22 Mart 2010 Pazartesi

T."C" = Halklar Gerçeğini Ret, İnkar, Bastırma

T."C" = Halklar Gerçeğini
Ret, İnkar, Bastırma

T."C" = HALKLAR GERÇEĞİNİ RET,
İNKÂR, BASTIRMA
[*]
 
TEMEL DEMİRER
 
"Ötekilerin hepsini anlamadan
belli bir yüzyılı anlayabilmek,
söz konusu değildir.
Tarihin şarkısı, ancak
bir bütün olarak
söylenebilir."
[1]
 
Sık-sık duyduğunuz klişelerden kimilerini
sıralayarak başlayayım diyeceklerime…
"Birlik ve beraberliğe en çok
ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...
"Ülkemiz üzerine oynanan
oyunlar...
"İç ve dış mihraklar...
"Bölücüler, yıkıcılar, vatan
hainleri, işbirlikçiler...
"Türkiye Türklerindir...
"Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü...
"Kim bu cennet vatanın uğruna...
"Sana selam vermeden uçan kuşun...
"Kahramanlar yaratan bir ırkın...
"Türk, İslâm'ın kılıcı,
ilayı kelimetullah davasının...
"Ülkemizin jeopolitik konumu...
"Dört yanı düşmanla
çevrili...
"Batı'nın ilmini ve fennini...
"Anadolu insanı, bu topraklar...
"Varlığım Türk varlığına...
"Atatürk'ün gösterdiği
hedefte..."
Bu ifadelerin size anımsattığı ne? Öteki ilan
edilenin düşmanlığı ve "bizim" de buna karşı uyanık
olmamız gerektiği/ gerekliliği değil mi?
İyi de kimdir "Öteki ilan edilen
düşman"? Kimdir bunu yapan?
 
MİLLİYETÇİLİK İLLETİ
 
Ziya Gökalp'in dizelerinde, "Bir
ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,/ Köylü anlar
manasını namazdaki duanın./ Bir ülke ki mektebinde Türkçe
Kur'ân okunur,/ Küçük büyük herkes
bilir buyruğunu hüdâ'nın;/ Ey Türkoğlu, işte senin
orasıdır vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü
yok,/ Her ferdinde mefkure bir lisan âdet, din birdir./
Meb'üsânı temiz, orda boşolar'ın sözü
yok,/ Hududunda evlatları seve seve can verir;/ Ey Türkoğlu, işte
senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki çarşısında dönen
bütün sermaye,/ San'atına yol gösteren ilimle fen
Türk'ündür,/ Hirfetleri birbirini daim eder himaye,/
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk'ündür,/ Ey
Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!" diye haykıran
milliyetçilik illetidir; onun resmi tarihi
(ideolojisi)'dir…
Bilmeyen yoktur; 1923 sonrası da dâhil her
ulus-devletin "resmi tarih"ini muzafferler yazarlar; yazmakla da
kalmayıp, dayatırlar.
Yani ulus-devletin egemenleri şimdiyi meşru
kılabilmek için geçmişi tahakküm altına alırlar.
Açıkçası, maziyi (geçmişi) toptan
çarpıtırlar.
Gerçeği alt üst ederler. Nesnelliği,
tarafsızlığı, mesafeliliği hiçe sayarak, o maziyi
(geçmişi) nalıncı keseriyle yontarlar.
Sonra da, söz konusu resmiyet dışına taşan
bütün sorgulamaları yasaklar, cezalandırırlar.
1915 Ermeni Tehciri; Dersim te'dibi,
çeşitli Kürt isyanları; gayrı-Müslimlere karşı
uygulanmış baskı politikaları vb'leri "yok" ve
"yaşanmamış" sayılır!
Her şey, Mustafa Kemal'in
'Nutuk'undaki üzere biçimlendirilirken; buna da
"milliyetçilik" denir!
"Hz. Muhammed'i, Floransalı Leonardo da
Vinci'yi, Albert Einstein'ı Türk ilan edebilen" size="2">[2] irrasyonel özellikleriyle
"Türk milliyetçiliği" Namık Kemal Zeybek'in
deyişiyle, "Türk'ü oluşturan temel değerlerin,
Türkçe'nin, Müslümanlığın, tarih bilincinin,
milli törelerin korunması ve geliştirilmesi ve Türk halklarının
çıkarlarının savunulması anlamına gelir. Türk'ün
ruh kökünden kaynaklanan Türk milliyetçiliğinde
ayrıca: 1-) Başka milletlere, halklara, dinlere, inançlara
düşmanlık, hoşgörüsüzlük, baskı olmaz... 2-)
İnsanları kafatası yapılarına, renklerine, kan, gen, DNA yapılarına
göre veya kökenlerine göre dışlamak anlamında
ırkçılık olmaz… 3-) Başka halkları zorla eritmek
uygulaması olmaz,"[3] demesine
aman aldırmayın! Çünkü bu kocaman ve asılsız bir
yalandır…
Örnek mi? İlköğretim okullarında okutulan
'Öğrenci Andı'!
Mesela; "1933 yılından bu yana ilkokullarda her
sabah okunması mecbur olan 'Andımız'ın
ırkçı/militarist içeriğe sahip olduğu gerekçesiyle
kaldırılmasını istemek bile bu ülkede hâlâ
mümkün değil!"
Nasıl mı?
İlköğretim okullarında okutulan
'Öğrenci Andı'nın kaldırılması için kampanya
başlatan Mazlum-Der'in hazırlayıp Diyarbakır'daki
bilboardlara astırdığı afişler 15 Temmuz 2009 sabahı apar topar
kaldırıldı…
İlköğretimde okutulan 'Öğrenci
andı'nın kaldırılması için daha önce imza kampanyası
başlatan Mazlum-Der'in afişlerinde öğrenci andı mizahi bir
dille yeniden yazılmıştı. Afişteki andın metni şöyleydi:
"Kürdüm, Lazım, Çerkezim, Ermeniyimi, Aleviyim...
Desem de, ben çalışkanım ilkin, büyüyünce işsiz
kalsam da. Büyüklerimi görmek, küçüklerimi
dövmektir işim. İlk işim yurdumu ve milletimi
'üzüm'den çok sevmektir kesinlikle.
Ülküm, takla atmak, yere düşmek ve ne olursa olsun taş ile
yakalanmamaktır. Ey büyük Kürd, Laz, Çerkez, Ermeni,
Alevi... Kaçtığın yoldan, gösterdiğin hedefe oturmadan
yürüyeceğime ayran içerim. Varlığım Kürd, Laz,
Çerkez, Ermeni, Alevi varlığına ceza olsun. 'Ne mutlu
Kürdüm, Lazım, Çerkezim, Ermeniyim, Aleviyim... Diyene,
sonra da dayak yiyene'..."
Bu da yasaklandı!
Söz konusu "yasakçılık"ın
ardında, boylu boyunca milliyetçi ırkçılık yatıyor!
Aslı sorulursa "Bütün
milliyetçilik çeşitleri, potansiyel olarak içlerinde
ırkçılığı barındırır. 'Milletimi seviyorum' gibi
masumane bir sözün nereye varacağı belli olmaz.
Bir bakarsınız, değişen toplumsal şartlar; aklı
başında, dünya tatlısı bir milliyetçiyi canavara
dönüştürmüş.
Sıkça tekrarlanan bir iddia vardır:
'Atatürk milliyetçiliği ırkçı
değildir.'
Bu sözü yerden yere vurmak çok kolay:
Elimizde hem Atatürk dönemine, hem de sonrasına ilişkin
sürüyle 'karşı örnek' var.
Ancak iddiadaki doğruluk payını da görmek gerek:
Bir ulus yaratmaya çalışan Atatürk ve arkadaşları,
dışlayıcı değil kapsayıcı olmak zorundaydı.
Eğer Türk ırkçılığı yapsalardı;
Kürtleri, Çerkezleri, Abazaları, Boşnakları, Arnavutları ve
benzeri etnik grupları dışlayacaklardı.
Sonunda da ellerinde bir avuç Anadolu
Türk'ü kalacaktı.
Onun yerine Müslüman olmak şartıyla her
türlü etnik grubu 'Türk' ilan ettiler.Bu anlamda
dışlayıcı değil, kapsayıcı oldular. Irkı saflaştırmak yerine, ulusu
homojenleştirmeye çalıştılar. (…)
Unutmayalım: Söz düzeyinde ne derse desin,
ırkçılığın asıl amacı, dışladığı kesimin sahip olduğu
imkânlara (mal, mülk, arazi, makam, vb.) el
koymaktır…"[4]
 
KEMALİZM
 
Anadolu'nun (ve sermayenin) Türkleştirilmesi
serüveni olarak Türk milliyetçiliğinin (İttihat ve Terakki
uzantısı olarak) doruk noktasına denk düşen Kemalizm tarihin tanık
olduğu en kapsayıcı/ ceberrut/ pragmatik resmi ideolojilerden
birisidir…
Kemalizm bir ulus devlet kurma aracıdır ve bu nedenle
de devlet Kemalizmin bilinç altını oluşturur.
Kemalizm asla toplumsaldan ve siyasaldan yana bir model
değildir. Tam tersine Kemalizm XIX. Yüzyıl ortasından itibaren
Osmanlı'da öne çıkan 'devlet nasıl
kurtulur?' sorusuna verilmiş nihai cevaptır. Bir devlet kurma
projesidir. 1930'larda kendisini gösteren faşizan/totaliter
rejimlerin de verdiği ilhamla git gide katılaşmış bir devlet ideolojisi
hâline gelmiştir. Tüm önceliği devletin bekasıdır. Bu
maksatla her türden toplumsal hareketi reddeder.
Kemalizm bir ulus devlet modelidir.
Yoğunlaştırılmış devlet merkezli
faşizan/totaliter rejim özellikleri Kemalizm'le yan
yanadır.
Kemalizm bugünkü hâliyle militer bir
içerik kazanmıştır; "Kemalizm, merkezinde askeriye olan,
otoriter devlet ideolojisidir." size="2">[5]
"Atatürk, günümüzde genelde
anlaşıldığı gibi bir Kemalist değildi," size="2">[6] diyen Andrew Mango'ya ya da
ölümünün 71. yılında Mustafa Kemal'i anan Kemal
Okuyan'ın konuya ilişkin değerlendirmesinde, "Mustafa
Kemal'in değerini tartışacak durumda değiliz. Bir büyük
burjuva devrimcisidir, tarihsel anlamda ilerleme olduğu tartışılamayacak
dönüşümlere kişisel damgasını vurmuştur. Ancak bu
dönüşümler, bugün Türkiye'nin sorunlarının
çözümü, ülkemizin ileriye doğru
sıçramasını sağlayacak içerikte değildir, kaldı ki,
bugün yaşananlar 90 yıl kadar önce yola çıkan sistemin
ürünüdür. Bütün burjuva devrimlerinin kaderidir
bu. Onun çerçevesinden hareketle ileriye doğru gitmek
olanaksızdır. Ama onu yok soyarak ya da karşınıza alarak da ilerici bir
hamle yapamazsınız. Türkiye solundaki Mustafa Kemal ve Kemalizm
düşmanlığı büyük bir arızadır, kendine
güvensizliğin ürünüdür, gerici ve hatta
karşı-devrimci dinamiklerin etkisi altına girmektir," size="2">[7] deyişine aldırmayın!

Bir resmi ideoloji olarak Kemalizme "Hayır"
dememenin hiçbir mazereti yoktur; olamaz!
Yukarıda da değindiğim üzere; "resmi
tarih" dediğimiz şey, metni, kaynağı meçhul, varsayımlara
dayalı olarak şekillenip mihenk taşı işlevi görmeye koşulmuş bir
süzgeç değil.
Üstelik sadece Türkiye'ye ya da sadece
devletlere mahsus bir şey de değil. Her devletin bir resmi tarihi var; keza
şirketlerin, cemaatlerin, terör örgütlerinin de.
Amerika'nın veya Batılı bütün devletlerin resmi tarihleri
"lekeden arındırılmış" metinlerdir!
"Kemalizm'in en saf hâli"dir
vurgusuyla Emre Aköz eklediği üzere: "Bazılarının
sandığının aksine, Onur Öymen burada gaf yapmıyor. Dili
sürçmüyor.
Tam da Kemalizm'in halka ve sorunlara bakışını
özetliyor: 'Sus ve itaat et. Aksi hâlde seni yok
ederim.' (…) Eğer Kemalist isen, dün Dersim'i,
bugün de yargısız infazları çözüm olarak
görüyorsun demektir. Bilinçli Kemalistler bu bağlantının
farkındadır."[8]
Hayır! Aslı olmayan bir Mustafa Kemal, İsmet
İnönü "ikilemi" yaratıp Mustafa Kemal'i
aklayamazsınız; veya "farklıymış"casına sunamazsınız; ya
da Baskın Oran gibi, "Panmilliyetçiliği, irredantizmi,
revizyonizmi, ırkçılığı reddeden, burjuva sınıfının
diktasını hedefleyen Batı Avrupa'nın totaliter devletlerini değil,
bir orta sınıf devrimi gerçekleştirerek demokratik ülkeleri
örnek alan, paramiliter örgütler kullanmadan aydınları
aracılığıyla hem burjuvazisini hem de tek partisini destekleyen,
yüzyıllarca horlanan Türklüğü bir
üstünlük değil eşitlik aracı olarak kullanan, ortak
toprakta ortak kültürle yaşama esasını benimseyen bir
ideolojidir,"[9]
diyemezsiniz!
Kemal ile İnönü, aynı paranın iki ayrı
yüzüdür; onların kurduğu "T.C. kurulduğu andan
itibaren iflas eden bir devlettir. Çünkü zihniyeti,
ideolojisi Türkiye'nin sosyal, kültürel, etnik ve
mezhepsel gerçeğiyle bağdaşmıyordu. Bu gerçekliklere
karşı, bunların tamamen dışında zorlama bir yapılanmaya gidildi. Ve
her icraat sonuçları itibarıyla iflası derinleştirdi…
Yalan ve inkârı temel dayanak olarak alan bu
sistem ceberut, otoriter, insanlık düşmanı hâline geldi.
Devleti kutsayan bu zihniyet Mussolini'nin faşist ideolojisine,
büyük Türk milleti esprisiyle Nazilere esin kaynağı oldu.
Nitekim Mahmut Esat Bozkurt bunu çok net bir şekilde yazar:
'Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin
ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş
birer şeklinden başka bir şey olmadığını söylüyor.
Çok doğrudur. Çok doğru bir
görüştür.'[10]
Diğer taraftan Hitler de haklı olarak Mustafa Kemal'in
ölümü üzerine verdiği demeçte 'Mustafa
Kemal'in birinci öğrencisi Mussolini, ikincisi benim,' size="2">[11] demiştir…
Sonuç itibariyle de, bilindiği üzere
Mustafa Kemal'i koruma adı altında bir ceza maddesiyle bu ideolojinin
derinliğine eleştirilmesinin engellenmesi söz konusudur"! size="2">[12]
Bunlar tesadüfü değildir; tıpkı
"Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu DP'nin
çıkardı"ğı[13]
üzere!
Kemalizmin ne olduğunu öteki ilan edilenler ve
emekçiler, gayet iyi bilirler!
 
"AZINLIK(LAR)" MESELESİ
 
"Azınlık" denilen "öteki"
ilan edilenler!
Onlara, yurtları Anadolu'da; Türk
milliyetçiliği tarafından yaşatılan, müthiş bir baskı ve
trajedidir!
Sözü, "1920'lerden beri devlet
büyüklerinin ettiği lafları hiç karıştırmayacağım.
Sadece son bir yılı alacağım" diyen Baskın Oran'ın
naklettiği örneklere bırakalım: size="2">[14]
Dışişleri Bakanı, "Bizim tarihimizde ve
geçmişimizde hiçbir zaman çarmıh olmamıştır,
olmayacaktır da," dedi…
Cumhurbaşkanı, "Sayın Dışişleri Bakanı
gayet güzel söylediler. Söyleyecek başka bir şey yok konuyla
ilgili," diye arka çıktı…
Diyanet Başkanı, "Dini azınlıklar
özgürlüklerden yararlanmaktadır," dedi…
Başbakan, "Tek dil, tek millet; beğenmeyen
çeker gider," dedi…
Milli Savunma Bakanı, "Rumlar ve Ermeniler devam
etseydi, bugün acaba böyle milli bir devlet olabilir miydik?"
dedi…
Hükümet sözcüsü,
"Iğdır'ı da aldılar, yani Ermenistan sınırındalar,"
dedi…
En harbisi de, doğrusu, bir kadın bakanın ağzına
yakışmıştı: "Ermeni dölü…"
"Ulus-devlet"in tanımı bu olduğu
için bunlar "doğal"dır; hatta
"ötesi"!
Evet, evet "ötesi" dedim; şöyle
ki: 1961'de gizli yönetmelikle kurulan Azınlıklar Tali Komisyonu
da öyle. Kurumları içi yazışmalarda, "azınlık
faaliyetlerinin yurt güvenliği bakımından kontrolü ile
görevli" olduğu her seferinde belirtilen bu komisyon, bir iddiaya
göre 2002 veya 2003 yılında lağvedildi. Görevi, bu kez
Başbakanlık bünyesinde kurulan daha geniş amaçlı bir kurula
devredildi. Bu yeni kurulun eskisi gibi faaliyetlerine devam ettiğini,
"yurt güvenliği konusunda tehdit oluşturan" Lozan
azınlıklarının faaliyetlerinin yakın takibinin
sürdüğünü, arada basına yansıyan belgelerden
görüyoruz. Özellikle Rum Ortodoks Ruhban Okulu'nun
açılması konusundaki tartışmalarda...
Bu kadar da değil; görmemiş olamazsınız:
"Kafes iddianamesini gazeteler çarşaf çarşaf
yayımlıyor. Burada özetlemeye imkân da yok, gerek de...
"Laik cumhuriyeti kurtarmak" için darbe ve şiddet
planları hazırlayanların gayrimüslim vatandaşlarımıza karşı
duydukları kine dikkat çekmek istiyorum sadece...
Kafa totaliter olunca laiklik algısı da vatanseverlik
algısı da sakat oluyor.
Laikliği din karşıtlığı şeklinde algıladıkları
için dindar vatandaş kitlelerine "iç düşman"
diye bakıyorlar! Bu paranoyanın nelere sebep olduğu öteden beri
ortada.
Vatanseverliği ırkçılık gibi algıladıkları
için de gayrimüslim vatandaşlarımıza "iç
düşman" diye bakıyorlar; bu paranoyanın da nelere sebep olduğu
öteden beri ortada...
28 Şubat kadrosunun eseri olan "Balyoz
Planı"nda, sadece yabancı sermayeye değil, "azınlıklara ait
şirketlerin banka hesaplarına el konulması"
öngörülüyordu!
Davası açılan "Kafes Planı"ndaki
korkunç tertiplerden de birkaç örnek vermek
istiyorum:
- Gayrimüslim nüfusun isim ve adresleri
belirlenecek!
- Adalar'da vapur seferlerine karşı bombalı
eylemler düzenlenecek!
- Tanınmış gayrimüslim işadamı ve
sanatçılardan birkaçı kaçırılacak!
- Nerelerde ayin ve dini tören yaptıkları
belirlenecek!
- Azınlık haklarını hararetle savunan
kişi/kişilere suikast düzenlenecek!
- Duvarlara 'tekrar denize dökeceğiz'
gibi sloganlar yazılacak!"
Nihayet; Poyrazköy kazılarında ele
geçirilen mühimmat ve 'Kafes Eylem Planı'yla ilgili
davanın iddianamesinin eklerinde çarpıcı belgeler… Tutuklu
sanık emekli Albay Levent Bektaş'ta ele geçirilen
DVD'deki bir belgede Türkiye siyasi haritasının
"imanlılar-imansızlar" olarak ayrıldığı belirlendi.
Haritada imanlı bölgeler "yeşil", imansız bölgeler
"kırmızı" olarak boyanmış. Klasörlerde ayrıca
gayrimüslimlere yönelik isim ve adresler yer alırken,
gayrimüslimlerin nerelerde toplantılar yaptığının belgesi bile yer
alıyor. Klasörlerdeki belgelere göre, askerlerle ilgili de
"Fiziksel görüntüsü olumsuz. Basit ve tekil
görevler verilmeli", "Sokak eylemleri, Kürtleri
organize etmede görevli" gibi notlar tutulmuş…
"Azınlık" denilen "öteki"
ilan edilenlerin durumu bu; ve "Ne mutlu Türküm
diyene!" vecizesinde gerçekten de "veciz"
biçimde özetleniyor ya da 6-7 Eylül pogromundaki
gibi…
 
6-7 EYLÜL POGROMU
 
"6 Eylül 1955 Salı günü saat
13.00'te TRT haberlerinde geçen ve aynı günkü Ekspres
gazetesinde yer alan 'Ata'mızın evi bombalandı'
haberinin hemen arkasından başlar olaylar; gazete öğleden sonra iki
ayrı baskı ile duyurur olayları kamuoyuna. Aynı gün, ilerleyen
saatlerde, bazı öğrenci birlikleri ve Kıbrıs Türktür
Cemiyeti'nin çağrısıyla Taksim Meydanı'nda bir miting
düzenlenmesine karar verilir. Mitingin ardından, İstiklal
Caddesi'ndeki gayrimüslimlere ait işyerleri talan edilir. Olaylar
kısa sürede Beyoğlu, Şişli, Kurtuluş, Nişantaşı gibi semtlere,
ardından da İzmir ve Ankara gibi başka illere de sıçrar.
Protestocuların ellerinde Türk bayrakları, Atatürk ve Celal Bayar
posterleri vardır. 7 Eylül Çarşamba günü de devam
eden olaylarda birçok işyeri tahrip olur."
Evet 6-7 Eylül sermayenin Türkleştirilmesi
saldırganlığının bir ileri adımıdır; 1942'nin 1955'de
tamamlanmasıdır!
Bilindiği üzere azınlıkların kaderini
belirleyen 'Varlık Vergisi Kanunu' (1942) ile "ticaret
sermayesinin Türkleştirilmesi"n amaçlanmaktadır.
Maliye Bakanlığı defterdarlıklara bir genelge
yolladığında, "harp zamanında fevkalade kazanç sahibi
olanları" dört kategoride sınıflandıracaktır. "Bunlar M
(Müslüman), G (Gayrimüslim), D (Dönme) ve E (Ecnebi)
gruplarıydı. M grubu, yalnızca Müslüman tüccarları
kapsıyordu. G grubu ülkede yaşayan etnik-dini karakterlerini koruyan
ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermeni, Rum ve Yahudi yani
gayrimüslim vatandaşlardı. D grubu, geçmişte azınlıklar ya
da başka bir ulusun vatandaşları arasında Müslümanlığı kabul
etmiş olanlardı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde özellikle
Museviler arasında bu tipteki değişimlere sıkça rastlanmıştı. E
grubu ise Türkiye dışındaki başka bir ülkenin olup da
Türkiye'de ticari ve kültürel faaliyet gösteren
kimselerdi. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu döneminde
'Levantenler' ve 'Latinler' olarak bilinen azınlık
toplulukları bu kategoriye giriyordu."
Varlık Vergisi Kanunu'nun uygulanması
sürecinde yaşananların, aynı zamanda söz konusu kanunun
bütün bilgisini aldığımız çalışmada, Hitler
Almanyası'nın bir izdüşümünü de
görürüz. Zira dönemin tek parti yönetiminin
aldığı kararlar, baskın bir ideolojinin (ırkçı-Turancı)
izlerini açığa çıkarır.
Bu kapsamda denilebilir ki 6-7 Eylül olayları,
Osmanlı İmparatorluğu'ndan çıkış sırasında, devletin
kurucu güçlerinin çözümlenmemiş olarak
gördükleri bir sorunu çözmek için adım adım
uyguladıkları uzun vadeli stratejinin önemli eşiklerinden biridir. Bu
strateji, Türkiye'de etnik ve dini azınlığı yok etme
stratejisidir. Dini azınlıklar, Lozan Antlaşması
çerçevesinde kendi dillerini öğretmek, din hizmetlerini
özerk kurumlar aracılığıyla yürütmek hakkına sahiptiler.
Bu hakların varlığı, Cumhuriyet elitlerinin bu azınlıkları eksiksiz
bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak algılamamalarına yol
açtı. Türklük içinde eritemeyeceklerini
görünce, dışlama, korkutma ve kaçırma yöntemini
benimsediler.
6-7 Eylül konusunda 'Apoyevmatini'
gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve dönemin tanığı Mihail
Vasiliadis, bu olayları yapanlar kadar, susanların da suçlu
olduğunu söylerken, müthiş haklıdır!
Özetle herkes biliyor: "6-7 Eylül,
Özel Harp Dairesi'nin işiydi".
Gazeteci Cüneyt Özdemir'in, gizli
çalışanların, ajanların dünyasına girip, onlarla bire bir
görüşerek kaleme aldığı 'Önemli İşler
Dairesi' başlıklı kitabında, Türkiye'nin üç
büyük istihbarat teşkilâtından biri olan Emniyet
İstihbarat Dairesi'nin hikâyesini anlatırken ortaya
çıkardığı gibi, 6-7 Eylül olayları, devletin işiydi.
Gümüşsuyu'nda "olaylara
müdahale etmek" için bekleyen 300 polis varken yazar haklı
olarak, bu gücün neden harekete geçmediğini sorar. Polis
müdürünün yanıtı da, 6-7 Eylül olaylarının
nedenini en iyi özetleyen şu cümleler olur: "O gün
müdahale etmek mi suç, etmemek mi suç, bunu bilemiyorduk.
Bu yüzden müdahale etmedik!" size="2">[15]
Gerçekten de 6-7 Eylül pogromları, devletin
zirvesindeki yetkililerin, askeriye ve emniyet teşkilâtları
sorumlularının, üst düzey istihbarat elemanlarının, itiraf
ettikleri bir insanlık suçu olarak, artık Türkiye toplumunun da
neredeyse birçok ayrıntıları ile bildiği bir gerçek
hâline gelmiştir.
6-7 Eylül pogromlarının, 1915'te zirveye
ulaşan İttihatçı soykırım politikasının doğrudan bir devamı
ve önemli ölçüde de, aynı kadroların sevk ve idare
ettiği bir insanlık suçu olması bakımından, gerekli derslerin
çıkarılabilmesi için doğru algılanması gerekir.
Dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar, Birinci Dünya Savaşı
arifesinde ve savaş sürecinde Akdeniz ve Ege sahillerinin,
özellikle de Helenlerden 'arındırılması' görevini
yürüten soykırım sabıkalı bir Teşkilâtı Mahsusa
kadrosudur. Gerek DP hükümetinin gerekse onun ana muhalefeti
konumundaki CHP'nin Celal Bayar ve İsmet İnönü gibi
kıdemli İttihatçıları, o dönem işbaşındadırlar.
6-7 Eylül pogromları, soykırım sabıkalı bir
egemenliğin, gerektiğinde bu tür insanlık suçlarını tekrar
tekrar işleyeceğine dair, insanlığı doğrudan tehdit etmesi,
fütursuz itiraflarda bulunması bakımından unutulmaması
gerekmektedir. Henüz 6-7 Eylül pogromlarının kabusu bitmeden AP
dönemi 1. Başbakanı S. Hayri Ürgüplü'nün,
"Kıbrıs'ta bir Türk ölürse İstanbul'da ne
olabileceği hakkında garanti veremem. Korkarım 6-7 Eylül olayları
gibi olaylar olabilir," türünden demeçlerde
bulunmasını başka türlü yorumlamak mümkün
değildir.
Dönemin başbakan yardımcısı Fuat
Köprülü'nün Meclis konuşması hükümetin
yandaşlarının nasıl birer iftiracı pogrom suçluları
olduklarını ele vermesi bakımından ibret vericidir: "İzninizle
şimdi saldırıların kendisi hakkında konuşacağım. Kıbrıs meselesi
nedeniyle tahrik edilmiş gençler ve vatanseverler, olayların
çıkmasından sorumludur. Özellikle gençlik çok
hırçın tepki vermiştir. Diğer taraftan basın provoke etmiştir.
Selanik'te patlayan bombanın da haberi gelince nihayet bir fırsat
doğmuştur. Komünistler hareketin arasına karışıp gençlerin
vatansever gösterisini kullanarak, yıkıp yağmalamışlardır. Bu
olaylar aylar öncesinden planlanmış olmasaydı, böylesi bir
saldırı mümkün olmazdı. Saldırının şekli ve hedefleri doğru
incelenirse, burada söz konusu olanın yalnızca komünist bir
komplo olduğu görülecektir. size="2">[16]
Bir başka itiraf da 2009 yılında 27 Mayıs'ın
darbeci subaylarından, eski Turizm Tanıtma Bakanı ve CHP'de
çeşitli yöneticilik görevleri yapmış olan ve hâlen
Cumhuriyet gazetesinde yazan Orhan Birgit'den geldi. Birgit, 6-7
Eylül pogromlarının sevk ve idaresinde perde önünde
önemli işler gören "Kıbrıs Türktür
Cemiyeti"nin yöneticisiydi ve cemiyet pogrom kışkırtıcı
bildiriler yayınlamıştı. Birgit, Vatan gazetesinde Senem Altan'la
yapılan röportajında, "Atatürk'ün
Selanik'teki evine bombayı MİT'in attırdığını ve
olayların büyüdüğünü" belirtti.
Nihayet 6-7 Eylül 1955'te İstanbul'da
Rum yurttaşlara yönelen yağma ve şiddet olaylarıyla sendikaların
ilişkisi siyasal tarihin/emek tarihinin az bilinen karanlık sayfalarından
biridir. İktidar güdümlü-vesayet sendikacılığının
vardığı vahim sonuçları göstermesi açısından 6-7
Eylül'de sendikaların rolünü hatırlamakta yarar var.
Konuyla ilgili çalışmalar, tanıklıklar ve arşiv belgeleri bazı
sendikaların olaylara katılımının örgütlü ve ciddi
boyutlarda olduğunu göstermektedir.
Öncelikle 6-7 Eylül olaylarında birinci
derecede rol oynayan Kıbrıs Türktür Cemiyetleri (KTC) ile
sendikalar arasındaki yoğun ilişkileri vurgulamak gerekir. Bazı sendika
ve sendika birlikleri bu cemiyetlerin kuruluşuna katılmıştı.
Örneğin İsmail İnan Türk-İş Genel Sekreterliği görevini
sürdürürken, KTC Genel Başkanlığını da üstlenmişti.
Paşabahçeli sendikacı Hasan Türkay Paşabahçe KTC
şubesinin başkanıydı. Dilek Güven'in, 'Cumhuriyet
Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül
Olayları' başlıklı çalışmasında sendikaların
'Kıbrıs Türktür Cemiyeti' ile birlikte hareket
ettiğini ve İstanbul ile Anadolu'daki KTC şubelerinin DP ilçe
teşkilâtları ve sendikacılar tarafından kurulduğunu
belirtmektedir…
 
İSİM DEĞİŞTİRMELER
 
Evet, "Türkiye" denilen
Anadolu'da, azınlık grupları, millet-i hâkime olan
Türklerin çizdiği sınırlara tabi olmak zorunda
kaldılar.
DTP Milletvekili Hasip Kaplan 20 Nisan 2008 tarihinde
TBMM Başkanlığına bu konuda bir kanun teklifi vermişti. Teklifte 1949
yılında çıkarılan 5442 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu
uyarınca değiştirilen yer adlarının eski hâline getirilmesi talep
ediliyordu. Teklif gerçekten önemliydi çünkü
adı geçen kanuna dayanarak bugüne kadar 30 bin kadar coğrafi
yer ismi Türkçeleştirilmişti. Değişikliğin en fazla olduğu
bölgeler Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgeleriydi.
Aslında bu topraklarda, coğrafi yer adlarının
değiştirilmesi fikri ilk kez 1910 yılında ortaya çıkmış,
resmî adım 13 Mayıs 1913'te çıkarılan İskân-ı
Muhacirin Nizamnamesi ile atılmıştı. Türkçe olmayan isimlerin
sistemli olarak değiştirilmesi doğrultusunda atılan adımlar savaşa
girilmesiyle birlikte hızlandı. 5 Ocak 1915'te Enver Paşa
tarafından askeri kıtalara gönderilen talimatnamede savaş zamanının
sunduğu olumlu imkândan yararlanılarak, Osmanlı topraklarında
Ermenice, Rumca ve Bulgarca dillerden olan il, ilçe, köy, dağ ve
nehir adlarının Türkçeye tahvili isteniyor, bu
değişikliklerin nasıl yapılacağı konusunda bilgi veriliyor, yeni
isimlerde dikkat edilecek hususlar sıralanıyor ve hatta bazı örnekler
de veriliyordu. Bu emirname 15 Haziran 1916'da kaldırıldı. Ancak o
zamana kadar çok sayıda köy ve kasaba ismi
Türkçeleştirilmişti. Dersim'deki Kızılkilise'nin
Nazimiye, Muğla'daki Megri'nin Fethiye,
Hüdavendigâr'daki (1918'de Bursa oldu)
Atranos'un Orhanili, yine Bursa'daki Mihaliç'in
Karacabey, İzmir'deki Ayasluğ'un Selçuk olması bu
dönemin işlerindendi.
Ülkedeki yer isimlerinin millileştirilmesi
konusundaki ilk teklif 20 Aralık 1920 tarihli 117 sayılı oturumunda İzmit
milletvekili Sırrı Bey tarafından yapılmıştı. Sırrı Bey,
ülkedeki yer isimlerinin gayrımillî kalmasından şikâyet
etmiş, Tunalı Hilmi Bey ise bu durumu Türkün mezayasından
[üstünlüklerinden] saymıştı. Isparta milletvekili
Nâdir Bey ise ecnebi isimleri taşıyan köy isimlerinin
değiştirilmesine dair önergesini vermişti. Zaferden sonra, Milli
Mücadele kahramanlarının adları bazı mevkileri verilirken,
gözden düşenlerin adları geri alındı. 1922'de bir dizi
yerleşim yerinin adı Türkçeleştirildi. Van'a bağlı
Müküs Bahçesaray, Kırkkilise Kırklareli,
Üsküb'ü Konuralp, Ankara'nın İstanos (Zîr)
Yenikent, Makriköy Bakırköy, Ayastefanos Yeşilköy, Sinasos
Mustafapaşa, Tirilye Zeytinbağı, İmroz Gökçeada oldu.
1923'te İzmit ilinin adı Kocaeli'ne, 1924'te
Kırkkilise'nin adı Kırklareli'ne, 1927de Bozok'un adı
Yozgat'a çevrildi. 1925'te, Artvin ilinde büyük
kısmı Gürcü'ce olan yerleşim adları değiştirildi.
1934-1936 kesitinde Halkevleri yurt çapında 834
köye Türkçe isimler verdi. 1935te binlerce yıllık Dersim
Tunceli yapıldı. 1937de Mamuretülazize bizzat Mustafa Kemal
tarafından bereket-bolluk anlamına Elazık denildi, sonra Elazığ'a
çevrildi. 1939da Sancak'ın adı Hattai ve Karay adlarının
karışımından oluşan Hatay'a çevrildi. 1940da
İçişleri Bakanlığının genelgesi ile Türkçeleştirme
hamlesine yeniden başlandı ancak İkinci Dünya Savaşı dolayısıyla,
1947de Hatay ilindeki Türkçe olmayan (çoğu Arapça
idi) yer adlarının değiştirilmesi dışında önemli bir adım
atılamadı. Hatta 1947de Türkçeye çevrilen Ernest
Chaput'un 'Türkiye'de Jeolojik ve Jeomorfolojik Tetkik
Seyahatleri' başlıklı kitabında Galatya Yaylası, Likaonya
Yaylası, Pontik gibi terimlerin rahatlıkla kullanılması dikkat
çekicidir.
En büyük isim değiştirme hamlesi Demokrat
Parti döneminde yaşandı. 1956'da kurulan Ad Değiştirme
İhtisas Komisyonu, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri, Savunma ve
Milli Eğitim bakanlıkları, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi ile Türk Dil Kurumunun temsilcilerinden oluşuyordu. Bu
kurulca 1978'e kadar yaklaşık 75 bin yerleşme adı incelendi ve
bunlardan 28 bin kadarı değiştirildi.
Bu çalışmalar sırasında Atkafası,
Çakal, Çürük, Deliler, Domuzağı,
Haraççı, Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı, Kıllı,
Kötüköy, Kuduzlar, Sinir, Zurna gibi anlamları güzel
çağrışımlar uyandırmayan, insanları utandıran, inciten, yahut
alay edilmesine fırsat tanıyan isimler Türkçe dahi olsalar
değiştirildi. Kimi isimler, Sehrince/Serince, Pervana/Pervane
örneklerindeki gibi birkaç harf değişikliğiyle korundu. Kimi,
Şemsi/Güneşli, Kebirkazani/Büyükkazanlı,
Telanbar/Anbartepe, Telseyif/Kılıçlı örneklerindeki gibi
Türkçeye tercüme edildi. Şıh gibi Alevi kökenliler
Şeyh yapılarak Sünnileştirildi. İçinde kızıl, çan,
kilise gibi kelimeler olan yer isimleriyle Arapça, Farsça,
Ermenice, Kürtçe, Gürcüce, Tatarca, Çerkezce
Lazca yer isimleri bölücülüğe meydan vermemek amacıyla
değiştirildi.
Aslında yer ve insan isimlerini değiştirme eylemi
sadece Türkiye'ye has değil. Neredeyse bütün
ulus-devletler üzerlerinde kurulu oldukları toprakların sadece
demografik olarak değil, tarihi açıdan da sahibi oldukları
göstermek için, o topraklarda bir zamanlar yaşamış öteki
grupların izlerini silmeye çalışmışlardır. Coğrafi ve tarihi
yer adlarını değiştirme bu işlemin sadece bir tanesidir. XX.
yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğunun
çöküşü sırasında yaşanan olayların travmatik
etkisinden bir türlü kurtulamayan yönetici elitler de,
orijinal/tarihsel yer isimlerin toplumun kolektif belleğinde çok
ötelere itilmiş olan bazı bilgileri yeniden bilinç
üstüne çıkarmaya katkıda bulunmasından böyle bir
bellek tazelenmesinin, yıllardır özenle inşa edilen Anadolu'nun
Türklerin yurdu olduğu şeklindeki resmî söylemi
zayıflatmasından ve dahası bu grupların tarihi haklara dayanarak, Anadolu
coğrafyasında hak iddia etmesinden korkuyorlar. Yani,
günümüzde Kürdistan, Amid/Amed, Dersim, Konstantinopolis,
Smyrne, Pontus, Ararat, Ani, Akhtamar, Kilikya, Misis gibi yer adlarının
kullanılmasına gösterilen sert tepkinin nedeni, 90 yıldır bir
türlü inşaatı bitmeyen ulus-devletin derin
güvensizliği... [17]
 
cellspacing="0">
İSİM DEĞİŞTİRMELERE BAZI
ÖRNEKLER
[18]
AFŞİN
Maraş iline bağlı
ilçe merkezi. İlkçağdaki adı Arabissos idi ve yakın
zamana kadar, Arabissos'tan bozma "Yarpuz" adını
taşıyordu. Şimdiki Afşin adı, sanılabileceğinin tersine,
Türk komutanları Afşinlerden değil, ortaçağda orada
bulunan Til Khampson kalesinin adından gelmektedir.
AĞRI
Hemen her ülkede,
Tevrat'ta geçen (Urartu sözcüğünden bozma)
adıyla, Ararat diye bilinen yüce dağın bizdeki adıdır. Ararat;
Tevrat'ın Batı dillerine yapılan çevirilerinde kullanılan
uydurma bir addır. Ağrı, aslında dağın iki doruğunun adıdır.
Ve kanımca Doruk anlamı Akra'dan gelir. İran'da Rey kenti
kuzeybatı yakınındaki bir diğer dağın tarihsel adı, Akra
Dağı'dır.
ALUT
Adıyaman ili Kahta
ilçesine bağlı bucak merkezi Damlacık'ın eski adı.
Sonundaki ut, Ermenice 'lı' anlamındaki takısı ud'u
hemen akla getiriyorsa da, o dilde Alud, Alut, diye bir sözcük
saptayamadım. Yararlandığım sözlükler Kürtçede
dahi Alud, Alut diye bir sözcük göstermiyor.
AMANDA
Hatay ili Reyhanlı
ilçesi merkez bucağına bağlı köy. Yeni uydurulan adı
Beşarslan. "Amanda" adı Luwi dilinde Ama-(wa)nda
öğelerinden türetilmiştir. "Ana Tanrıça
Tapınıcısı" demektir.
AMİDA
Diyarbakır kentimizin
ilkçağdaki adıdır. Romalılar ile İranlılar (önce
Parth'lar sonra Sasaniler) arasındaki savaşım dönemini
anlatan tarih yapıtlarında çok anılmıştır.
Görünüşe bakılırsa bu Amida adı, Ama (Ana
Tanrıça) kök sözcüğüyle, wanda/anda/ada
takıntısının çeşitlemesi olan inda/ida takısından
türetilmiştir. "Ama/Ma tapınıcısı" (halk)
demektir.
ARDAHAN
Ermenice söylenen
biçimi, Artan. Artan-Ardahan yalnız kentin değil, oradan
geçen ve Gürcistan'da Kur, Kura diye anılan önemli
nehrin de adıdır. Gerek Artan, gerekse Ardahan biçimlerinin
aslı, yani yörenin ve ırmağın adının öz biçimi Luwi
dili ardılı (Pontos ülkesinde de konuşulan) Kappadokia dilinden
gelme Arda kök sözcüğüne wana/ana takıntısının
eklenmesiyle "Akarsu'sal-Akarsu Ülkesi"
anlamındaki "Ardana" idi.
BAJİRGE
size="1">Hakkâri/Yüksekova-Esendere'nin eski adı.
Kürtçe, aslı Bajar-geh, "Kasaba Yeri".
BARDIZ
size="1">Erzurum/Şenkaya-Gaziler'in eski adı. Ermenice Bardız
"Bahçe" anlamındadır.
size="1">BEYTÜŞŞEBAP
Hakkâri merkezi
ilçesi. Arapçadır. Ev anlamındaki Beyt ve Gençlik
anlamındaki Şebab'tan türetilme; dolayısıyla Gençlik
Yurdu anlamındadır. Bu adın Süryani dilindeki aslının Arap
ağzına uydurularak değiştirildiğini de söyleyebiliriz.
Beyt'in Süryani dilindeki karşılığı Bet'tir. Ayrıca
Bethşeba, Tevrat'ta Hz. Süleyman'ın anasının
adıdır.
BİSMİL
Diyarbakır'in
ilçesi. Farsçada "Besmele çekilerek
boğazlanmış hayvan" anlamına gelir. Ayrıca Zeki Velidi Togan,
anayurdu Güney Moğolistan olan Basmıl adlı Türk boyunun
Anadolu'ya gelip yerleştiğini belirtiyor.
CAĞALOĞLU
İstanbul kentinin
tarihsel bölümünde bir semtin Osmanlı döneminde
aldığı ad. Ciğala-zade'den gelir. Orada sarayı bulunan
Sadr-ı Azam Cığala Zade Sinan Paşa soy yönünden Cicala
ailesinden bir İtalyandı. Cicala Türk ağzında Cığala
olmuştur.
CİZRE
Dicle kıyısında, Suriye
sınırındaki ilçe. Baharda taşan ırmağın kasabayı ada
durumunda bırakması nedeniyle Araplar, kasabaya Cezire-i İbn Ömer
"Ömer Oğlu'nun Adası" adını
verdiler.
DİGOR
Kars/Digorlar Kafkas
halklarından Osetler'in batı grubunu oluşturan topluluktu.
Özellikle Gürcistan içine yayılmışlardı.
FIRAT
Nehrin adı Akkad/Babil
dilinde "Irmak" anlamını belirten "Puratu"
sözcüğünden gelir. Bu ad, halk ağzında Fraat, Frat,
Furat biçimlerini almıştır.
HATAY
Geç Hititler
döneminde Hattena (Khattena; yani Khatti-wana; Hatti/Khatti
Ülkesi).
HAVZA
Samsun'un
ilçesi. Arapça Havz sözcüğünden
Türkçeye çevrildi.
İMRANLI
Sivas ilçe
merkezinin ilk adı Çit idi. II. Abdulhamid döneminde
Hamid-Abad; sonra onun yıkılmasıyla Ümraniye oldu. Cumhuriyet
ise tekrar eski adını İmranlı'yı verdi.
KAHTA
Yakın zamana kadar
"Kölük" deniyordu. Kahta denilmesi hiç de yeni
değildir. Ortaçağ tarihçilerinden Urfalı
Matthaeos'un Vekayi-namesinde Hartan; Süryani Mikeal'in
yapıtının Ermenice çevirisinde Gakhta; aynı yapıtın
Süryanice aslında Gaktay; Bar Hebraeus'un Süryanice
eserinde Gakhti; Arap tarihçilerinde Kahta olarak
anılır.
KARABEGAN
size="1">Elazığ/Palu-Arıcak'ın eski adı.
Görünüşte Türk ve Kürt karışımı
"Karabeyler" anlamındadır.
KELKİT
Her ne kadar
tarihçi Wittek "Yer Adları" eserinde, "Kelkit
ırmağının ilkçağda Helen ağzına uydurulmuş adı Lykos,
Helen dilinde 'Kurt' anlamına geldiği için Ermeniler
bu adı kendi dillerine çevirerek ırmağa Gail-Get, Kurt Irmağı
dediler" diye yazsa da yanılıyor. Çünkü Kelkit
yöresinde ilkçağda bir Kelkit halkının yaşadığını
biliyoruz.
LİCE
Adı Türkçe
Ilıca sözcüğünden bozma gibi görünse de
dilbilimci Herzfeld'e göre ilkçağda kullanılan bir
addan ileri gelmektedir.
MARDİN
Tarihçi Plinius,
Nisibis/Nusaybin yöresinde Mardani adlı bir Arap kabilesinin
yaşadığını söylüyor.
MİDYAT
Helenistik çağda
Seleukos'lar devletinin yöreye egemenliği döneminde var
olduğu ve Medeat adını taşıdığı biliniyor. Süryani
kültürünün en önemli tarihsel
merkezlerinden.
SİİRT
Dilbilimci
Herzfeld'e göre, İran'da Arbela/Erbil yöresine de
yayılmış olan ve Dareios zamanından kalma yazıtlarda Asagrta diye
anılan halkın adından gelmektedir. Bu halkın daha önce Urumiye
Gölü doğu yakınlarında Tebriz ile Zencan arasında varlığı
Asur belgelerinde anılıyor. Halktan Zikirtu, Zikirtiya diye söz
ediliyor. Ermeni dilinde Sgerd diye geçiyor.
SİVEREK
İran dilinin "kara
yıkıntılar" anlamında bir sözcüğü iken, Ermeni
ağzında Sevaverak, Süryani ağzında Şebhabherak, Türk
ağzında Siverek olmuştur.
 
Anadolu'yu Türkleştirmek ve
Türkçüleştirmek politikası sürüp gitti. Bu
konudaki yaklaşımı dönemin önce İktisat sonra Adliye Vekili
olan Mahmut Esat (Bozkurt), Ağrı isyanından sonra 19 Eylül
1930'de sarahaten ifade ve itiraf etmiştir: "Türk bu
milletin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk
soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır, hizmetçi
olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu
Hakikâti böyle bilsinler."
Dağlar taşlar o Hakikâti bilsinler diye,
dağlara taşlara "Ne Mutlu Türküm Diyene" yazdık.
Dağları, taşları, ağaçları, çalıları, otları yaktık.
Mahmut Esat'tan yarım asır sonra bile, iki yüz bin genci
dağlara, hizmetçi, köle retçiliği avına
çıkardık. Psikolojik harp ve propagandayla kendilerinin de onlarla
aynı sınıftan olduklarını önemsemeden, hatta bilmeden on
milyonlarca insanı düşmanlıkla koşullandırdık.
Kemal Atatürk'ün evlatlıklarından Afet
İnan'ın Cenevre'deki doktorası kafatasçıydı. Tezinin
adı 'Türk Irkının Vatanı Anadolu'ydu. Yatıp kalkıp
'Atam sen kalk, ben yatam' diye tapanlar, tapındıranlar 64 bin
yurttaşın kafatasının devlet eliyle kumpasta
ölçüldüğü (antropo-matriks yapıldığı) bu tezi
bugün yüz binlerce basıp niçin okutmazlar, oysa tam da
zamanı değil mi?[19] İnan tarih
profesörüydü, arkasında hangi birikim bıraktı, bugün
onun görüşleri hakkında 3 dakika konuşabilecek 300 kişi var
mıdır?!!
 
cellspacing="0">
"ÇOK DİLLİ BİR
ÜLKE"
[20]
Türkiye'de
Türkçeyle birlikte 36 dil konuşuluyor
ABAZACA
10 bin civarında insan
tarafından konuşuluyor (1995).
ABHAZCA
35 bin (1993)
Abhazyalının 4 bin kadarı (1980) tarafından çoğunlukla
Çoruh, Bolu ve Sakarya'da anadil olarak
konuşuluyor.
ADİGECE
(ÇERKESÇE)
1965 nüfus
sayımında önemli bölümü Kayseri, Tokat ve
Kahramanmaraş'ta 71 bin kişi tarafından anadil olarak
konuşulduğu tespit edildi.
ARAPÇA (KUZEY
MEZOPOTAMYA)
Mardin ve Siirt
ağırlıklı olmak üzere 400 bin kişi bu dili konuşuyor
(1992).
ARNAVUTÇA
65 bin Arnavut'un 15
bin kadarı konuşuyor (1980).
AZERİCE
(GÜNEY)
Çoğu Kars'ta
530 binden fazla kişi tarafından konuşuluyor (1996).
BOŞNAKÇA
Ağırlıklı olarak Batı
illerinde olmak üzere 20 bin kişinin anadili (1980).
BULGARCA
Bulgaristan
göçmenleriyle birlikte 300 bin kişi konuşuyor
(2001).
ROMAN (ÇİNGENE)
DİLLERİ
Ethnologue.com'un
Domari ve Romani olarak ikiye ayırdığı dilleri, toplamda 50 bini
aşkın kişi konuşuyor.
ERMENİCE
70 bin civarında
Ermeni'nin 40 bini konuşuyor (1980).
GAGAVUZCA
327 bin kişi konuşuyor
(1993).
size="1">GÜRCÜCE
Başta Artvin, Ordu ve
Sakarya olmak üzere 40 bini aşkın kişi tarafından konuşuluyor
(1980).
KABARTAYCA
(ÇERKESÇE)
Önemli kısmı
Kayseri ve çevresinde 202 bin kişi konuşuyor (1993).
KAZAKÇA
600 kadar kişi konuşuyor
(1982).
KIRGIZCA
Van ve Kars
yörelerinde binden fazla kişi konuşuyor (1982).
KIRIM
TÜRKÇESİ (BALKAN TATARCASI)
Tam olarak kaç
kişi tarafından konuşulduğu bilinmiyor. Özellikle
Ankara'nın Polatlı yöresindeki Tatar köylerinde
kullanılıyor.
KUMUKÇA
Birkaç köyde
konuşuluyor.
size="1">KÜRTÇE
Ethnologue.com Zazaca,
Dimlice ve Kırmançi ile Kırmançinin lehçeleri sayılan
Şikaki ve Herki'yi ayrı diller olarak değerlendiriyor. Tüm
bunlar Kürtçe ana başlığında toplanırsa, 5 milyondan
fazla kişinin anadili olarak Kürtçe konuştuğu
söylenebilir. KONDA'nın 2007 tarihli araştırmasına
göre kendini Kürt olarak tanımlayanlarsa 11.5 milyon
civarında.
LADİNO
Çoğu İstanbul ve
İzmir'de 8 bin kişi konuşuyor (1976).
LAZCA
30 binden fazla kişi
anadili olarak konuşuyor (1980). KONDA'ya göre
Türkiye'de kendini Laz olarak tanımlayanlar 220 bin
civarında. Ağırlıklı olarak Rize'nin doğusu ve Artvin'de
konuşuluyor.
OSETÇE
Digor lehçesi
Bitlis, Erzurum, Kars, Muğla ve Antalya yörelerinde konuşuluyor
(1993).
size="1">ÖZBEKÇE
Hatay, Gaziantep ve
Urfa'da 2 bine yakın kişinin anadili (1982).
RUMCA
(YUNANCA)
Büyük
çoğunluğu İstanbul'da 5 bine yakın kişi konuşuyor
(1993).
SÜRYANİCE
Ethnologue.com tarafından
Turoyo ve Hertvince gibi lehçeleri ayrı ayrı değerlendirilen
Süryanice, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Hertvince
lehçesi Siirt'te bin kadar kişi tarafından konuşuluyor
(1999). Turoyo ise Mardin yöresinde 3 bin civarında insanın anadili
(1994).
TATARCA
İstanbul'daki
Tatarlar tarafından konuşuyor.
size="1">TÜRKÇE
Türkiye
nüfusunun yüzde 90'ının anadili (1987). KONDA'ya
göre bu oran yüzde 85.
TÜRKMENCE
Tokat ve çevresinde
bin kadar kişi tarafından konuşuluyor (1982).
UYGURCA
Çoğu
Kayseri'de 500 kişi konuşuyor (1981).
 
Afet İnan'ın "bilimsel
faaliyetleri"yle 64 bin kafatası tetkikiyle Anadolu'nun
"Türk ırkının vatanı" ilan edilmesiyle,
Anadolu'daki şehir, kasaba, dağ, tepe, dere, bel, yalı, yar,
bük, boyun, hatta kayalık isimleri de resmen
Türkçeleştirilir…
Hangi birisini sayalım: Yunanca 'polis'
(kent) kelimesinden kalma Bolu, Gelibolu, Safranbolu, Tirebolu, İnebolu,
Hayrabolu. Veya Herakleia'dan Karadeniz, Marmara, Konya'da
birerden üç adet Ereğli (bir tane de Bafa Gölü
kıyısında Herakleia antik kenti) var, Hereke ve Erbaa'nın da aynı
kökenden geldiğini söyleyen kaynaklar bulunuyor.
Aynı adı taşıyan birden fazla yerleşimleri sayarken
birisi Ege'de Adramittium Thebe, diğeri Van Gölü
kıyısında kurulmuş iki Edremit kasabası olduğunu hatırlayalım.
Osmanlı'nın ilk iki başkenti Prusa Bursa,
Adrianopolis Edirne olmuş. Smyrna/Zimirna/i Zimirna İzmir, İmparator Kenti
Caesarea/ Kaiseria Kayseri, Amastris Amasra, Antigoneia/Nikaia İznik,
Britanya Kralının isminden kalma Nikomedia İzmit, Tekfur Dağı'nın
yanındaki kent Tekirdağ, Amisos Samsun, Amesiea Amasya, Zela Zile,
Kerasoius Giresun, Kotyora Ordu, Trapezus Trabzon, Komana Pontika Tokat,
Hyspiratis İspir, Kemacha Kemah, Melitene Malatya, Antiokheia Antakya, Ane
Mourion Anamur, Magnesia Manisa, Kotiaion Kütahya, Amorion Emirdağ,
Sagalassos Ağlusun, Ksentos Kınık, Abydos Biga, Astha Akçay,
Pergamon Bergama, Tyrrha Tire, Pyrgion Birgi, Dadia Datça, Keramikhos
Gökova, Dydimia Didim, ilh.
Ya da Anadolu'da bir Sivas, Kuzey
Karadeniz'de bir Sivastopol (Sebastopol) var: Bizdekinin adı
Sebasteia, oradakinin Sebastopolis imiş. Anadolu'da İskenderun,
Mısır'da İskenderiye Aleksandrea'dan kalma. (Antakya ve
İskenderun'dan başka Hatay bölgesinin adı Aleksandretta
idi.)
Türkçülüğün,
ülkücülüğün medar-ı iftiharı Erzurum
kelimesindeki 'Rum' acaba nereden geliyor? İmparator II.
Theodosios'un adını almış bir şehirken, yakınındaki Arzen şehri
Türkmenlere geçince kaçan halk Theodosios'a
sığınmış, Türkmenler de oraya Arzen Rum demişler.
Erzincan'ın ismi Eriza'dan Arzingân'a
dönüşmüş.
Bugün Türkiye'nin en dindar
şehirlerinden Konya İkonion ile başlamış, Bizans'ta Likonya
Eyaleti olmuş. Ama Konyalı çocuklara okullarda "filanca
göçebe Türk boyunun reisi 'buraya kon' dedi,
oraya yerleştiler, adı Konya oldu" denilir yahut içinde
Mevlana'nın adı geçen tevatürler anlatılır.
Hâlen Anadolu'da ismi en eski olan
şehirlerden birisi Mardin. 5000 yıl önce Meride'ymiş,
Bizans'ta Meridia, Arapça'da Maridin olmuş. Bir diğeri
Miletos kolonisi olarak 2800-2900 yıl öncesinde kurulan Sinope.
İsimler tabii ki yerleşim birimlerinden ibaret değil. Mesela Marmara
denizi, adası, gölü var. Marmara Adası Antikitede
Prokonnesos'ken, sonraları mermerleri nedeniyle Marmora olmuş, adı
Propontis olan denizin de adını değiştirmiş. Ya da Menderes kelimesi
jeomorfolojiye girmiş. Ermenice Ararat Ağrı Dağı, Araks Irmağı Aras,
adını ünlü Ermeni hükümdarı Büyük Tigran
(Dikran)'dan alan nehir Dicle veya Marmara Bölgesinde Appulient
(Apolyont) Ulubat Gölü olmuş. [Göl adı kalmamış, ama
çevresinde yetişen kiraz Apolyont kirazıymış, zamanla o da
kalmamış, halk dilinde Napolyon kirazına dönüşmüş.]
Say say, bitmez: Başkent Yerevan'daki
'van'ın Güneydoğu Anadolu'da da bulunduğuna dikkat
edebiliriz: Türkiye'nin en büyük doğal
gölünün iki yakasında Van, Tatvan var, D.Bakır'da
Silvan, Ş. Urfa'da Hilvan var. Okulda bize başkent Ankara'nın
Engürü'den geldiğini öğretmişlerdi, doğru ama eksik
bilgi. Engürü köken değil, adın
dönüşümünde bir durak. Kelimenin başlangıcı Ankyra,
anlamı ise 'deniz çapası'. Batı dillerindeki
"anchor" sözcüğü de o demek. [Hani, ABD
televizyonculuğundan aktarma olarak bizdeki Birand, Dündar, Kırca gibi
orta yaş üstü ana haber sunucularına 'Anchor man'
diyorlar ya, o kelimenin ilk menşei işte bu Ankyra.]
"Anadolu'nun ortasında deniz çapasının işi ne?"
derseniz, biri Bizanslı, diğeri Pers iki ayrı tarihçi kentin
çapa adının menşei için farklı şeyler
söylüyorlar.
Gelelim İstanbul'a. Selçuk Erez'in
'İstanköy Altı Bodrum' kitabını duymuşsunuzdur.
Ege'de Yunanistan'a bağlı Kós isimli adanın adını
Türkler (Rum-Türk birleşik kültürünün sonucu)
Stankós'tan İstanköy yapmışlar. Demek ki,
İstanbul'dan başka 'İstan'lar da varmış:
İslambol'dan geliyor dedikleri İstanbul kelimesi ne
Türk'tür, ne Müslüman. İstanbul Rumcadır:
Stanpolis = Şehre Doğru demektir. Kelimenin özgün anlamı gereği
demek ki, İstanbul İslambol'dan değil, aksine, İslambol
İstanbul'dan geliyormuş.
Nihayet Afet İnan'ın tezinin adı bile savını
tekzip ediyor. Türk Irkının Vatanı Anadolu muymuş? 64 bin kafatası
öyle mi söylemiş? İnan, Anadolu kelimesinin anlamını
araştırmamış olamaz. Anatoli Helenistik bir sözcük ve
"Güneşin doğduğu ülke," yön olarak
"doğu" anlamına geliyor. Ülke adı ise Anatolikon.
Türkler bir ara Türkçe'ye uydurup
Anatoli'yi Hamideli yapmışlar, neticede isim Anadolu kalmış.
(Selçuklular döneminde halk dilinde Anadolu'ya (Bizans
hâkimiyetinden ötürü) Roma Toprakları anlamında
Urumeli denilirdi, zamanla Rumeli ismi şimdiki Rumeli'ye kaydı.)
Erkek ismi olarak Anatol Yunan ve Rus Ortodokslarında var, ama yazar Anatole
France, yönetmen Anatol Litvak'ta gördüğümüz
gibi başka Batı ülkelerinde de var.
Siyasi emirle tez icat etmiş Güneş Dil
teorisyenleri Mezopotya'nın 6500 yıl önceki sakinleri olan
Sümerleri Türk'leştirdiler, 4000 yıl önceki Anadolu
uygarlığı Hititleri de Eti adıyla Türk ilan ettiler. Hatta devlet
iktisadi teşebbüsü olarak kurulan sanayi işletmelerine
Sümerbank, gene devletin madencilik işletmelerine de Etibank adını
verdiler.
İlk ve orta dereceli okullardaki tarih derslerinde
tahtaya asılan -bazı sınıflarda duvarda daimi asılı duran-
Göçler Haritası vardı. "Bütün insanlık Orta
Asya'dan çıkan ve kırmızı oklarla dünyaya
dağıldıkları gösterilen Türklerden türemişti.
Dünyanın her yanındaki bütün insanlar bizim ırkımızdan
geliyorlardı. Anadolu sadece bugün sapına kadar Türk değildi,
tarihin başından beri Türk oğlu
Türk'tü."(?!)
Kısacası, Bakan Gönül'ün
'nation building' için şart gördüğü
Türkleştirme ve Türkçüleştirme işinde Tehcir,
Mübadele, Güneş Dil Teorisi, Vatandaş Türkçe Konuş
Kampanyası, Trakya Sürgünü, Amele Taburları, Varlık
Vergisi, Çalışma Kampları, 6-7 Eylül Olayları, 1964
Kararnamesi derken Anadolu'nun bizden önceki sahipleriyle
yüzyıllarca birlikte yaşadıktan sonra, "Burası artık bizim,
siz gidin" diye onları kovmuşuz, kovamadıklarımızı baskıdan
boğmuşuz.
93 yıl önce soyu kırılan, daha sonra da
babasına kıyılan Arat Dink, "Yokluğum Türk varlığına
armağan olsun!.." haykırışında bunları dile
getiriyordu…
 
ERMENİ SOYKIRIMI
 
Hrant'ın oğlu Arat'ın babasının katline
ilişkin haykırışı; hepimize bir kez daha "Ermeni
Soykırımı" gerçeğini anımsatır!
Hayır; sakın ola kimse İttihat ve Terakki
Partisi'nin 1915 başlarında düzenlenen gizli oturumunda parti
üyesi Doktor Nâzım'ın şunları söylemiş,
"…Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer. Bu yara
önceden zararsız zannedilir. Fakat zamanında bir doktor muamelesi
görmezse muhakkak öldürür. Hemen harekete geçmek
gerekir. Eğer 1909'daki gibi yaparsak yarardan çok zarar
görürüz. Bizim temizlemeye karar verdiğimiz diğer kesimleri,
Arapları ve Kürtleri uyandırır ve tehlike bir yerine üçe
katlanır… Eğer bu temizlik harekâtı ve genel ve nihai
olmazsa, yarardan çok zararı dokunur. Ermeni halkını
topraklarımızdan kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı
ve Ermeni ismi unutulmalıdır… Bu defaki işlem, kökten
temizleme işlemi olacaktır. Ve Ermenilerden bir kişi bile sağ
kurtulmaması koşuluyla soykırım mutlaka gereklidir," ve de İttihat
ve Terakki'de bunları yapmışken, bu gerçeği inkâra
kalkışmasın!
Hem de Oxford Üniversitesi'nde ders veren ve
görüşleriyle Avrupa'da tartışma yaratan İslâmi
araştırmalar profesörü Tarık Ramazan bile, "Benim
için Ermeni soykırımının tarihsel bir gerçek olduğu
şüphe götürmez. Türk yetkililer bu gerçeği
hâlâ reddediyor. Doğrulanmış tarihsel olayların inkârı
tüm dinlerin gerektirdiği entelektüel dürüstlüğe
aykırı. İnkâr İslâmi ilkeler ve insani vicdanla
örtüşmüyor,"[21]
derken…
Osmanlı'dan T."C"'ne sermayenin
Türkleştirilmesi ve egemen ulusun inşası yolunda devasa bir
inkâr ve imha pratiğine denk düşen "Ermeni
Meselesi", özü itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu'nda
İttihat ve Terakki'nin Ermenilerin uluslaşma sürecine
yönelik jenosidinde açığa çıkan tarihsel ve
ekonomi-politik bir sorudur/sorundur.
Sadece "1915'de Ne Oldu?" sorusuyla
sınırlanması mümkün olmayan bu meselenin; kuşkusuz,
öncesi, onu takip eden sonrası ve bugünü
vardır…
Bu konudaki tartışmalar, ne "Büyük
Felaket mi, Soykırım mı?" tarzında düalitelere ne de
"belge-ispat (kanıt)" türünden açmazlara
mahkûm edilmelidir.
Soru/Sorun bir bütündür; tarihsel
bütünlüğünde ele alınmalıdır. Örneğin
1915'i, Nisan 1909 Adana olaylarından veya çift düzlemli
uluslaşma dinamiklerinden soyutlayarak ele alamayız…
Yani öncesi, sonrası ve bugün
üçgeninde ele alınması gereken "Ne oldu?" sorusunun
yanıtı; özü itibariyle resmi ideolojinin tabu ve dayatmaları
karşısında ve toplumsal tarih ekseninde "Geçmişi
Unutmayacağız/ Unutturmayacağız" etik duruşunun
toplumsallaştırılmasıdır…
Tarihle yüzleşmenin toplumsallaştırılması; bir
yandan "Ermeni Meselesi"nde T."C"nin tabu ve
açmazlarını ortaya koyarken; aynı zamanda 1915'in "XX.
Yüzyılın En Büyük Soykırımı" olması yanında; en
büyük diasporasına da yol açtığını da
unutmamaktır…
Bu gerçek(lik) temelinde, "Ermeni
Meselesi" asla, bir "sıradan insan hakları" sorununa
indirgenemez. O, toplumsal ve tarihi bir sorundur; ve tarihle
yüzleşmenin "olmazsa olmaz" iki şartı olarak i)
özür dileme ve ii) tazmin etmeyi de içeren politik bir
meseledir…
Sorunu böylesine koymak da, bizlere, Theodor
Adorno'nun, "Geçmişle ancak, yaşananların sebepleri
ortadan kalktığı zaman hesaplaşmış olacağız. Geçmişin esir
edici çekiminin bugüne kadar kırılmamış olması sadece ve
sadece bu sebeplerin hâlâ var olmaya devam etmelerinden
kaynaklanmaktadır" ve Walter Benjamin'in, "Geçmişi
tarihsel olarak kurmak 'onu gerçekten olmuş gibi'
tanımak değil, tehlike anında parlayan anıyı ele geçirmektir.
Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike anında tarihsel öznenin
karşısında beklenmedik bir biçimde beliriveren geçmiş
imgesini alıkoymaktır," sözlerini anımsatır…
 
DERSİM KATLİAMI
 
Sorunu böyle koydunuz mu; kaçınılmaz
biçimde Dersim Katliamı da karşınıza dikilir!
Dersim deyince; "Dersim'de bir Atatürk
kızı: Sabiha Gökçen" size="2">[22] hurafelerini "Sabiha
Gökçen Dersim'de" size="2">[23] hikâyelerini anımsamamak
mümkün mü?

Kemalist yalanın doruk noktalarından olan bu
tekerlemeler, aslında gerçeğin ters yüz edilmiş hâlidir;
mesela Sabiha Gökçen'in "Atatürk kızı"
değil, bir "Ermeni yetimi" olması gibi…
Ya da Dersim'de Yavuz Semerci'nin 20 Kasım
2009 günü Gazeteport'ta, "Önce tek odalı
konağın ön yüze bakan üç penceresi dipçiklerle
kırıldı. Sonra sadece mermi sesi vardı. Hemen ardından odaya birer
ikişer atılan bombalar patladı. Kahramanımıza anasını delip
geçen üç kurşun isabet etti," size="2">[24] diye yazdıklarının yani bir katliamın
yaşandığı gibi…
Hayır; "Dersim isyan falan etmedi"; size="2">[25] Dersim'de bir isyan bastırılmadı;
Dersim bir katliama kurban edildi…
Dersim'in "suçu" farklı
olmaktı; merkezi otoriteye boyun eğmemekti…
Bilmeyen yok; Osmanlı döneminde Dersim, merkez
için sürekli bir sorun kaynağıydı.
Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren Osmanlı
Devleti Dersim'e tam 108 kez müdahale etmiş ancak
İttihatçıların Dersim konusundaki uzmanlarından biri olan Naşit
Hakkı'nın (Uluğ) deyişiyle, "Devlet Dersim'e sefer
eylemiş ama zafer eyleyememişti".
Sonra, bu "sorun"a bir de Kemalistler el
attı!
Konuya ilişkin olarak Birinci Umumi Müfettiş
İbrahim Tali Bey, 1931'de hazırladığı Dersim raporunda
aşiretlerin cezalandırılmasının yetersizliğinden yakınıyor. Soruna
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın yaklaşımı ve
çözüm önerisi şöyle: "Dersim evvela koloni
gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde
Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz Türk
hukukuna mazhar kılınmalıdır."
Dersim için düşünülen ıslahat ve
yerleştirme planlarının ilk ürünü, 1934 tarihli İskan
Kanunu oldu. Kanunun gerekçesinde Osmanlı'nın tek bir
Türk kimliği yaratmama politikası eleştiriliyor. Bu kanunla ilgili en
çarpıcı ve zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor
bölümünde yer alır: "Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nde Türk'üm diyen herkesin bu
Türklüğü devlet için belli ve açık
olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk'ün
Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez."
1935'e gelindiğinde bölge özellikle
Dersim huzursuzluk içindedir ve Kürtlerin devlete olan
güveni azalmıştır. 1935'te İsmet
İnönü'nün gezisi sonucu saptadığı gözlem ve
önerilerinden oluşan "Şark Islahat Raporu", Dersim
için özel bir planı öngörmektedir. İsmet
İnönü'nün önerilerinden hareketle bu planı
gerçekleştirmek üzere ilk adım olarak 25.12.1935 tarihli
"Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun"
çıkarılır (Tunceli değil Tunçeli). Hukuk dışı, keyfi
uygulamalara imkân sağlayan bu kanun Genel Müfettiş de olan vali
ve komutana, kişileri yakalamak, itham etmek, yargılamak, idam kararı
vermek, idamları infaz etmek yetkilerini verdi. Böylece sanıklara
iddianamenin verilmediği, savunma hakkının tanınmadığı, mahkeme
kararlarının kesin olup temyizinin mümkün olmadığı bir
uygulamaya geçildi.
Kanunun 1. maddesi uyarınca Dersim'e vali,
komutan ve 4. Umumi Müfettiş olarak Korgeneral Abdullah Alpdoğan
atandı. Bu komutan Kürtlerin tanıdığı bir isimdir. Koçgiri
Ayaklanması'nı bastıran Merkez Ordu Komutanlığı Kurmay Başkanı
ve ayaklanmayı bastıran Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa'nın
damadı. Hükümet demokratik yöntemler yerine despot
düşünceli birisine hukuk dışı yetkiler vererek meseleyi
içinden çıkılmaz hâle getirdi. Hukukun, vicdanın ve
ahlâkın dışında ağır bir rejim uygulanmaya başlandı.
Kürtler asimilasyon politikalarından, anadilini
konuşanlara eziyet edilmesinden, Kürtçe gazete ve yayınların
yasaklanmasından, göçe zorlanarak yollarda telef olmaktan
şikayetçidirler. Kürt aydınları ve halk kurşunlandı,
asıldı ya da sürgüne gönderildi. Zaten gergin bir
bekleyişte olan bölgedeki Kürtler, bu uygulamalar sonucu
göç yollarında can vermek yerine ayaklanmayı seçti,
mukadder sonuç her zaman olduğu gibi kendini gösterdi. 21 Mart
1937'de başlayan Dersim Ayaklanması yine hava bombardımanı dahil
yangın bombaları ve boğucu gazlar kullanılarak en ağır şekilde
bastırıldı. 15 Temmuz 1938'te Mareşal Fevzi Çakmak'ın
emriyle Dersim'e ikinci harekât başlatıldı. Mağaralarda
saklananları dışarı çıkarmak için zehirli gaz ve dinamit
kullanılması sivil halkın özellikle kadın ve çocukların
çok kayıp vermesine neden oldu. İkinci harekâtta
öldürülen isyancıların sayısı verilirken, silahsız sivil
halkın kayıpları ise "ağır zayiat verdirildi" şeklinde
kapatıldı.10 Ağustos'ta üçüncü harekât
başlatıldı.
Uçakların bombaladığı Aliboğazı mevkinde ne
kadar insan öldüğü konusunda bilgi verilmedi. Yapılan tarama
eylemlerinde birçok kişi imha edildi, bir kısım insan da batıya
sürgün edildi. Harekât kıyım, imha ve tenkil hareketi
olarak sürdü. Söz konusu harekâtlar kamuoyuna manevra
olarak açıklandı, Hakikât gizlendi.
Harekâtları bizzat yöneten Mareşal
Çakmak, Atatürk'e çektiği telgrafta manevranın
sonuçlarını bildirdi, Atatürk de cevabi telgrafta manevranın
çok faydalı safhalar göstererek bitmiş olmasından dolayı
kalbinin orduya karşı takdir ve şükran duygularıyla dolu olduğunu
belirtmektedir. Dersim insanlık dışı faciasının sanığı o
dönemin CHP'sidir. Bireysel insani trajediler ve toplumsal
travmalar barındıran bir insanlık faciasını örnek olarak
göstermek, CHP'nin Dersim'de donup kaldığının hakiki bir
resmidir.
 
ALEVİLİK VE "AÇILIM"
MANİPÜLASYONU
 
Yalçın Özdemir'in,
"Atatürk sevgisi ve irtica korkutması ile Aleviler rehin
alınmıştır," nitelemesindeki gibi süreli ve doğrudan devlet
müdahale ve manipülasyonlarına maruz bırakılan
Alevilik…
Hikâye özetle şu ve şöyle: "Bir
yerde ulus varsa, o ulusun dini de olurdu. Cumhuriyetin kurucularının hemen
hepsi Osmanlı'dan gelme, son dönem Osmanlı paşalarıydı.
Osmanlı'nın dini, hilafet biçimi altında Sünni
İslâm'dı. Osmanlı devlet tarzı ve hilafetin yeni zamanlarda
yerinin olmadığından hareketle hilafeti reddederken, dinin
gücünü göz önünde tutarak Sünniliği
alacak, devlet dini yapacaklardı. Neden Sünnilik?
Çünkü Sünnilik kuruluşundan itibaren devlet ve iktidar
düşüncesine en uygun mezhepti ve üstelik bunu
Osmanlı'da kanıtlamıştı. Kontrollü bir mezhep üzerinden
diğer dinleri/mezhepleri yok sayacak, yasaklayacaklardı. İtiraz edenlerin
üzerine sert giderek asimile etmeyi /Sünnileştirmeyi
amaçlayacaklardı.
Peki, Aleviler ve Alevilik ne olacaktı?
Osmanlı'daki gibi sadece Alevi oldukları için Alevilerin
'katli vacip' olmayacaktı: Tekke ve Zaviyeler Kanunu
eşliğinde, dergâhlarına kilit vurulacak, eğitim ve kültür
hayatında Aleviliğe en küçük yer verilmeyecek, Sünni
inanç değerlerinin toplumda egemen kılınması üzerinden
'Aleviliğin katli vacip' olacaktı.
Kısacası cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Alevilik
yok sayılacak, inkâr edilecekti. Bu süre zarfında kendi
inanç değerlerini toplum önünde yasal ve meşru bir
şekilde yaşayamayan, hor görülen, dışlanan Aleviler için
Osmanlı'daki gibi 'ibadet de gizli, kabahat da gizli'
olacaktı."[26]
Özetle tarihsel bir ayrımcılığın kurbanı olan
Aleviler; Yalnız Tüteloğlu'nun, "78 Maraş'ı
faşizmin kan kırmızı fotoğrafı; içinde yıllardır dinmeyen
ölü çocuk ve kadın çığlıkları,
parçalanmış, yanmış bedenlerin kokusu… Maraş katliamını
gerçekleştiren ideolojik anlayış tüm haşmetiyle, devlet
aygıtı içindeki 'en fazla müsadereye mazhar'
statüsünü koruyor, 'derin'lerinde katliamlarına
devam ediliyor," diye betimlediği acılardan; "Bizim
Auschwitz'imiz!"[27]
diyebileceğimiz Madımak'la bir tarihsel trajediler demetidir!
Madımak Oteli'nde yaşamını yitiren Hasret
Gültekin'in eşi Yeter Gültekin, "Bu katliam tıpkı
Maraş ve Çorum olayları gibi soykırımdı," derken;
Madımak'tan kurtulan Serdar Doğan da, "Sizce Alevisiniz diye mi
orada yakılmaya kalkıldınız, Aziz Nesin yüzünden mi,
neden?" sorusuna şu yanıtı verir: "Aziz Nesin işin
bahanesiydi. Alevi olmak da tek başına açıklamıyor. Asıl
kavramsal olarak biz 'öteki' olduğumuz için o
günü yaşadık!"
Evet, Aleviler de coğrafyamızdaki egemenliğin
ötekileridirler…
Oral Çalışlar'ın, AKP borazanlığını
üstelenmiş, "Lafı eğip bükmeden söyleyeyim: Alevi
Çalıştaylarının devletle Aleviler arasındaki ilişkiler
açısından büyük bir atılım olduğunu
düşünüyorum. Devlet, Alevileri tanıdığını ve onların
taleplerini dikkate alacağını, bu Çalıştaylar sırasında
şimdiye kadar hiç olmadığı kadar net bir şekilde göstermiş
oldu. Bu toplantılar ve devletin yaklaşımı ülkemiz demokrasisi, din
ve inanç özgürlüğünün sağlanması
için bir kazanç," lafazanlığına inat
görülmesi gerek: "Nasıl ki Türkiye'deki laiklik
anlayışıyla din, denetim altına alınıp zaman zaman devlet iktidarıyla,
milliyetçilikle uzlaştırılmaya çalışılarak 'milli
bir din' oluşturma gayretinde bulunulduysa, AKP'nin Alevilik
açılımının amacı da Aleviliği denetim altına alarak devlete
tabii bir Alevilik oluşturmaktır." size="2">[28]
Yani "Dini yaşamın toplumsal denetimini yapan
devlet, esas olarak Sünniliği denetim altında tutuyor. Kimi Aleviler
de buna gönüllü talip oluyorlar." size="2">[29]
Böylelikle de "Alevilerin asimilasyonu"
hedeflenirken; "Alevilik resmileştiriliyor…"
Ancak AKP hükümetinin 'Alevi
Çalıştayları'nın ön raporunda yer alan tespit ve
önerileri Alevi derneklerinin temsilcilerince "Kabul edilebilir
olmaktan uzak" diyerek eleştirildi. size="2">[30] Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı
Balkız, raporun Alevilerin asimile edilmesine yönelik olduğunu
belirtti. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Genel Başkanı
Gümüş, açılımın bir aldatmaca ve AKP'nin
takıyyesine dönüştüğünü ifade etti.
Egemenlerin oyunu, "Kürt
Alçımı" denilen "kapan" gibi deşifre oldu!
 
"KÜRT SORUNU"
 
AKP'nin "Açılım Kapanı"nın
karaya oturduğu noktada, bir yandan devlet sanatçılarınca yeniden
tedavüle sokulup, Yılmaz Erdoğan, Ayşe Kulin, Haldun Dormen gibi
isimler de bundan oldukça memnunken; öte yandan da
'Üstad'ı Doğru Anlamak ve Demokratik
Açılım' başlıklı yazıda Said-i Nursi ile Fetullah
Hoca'yla destekleniyor… size="2">[31]
Ama boşuna! Bunlar da nafile!
'The Newsweek'de, Soner Çağaptay
imzasını taşıyan 'Türkler, Kürtlere Karşı: Başarısız
bir Açılım Kanın Dökülmesini Ateşledi' başlıklı
makalede de işaret edildiği üzere, "Kürt açılımı
fiyasko ile sonuçlandı."
Söz konusu fiyaskoya AB'de onay verdi;
Yüksel Genç'in ifadesiyle, "AİHM 2 Şubat 2010
günü varoluş felsefesine ve ruhuna aykırı bir karara daha imza
attı. Mahkeme tıpkı yüzde 10'luk seçim barajına
dönük şaşırtıcı kararında olduğu gibi Q, W ve X gibi
harflerinde içinde bulunduğu Kürtçe isimlerin
yazılmamasını insan haklarına aykırı görmedi. Bu kararla aslında
AİHM Türkiye'deki kimlik problemini de insan hakları ile ilgili
bulmadığını ilan etmiş oldu."
AB ile ABD'nin desteğini alan AKP'nin
"açılım kapanı" inkârcılığına ilişkin
olarak, BDP Grup Başkanı Nuri Yaman'ın, AKP hükümeti
döneminde 40'ı aşkın linç girişimi yaşandığına
dikkat çektiği verili durumda liberaller gibi hâlâ
"Demokratik açılım, tüm eksiklerine ve bugün
içine girdiği tıkanıklığa rağmen, demokrasi ve barışa
açılan tarihi bir fırsat kapısıdır"; size="2">[32] ya da Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay gibi, "Demokratik açılım, gerçek
anlamda demokrasi, gerçek anlamda bir kardeşlik ve
bütünlüktür," diyebilmek müthiş bir
sahtekârlıktır!
Çünkü… Çünkü bu
sahtekârlık ve yalanı yerle yeksan edecek binlerce örnek
sıralanabilir!
Nizar Ağri'nin, "Türkiye'deki
Kürtlerin maruz kaldığı ayrımcılık ve baskı göz
önünde bulundurulduğunda, Erdoğan'ın Gazze'ye dair
adalet ve vicdan çağrıları değersiz kalıyor. Türkiye
Ermeniler ve Süryanilerden de hâlâ özür
dilemedi,"[33] dediği
koordinatlarda işte bunlardan kimileri…
* Nevruz olaylarında "görevini
kötüye kullanmak" gerekçesiyle Van Valisi Özdemir
Çakacak ve Van Emniyet Müdürü M. Salih Kesmez hakkında
yapılan suç duyurusu Yargıtay tarafından takipsizlikle
sonuçlandırıldı. Ayrıca Van Emniyet Müdürü M. Salih
Kesmez'e "Terörle mücadeledeki üstün başarı
takdirnamesi" verildi…
* Şırnak Valiliği, Başbakanlık İnsan Hakları
Başkanlığı'nın (BİHB) talimatına rağmen, 15 yaşındaki Yahya
Manekşe'nin panzer altında ezilerek ölmesiyle ilgili
araştırmada aradan altı buçuk ay geçmesine rağmen bir arpa
boyu yol alamadı. Valiliğin tutumuna tepki gösteren BİHB,
"soruşturmadaki gelişmelerle ilgili Başbakanlığa her ay
düzenli bilgi verin," uyarısında bulundu…
* Diyarbakır'da 18 aylık bebek, balkonda gaz
bombasıyla vuruldu… Cizre'de, evinde annesinin kucağındayken
başına polisin attığı gaz bombası isabet eden 18 aylık Mehmet Uytun,
hayatını kaybetti. Küçük Mehmet'in 11
günlük yaşam mücadelesi son bulurken, otopside,
"ölüm nedeni" belirlenemedi. Şırnak Valiliği, olay
sırasında evde bile bulunmayan yaşlı dedenin "Taş atıldığını
duydum" ifadesi üzerine küçük Mehmet'in
göstericilerin attığı taşla yaralandığını iddia etmişti…
Nihayet Şırnak Valiliği'nin 'göstericilerin attığı
taş başına isabet etti' açıklaması yaptığı Mehmet
bebeğin ölümüne gaz bombasının neden olduğu
anlaşıldı…
* Lice ilçesinde 1994 yılında gözaltına
alındıktan sonra kaybolan ve 2003 yılında Kulp ilçesinin
Bağcılar köyünde bulunan bir toplu mezardan iskeletleri
çıkan beş kişinin kemikleri kayboldu. İHD "Kemiklerin
bulunduğu torba PTT ile Adliye arasında kaybolmuş" dedi!
* Diyarbakır Valiliği İl İnsan Hakları Araştırma
İnceleme Komisyonu, 117 çocuk tutuklu ve
hükümlünün kaldığı Diyarbakır E Tipi Cezaevi'ni
inceledi… Bulgular tüyler ürpertici: Cezaevinin kadrolu
doktoru yok, parmağı kopuk çocuğun dikişleri alınmamış,
çocuklar hastaneye gönderilmiyor, yataklar pis, besinler
yetersiz, Kürtçe yasak, uyuşturucu bağımlısı adli
çocukların tedavisi yapılmıyor, ring araçlarında şiddet
iddiası hayli ciddi…
* Gösterilere katılıp taş attığı
gerekçesiyle tutuklanarak TMK kapsamında ağır cezalarla yargılanan
çocuk sayısı, 4 yılda 2 bin 400'ü aştı. 1984 ile 1997
yılları arasında Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde
(DGM) yargılanan çocuk sayısının ise 2 bin 601 olduğu ortaya
çıktı. İstatistikler, DGM'lerin 14 yılda yapamadığını
Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemelerinin 4 yılda yaptığını
gösterdi…
* DBP'li Hamit Geylani, "Bugün eski
DGM'leri arıyoruz," dedi…
* Adana'da, tek suçları yasadışı slogan
atmak ve haklarındaki tek kanıt da polis tutanağı olan beş çocuk,
"örgüt üyeliği ve örgüt progandası"
suçlamasıyla dört yıl sekiz ay 20'şer gün hapis
cezası çarptırıldı…
* Koyun otlatırken havaya uçan Ceylan ile ilgili
kriminal rapor, Ceylan'ın ölümünden 15 gün sonra
tamamlandı. Savcılık Ceylan'ı havantopu değil, patlamamış bir
mühimmatın öldürdüğü sonucuna vardı.
Öldüren silahın tipi, çapı, etkisi belli. Ama ne zaman
ateşlendiği, kimin ateşlediği ve neden ateş açıldığı
"meçhul..."
* Yerel gazetede "Her şehit için beş
DTP'li öldürülsün" yazan köşe yazarı
hakkında önce savcılık sonra mahkeme takipsizlik verdi. Son olarak
dosyayı inceleyen Yargıtay da bu yazıda suç bulmadı…
* Eski Milletvekili Mahmut Alınak, milletvekili
adaylığı sırasında yaptığı konuşmanın başında ve sonunda
kullandığı 7 kelimelik Kürtçe ifadeler için 5 ay hapis
cezasına çarptırıldığını açıkladı. Alınak,
kullandığı her Kürtçe kelime için 22 gün hapis
cezası aldığını söyledi…
* Mahkemeler söz konusu DTP'liler olunca
hızını alamıyor. Londra Senfoni Orkestrası'nın dünyaca
ünlü keman virtüözü Dilşad Said'in
enstrümantal müzik CD'si suç delili sayıldı…
Erzincan DTP yöneticilerine ceza yağdıran Erzurum 2. Ağır Ceza
Mahkemesi'nin gerekçeli kararında yok yok, herşey suç
sayıldı. DTP raporu, heyet talebi, kadınların sohbeti, düğün
fotoğrafları ve gazete dağıtımı suç delili olarak
gösterildi…
* Nevruz gösterileri sırasında polisler
tarafından bükülen kolunda ödem oluşan 15 yaşındaki
C.E'nin "işkence ve kötü muamele"
gördüğü iddiasıyla, Emniyet, askeri personel ve cezaevi
görevlileri hakkında yaptığı suç duyuruları takipsizlikle
sonuçlandı…
* Diyarbakır'daki gösterilere katılmak ve
polise taş atmakla suçlanan bir sanık "Yankesiciyim,
hırsızlık amacıyla kalabalığa karıştım" diye ifade verdi ama
polise taş atılan eyleme katıldığı gerekçesiyle 13 yıl hapis
cezasına çarptırıldı. 60 yaşlarında iki sanığa da 11 yıl
hapis cezası verildi…
* Seçim çalışmaları sırasında
Kürtçe propaganda yapılmasıyla ilgili soruşturmada Digor
Savcılığı'nın verdiği "takipsizlik" kararının
ardından İzmir'den tam tersi bir karar çıktı. İzmir
Cumhuriyet Savcılığı seçim propagandasını Kürtçe
yapan DTP'lilere hapis istemiyle dava açtı…
* PKK'lı oğlunun mezar taşına şiir yazdıran
baba, "örgüt propagandası" gerekçesiyle 10 ay
ceza aldı...
* Milas'ta 29 yaşındaki Mehmet Çelik
geçen ay dünyaya gelen kızına 'Viyan (Harap edilmiş)
Kürdistan' adını vererek nüfus cüzdanı
çıkardı. Çelik, "Görevliler dava
açılacağını söyledi" dedi…
* Batman'ın Beşiri İlçesi'nde
kapatılan DTP'nin, 12 Mart 2009'da düzenlediği
seçim etkinliğinde, "Katil Erdoğan" sloganı attıkları
gerekçesiyle aralarında kapatılan DEP eski milletvekili Hatip Dicle
ve KCK operasyonu kapsamında tutuklu bulunan BDP'li Batman Belediye
Başkanı Nejdet Atalay'ın da bulunduğu 57 kişi hakkında,
'Başbakan'a hakaret etmek' iddiasıyla dava
açıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın mağdur olarak
gösterildiği iddianamede, sanıklara 3 ay ile 2 yıl arasında
değişen hapis cezaları istendi…
 
"SONUÇ YERİNE"
 
Anadolu'nun çoğul zenginliği,
T."C"nin ret, inkâr ve bastırmasıyla müthiş bir
kırıma mahkûm edildi; kısırlaştırıldı… Diller,
inançlar, giysiler, yaşam tarzları, isimler "ulusal
birlik" adına tektipleştirildi.
Yaşanan, uçsuz bucaksız bir
çoraklaşmaydı aslına bakılacak olursa… Ülke demografik
ve kültürel olarak çoraklaştıkça, siyasal
seçeneksizlik almaşığı da büyüdü.
Toplumsal/kültürel tektipleşme, tektip siyasetin de zemini
olacaktı.
Böylece, T."C." yurttaşları kuşaklar
boyu aynı tornadan geçirilerek, aynı şeylerden korkmayı, aynı
şeylere sevinmeyi, aynı şeyleri özlemeyi öğrendiler; değil mi
ki, "tasada, kederde, kıvançta bir, imtiyazsız, sınıfsız,
kaynaşmış bir kitle"ydik!
Bugün bu tektipleşmenin bedelini, toplumca
linç hezeyanlarıyla ödüyoruz. Artık "farklı"
olana tahammül edemeyen yalnızca devlet değil; düşün
dünyaları çoraklaştırılmış yurttaşlar da "Ya Sev, Ya
Terk et!" mantığına teslim olmuş durumda. Farklı olan ve
farklılığını dile getirme cüretini gösteren herkes, Ermeni,
Kürt, komünist, Alevi, Yezidi, ateist, Roman, eşcinsel,
çevreci… her an beklenmedik bir tesviye hezeyanının hedefi,
kurbanı olabilir. Dünyada bu kadar potansiyel "iç
düşman"a sahip bir başka ülke var mıdır acaba?
Oysa, başka türlü olabilir. Bu ülkede
çeşitliliği, farklılığı bir zenginlik kaynağı kabul eden bir
zihniyetin egemen kılınması, hâlâ mümkün.
Anadolu'nun hayatta kalmayı başarabilen ve/veya yeniden başveren
kültürel çeşitliliği,
eşitlikçi-özgürlük/özgürlükçü
eşitlik etrafında biçimlenen bir anlayışla yeni bir hayatiyet
bulabilir… Bu toprağın "lanetlilerinin",
sömürülen ve ezilenlerin yazgılarını kendi ellerine almaya
karar verdikleri vakit, halklara geçirilmiş bu
"ulus-devlet" deli gömleği de tarihin
çöplüğüne atılacaktır…
O halde, "Gerekli olanın henüz
mümkün olmadığı dönem" size="2">[34] olarak nitelenebilecek geçmişte
yaşananları unutmadan, durmadan anımsayarak bir geleceği inşa edebiliriz
ve etmeliyiz…
Bunun için trajik olsa da, "zengin"
bir tarih bilgisine sahibiz…
 
23 Şubat 2010 22:38:42, Ankara.
 
N O T L A R
[*] size="2">27 Şubat 2010 tarihinde Kangal Dernekleri Federasyonu'nun
İstanbul'da düzenledikleri "Anadolu'da Halklar
Gerçeği" başlıklı panelde yapılan konuşma metni…
Kaldıraç, No:108, Mart 2010…
[1]
Ortega y Gasset.
[2]
Türkçülük ideolojisinin önce gelen isimlerinden
biri olan Prof. Dr. Reha Oğuz Türkan, 10 Mayıs 2009'da
Habertürk TV'de yayınlanan Teke Tek Özel'de Fatih
Altaylı'nın "Hz. Muhammed de Hz. İbrahim'in soyundan
geliyor. O zaman Hz. Muhammed de Türk mü?" sorusuna Prof.
Türkkan, tereddüt etmeden "Evet" dedi. "Hz.
Muhammed hadislerinde 'Ben Araplaştırılmış Arabım' demiyor
mu?" Prof. Türkkan'ın çarpıcı iddiaları bununla
da bitmiyordu. Türklerin bir kolu olan Etrüskler'in
İtalya'ya yerleştiklerini söyleyip "Floransalı Leonardo
Da Vinci de Türk olabilir. Einstein is Museviliği seçmiş olan
ve daha sonra Doğu Avrupa'ya göçen Hazar
Türklerindendir" dedi. Kızılderililerin Türk olduğuna
ilişkin kaleme aldığı kitapları, hatta ünlü fizikçi
Albert Einstein'ın ve Leonardo da Vinci'nin Türk olduğuna
ilişkin iddiaları vardı Türkkan'ın… (Bülent
Günal, "Hz. Muhammed ve Einstein Türk'tü Diyen
Profesör", Haber Türk, 21 Ocak 2010, s.7.)
[3]
Namık Kemal Zeybek, "Tabii Türk Milliyetçiliği",
Radikal, 16 Eylül 2009, s.12.
[4]
Emre Aköz, "Milliyetçilik:
Atatürkçülükten Dışlayıcı
Irkçılığa", Sabah, 8 Ocak 2010, s.6.
[5]
Emre Aköz, "Kemalizm ile Atatürkçülük
Arasındaki Fark", Sabah, 25 Kasım 2009, s.6.
[6]
Andrew Mango, "From Sultan To Atatürk", 2009.
[7]
SoL dergisi internet sitesinden alıntıdır: Mustafa Kemal anılıyor,
10.11.2009
[8]
Emre Aköz, "Kemalizm'in En Saf Hâli: Onur
Öymen!", Sabah, 14 Kasım 2009, s.6.
[9]
Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği, Resmi İdeoloji Dışı
Bir İnceleme, Bilgi Yay., 1999, s.48-50.
[10]
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Altın Kitaplar, 1967,
s.137.
[11]
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, cilt:1, 1937, s.205.
[12]
Mustafa Yelkenli, "Evet Faşisttir", Taraf, 22 Kasım 2009,
s.14.
[13]
Cüneyt Toraman, "DP, Atatürk'ü Koruma
Kanunu'nu İnönü Yüzünden
Çıkardı...", Zaman, 25 Ekim 2009, s.21.
[14]
Baskın Oran, "Ankaralı Bir Ermeni'nin Mektubu", Radikal
İki, 10 Ocak 2010, s.3.
[15]
Cüneyt Özdemir, Önemli İşler Dairesi: Derin Devletin Yeni
Sahibi, Doğan Kitap, 2009.
[16]
Dilek Güven Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında
6-7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay., 2005,
s.32.
[17]
Ayşe Hür, "Tez Zamanda Yer İsimleri Değiştirile!",
Taraf, 1 Mart 2009.
[18]
Soner Yalçın, "Yer Adlarının Değiştirilmesiyle
Ergenekon'un Ne İlgisi Var", Hürriyet, 13 Eylül 2009,
s.30.
[19]
Afet İnan. l'Anatolie, le Pays de la Race Turque, Cenevre,
1939.
[20]
"Çok Dilli Bir Ülke", Evrensel, 25 Ağustos 2009,
s.16.
[21]
Tarık Ramazan, "İnkâr Dini İlkelere ve Vicdana
Aykırı", Nouvelles Armenie Magazine, Ocak 2010.
[22]
Ayşe Hür, "Türk Hava Kuvvetleri'nin Staj Alanı:
Kürt İsyanları", Taraf, 22 Kasım 2009, s.12.
[23]
Gündüz Vassaf, "Sabiha Gökçen
Dersim'de", Radikal, 29 Kasım 2009, s.20.
[24]
Yavuz Semerci, "Size Bir Dersim Hikâyesi Anlatayım",
Radikal, 22 Kasım 2009, s.13.
[25]
Baskın Oran, "Dersim İsyan Falan Etmedi", Radikal İki, 29
Kasım 2009, s.1-4.
[26]
Celalettin Can, "Aleviler Yüzleşiyor!", Radikal İki, 15
Kasım 2009, s.5.
[27]
Derya Sazak, "İşte Bizim Auschwitz'imiz", Milliyet, 2
Temmuz 2009, s.16.
[28]
Medet Kaya, "Devlete Tabi Bir Aleviliği İnşa Hazırlığı",
Radikal, 20 Mart 2009, s.15.
[29] size="2">Ümit Kardaş, "Aleviler Resmileşmek mi İstiyor?",
Radikal İki, 9 Aralık 2007, s.1-4.
[30]
Behzat Miser, "Alevilerde Hayal Kırıklığı ve Öfke",
Radikal, 9 Şubat 2010, s.11.
[31]
Erzurum Kültür Eğitim Vakfı Çalışma Grubu,
"Üstad'ı Doğru Anlamak ve Demokratik
Açılım", Zaman, 14 Şubat 2010, s.22.
[32]
Hasan Cemal, "Açılım: Diyalog ve Barış İpine
Sarılmak!", Milliyet, 5 Şubat 2010, s.17.
[33]
Nizar Ağri, "Erdoğan Gazzelilerden Önce Kürtleri
Savunmalı", Hayat, 30 Ocak 2010.
[34]
Danilel Ben Saïd, Yeni Yol, No:36, Kış 2010, s.37.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder