 20 yıl (çalıştığı
sürenin üzerine yüzde 20 yıpranma payı eklenir) fiilen
çalışarak, ödeyerek emekli olabilir yer altı maden
işçisi. Ancak, SSK primlerinin gün olarak eksik, miktar olarak
düşük yatırıldığı özel sektörde 20 yılı
tamamlamak hiçte kolay değildir.

19 işçiye mezar olan Bursa
Mustafakemalpaşa'da ki Devecikonak linyit ocağının sahibi Nurullah
ERCAN; Çorum, Tokat, Kütahya, Bolu ve Bursa'da bir
sürü maden sahaları/linyit ocakları, Bozüyük'te
özelleştirme idaresinden aldığı seramik fabrikası, Antalya Manavgat
ve Bolu Abant'ta Petrokent devre mülkleri, Anadolu Gaz
işletmesine ait 4 ilde dolum tesisleri ve ülke çapında
yüzlerce bayilikleriyle görünmeyen devasa bir
güçtür. Anadolu Gaz Tic. ve San. A.Ş, Arafa Madencilik
San. ve Tic. Ltd. Şti, Üçpınar Madencilik ve Tic. Ltd.
Şti, Ercan Seramik San. Ve Tic. A.Ş, Ercan Madencilik San. Turizm ve
Tic. A.Ş, Kuzey Anadolu Madencilik Turizm ve Tic. A.Ş, Bükköy
Madencilik Turizm ve Tic. A.Ş, Petrokent Turizm A.Ş'de ERCAN aile
bireylerinin hisseleri sembolik düzeyde kalırken, Nurullah
ERCAN'ın hisselerinin en az yüzde 80'lerle ifade edildiği
Ticaret Sicili Memurluğu kayıtlarından net olarak
anlaşılmaktadır.  

16 Ocak 1996 tarihinde, Trabzon'dan Rusya'nın
Soci limanına Avrasya feribotunu kaçıran Çeçenli
faşistlerin, Nurullah ERCAN'ın Abant'ta ki Petrokent'te
silahlı eğitim yaptıkları iddiası geçmişte basına da
yansımıştı. Bu ve benzeri hizmetlerinden dolayı devlet katında hatırı
sayılır bir kimliğe sahip olduğu ise tartışılmaz.

Bolu'da Bolu beyi'nden sonra gelir Nurullah
Ercan, gerisi hikayedir

2001 yılı baharında Gökçesu'da
sendikaya üye olan işçilerin jandarma tarafından her gece
evinden alınıp karakola götürülürken, DSP-MHP-ANAP
koalisyon hükümeti döneminde işleri rast giderken, esnafı
toplayıp 'bu komünist sendikaya üye olan işçilere
veresiye vermeyeceksiniz' diye tehdit etmesine rağmen hakkında
soruşturma açılamaması, onca şikâyete rağmen Mengen
Savcısının Nurullah ERCAN'ı adresinde bulamadığı için
ifadesini alamaması gibi komiklikler, işyeri hekimi olmadığı halde
Tuzlukaya Ocağı'nda İş Sağlığı ve Güvenliği
Kurulu'na imza atan Dr. Mürşide ŞOLPAN'ın, 88
işçinin ekmeğiyle oynamasına rağmen ceza almaktan kurtulması
herhalde bu gücün bir ölçüsü olmalı.
Dün, 19 Kasım 2000 tarihinde, Gökçesu'da Kayaaltı
Linyit Ocağında, '7 işçinin grizu vardiyası'nda
yaşamını yitirdiği unutulmazken, bugün Devecikonak linyit
Ocağındaki 19 işçinin hayatı kararması da unutulmayacaktır.
Birkaç gün ortalıkta görünmeyen işverenin, sonra
savcılığa uğrayıp kendisine ikram edilen demli çayı yudumlarken
zaten tutuklanmayacağı tahmin edilmekteydi. Bugün ise işçileri
toplayarak güya onların görüşünü alıp
üretime başlayacağı kararını basına bildirmesi, her şeyin
kaldığı yerden devam etmesi tanıyanlar açısından sürpriz
olmadı. Yine işverenin Krizden etkilenen işletmeler için
hükümetin uygulamaya koyduğu 'Kısa Çalışma
Ödeneği'nden yararlanmak için başvurması da basın
tarafından bir kez daha 'ÜSTE BİRDE PARA İSTİYOR –
UTANMAZ – YÜZ KARASI'  olarak gündeme
getirildi. Ürettiği kömürü toptan pazarlamakta
sıkıntı çekmeyen, birçok şeker fabrikasına yıllardır
kömür taşımakla bitiremediği Nurullah ERCAN, deyim yerindeyse,
'KRİZİ FIRSATA ÇEVİRMİŞ'tir.

Devletin acılı ailelere nakdi yardımı rüşvet
anlamındadır

1 Haziran 2006 tarihinde Balıkesir Dursunbey'de
Şentaş Madencilik'te meydana gelen grizu sonucu yaşamını yitiren
17 işçinin yakınlarına ödenen istisnai Başbakanlık
yardımı, bu kez de Bükköy Madencilik işletmesinde yaşamını
yitiren işçilerin geride kalanları için devreye sokuldu.

Çok ender rastlanan ve Bursa'da yaşamını
yitiren 19 maden işçisine yapılan nakdi yardım, Gökçesu
maden işçilerince olumlu görülmekle birlikte
çeşitli yorumları da beraberinde getirdi. Onlarca işçinin
yaşamını yitirdiği Gökçesu maden havzasında, böyle bir
yardıma bu güne kadar tanık olmadıklarını belirten işçiler,
"devlet ocakların denetimiyle ilgili görevini yapmıyor ve bu
şekilde hem günah çıkarıyor, hem de önlem almadığı
için ocakları onlarca işçiye mezar olan
'Kömür Kralı'na dönük tepkileri azaltmak
için rüşvet dağıtıyor" diye yorumluyorlar. Yani
anlayacağınız Devlet acılı ailelere sus payı diye, sözde
koruyuculuk yaptığını göstermek için nakdi yardım olarak
verilen rüşveti resmileştiriyor. Peki, kim kaç para
karşılığı ölmek ister? Merak ediyorum ben istemem örneğin.
Tüm bu ülkedeki sorunlara rağmen hala yaşanacak güzel
günlerin olduğu umuduyla ölmek değil yaşamak isterim. Ya siz,
ardınızdan ağlayanlara üç beş kuruş kalsın diye ölmeyi
ister misiniz? Hayır, hiçbir madenci de istemiyor… Baştan
gerekli tedbirlerin alınmamasından kaynaklı gelişen ölümlerin
ardından üç beş kuruşla kimse sorumluluklarından kurtulamaz.
Bu yüzden de bu yaşananlar İŞ KAZASI DEĞİL, CİNAYETTİR!...
/>

Ve Bursa'da ki iş cinayeti özel
sektörün yaklaşımının bir yansımasıdır…

Bursa Mustafakemalpaşa'da grizu sonucu 19
işçiye mezar olan Devecikonak linyit ocağı, güya Nurullah
ERCAN tarafından işletme müdürü Fahrettin ŞOLPAN'a
kiraya verilmiş. Yetkililer böyle komik iddialarla Nurullah
ERCAN'ı bir kez daha kurtarmaya çalışıyorlar. Üstelik
yetkilileri ÇSGB BÇM kayıtları da doğrulamıyor. Bunu
aramaya gerekte yok aslında. Çünkü birkaç istisna
dışında bir sürü özel sektör maden işletmesinin genel
bir uygulamasının küçük bir yansımasıdır bu durum.

2001 – 2002 yıllarında
Gökçesu'da yaşananları hatırlayalım…

DİSK/Dev. Maden – Sen 2001 başında Bolu Mengen
Gökçesu'da, Nurullah ERCAN'ın Üçpınar,
Bükköy ve Kuzey Anadolu Madencilik şirketlerinin işlettiği
ocaklarda örgütlenme çalışmaları yaptı. Uzun
çalışmalar sonucu işçilerin yüzde 80'i sendikaya
üye oldu. Sendika düşmanı işveren, önce işçileri
değişik tekliflerle sendikadan istifa ettirmeye çalıştı,
yöntemi işe yaramayınca bu kez baskı ve tehdidi gündeme getirdi.
Kullanılan yöntemler sendikaya üye olan işçilerin ancak
küçük bir kısmını etkileyerek istifasına neden oldu.
İşveren, işçilerin kararlı tutumu üzerine
Üçpınar ve Bükköy Madencilik şirketlerinin
mülkiyeti kendisine ait olan sahada işlettiği ocakları kapatarak
işçileri işten attı. Kuzey Anadolu Madencilik şirketinin
TKİ'den (Türkiye Kömür İşletmeleri Genel
Müdürlüğü) redevansla kiraladığı sahada linyit
üretimi yapan işçileri ise ücretsiz izine çıkardı.
Bu ücretsiz izin işçilerin rızası olmadan tek taraflı bir
kararla gündeme geldi. Gökçesu linyit havzasında sendikal
hak ve özgürlükler mücadelesi 22 ay kesintisiz bir
şekilde sürdü. İşçilerin yasadışı grev yaparak İş
Sağlığı ve Güvenliği önlemlerinin alınmasını engellediğini
ileri süren işveren, bunu İşyerinde gerçekte olmayan İş
Sağlığı ve Güvenliği Kurulu'nun uydurma raporuyla belgelemeye
çalıştı. Sendikanın açtığı davalar sonucu, bir
sürü taşeron ilişkileri mahkum edildi. İşverenin kurnazca izin
ve kıdemi öldürmeye dönük taşeron uygulamaları bir bir
belgelendi. İşçilere psikolojik baskıyla imzalatılan belgeler
çürütüldü. 7 yıl gibi uzun bir süre sonunda
dava nihayet geçen yıl Yargıtay'da sonuçlandı. Ancak
Nurullah ERCAN'dan işçi alacaklarını tahsil edebilmek
için sürdürülen hukuki süreç bununla
bitmedi. Şimdi sıra icra işlemlerinde. 

Yani anlayacağınız vahşi taşeron sistemi GERMİNAL
filmini hatırlatıyor...

Taşeron sistemi Özel sektör maden
işletmelerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. İşverenler, çoğu
kez dışarıdan bir şirketi taşeron olarak kullanmak yerine kendisine ait
şirketlerle, ek bir maliyet oluşturmayan yanında çalıştırdığı
madenci Çavuşlarını taşeron olarak göstermektedir. Bir
dönem Gökçesu'da, Pozantı'da,
Akdağmadeni'nde ve Tavşanlı'da sayısız miktarda taşeron
kullanıldığı mahkeme dosyalarında sabittir. Özel ocaklarda genel
uygulamaları hatırlamakta yarar var.

  • Her taşeronda 30'dan az işçi
    çalıştığından, bu işçiler yasa gereği iş
    güvencesinden yararlanamamaktadır.
  • Her taşeronda 50'den az işçi çalışması
    nedeniyle İşyerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu zorunlu
    olmamaktadır.
  • Çalışan işçi sayısı 50'den az olduğu
    için, İşyeri Hekimi bulundurmak zorunlu değildir.

align="justify">·       Ocaklarda
meydana gelen iş kazalarında taşeron muhatap alınarak asıl işvereni
sorumluluktan kurtarmaktadır.
  • Gelir vergisi en alt dilimden işlem göreceği için
    asgari ölçüde bir vergi ödeyen işveren kamuyu vergi
    kaybına uğratmaktadır.
  • İşçilerin sendikal hak ve özgürlükleri
    böl, parçala ve yönet anlayışıyla engellenmektedir.
  • Yasalarla belirli çalışma süresine uyulmamakta,
    işverenin belirlediği asgari üretimi gerçekleştirilmeden
    (madencilik diliyle sarma) vardiyanın mesaisi bitmiş
    sayılmamaktadır.
  • Yılda 365 günden az sigortalı gösterildiği için
    yıllık ücretli izin hak etmediği gerekçesiyle
    kullandırılmamakta, Kıdem tazminatları kaybedilmektedir.
  • Tahkimatta maliyeti düşük, 2. 3. sınıf zayıf
    ağaçlar kullanılmakta. Belirli bir kullanım süresi olan
    Vinç ve asansör çelik halatları süreleri
    içinde yenilenmemektedir.
  • Ocakların içindeki gazın temizlenmesi ve dışarıdan temiz
    hava sirküle etmesini sağlayacak yüksek kapasiteli
    jeneratörleri kullanmak yerine, daha az elektrik/yakıt sarf eden
    düşük kapasiteli jeneratörler tercih edilmekte, bunlar ise
    ihtiyacı karşılamamaktadır.
  • Her vardiyada kurstan geçirilmiş ehliyetli barutçu
    istihdam edilmemektedir. Barutçuların olmadığı vardiyalarda
    onlardan tarif üzerine patlatmayı öğrenen ustalar bu işi
    yapmaktadır.
  • Her ocakta gaz ölçüm cihazının olmadığı gibi
    kimi yerlerde birçok ocağa tek bir ölçüm cihazı
    düştüğü bilinmekte ve düzenli ölçüm
    yapılıp deftere işlenmemektedir.
  • Yasa gereği zorunlu tutulan defterler düzenli tutulmamakta,
    gerektiğinde toptan doldurulmaktadır.
  • Her vardiyada maden mühendisi bulundurulmamakta, kimi
    işletmelerde hiçbir maden mühendisine rastlanılmazken kiralık
    diplomayla açığın kapatıldığı iddia edilmektedir.
  • Kurtarma ekipleri oluşturulup eğitimden geçirilmemekte,
    işçilerin periyodik sağlık kontrolleri yapılmamaktadır.
  • Ölümcül olmayan çoğu kazalar için
    vardiya dışında olduğuna dair tutanaklar düzenlenmektedir.
  • Ocaklarda işçilere iş çıkışında temizleneceği
    duş vb. olanaklar sağlanmamaktadır.
  • İşçilere iş elbisesi ve koruyucu malzeme verilmediği gibi
    çoğu yerde işçinin üretimde kullandığı kazmanın
    kırılan ağaç sapının bile işçiye aldırıldığı,
    ücretinden kesildiği bilinmektedir.
  • Genelde ulusal bayramlarda çalıştırılıp dini bayramlarda
    izin kullandırılmaktadır.
  • İşçi taşıma servislerinde aracın taşıma kapasitesinin
    çok üstünde işçi taşınmaktadır.

Düşük ücretle, emeklilik hayaliyle
ömür törpüsüdür maden ocakları…

Yer altı işçisinden gelir vergisi kesilmediği
için işçi ücretleri asgari ücretin birazcık
üstünde ödeniyor, yasal çalışma süresinin
dışındaki çalışmalar hesap edilirken yasanın
öngördüğü şekilde zam uygulanmıyor. Yılda 2,5 aylık
tutarında söz verilen ikramiye çoğu kez herkese değil, belli
insanlara ödeniyor ve bordroya yansıtılmıyor... İşçilerin
SSK primleri yılda 365 günden az yatıyor, asgari ücretin
üstündekiler prim olarak gösteriliyor ve bordroya dahil
edilmiyor. Dolayısıyla işçi yılda 365 günden az
çalıştı gösterildiği için yıllık ücretli izini,
kıdem tazminatını hak edemiyor. Uzun vadede ise bu emeklilik süresi
ve SSK tarafından bağlanan emekli aylığını direk olarak etkiliyor.

  • İş cinayetlerinde Türkiye Avrupa birincisi. İş
    cinayetlerinde dünyada üçüncü olan Türkiye,
    Avrupa'da birinci sırayı kimseye vermemekte kararlı
    gözükmektedir. Özel sektör maden ocaklarında,
    işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri genelde maliyeti
    artıran kalem olarak değerlendirildiği için önlem alınmaktan
    uzak durulmaktadır.
  • Özelleştirme sonrasında iş cinayetlerinde büyük
    artış var.
     Bugün kamuya ait işletmelerin önemli bir
    kısmı özelleştirilmiştir. Kamunun elinde bulunan binlerce m2 maden
    sahası satılmış, kalanların ise zaman zaman açılan ihalelerle
    satışı sürmektedir. Özelleştirilen işletmeler işçi
    sayısı azaltılarak üretime devam etmektedir. Bu işletmeleri satın
    alanlar ilk fırsatta sendikadan kurtulmaya çalışmaktadır.
    Çünkü sendikal örgütlenmeye sahip olan
    işçi, kayıtdışı uygulamaları hoşgörüyle
    karşılamamakta, düşük ücret ve kölece çalışma
    koşullarına rıza göstermemektedir. Yasa, Tüzük ve
    Yönetmeliklerin öngördüklerine kamu işletmelerinde
    büyük oranda uyulurken, özel sektörün dikkate
    almadığı ortadadır. Maden işletmelerine öngörülen
    tüm koşulları yerine getirmeden işletme izni verilmesi,
    çalışanların yaşamını tehdit altına alan eksiklerin
    tamamlanması için faaliyetinin durdurulması yerine süre
    verilmesi ve bunun da dikkatle izlenmemesi asla kabul edilemez. 
  • Devlet suçunu ailelere rüşvetle örtmeye
    çalışıyor
    … İş cinayetleri sonucu yaşamlarını
    yitiren işçilerin ailelerine dönük devletin
    Mustafakemalpaşa'da da tanık olunan istisnai uygulaması bundan sonra
    da devam edeceğe benziyor. Ocakları gereğince denetlemeyenlerin,
    işçiler için güvenli bir çalışma ortamı yaratma
    konusunda görevini yapmayanların, ölen işçilerin
    ailelerine yaptıkları nakdi yardım uygulaması adı altındaki sus payı
    bu sorumluluğu gizleyemez.

Geliyorum diyen kazaların önlenememesi söz
konusu değildir oysa… Çünkü yaşananlar kaza da
değil göz göre ölüme davetiye çıkartmaktır,
cinayettir…
 Kazaların önlenebilmesi için başta
iş sağlığı ve güvenliği yatırımları olmak üzere, bilimsel
ve teknik yatırımların yapılması, bunun yanı sıra sendikal
örgütlenmenin önündeki engellerin koşulsuz olarak
kaldırılması gerekir. Çalışma yaşamı ile birlikte
çalışanların sosyal ve ekonomik yaşamlarının da iyileştirilmesi
zorunludur. Ekonomik ve sosyal sorunlarla didişen bir işçi
doğaldır ki kendisini yeteri kadar işe veremeyecek, bu üretimi de
kazaları da etkileyecektir.

Sorumlular işverenlerle birlikte ilgili
bakanlıklardır

Madencilikle ilgili İş güvenliği denetiminden
birinci derecede sorumlu Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'dır. Bu
bakanlıkların hepimizi acıya boğan iş cinayetlerinin önlenebilmesi
konusunda görevlerini yerine getirdikleri söylenemez. Bunda kimi
zaman teknik kadro yetersizliği, kimi zaman yasal mevzuatlardaki eksik ve
açıklar etkili olabilir. Ancak, bu durumun direkt taraflarıyla
görüşülerek yeni düzenlemelerle giderilebilmesi pek ala
mümkündür. Yeter ki bu konuda samimi olarak bir
çalışma başlatılsın. Uzun süredir denetimin
özelleştirildiği ve ticarileştirildiği, iş güvenliği
mühendislerinin görev, yetki ve sorumluluklarının net olarak
tanımlanmadığı, meslek örgütlerinin görüşlerinin
dikkate alınmadığı eleştirileri önemsenmelidir artık. Ya da sormak
gerekiyor bu tedbirlerin alınması için daha kaç
işçinin ölmesi gerekiyor? 

Evet, bunca tehlikenin, hukuksuzluğun, adaletsizliğin
gün gibi açıkta olduğunu sanırım bu aktarmaya
çalıştıklarım yeterince göstermektedir.

Her gün evinden vedalaşarak çıkan ve her
gün indiği ocaktan bir daha çıkamayabileceği korkusuyla ocağa
inen madencilerin, bu koşullara nasıl rıza gösterdikleri, sustukları
merak konusu olabilir. Madencilik sektörü kırsal kesimde, egemen
ideolojinin yoğun olarak nüfuz ettiği bölgelerde yapılmakta,
buralarda örgütlenme kültürü bulunmamaktadır.
Bugün maden ocaklarının bulunduğu yerlerde, eğer camii yaptırma ve
yaşatma derneğini saymazsak hiçbir örgüt,
örgütlü topluluk hemen hemen yok gibidir. Burjuva sağ
partilerin blok oy aldığı kırsal kesimde, solun ayak izlerinin
olmadığı da bilinen bir gerçek. Diğer sektörler daha
çok yerleşim birimleri civarında faaliyet yürütürken
madenciliğin dağ başında olmasının kendi açısından bir tek
avantajı da vardır aslında. Maden işletmecisi patronlar tekstil
patronları gibi makineleri alıp bir başka yerde üretim yapamazlar,
çünkü madenler orada yerin altındadır. Madeni
çıkarıp satması ve para kazanması için faaliyetini burada
sürdürmek zorundadırlar. İşte bu nedenledir ki diğer
dezavantajların yanında önemli bir avantaj sayılır
örgütlenmede. Kent merkezinde çalışan her işçinin
sendikal mücadele girişimi, deneyimi olmasa bile komşusunun,
arkadaşının vardır bir biçimde duyar ve sendikal
örgütlenmenin kendisi açısından yararına inanır. Ancak,
maden işçisi bundan yoksundur ve ilk kez vuracaktır kazmayı
örgütlenmek için. Kazanıp kazanmayacağı bir şanstır ilk
etapta, çünkü duymamıştır hiç. Kanun ve jandarma
korkusu ağır basar. Ama inanırsa, düşerse yola kolay satmaz
arkadaşını, çiğnetmez onurunu sonuna kadar gider. Öyle de
olmuştur Gökçesu'da, Tavşanlı'da…
Mücadele toplumsal değişim ve dönüşümü de
beraberinde getirmiş; birinde MHP'nin belediye başkanlığı
sonlanırken, diğerinde tarikatların oyunu bozulmuştur.

Evet, aslında en son söyleyeceğimi başta
söylemiştim, madencilik sektörü iş hayatının
"kürdü" olmuştur diye. Yıllardır bir halkın
kimlikleri, dilleri nasıl yok sayıldıysa, inkarla, ölümlerle
susturulmaya çalışıldıysa, maden işçilerinin de hakları
yok sayılmakta, ölümleri ört bas edilmektedir. Ama
hiçbir sorun ilelebet sorun olarak devam edemez. Nasıl ki
Kürtler kimlikleri, özgürlükleri için
örgütlenerek susmayacaklarını gösterdilerse, Madenciler de
gösterebilir. Nasıl ki, Kürt sorunu savaşla inkarla değil
diyalogla çözülebilecekse, madencilerin de
ölümlerinin sonlanması için muhatap işçiler,
sendikalar ve meslek örgütleriyle görüşülerek,
somut taleplerin yerine getirilmesiyle çözülebilir.

Madencinin eşiyle küçük
çocuğu arasında geçen ve yıllarca kulaktan kulağa
anlatılan bir öyküyle yazıyı tamamlamış olayım.

Küçük çocuk annesine sorar,
'anne üşüyorum, neden sobayı yakmıyorsun?'

Anne - 'yavrucuğum kömürümüz
yok.'

Çocuk  -  'babam
ocaktan getirmedi mi?'

Anne-  'hayır, babanı işten
çıkarmışlar'

Çocuğun merakla 'babamı neden
çıkarmışlar anne? diye sorusunu, gözleri dolmuş anne,
'çünkü işçilerin çalışmasıyla
çok kömür çıkarılmış, bütün depolar
dolmuş, bu nedenle patronların babana ihtiyaçları kalmamış'
diye cevaplar…

Bu ülkede; ısıtmak için üşüyendir
maden işçileri ve aynı zamanda yedi kat yerin altında, karanlık
dehlizlerde gün yüzünü görebilmek için umutla
yaşayandır.

Sektörün
"Kürdü'dür" maden işçileri benzer
Kürtlerle kaderleri birbirlerine. Birisi diri girdiği ocakta gün
yüzüne hasret, diğeri de kimliğiyle yaşayacağı
geleceğe.! 

Yılmaz Kızılırmak, 13 Şubat
2010

 



30 Mart 2010 Salı

Belgelendirme sahtekarlığı önleyebiliyor mu?

Belgelendirme
sahtekarlığı önleyebiliyor mu?

Sahte
ürünler ve sahte firmalarla Energy Star alabilmek için
geçen günlerde ABD Saymanlık Ofisi (GAO) tarafından yapılan
bir deneme, belgelendirme uygulamasının yol açabileceği
sonuçlarla ilgili çarpıcı bir örnek sundu.

Önce Energy Star'ın ne olduğuna bakalım. Energy
Star, ABD hükümeti destekli, hükümet tarafından 1992
yılında yaratılan, enerji verimli tüketici ürünleri
için uluslararası bir standarttır. Her ne kadar ABD'de yaratılsa da
Avustralya, Kanada, Japonya, Yeni Zelanda, Tayvan ve Avrupa Birliği
ülkelerinde de kullanılmaktadır. Energy Star logosunu taşıyan
ürünlerin, ABD standartlarından genellikle %20-%30 daha az enerji
kullandığı kabul edilmektedir.

Energy Star standartına yönelik birçok
eleştiri mevcuttur. 2008 yılında başlayan bu eleştirilerin sonuncusu
Popular Mechanics sitesindeki haberde yer alıyor. Çevre Koruma
Ajansı (EPA) müfettişleri tarafından söz konusu standart
uygulamasının başarısını ölçmek amacıyla yapılan bir
çalışmada, 20 sahte üründen 15'inin gereken şekilde
gözden geçirilmeden onaylandığı tespit edilmiştir. Bunun
yanı sıra birtakım sahte firmaların Energy Star ortaklığına sahip
olduğu da ortaya çıkmıştır.

EPA müfettişlerinin geçen Aralık'ta
yayımladığı raporda "Energy Star programının raporladığı
tasarruf iddialarının hatalı ve raporlanan yıllık tasarrufların
güvenilmez olduğunun bulunduğu" söyleniyor. Consumer
Reports sitesi bir aygıt testinde kilowatları hesaplayarak aynı
çarpıcı sonuca ulaştı. Ekim 2008'de yayınlanan bir yazıda [1]
programın, üreticiler tarafından beyan edilen harcama iddialarına
dayandığı ama iddiaları ispatlayacak bir prosedüre sahip olmadığı
ekleniyor.

Tüm bu haberler ve rapor sonuçları, standart
belirleme ve belgelendirme işleminin, hataların önüne
geçmekte yeterli olmadığını gösterdiği gibi, usulsüz
kullanımlarla rant sağlamaya açık olduğunu da gösteriyor.

İvme Dergisi

Not: Resimde sahte ürünlerden
birini, tüylü toz
alıcılı sinek pervazlı hava temizleyiciyi
görüyorsunuz.

Kaynakça:

http://en.wikipedia.org/wiki/Energy_star
http://www.popularmechanics.com/technology/industry/4350335.html
http://www.popularmechanics.com/home_journal/home_improvement/4327728.html
/>
[1]
http://www.consumerreports.org/cro/home-garden/resource-center/energy-st...
/>
Rapor: http://www.epa.gov/oig/reports/2009/20081217-09-P-0061.pdf


29 Mart 2010 Pazartesi

"Devrimci Fikirler"in Karl Marx'ı...

"Devrimci Fikirler"in Karl
Marx'ı...

"DEVRİMCİ FİKİRLER"İN KARL
MARX'I…
[*]
 
SİBEL ÖZBUDUN
 
"Göklere yükselmeyen
fikir,
yerde sürünmeye
mahkûmdur."
[1]
 
Lamı-cimi yok: Post-"Elveda Proletarya"
çağına girdik… Neo-liberalizmin dünya halklarına vaat
ettiği Cennetin, gerçek (ve cehennemî) yüzü
beklenenden de kısa bir sürede ortaya çıktı: Araları 2-3
yıla inen kriz fazlarıyla daha da yaygınlaşan/kronikleşen işsizlik,
kamusal kaynakların küresel ölçekte çokuluslu
şirketlere transferi, çaplı bir yoksullaşma/yoksunlaşma
süreci, giderek genişleyen nüfus kesimlerinin
marjinalleşmesi…
Kalemşorları tarafından "yenilmez" ve
"ebedî" ilan edilen kapitalizmin bu yeni evresine
"İlk Kurşun", bilindiği üzere 1994 yılbaşı gecesi,
Meksika ile ABD ve Kanada arasında imzalanan NAFTA (Kuzey Amerika Serbest
Ticaret Anlaşması)'ya başkaldıran Chiapas yerlilerinden geldi:
"Ya Basta!"ları kısa sürede Seattle'dan
Cenova'ya, Atina'dan İstanbul'a, Bolivya'dan
Nepal'e tüm yeryüzünü kuşatacaktı.
Ne ki bu gelişmelerin, 1980'lerin
"Büyük Yenilgisi"nin ardından heykelleri devrilen,
kitapları ayak tezgâhlarına düş(ürül)en,
üniversite kürsülerinden "insanlık suçu"
işlediği ilan edilen Karl Marx'ın fikirlerine müracaatla
açıklanabileceği fikri, postmodern ideologların istila ettiği
"muhalif" iklimimizde bile bir süre yadırganacak,
yadsınacaktı.
Ama görüldü ki ne
"öznesi-nesnesi belirsiz" İmparatorluk metaforları, ne
kimlik savaşları, ne de sınıflararası mücadeleyi sınıflararası
müzakereyle ikame eden sivil toplumcu yaklaşımlar, neo-liberal
yıkımın çapını karşılayabilecek kapsam ve içerikte bir
mücadelenin kuramını biçimlendirmeye yetecek malzemeyi
sağlayabiliyor…
Böylece, yeniden döndük
"Sakallı"ya… Son yıllarda Karl Marx dünya
ölçeğinde hem yapıtları en çok yayınlanan, hem de
üzerine en çok yayın yapılan yazarların başında geliyor
kuşkusuz…
Ne ki, özellikle 1980'lerden itibaren devreye
giren "lapsus", ve bu lapsus sürecinde biriken
söylem yığışması, Marx okumasını özellikle yeni devrimci
kuşaklar için zorlaştırıyor.
Alex Callinicos, Marx'ta ayak diremekten
vazgeçmemiş az sayıda Marksist'ten biri. Orijinali
1983'te yayınlanan Karl Marx'ın Devrimci
Fikirleri
'nin[2]
"Önsöz"ünde Marx'ı okumayı
güçleştiren esas etkenin Marx'ın fikirlerinin
çoğu kez büyük ölçüde çarpıtmalara
maruz kalmış olması olduğunu vurguluyor. Bu çarpıtmalar
antimarksistlerden olduğu kadar, onu "resmi ideoloji"lerinin
kaynağı hâline getirenlerden kaynaklanmakta Callinicos'a
göre. Ve de, "üniversitelerde ve yüksek okullarda,
hedefi kapitalizmi devirmek değil, Marksizm'i incelemek olan yeni bir
Marksizm türevinin ortaya çık"masına yol açan
Akademik Marksizm'den…
Bu nedenle Marksizm'i, Marx'ın
yazılarından hareketle bir kuram, bir kuram olduğu kadar bir
"devrimci eylem rehberi", ya da tekil bir deyişle bir
"pratik felsefesi" olarak sunan bir duruşla kaleme almış
Karl Marx'ın Devrimci Fikirleri'ni.
Göreli sınırlı sayıda sayfa içerisinde,
(metnin Türkçesi 246 sayfa tutuyor - hemen eklemeli, duru,
anlaşılabilir bir dille çevrilmiş…) okur hem Marx'ın
biyografisini, hem Marx-öncesi sosyalizm akımlarını, hem
Marx'ın düşünüşünün biçimlenmesinde
katkıda bulunan Ricardo, Hegel ve Feuerbach'ın
görüşlerini, hem Marx'ın yöntemini,
ekonomi-politikasını ve devrimci praksisini hem de Marksizm'in
günümüz için taşıdığı önemi bulabiliyor -
kitabın sonuna eklenmiş, Marksizm üzerine aydınlatıcı bir
kaynakçanın yanı sıra…
Tekel işçilerinin Ankara'nın
yüreğindeki 78 günlük direnişine omuz veren,
işçilerin mücadele içerisindeki
dönüşümünü izlerken kendileri de değişen,
dönüşen devrimci gençler için sanırım
"Kapitalizm, sömürüyü, yani, sermaye ile emek
arasındaki çelişkiyi temel alan bir toplum biçimi olduğu
için, sınıf mücadelesine yol açar. Bu mücadelenin
etkisi işçi sınıfını dönüştürür. İşverenle
savaşın baskısı işçileri kolektif olarak örgütlenmeye
ve giderek toplumu dönüştürmedeki çıkarının
bilincinde olan bir sınıf gibi hareket etmeye zorlar. Mücadele
deneyimi, işçilerin kendi çıkarlarının farklı olduğunun
farkına varmasını sağlar. Kazandıkları zaferler,
sonuçları ne kadar küçük olursa olsun, onlara
iktidarı burjuvaziden almak için gereken siyasal harekette yer almak
için gereken güveni sağlar," (s.95.) sözleri, taze
pratiklerinin ışığında çok anlamlı gelecektir.
Karl Marx'ın Devrimci Fikirleri tam da bu
mücadelelerin yoğunlaşacağı günümüzde, sıcağı
sıcağına başvurulması gereken bir el kitabı… Yayıncıları bu
isabetli zamanlama, ve isabetli bir seçim için kutlanmayı hak
ediyor…
 
7 Mart 2010 14:46:18, Ankara.
 
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:126, 25 Mart
2010…
[1] Beaconsfield.
[2]
Alex Callinicos,
Karl Marx'ın Devrimci
Fikirleri
, Antikapitalist Yayınlar, İstanbul,
Aralık 2009.

"Hüzünden Geçen Sevinç": Chopin

"Hüzünden Geçen Sevinç":
Chopin

"HÜZÜNDEN GEÇEN
SEVİNÇ": CHOPİN
size="2">[*]
 
TEMEL DEMİRER
 
"En iyi nasihat;
iyi örnek
olmaktır."
[1]
 
Mealen; "Müzikte gösterişten
sıyrılan, gereksiz her fazlalıktan kurtulan ilk besteci: Chopin…
Sonuç: En katıksız, en saf müzik… Olağanüstü
bir yalınlık... Virtüözlerin aradığı parıltıyı,
gürültüyü boş verin..." size="2">[2] derdi André Gide, Chopin
için…
O da, "Müzik, ölümcül bir
şeydir," diye haykıran Beethoven gibi binlerce yıllık
"imparatorluk"lar kuranlardandı…
Binlerce yıllık "imparatorluk"lar; evet,
evet Elias Canetti'nin, "Bin yıllık imparatorluklar olmuştur:
Platon'un, Aristoteles'in ve
Konfüçyüs'ün imparatorlukları," size="2">[3] betimlemesini duymamış
olmazsınız…
* * * * *
Polonyalı besteci Fryderyk Chopin (1 Mart'ta
doğduğu kabul edilir), bir insanın bir düzine opera veya senfoni
bestelemeden de adını geçmişin en büyük bestecileri
arasına yazdırabileceğinin tipik örneğidir.
39 yaşında ölen "küçük
eserlerin büyük bestecisi" Chopin'in yaşadığı XIX.
yüzyıl, Avrupa'nın sosyolojik olarak kabuk değiştirdiği bir
dönem. Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, burjuvazinin artık oturmaya
başlaması ve milliyetçilik akımları o dönemin sadece
müzisyenlerini değil tüm sanatçılarını etkilemiştir.
Chopin, ömrünün büyük bir kısmını ülkesinden
ve ailesinden uzakta, Avrupa'nın birçok şehrinde, ama en
çok da Paris'te müziğini geliştirecek çalışmalar
yaparak geçirmiştir.
Chopin; Schubert, Berlioz, Schumann ve Liszt ile
birlikte müzikteki romantik akımın önde gelen isimlerindendi. Bu
dönemin eserleri acı, ümit, melankoli, mutluluk ve sıkıntı gibi
insanca hisleri melodik anlamda ele alır. Chopin, dönem
karakteristiğiyle birebir örtüşen kimyası sayesinde, adıyla
bile romantizmin evrensel çağrışımı olmasına yetecek
popülerliğe ulaştı. Sanatçı, hisli tabiatından dolayı bizim
kültürümüzde dahi melankoliyle
özdeşleştirildi.
Polonyalı bir anne ile Polonya'da
öğretmenlik yapan Fransız bir babanın çocuğu olan Frederic
Chopin (1810-1849), Varşova yakınlarındaki bir kasabada doğdu. Doğduğu
günden beri duyduğu Polonya halk dansları ve şarkıları, bestecinin
müzikal kimliğinin şekillenmesinde etkin rol oynamıştır.
Çocukluğunda müziğe olan yeteneği keşfedilen sanatçı,
20'li yaşlara geldiğinde eğitim ve kariyer için memleketini
terk eder. Chopin'in Polonya'dan ayrıldıktan sonraki ilk
durağı, Paris olur. Babası Fransız olan genç müzisyen,
buradaki sanat çevresine kolaylıkla uyum sağlar. Ancak
Chopin'in bestelerindeki melankoli örgüsünün
ilmekleri, vatan hasretine dayanmaktadır. O, tuşlara dokundukça
sıla özlemiyle düğümlenmiş yüreği
çözülür ve yazdığı eserler en derinindeki hisleri
açık eder.
Chopin'in besteciliği en çok
Paris'te bulunduğu yıllarda gelişmişti. Sanatçı burada
tanınmış müzisyenler, yazarlar ve ressamlardan oluşan seçkin
bir çevre edindi. Chopin'in Paris'teki müzisyen
dostları Berlioz, Meyerbeer, Liszt; yazar arkadaşları ise Balzac, Heine ve
Musset'dir. Daha sonra Lizst'in aracılığıyla George Sand
takma adını kullanan Aurore Dudevant ile tanışır. Sand yaşadığı
dönemin alışkanlıklarına uymayan, erkek kıyafetleriyle dolaşan,
edebiyat dünyasının aykırı ismidir. Chopin iki çocuklu, dul
Sand'ın uçarılığına tutulur. Birliktelikleri boyunca
dominant Sand, naif yaratılışlı Chopin'i çekip
çevirir. Sand'ın Chopin ve sanatı üzerinde açık
bir etkisi vardır. Aşk acısıyla harlanan ilham alevi, sanatçıya
en çok besteyi bu zamanda yazdırır. George Sand, bestecinin ilk ve
tek kadını olmasa da ömründe iz bırakan yegâne isimdir.
Chopin'in eserlerindeki şiirsel anlatım, ona "piyano
edebiyatının büyük şairi" unvanını kazandırır.
Bestelerindeki zarif duygusallık, müzikal içtenlik ve dinleyenin
içine işleyen derin melankoli sanatçının şairliğinin en
güzel kanıtı olur. Şiirselliği gereksiz süslemelerden
arındırıp sade bir ifadeyle sunması ise Chopin'i diğer
bestecilerden ayıran en önemli hüneridir.
Frederic Chopin, zaman zaman piyanoyu insan sesini model
alarak kullanıyordu. Yazdığı noktürnlerde piyanoya şarkı
söyletir gibi etki yaratması onun bel canto (vokal-güzel
söyleme) tekniğinden etkilendiğini düşündürüyor.
Memleketine düşkünlüğü iyi bilinen Chopin,
"Polonya stilinde bir dans" anlamına gelen Polonez formundaki
eserlerinin yanı sıra piyano sonatı, vals, etüd, impromptu ve
prelüdlere de imza atar. Ayrıca Polonya folkloründen mazurkaları
kendi süzgecinden geçirerek zenginleştirir, bu stilin
müziğine getirdiği yeni soluk, Chopin'i ve eserlerini
klasikleştirir.
Çok iyi müzik kulağı olan birinin
Fransızcayı Leh aksanıyla konuşması ve Lehlerle aynı dilbilgisi
hatalarını yapması onun milletine ne denli bağlı olduğunun
göstergesi bence. Buradaki Romantizm edebiyatla başlamış,
milliyetçilik akımlarından beslenmiş bir romantizm dolayısıyla
sadece yaşanmış aşk maceraları ile sınırlandırmak doğru olmaz. Ama
Maria Wodzinska ile, George Sand ile yaşadıkları ve bu ilişkilerin onun
müziğine olan etkisi de bir gerçektir.
* * * * *
Yaşadığı dönemin bütün
özelliklerini, aşklarıyla müziğine yansıtan Chopin'i,
"vatan hasreti, bir türlü iyileşemeyen bir hastalık ve
kusursuz piyano çalış" sözcükleriyle
özetleyebiliriz. Piyano çalışıyla kendine hayran bıraktığı
Parisli hanımlardan biri onun için "Chopin tüm yaşamı
boyunca ölüyordu," ifadesini kullanmış; bir diğeri ise,
bestecinin son yıllarının ayrılmaz parçası hâline gelen
hastalığını "Çok zarif öksürürdü,"
diye tanımlamıştı.
Öte yandan Viyana Kongresi sonrasında
Avrupa'ya zorla kabul ettirilmek istenen siyasi yaşamın neden olduğu
çalkantılar, kıtanın dört bir yanında olduğu gibi
Polonya'da da uzun süreli karışıklıklara neden olmuş, bu
süre boyunca doğduğu topraklardan uzak kalan besteci için
ülkesine duyduğu özlem yaşamını etkileyen olayların başında
yer almıştı. XIX. yüzyılın ilk elli yılında Avrupa haritasının
geçirdiği değişimlerin Polonya için taşıdığı önemi
tam olarak anlamadan, Chopin'in vatan hasretinden söz etmek doğru
olmaz. Bestecinin çektiği onca sıkıntının temelinde,
Çarlık Rusyası'nın bir toplumu yok sayma girişimlerine
karşı çıkması ve bu uğurda ülkesini işgal eden
güçlerin isteklerine boyun eğmeme direnci yatmaktadır.
XIX. yüzyılın en gözde çalgısı
piyano, 1800'lü yılların ortalarına doğru sayıları hızla
artan solistlerin Avrupa'nın dört bir yanında verdiği konserler
yardımıyla büyük bir popülerlik kazanmıştı. Aslında bu
gelişmede, şekillenmekte olan yeni toplum düzeninin ya da bir başka
ifadeyle burjuva alışkanlıklarının önemli payı vardı.
Evlerin vazgeçilmez mobilyaları arasına giren
piyanolar, kısa zamanda konser organizatörlerinin de baş tacı oldu.
Konser organizasyonları, konser dinleme alışkanlıkları ve programların
içeriği büyük bir değişim içine girmişti.
Solistlerin kitleleri etkilemesi, becerilerinin sınır tanımaması,
piyanonun olanaklarının sonuna dek zorlanması, dinleyenleri olduğu kadar
çalanları da etkisi altına alıyordu. Böylesi bir ortamda,
tüm yaşamı boyunca yaklaşık otuz kez halk önüne
çıkan Chopin'in piyano çalışıyla adından söz
ettirebilmesi üzerinde durulması gereken bir konudur.
Sanatçının tüm yaşamı boyunca verdiği
konser sayısı, yakın arkadaşı Franz Liszt'in aynı tarihlerde
neredeyse bir ayda gerçekleştirdiği dinleti kadardır. Chopin piyano
çalmayı seviyor ama bunu başkalarının önünde, onların
meraklı bakışları altında bir çeşit gösteriye
dönüştürmekten hoşlanmıyordu. Ancak yaşamının sonlarına
doğru, seyirci önünde çalmak istememesi
müzikseverlerin daha çok ilgisini çekmeye başlamış,
ender olarak verdiği konserlerde salonda yer bulabilmek başlı başına bir
sorun olmuştu. Geniş kitleleri asıl ilgilendiren, her zaman olduğu gibi,
sahnede duydukları değil o kimsenin adı etrafında oluşturulan
söylentilerdi.
Chopin piyano için bestelediği yapıtlarıyla
çalgının gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Bunu
yaparken tuşlardan elde edeceği tınının her zaman 'piyano
gibi' olmasına özen gösteriyordu. Çalgısını bir
orkestraya dönüştürmek ona göre değildi. Piyano
tekniğinin gelişmesi için son derece bilinçli bir şekilde
bestelediği etütler, çalgının ifade gücünü
doruğa çıkarmak amacıyla kaleme aldığı mazurkalar,
noktürnler ve diğer parçalar hep aynı amaca, piyanodan,
piyanoya yakışır bir tını elde etmeye yönelikti.
İlk konserinden başlayarak yaşamının sonuna dek
karşılaştığı 'piyanodan yeterince güçlü ses
çıkaramıyor' eleştirisi, aslında onun çalgısına
bakış açısının sonucuydu. O dönem piyanoları henüz
günümüzdeki çalgıların yapısal özelliklerine
sahip olmadığı için güçlü ses çıkarmaya
çalışmak, çıkan sesin tınısını değiştiriyor ve
Chopin'in arzuladığı tını aniden kayboluyordu. size="2">[4]
* * * * *
Ne demişti şair Baudelaire? Güzelliğe en
yakışan, güzelliğin asıl hakkını veren duygu
hüzündür.
André Gide ise şiirde Baudelaire ne ise
müzikte de Chopin odur diyor. İkisi de melal yani melankoli ehli.
Buradaki elem, aslında mükemmeliyet
arayışıdır, demiş Gide... Ve gerçek Chopin, hüzünden
geçerek sevince ulaşandır demiş. "Çünkü
Chopin'de egemen olan sevinçtir…" size="2">[5]
39 yıllık kısa yaşamı boyunca Chopin, daima
"küçük şeylerin büyük bestecisi" ve
romantizmi olagelmiştir.
Her bestecinin üzerine yapıştırılan yaftalardan
Chopin de öldükten sonra nasibini almış, XX. yüzyılın
hayli geniş bir dilimi boyunca üzerine 'veremden gitmiş zavallı
romantik besteci' kıyafeti giydirilmiş ve Chopin zırıl zırıl
çalınması gereken, içli bir besteci olarak kafalarda
kurgulanmıştı.
Elbette yaşamını tümüyle tuşlara adayan,
yalnızca piyano için yapıtlar üreten bir besteci olarak Chopin,
sadece "bu" değildi; ancak XIX. yüzyıl
Romantizm'inin XX. yüzyıla aktardığı bakış
açısının da taşıyıcılarındandı…
Günümüz klasik müzik
dünyasında J.S. Bach, Mozart, Beethoven, Brahms, Schubert gibi
dâhi bestecilerle anılması gereken Chopin'in büyük
besteciler arasında belki de en özgünü olabilmesinin
önemli sebeplerinden biri de onun aynı zamanda, memleketinin halk
ezgilerini tüm büyük eserlerinde doyasıya kullanmış bir
"büyük yurtsever" oluşudur. Polonez, mazurka,
krakowiak gibi Leh öğeleri Chopin'in yalnızca eserlerinin
adlarında bulunmazlar; bestecinin armonileri, ritimleri, kromatizmine kadar
sinmiş temel materyallerdir her biri...
Bedeni de ruhu gibi kırılgan ve hassas olan Chopin,
cenazesinde kendi yazdığı 'Cenaze Marşı'nı değil de,
Mozart'tan Requiem'in çalınmasını vasiyet
etmiştir…
Onun çok genç, 39 yaşında veremden
ölmesi; bana göre, Mercedes Sosa'nın,
"Teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için/
yorgun ayaklarımın adımlarını verdin/ onlarla şehirleri ve
gölcükleri gezdiğim/ ve kumsalları ve çölleri,
dağlar ve ovaları/ ve yürüdüğüm, senin evin, senin
cadden, ve senin avlunu..."
"Teşekkürler hayat, bütün
verdiklerin için/ bana gülüşü, gözyaşlarını
verdin/ böylece yıkıntılardan kısmeti ayırdığım/ şarkımı
yapan iki maddeyi/ ve benim olan hepinizin şarkısını..."
terennüm eden "Gracias A La Vida"nın haykırışıydı
sanki…
 
4 Mart 2010 10:29:59, Ankara.
 
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:126, 25 Mart
2010…
[1]
Malcom X.
[2]
André Gide, Chopin Üzerine Notlar, Çev: Ömer Bozkurt,
Can Yay., 2010.
[3]
Elias Canetti, "Notlar'dan", Cogito, No:2, Güz 1994,
s.143.
[4]
Aydın Büke, "Notalarla Kurulu Bir Dünya", Cumhuriyet
Kitap, No:1044, 18 Şubat 2010, s.18.
[5]
Nilüfer Kuyaş, "Chopin: Hüzün ve Sevinç",
Taraf, 22 Ocak 2010, s.16.

Bedava su artık özgür akacak!

Bedava su artık özgür
akacak!

Dikili İlçesi'nde oturanlara, 10 tona kadar
kullandıkları suyu bedava verdiği, belediye çalışanlarına da
yüzde 50 indirimli tarife uyguladığı için 'görevi
kötüye kullanmak' suçundan yaklaşık 2 yıldır Dikili
Asliye Hukuk Mahkemesi'nde yargılanan Dikili Belediye Başkanı CHP'li Osman
Özgüven ve belediye meclis üyeleri beraat etti.

Turan GÜLTEKİN İZMİR - Davanın
yapılan son duruşmasına, Dikili Belediye Başkanı Osman
Özgüven, aynı davada yargılanan belediye meclis üyelerinin
yanı sıra DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Genel- İş
Genel Başkanı Erol Ekici, Genel- İş Ege Bölge Temsilcisi Azad Fazla
ve çok sayıda izleyici katıldı.
Osman Özgüven'in avukatı Arif Ali Cangı, duruşmanın başında
Özgüven'in yargılandığı 4736 sayılı Kamu Kurum ve
Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un
çıkarıldığı günden bu yana 74 ayrı kararname ile
delindiğini, kanunun Anayasa'nın 'eşitlik' ilkesine aykırı
olduğunu dile getirdi. Davanın esası hakkında mütaalasını veren
Cumhuriyet Savcısı Velihattin Erdemir yapılan işlemin su tasarrufuna
yönelik olduğunu, kamu yararı gözetildiğini, yapılan işlem
sonucunda herhangi bir kamu zararı görülmediğini söyleyerek
Belediye Başkanı Osman Özgüven ve belediye meclis üyelerinin
beraatını istedi. Mahkeme Hakimi Mehtap Şen de Cumhuriyet Savcısı
Erdemir'in karanına uyarak beraat kararı verdi. Davayla ilgili
gerekçeli karar önümüzdeki günlerde yazılacak.
/>
Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven, ilçede yaşayan
vatandaşlardan 10 tona kadar kullandıkları sudan ücret almadığı,
10 tonu aşan sarfiyatları normal tarife ile ücretlendirdiği, belediye
çalışanlarına suyu yüzde 50 indirimli verdiği
gerekçesiyle ilçeye gelen Sayıştay denetçisi
tarafından suçlu bulunmuş ve başkan ve belediye meclis üyeleri
hakkında Danıştay'a suç duyurusunda bulunulmuştu.

 

UYGULAMAYA DEVAM

 

Duruşmanın sona ermesinin ardından konuşan Dikili Belediye Başkanı
Osman Özgüven, Dikili Asliye Hukuk Mahkemesi'nin sadece
Türkiye değil, tüm dünya için emsal bir karar
verdiğini söyledi. Özgüven, "Bu mahkeme kararıyla
suyun insan hakkı olduğu, ticarileştirilemeyeceği mahkeme kararıyla
tescillenmiş oldu. Benim ceza almam veya almamam değil, bunun tescillenmesi
önemli. Bundan sonra da uygulamayı genişleterek
sürdüreceğiz. Daha fazla insanı bu uygulamanın içerisine
almanın yollarını bulacağız. Herkesi ne kadar ihtiyacı varsa o kadar su
kullanmasına teşvik edeceğiz" diye konuştu.
Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven'in avukatı Arif Ali
Cangı ise karar sayesinde suyun bir hak olduğunu belirterek,
"Belediyelerin ücretsiz suya erişim hakkı olduğu ortaya
çıkmıştır. Bundan sonra tüm yurttaşların belediyelerinden
10 tona kadar suyu ücretsiz isteme hakkı doğmuştur" diye
konuştu. (dha)

Kaynak: radikal.com.tr

Özgür Yazılım ve Linux

Özgür Yazılım ve
Linux

Özgür
Yazılım

Yazılım endüstrisinin henüz donanıma bağlı
olduğu dönemlerde, bilgisayar kullanıcılarının yazılımları
üzerinde her türlü özgürlüğe sahip olmaları
oldukça normal karşılanan bir durumdu. Yazılımların
gittikçe karmaşıklaşması üretici firmaların yazılım
üzerindeki yatırımlarını telif haklarıyla korumaya yöneltti.
Yazılımlarını korumak için sadece çalıştırılabilir
sürümü dağıtmak gibi teknik çözümler
üretmeye başladılar. Bu şekilde kullanıcıların yazılım
üzerindeki haklarını kısıtlamış oldular.

1983 yılında Richard Stallman, bilgisayar
endüstrisindeki ve kullanıcılardaki kültür değişiminden
rahatsız olduğu için GNU projesini başlattı. GNU işletim sistemi
geliştirme Ocak 1984 yılında başlarken, Ekim 1985 yılında
Özgür Yazılım Vakfı kuruldu. Richard Stallman bu vakfın
kuruluşuyla birlikte, Özgür Yazılım tanımını href="http://en.wikipedia.org/wiki/Free_software">[1] ve
"Copyleft" kavramını, herkes için yazılım
özgürlüğü görüşünü ortaya attı.
Özgür yazılım, özgürlükleri korumaya yönelik
bir akımın adıdır. Özgür yazılım denildiği zaman,
İngilizce'deki "Free Software" ifadesinin ilk kelimesinin
("free") çift anlamlı olması dolayısıyla oluşan
yanlış anlamayı önlemek için özellikle vurgulanması
gereken, "Free software" denildiği zaman "free beer"
(bedava bira) değil "free speech" (ifade
özgürlüğü)'nün akla gelmesi gerektiğidir href="http://www.gnu.org/philosophy/free-sw.tr.html">[2].

Özgür yazılımın temelinde kullanıcının bir
yazılımı çalıştırma, kopyalama, dağıtma, inceleme,
değiştirme ve geliştirme özgürlükleri yatar. Daha kesin ve
açık bir ifadeyle, özgür yazılım kullanıcılar
için aşağıdaki özgürlükleri tanımlar href="http://www.gnu.org/philosophy/free-sw.tr.html">[2]:

  • Her türlü amaç için programı
    çalıştırma özgürlüğü (özgürlük
    0)
  • Programın nasıl çalıştığını inceleme ve kendi
    gereksinimleri doğrultusunda değiştirme ve uyarlama
    özgürlüğü (özgürlük 1). Program kaynak
    koduna erişim bunun için bir ön şarttır.
  • Yeniden dağıtma ve toplumla paylaşma
    özgürlüğü, böylece komşularınıza yardım
    edebilirsiniz (özgürlük 2).
  • Programı geliştirme ve gelişmiş haliyle topluma dağıtma
    özgürlüğü, bu özgürlüğün amacı
    tüm topluluğun geliştirmelerden yararlanmasını sağlamaktır
    (özgürlük 3).Program kaynak koduna erişim bunun için
    de bir önşarttır.

Bir program bütün kullanıcılara yukarıdaki
hakları tanıdığı zaman, özgür bir yazılım olur.
Özgür bir yazılıma sahip olduğunuz zaman kopyalarını aynen ya
da değiştirerek, ücret karşılığı veya ücretsiz, herkese ve
her yerde dağıtma özgürlüklerine sahip olursunuz. Bu
özgürlüklere sahip olmak, kimseden izin almamayı ve izin
için hiçbir bedel ödememeyi de içerir.

Copyleft, bir programı veya başka bir
çalışmayı özgür yapmak için genel bir
yöntemdir. Bu yöntemle, özgürleştirilmiş bir
çalışmanın tüm değiştirilmiş ve genişletilmiş
sürümlerinin de özgür olması garanti altına alınmış
olur.

Bir programı özgür yazılım yapmanın en kolay
yolu, tüm telif haklarından feragat etmektir. Fakat bunu yaptığınız
zaman bazı "kötü niyetli", "işbirliğini
sevmeyen" insanların bu yazılımı değiştirerek mülkiyetli bir
hale getirmesine yol açmış olursunuz. Değişiklik yaparlar, ve
sonuçta elde ettikleri yeni ürünü sahipli bir yazılım
şeklinde tekrar yayınlarlar. Sahipli olarak yayınlanan bu yazılımı
kullanmak isteyen yeni kullanıcılar yazılımın ilk üreticisinin
sağladığı özgürlükten yararlanamazlar. Tüm
kullanıcılara özgürlük sağlamak isteyen GNU projesinin
"copyleft" yöntemini kullanması bu yüzdendir. GNU
yazılımlarının tüm haklarından feragat etmek yerine, o
yazılımları "copyleft" yöntemiyle
özgürleştirmektedirler. Yazılımlar için Copyleft
örneği olarak Genel Kamu Lisansı ("General Public License")
(GNU GPL) örnek olarak verilebilir href="http://www.gnu.org/licenses/quick-guide-gplv3.html">[3]. Yazılım
geliştiriciler, ürettikleri yazılımı GNU GPL lisansı altında
yayınlayabilirler. Bu şekilde yayınladıkları yazılımlar
özgür bir yazılım olur ve bu yazılımlar kimin
değiştirdiğinin veya dağıttığının önemi olmadan özgür
bir yazılım olarak kalır. İşte bu yazılımlar için Copyleft
kavramıdır. Yazılımın hakları korunmuştur, ama sahipli yazılımların
yaptığı gibi kullanıcıları kısıtlamak yerine, her kullanıcının
haklara sahip olması şeklinde korunmuştur.

Özgür yazılım, geniş bir coğrafyaya
yayılmış uluslararası bir çabadır. Bu ortaklaşa çaba
sonucunda, son kullanıcılar, geniş organizasyonlar ve idari
yönetimler tarafından kullanılan yazılımlar üretilmektedir.
Sunucu tabanlı yazılım pazarı incelendiği zaman Apache web sunucusu,
MySQL veritabanı ve PHP betik dili gibi pazara hakim yazılımların
özgür yazılımlar olduğu görülebilir. Ayrıca tamamen
özgür yazılımlardan oluşturulmuş, özgür bilgisayar
ortamları da (mesela Debian işletim sistemi) oldukça fazladır. Son
kullanıcıların kullanabilmesi için çoğu sahipli yazılıma
alternatif olan özgür yazılımlar üretilmiştir. Son
zamanlarda, donanımların üzerindeki yazılımların ( href="http://www.coreboot.org/">BIOS, Aygıt sürücüleri,
vb.) da özgür birer yazılım haline getirilmesi çabası
artmıştır. Artık kullanıcılar bir donanıma para verdikleri zaman,
içerdiği yazılım üzerinde istedikleri
özgürlüğü elde edebilmektedirler.

Özgür yazılımın ekonomik ve toplumsal olarak
etkisini gören çoğu büyük firma (IBM, Red Hat, Sun
Microsystems), yatırım kaynaklarının önemli bir kısmını bu
yazılımların geliştirilmesine aktararak özgür yazılımların
gelişmesine oldukça büyük katkı sağlamışlardır.

Açık Kaynak

Her ne kadar Özgür Yazılım ve Açık
Kaynak genellikle birlikte anılan kavramlar olsa da, temelde bu iki kavram
birbirinden farklı iki akımı temsil etmektedir. Bir yazılımın
özgür olabilmesi için kaynak kodlarını paylaşmasının
zorunlu olduğunu yukarıdaki özgürlük tanımı
içerisinde belirtmiştik. Kaynak kodlarının paylaşılması
durumunda bu yazılımın açık kaynak bir yazılım olduğunu
söyleyebiliriz. Ancak Açık Kaynak Yazılım("Open Source
Software") akımı, özgür yazılım akımından farklı
olarak üretilen yazılımların etik amaçlarından ziyade, işin
teknik boyutuyla ilgilenmektedir. Günümüzde Açık
Kaynak Yazılım akımı yüzünden çoğu kullanıcı
özgür yazılım akımı ile gelen özgürlük
kavramının farkında olmadan kullandıkları yazılımın sadece
"açık kaynak" olmasıyla ilgilenmektedir.

Neredeyse tüm açık kaynak yazılımlar
aslında özgür yazılımdır, çoğu durumda iki terim aynı
yazılım kategorisini tanımlar. Ancak bu iki akım bakış açısı
olarak farklıdır. Açık kaynak bir geliştirme yöntembilimidir,
özgür yazılım ise sosyal bir harekettir. Özgür
yazılım hareketi için, özgür yazılım ahlaki bir
zorunluluktur, çünkü sadece özgür yazılım
kullanıcıların özgürlüğüne saygı duymaktadır.
Diğer taraftan, açık kaynak felsefesi yazılımı pratik olarak
"daha iyi" yapmakla ilgilenir. Yazılımın özgür
olmaması açık kaynak felsefesine göre ideal olmasa da bir
çözümdür. Özgür yazılım hareketi
için, özgür olmayan yazılım bir sosyal problemdir ve
çözümü özgür yazılıma geçiştir href="http://www.gnu.org/philosophy/open-source-misses-the-point.html">[4].
Bu ayrımın özellikle vurgulanması gerekmektedir.
Çünkü bu iki akım bir potada eritilerek
"Free/Libre/Open Source Software ( href="http://en.wikipedia.org/wiki/FLOSS">FLOSS)"  adı
altında vurgulanmaktadır. Bu akımların birbirinden farkını daha iyi
anlayabilmek, özgür yazılımın gerçek amacı olan
"kullanıcı özgürlüğü" kavramını anlamak
açısından oldukça önemlidir.

Linux

1991 yılında Finlandiyalı Linus Torvalds o zamanlar
farkedilmeyen ama sonraları dünya çapında bir köklü
değişikliğe yol açacak olan Unix tabanlı (aslen Minix) bir
işletim sistemi çekirdeğini Intel'in yeni işlemcisinin korumalı
mod mimarisini denemek için geliştirmeye başladı. İnternette
yaptığı duyuru sonucunda tüm dünyadan bir çok
programcıdan aldığı olumlu etkiler ve destek ile, çekirdek hızlı
bir şekilde gelişti. Linux href="http://en.wikipedia.org/wiki/Linux">[5] adı verilen bu
çekirdek dünyanın dört bir yanındaki programcılar
tarafından geliştirilen açık kaynak kodlu, özgür bir
yazılım olarak GNU hareketinin önemli üyelerinden biri oldu. GNU
tarafından geliştirilmiş olan yazılımlar hızlı bir şekilde Linux
çekirdeği ile çalışabilir hale getirilerek href="http://www.gnu.org/gnu/why-gnu-linux.tr.html">GNU/Linux işletim
sisteminin temeli atıldı. Varoluş itibariyle GNU/Linux adıyla anılması
gereken işletim sistemi, telafuz kolaylığı nedeniyle Linux adıyla
anılmaktadır. Yıllardır sunucu tabanlı makinelerde egemenliğini
göstermiş olan GNU/Linux işletim sistemi, günümüzde
masaüstü bilgisayarlarda Microsoft işletim sistemlerinin
egemenliğini tehdit eder bir hale gelmiştir. Son kullanıcıdan, uzman
kullanıcıya ve gömülü sistemlerden süper bilgisayarlara
kadar geniş bir yelpazede farklı dağıtımları bulunan GNU/Linux,
bilişim alanında kullanıcıların özgürlükleri
açısından önemli bir ilerleme niteliğindedir.

Günümüzde GNU/Linux dağıtımları artık
her kullanıcının dilediği şekilde kullanabileceği bir durumdadır. Bir
çok nedeni olsa da, kullanıcılar aşağıda özetlenmiş olan
nedenlerden dolayı Microsoft işletim sistemlerine (özellikle Windows
Vista) karşı GNU/Linux dağıtımlarını özellikle tercih etmelidir
href="http://www.freesoftwaremagazine.com/articles/beginners_gnu_linux_part_1">[6];

  1. Yenilikçilik: Microsoft'un Vista işletim
    sisteminde yeni olarak duyurduğu bir çok yeniliği (3B
    Masaüstü, saydam pencereler, güvenlik, vb. ), GNU/Linux
    dağıtımları çok önceden gerçekleştirmişti.
    Yenilikçilik açısından bakıldığı zaman, GNU/Linux
    dağıtımlarının Microsoft işletim sistemlerinin oldukça
    önünde olduğunu görebiliriz.
  2. Özgürlük: Bu yazıda vurgulanan en
    önemli kavram özgürlüktür. Siz bir yazılımı
    kullanmak istediğiniz zaman üzerinde her hakka sahip olmanız gerekir.
    Bunu size özgür yazılımlar ve GNU/Linux sağlar. Kullanıcı
    dostu bir dağıtım (Kubuntu, Ubuntu, Fedora, vb. ) indirip bir CD'ye
    çekip kullanabilirsiniz. Bunu özgür bir şekilde
    yapabilirsiniz. Ayrıca bunu ücretsiz olarak, sadece boş CD parasını
    ödeyerek (elbette bir de internete ödediğiniz ücret vardır)
    yapabilirsiniz. Tamamen özgür bir şekilde bu CD'yi dilediğiniz
    arkadaşınıza verebilirsiniz. Kimse sizi bu CD'yi kopyaladığınız veya
    arkadaşlarınıza dağıttığınız için durdurmayacaktır, hatta
    çoğu kişi destekleyecektir.
  3. Topluluk: Geleneksel olarak işletim sistemleri ve
    yazılımlar kullanıcı rehberi ve yardım masası desteği ile gelir.
    GNU/Linux bunlara ek olarak geniş bir kullanıcı ve geliştirici topluluğu
    ile gelir, böylece canınızı sıkan telefon görüşmeleri
    veya eksik belgeler olmaz. Elbette GNU/Linux ile birlikte uygulamaların
    kullanım rehberleri dağıtılmakta ama takıldığınız bir şeyi internet
    üzerinde IRC veya forumlarda sorup öğrenme şansınız daha
    yüksek.
  4. Sorumluluk: Sahipli yazılım aldığınızda
    yazılımınız belli derecede (kaçak olarak kullanmıyorsanız)
    garantili olarak gelir. Ama GNU/Linux dağıtımları açıkça
    herşeyden sorumlu olduğunuzu belirtirler. Yaptığınız her hata, her
    değişiklik, her deneme sizin sorumluluğunuzdadır. Bu nedenle bir şey
    yapmadan önce yedeklemek, vb. eylemleri gerçekleştirmeniz yine
    sizin sorumluluğunuzda olacaktır. Özetle GNU/Linux yetişkinler
    içindir. (Bkz: 5. neden)
  5. Güvenilirlik: GNU/Linux dağıtımları yeterince
    güvenilirdir. Siz deneme sürümü veya yeni yazılmış bir
    uygulama kullanmıyorsanız genellikle sisteminiz kolay kolay
    çökmez. Çökmesi için bayağı uğraşmanız
    gerekmektedir. Çökse bile bir parçası çöker,
    tüm sistem çökmez. Windows sistemlerle
    karşılaştırıldığı zaman virüs ve solucanlara karşı
    "doğuştan" bağışıklığı olduğu da kaçınılmaz bir
    gerçektir.

Neden özgür
yazılım?

Lisanssız yazılım kullanımının yaygın olduğu
Türkiye bağlamında düşünüldüğü zaman
Özgür yazılımın önemi daha fazla ortaya
çıkmaktadır. İnsanlar yazılım için bütçelerini
aşan paraları vermek yerine, özgür ve ücretsiz olarak
diledikleri gibi kullanabilecekleri yazılımlara teşvik edilmelidir.
Türkiye'deki bir çok özgür yazılım projesi (Pardus,
Labris, vb.) Türkiye'nin bilişim alanındaki gelişmeyi yakalaması
açısından özellikle desteklenmesi gereken projeler olarak
göze çarpmaktadır. Dünyanın yazılım tekeli
firmalarının ürünlerini kullanmaya teşvik etmek, o
ürünlere yönelik eğitimleri vermek yerine dünyadaki
diğer gelişmekte olan ülkelerin yaptığı gibi kendi
ürettiğimiz veya başarılı bir şekilde üretilmiş olan
özgür yazılım ürünleri, hem ekonomik kazanç hem
de uzmanlaşma amacıyla teşvik edilmelidir. BSA (BSA, dünyada ve
Türkiye'de korsan yazılım kullanımıyla mücadele eden
uluslararası bir kuruluş, BSA'nın bu konuda hiç bir yetkisi yoktur
href="http://www.emo.org.tr/resimler/ekler/0d2d22627626485_ek.pdf?dergi=1">[7])
gibi yasal olmayan kuruluşların yöntemiyle kaçak yazılım
kullanmayı engelleyemeyiz, kaçak yazılım kullanmayı insanları
özgür yazılımlara yönelterek önleyebiliriz
(Pakistan'dan gelişmekte olan birleşmiş milletler ülkelerine,
Afrika'dan Malezya'ya, ve hatta Filipinler, Tayland ve Nepal'e, GNU/Linux
ilgiyle takip edilen, araştırılan, üzerinde çalışılan ve
kullanılan bir alandır. href="http://www.linuxjournal.com/article/6049">[8]).

Bu amaçla insanlar özgür yazılım ve
kullanımları hakkında bilinçlendirilmelidir. Bilgisayarlar
incelendiği zaman, evde bilgisayar kullanan son kullanıcının
kullanışlı bir bilgisayar sistemi elde etmesinin maliyetinde iyice
ucuzlayan donanımdan ziyade, o donanım üzerinde kullandığı
yazılımların (işletim sistemi, ofis yazılımı, grafik yazılımları,
araçlar vb.) lisans maliyetleri etkilidir. Düşük maliyetli
bilgisayarların üretilebilmesi için öncelikle yazılım
maliyetlerinin azaltılması gerekmektedir. Bunun
çözümü özgür yazılımlar yüklenmiş
olan bilgisayarların üretilmesi, satılması ve son kullanıcıya
ulaştırılmasının teşvik edilmesinde yatmaktadır.

Kaynaklar

[1] href="http://en.wikipedia.org/wiki/Free_software">http://en.wikipedia.org/wiki/Free_software

[2] href="http://www.gnu.org/philosophy/free-sw.tr.html">Özgür
Yazılım Tanımı

[3] href="http://www.gnu.org/licenses/quick-guide-gplv3.html">A Quick Guide to
GPLv3

[4] href="http://www.gnu.org/philosophy/open-source-misses-the-point.html">Why
"Open Source" misses the point of Free Software?

[5] href="http://en.wikipedia.org/wiki/Linux">http://en.wikipedia.org/wiki/Linux

[6] href="http://www.freesoftwaremagazine.com/articles/beginners_gnu_linux_part_1">Why
everybody should use GNU/Linux, and how?

[7] href="http://www.emo.org.tr/resimler/ekler/0d2d22627626485_ek.pdf?dergi=1">Ethem
Derman, BSA, EMO E-Dergi

[8] href="http://www.linuxjournal.com/article/6049">Open-Source Software Opens
New Windows to Third-World

Not : Aşağıdaki yazı İzmir EMO-GENÇ
Bülteninde yayınlanmıştır.

GMO Yönetim, Onur ve Denetleme Kurulu Üyeleri Belirlendi

GMO Yönetim, Onur ve
Denetleme Kurulu Üyeleri Belirlendi

Gemi Mühendisleri Odası
42. Dönem Yönetim Kurulu, Denetleme Kurulu, Onur Kurulu
üyeleri belirlendi.

YÖNETİM KURULU
Başkan Osman Kolay
II. Başkan Hidayet Çetin
Genel Sekreter İhsan Altun
Sayman Ahmet Durdun Alkan
Üye Ali Can Takinacı
Üye Elif Akal
Üye Bülent Çağlar

YÖNETİM KURULU YEDEK ÜYELERİ
İhsan Elal
Nurettin Çalışkan
Yavuz Er
Yalçın Ünsan
Hüsnü Çalışkan
Salih Bostancı
Nihat Kılıç

DENETLEME KURULU
Hür Fırtına
İnci Gündüz Baldoğan
Bekir Erol

ONUR KURULU
Ömer Gören
Sacit Demir
Mesut Güner
Mehmet Taylan
Bülent Alnıaçık

TMMOB YÖNETİM KURULU
Mustafa Karakuş
Bekir Erol
Özcan Başkazancı

Kaynak: tmmob.org.tr