31 Mayıs 2010 Pazartesi

Siyonistler Aşdot'ta kutlama yapıyor

Siyonistler Aşdot'ta
kutlama yapıyor

Siyonistler, çok sayıda kişinin
öldüğü Mavi Marmara gemisini çekildiği İsrail'in
Aşdot Limanı'nda kutlama yapıyor. Kudüs'te İsrail Başbakanlığı
önünde toplanan bir grup İsrailli, ordunun düzenlediği
operasyonu protesto etti.
 
Siyonistler uluslararası basının yayın yaptığı Aşdot Limanı'nda
İsrail bayrakları ve İsrail'e has marşlarla bir yandan kutlama yaparken
diğer yandan da limandan görüntü alınmasını
engelliyor.
 
Siyonistler, ayrıca akşam saatlerinde Türkiye'nin Tel Aviv
Büyükelçiliği önünde toplandı.Polisin
büyükelçiliğin bulunduğu yolun karşı tarafında barikat
kurarak, göstericilerin elçilik tarafına geçmesini
engellediği protestoya, çoğu gençlerden oluşan 500'e yakın
kişinin katıldı.
 
İsrailli milliyetçi öğrenci grubu İm Turtzu (İstersen),
İsrail parlamentosunun aşırı sağ partilerinden Ulusal Birlik Partisi
üyeleri ile geçen hafta Türk gemilerine karşı yatlarla
denize açılan İsraillilerin bir araya geldiği gösteride,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrailli asker Gilad Şalit'i Gazze'ye
kaçıranlara destek verdiği öne sürüldü.
 
PROTESTO EDEN İSRAİLLİLER DE VAR
İsrailli sol gruplar ise, ülkenin çeşitli kentlerinde
hükümet ve askeri operasyonu protesto eden gösteriler
yapıyor.
 
Kudüs'te İsrail Başbakanlığı önünde toplanan bir
grup İsrailli, operasyonu protesto etti. Protestocular, "kuşatma
terördür" dövizleri açtı.
 
Umm El Fahem kentinde de Arap asıllı İsraillilerin gösterisinde
olaylar çıktığı, polisin 6 kişiyi gözaltına aldığı
bildirildi.
 

İsrail'de devlete karşı tutumuyla bilinen aşırı dinci Neturei Karta
üyeleri de, Kudüs'ün aşırı dinci toplumunun yaşadığı
Mea Şearim'de İsrail'i protesto etti. Neturei Karta mensupları,
gösteri boyunca Filistin bayrakları taşırken, İsrail'i
"gemideki eylemcileri katletmekle" suçladılar. 

 

Kaynak: ETHA

On binler İsrail Konsolosluğu önünde

On binler İsrail
Konsolosluğu önünde

 On binlerce kişi İstanbul'da
İsrail Konsolosluğu önünde toplandı. Eylem, sabaha kadar
sürecek.

 
İsrail'in yardım gemilerine saldırmasının ardından tepkilerin
merkezi olan İsrail Konsolosluğu önünde on binlerce kişi
toplandı. Öfkeli kalabalık, zaman zaman konsolosluğa girmeye
çalışıyor, ancak polis engeline takılıyor.
 
İsrail'in Gazze'ye giden yardım gemilerine saldırması haberini alır
almaz 4. Levent'teki İsrail Konsolosluğu önünde toplanan Filistin
dostları, öğle saatlerinde Taksim'de yapılan eylemin ardından tekrar
konsolosluk önüne geldi. On binlerce kişi, siyonist İsrail'i
lanetliyor, ellerinde bulunan pet şişeleri atarak tepkisini
gösteriyor. Zaman zaman konsolosluğa girmeye çalışan Filistin
dostları, polis tarafından engelleniyor.
 
Öfkeli kalabalık, polis barikatını yıkarken, polis
müdahale etti.
 
Ellerinde Filistin bayrakları taşıyan Filistin dostları,
"Yaşasın intifada", "One minute demek yetmez samimi
ol", "Katil İsrail" şeklinde sloganlar atıyor.
 
Konsolosluk önünden 4. Levent metro çıkışına kadar
adım atacak yer yok. Konsolosluğun önündeki
köprünün üstü de insanlarla dolu. Yol trafiğe
kapatılmış durumda.
 
Sloganlarla bekleyişini sürdüren Filistin dostları,
konsolosluk önünde sabahlayacak.
 
Kaynak: ETHA

Çeber Davasında İlginç Savunmalar

Çeber Davasında İlginç
Savunmalar

Engin Çeber duruşmasının 13. Celsesi
yapıldı. İşkenceden yargılanan polis ve gardiyanların avukatları
dikkat çekici savunmalar yaptı: "Görevlerinin gereğini
yaptılar", "Orantılı güç kullandılar",
"İki tokat işkence sayılmaz".
 
Engin Çeber'in 28 Eylül 2008 günü gözaltında
ve sonrasında tutuklanarak götürüldüğü Metris
Hapishanesi'nde gördüğü işkenceler nedeni ile
ölümüne sebep veren 60 kişinin yargılandığı davanın 13.
celsesi görülüyor.
 
39 gardiyan, 3 müdür, 13 polis, 4 jandarma ve 1 doktorun
yargılandığı davaya bugün, Bakırköy 14. Ağır Ceza
Mahkemesi'nde başlandı. DİSK Başkanı Süleyman Çelebi'nin
izlediği duruşmada 6 tutuklu gardiyan hazır bulundu.
 
Havada Ayak: Orantılı güç
 
İşkenceci polis ve gardiyanlar ve avukatları esas hakkındaki
savunmalarında beraat istedi. Avukatların polisleri aklama ve işkenceyi
övücü sözler sarf etmesi yer yer Çeber ailesinin
isyanına neden oldu.
 
Polis Mehmet Pek'in avukatı, "Müvekkilim 'orantılı
güç' kullanmıştır. Görüntülerde tekme
atmadığı, dengesi bozulduğu için ayağının havada olduğu ancak
herhangi bir temas olmadığı görülmektedir. Ayrıca 'Bunlar
teröristir' diyerek kimseye seslenmemiştir. Bu iddialar komplonun bir
parçasıdır" dedi.
 
Taciz var tacizci belli değil
 
Polis Halil İbrahim Uçar'ın avukatı, müvekkilini,
"Gözaltına alınan Aysu Baykal'ın ifadesinde müvekkilimin
tacizde bulunduğu söyleniyor. Ancak Özgür Karakaya, tacizin
Serdar Eryılmaz'ın tacizde bulunduğunu söylemiştir. Taciz ve
müdahaleyi kimin yaptığı çelişkilidir. Çelişkiler
giderilememiştir" dedi.
 
Ayrıca, müvekkillerinin kamera kayıtlarında işkence yapar bir
vaziyetlerinin olmadığını savunan avukat Ayhan Güney,
"Müvekillerim, görevleri gereği, yeri geldiğinde
hayatlarını dahi gözünü kırpmadan gerekeni
yapmışlardır" dedi.
 
İki tokat işkence sayılamaz
 
Metris Cezaevinde Vardiya Amiri olarak çalışan Nihat
Kızılkaya'nın Avukatı Recep Onaran'ın savunması da dikkat
çekiciydi:
 
"Engin Çeber ve arkadaşları, ayakta sayım vermeyerek
müvekkilimi tahrik etmişlerdir. İşkencenin amacı faalin
suçunu, cürümünü söyletmektir. Ancak
müvekkilim polis değil gardiyandır. Dolayısıyla cürümle
ilgilenmemektedir. İşkence amacıyla değil ayakta sayım vermediği
için iki tokat atmıştır. Çeber ve arkadaşları ise polise
mukavemet etmiş, çatışmıştır. Askere üstünü
aratmayarak çatışmıştır. Sayım memuruna ayakta sayım vermeyerek
haksız hareketi ile kendilerine müdahaleye yönlendirmişlerdir.
Disipline aykırı davranmışlardır. Sırf bu nedenle müvekkilerimize
verilecek cezalarda ceza indirimi uygulanmalıdır. Koşullar oluştuğunda
alt sınırdan ceza verilmelidir. Yine koşullar oluştuğunda,
hükmün açıklanması ertelenmelidir. Koşullar oluştuğunda
ceza para cezasına dönüştürülmelidir."
 
Dava yarına ertelendi
 
Engin Çeber'in işkence edilerek öldürülmesi ile
ilgili davada sona yaklaşıldı. Bakırköy 14. Ağır Ceza
Mahkemesi'nde görülen dava, avukatların savunmayı
tamamlayamaması üzerine yarına ertelendi. Avukat Taylan Tanay, davada
sona yaklaşıldığını, bu hafta kesin sonucun verileceğini ifade
etti.
 
Uluslararası İnsan Hakları İzleme Komüsyonu Türkiye
Temsilcisi Amke Dietert, Uluslararası Af Örgütü Temsilcisi
Emma Sinclair, TİHV Başkanı Şebnem Korur Fincancı ve DİSK Başkanı
Süleyman Çelebi'nin izlediği duruşmada 6 tutuklu gardiyan
bugün hazır bulundu.
 
İşkenceden yargılanan gardiyanların avukatlarının savunmayı
tamamlayamaması üzerine ertelenen duruşma 09.30'da başlayacak.
 
Duruşma çıkışında basın açıklaması yapan Avukat
Taylan Tanay, "Engin Çeber davası, umurız Türküye'de
başka işkence vakalarını engeller. Türküye'de işkence bir kez
daha cezasızlık güvencesi içerisine alınmaz. Tüm
gayretimiz bu amaçla devam ediyor. Umarız Engin Çeber'in
katillleri daha önce yapılmayan, Ceza Kanunu'nda işledikleri
suça öngörülen ceza mahkemelerinde
cezalandırılırlar" dedi.
 

 Kaynak: Atılım

Konvoydaki 16 Kişi Tutuklandı

Konvoydaki 16 Kişi
Tutuklandı

Gazze'ye yardım konvoyunda bulunan 11 kişi
İsrail'den ülkelerine dönüyor. "Gazze"
gemisinde bulunan 39 Türk'ün de dönme isteklerini
ilettikleri kaydedildi. İsrail polisi ise, konvoyda bulunan 16 kişinin
cezaevine gönderildiğini duyurdu.
 
İsrail ordusunun Gazze'ye yardım götüren gemilere
saldırısının ardından, Akdeniz kıyısındaki Aşdod Limanı'na
getirilen gemilerde bulunan, çeşitli ülkelerden 11 kişinin
işlemleri tamamlanarak ülkelerine gönderildiği
öğrenildi.
 
Aşdod Limanı'ndaki yetkililerden edinilen bilgiye göre, İrlanda,
Bulgaristan ve ABD uyruklu ikişer, Belçika, İsveç, Fransa,
İngiltere ve Çek Cumhuriyeti uyruklu birer kişi İsrail'den
ayrıldı.
 
Mavi Marmara dahil filodaki gemilerin Aşdod limanına getirildikleri
öğrenildi. Filodaki gemilerden "Gazze" gemisinde bulunan
tüm yolcular boşaltıldı. Bu gemide yer alan 39 Türk
vatandaşının Türkiye'ye dönme isteklerini ilettikleri,
ancak işlemin ne zaman gerçekleşeceğinin bilinmediği
kaydedildi.
 
Aşdod limanı dışında hem Filistin'le dayanışma için
buraya gelen aktivistler, hem de gemideki yolcuların durumu hakkında bilgi
almak isteyen diplomatlar bekliyor. Ancak diplomatların halen limana
sokulmadıkları bildirildi.
 
16 kişi tutuklandı

İsrail polis sözcüsü Micky Rosenfeld, konvoydaki
yolculardan 16'sının kıyıya yanaştıklarında kimliklerini
açıklamayı reddettiklerini ve güneydeki Beerşeba kentinde
bulunan cezaevine gönderildiklerini duyurdu. 

 

Kaynak: Sol

Saldırı Filistinlileri bile şok etti

Saldırı Filistinlileri
bile şok etti

 Yardımın gideceği Gazze'de uluslararası
yardım kuruluşları temsilcileri, basına konuştu, ambargoyu ve
protestoları anlattı. Filistinli insan hakları savunucuları,
saldırının Filistinliler için bile şok etkisi yarattığını
belirtti.

 
Gazze Uluslararası Dayanışma Hareketi yöneticisi Adie Mormech:
"Şimdi İsrail vahşeti tüm dünyanın gözleri
önünde." Gazze Özgürlük
Yürüyüşü temsilcisi Max Ajl: "Gazzeliler doğal
felaket var gibi yaşıyorlar."
 
GAZZELİLER GURUR DUYUYOR
Gazze Uluslararası Dayanışma Hareketi yöneticisi Adie Mormech,
Etkin haber ajansına  telefonla yaptığı açıklamada,
saldırının Filistinliler için bile şok etkisi yarattığını
belirtti.
 
Filistin halkına karşı saldırılar olsa da, ilk defa uluslararası
bir yardım kuruluşuna bu gibi bir saldırı olduğunu ifade eden Mormech,
"Akdeniz'in ortasında uluslararası bir filoya açıktan bir
saldırı gerçekleştirildi. Bu yüzden şu anda Gazze'de
büyük bir eylem yapılıyor, birçok insan İsrail'in
karşısında sokaklara çıktı. Buradaki insanlar, uluslararası
Gazze'ye özgürlük filosunun yaptıklarıyla gurur
duyuyor" diye belirtti.
 
Mormech, "Bu olaylardan sonra ablukaya dair bir değişiklik
bekliyor musunuz?" sorusumuzu ise şu şekilde yanıtladı:
 
ŞİMDİ DÜNYA VAHŞETE TANIK
"Filodaki insanlar tıbbi yardım, gıda gibi şeyler
getiriyorlardı. Ancak İsrail'in saldırısına uğradılar. Aslında bu
Filistin dışındaki devletlerin Filistin'de neler oluyor onu görmesini
sağlayacak. İsrail'in ne kadar zorba olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Şimdi tüm dünya İsrail'in nasıl bir vahşetle kuşatmayı
dayattığını daha iyi görebilecek.
 
Filistinliler her zaman, yalnızca sınırlara yakın yerlerde
tarlalarını işledikleri için öldürülüyorlar.
Ablukayı kırmaya dönük her adım devasa şiddetle
karşılanıyor. Şimdi İsrail'in dayattığı şiddet, Filistin halkının
tutsak edilişi, tüm insanlığın gözleri önünde. Şu
andan itibaren artık kimse İsrail'in yalanlarına inanmayacaktır.
 
Ancak şunu söylemeliyim ki İsrail'e karşı hükümet
düzeyinde, uluslararası kamuoyunda gösterilen tepkiler hala
çok düşük. Şimdi işgalin, ablukanın tüm
yüzü ortada. Bu İsrail'e karşı gösterilen tepkilerde
önemli bir değişikliğe neden olabilir."
 
GAZZE LİMANINDA EYLEM VAR
Gazze Özgürlük Yürüyüşü temsilcisi
Max Ajl ise, özellikle bugün Gazze'de yaşananları üzerinde
durdu. Ajl, şöyle konuştu:
 
"Şu anda Gazze limanında her tür fraksiyondan birçok
örgüt, binlerce insan yürüyüş
gerçekleştiriyor. Bu örgütler arasında Hamas, Filistin
Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi gibi
örgütler var. İsrail'in katliamına karşı Gazze'nin her
yanından insanlar buraya akıyor."
 
Çok tartışılan konulardan birisnin İsrail'in insani yardım
krizine son verip vermeyeceği olduğunu belirten Ajl, sözlerini
"Gazze'de deprem veya diğer bir doğal felaket yok ancak İsrail
ablukası nedeniyle insanlar doğal bir felaket var gibi yaşıyorlar.
İnsanlar su, gıda ve diğer meselelerde ciddi sıkıntılar
yaşıyorlar" diye sürdürdü.
 
"Diğer meseleninse bu yardım filosunun ablukayı kırmaya aday
bir girişim olması" olduğunu belirten Ajl, Gazze'deki insanlar
için bu gibi yardım faaliyetlerinin umut verici olduğunu ifade
etti.
 
LATUF ÖZGÜRLÜK FİLOSUNU
ÇİZDİ
Gazze ablukasına karşı çizgileriyle bilinen dünyaca
ünlü Brezilyalı karikatürist Carlos Latuff ise,
Özgürlük Filosuna saldırıyı yukardaki
karikatürüyle anlattı. 
 
Kaynak: ETHA

Burası Ankara, İsrail Değil!

Burası Ankara, İsrail
Değil!

Gençlik Federasyonu üyeleri 17 Mayıs 2010
tarihinde İstanbul'dan yola çıkarak adım adım Ankara'ya
yürüdüler. 29 Mayıs akşamı Ankara'ya ulaşan
yürüyüş kolu, 30 Mayıs günü de imza toplayıp
bildiri dağıtarak kampanya çalışmalarını
sürdürdü.
 
Bugün saat 13.00'de Sakarya Caddesinde "Parasız Eğitim
İstiyoruz Alacağız" sloganı ile açıklama yapan
Gençlik Federasyonu üyeleri, açıklamadan sonra meclise
doğru yürüyüşe geçti. Amaçları yolda ve
kampanya sürecinde topladıkları imzaları meclise sunmak. 
 
Gençlik Federasyonu'na saldırı 
 
Çevik kuvvet polisleri tarafından önü kesilen
gençlik kitlesinin önce, yürümesine izin verilmedi,
ardından da saldırıldı. Yürümelerine engel olmalarının
nedenini İsrail'in bu sabah insani yardım taşıyan gemilere saldırması
gerekçe gösterilirdi. Ancak saldırırken de İsrail'in
uygulamalarından geri kalmayan polis gaz bombaları ve coplarla
gençlere saldırdı. İki defa üst üste saldırıya maruz
kalan gençlik, kararlı bekleyişini
sürdürüyor. 
 
Altı kişilik bir heyet meclise giderek bazı milletvekilleri ile
görüşmede bulunup, saldırıyı anlattıyorlar. 

Kitle ise arkadaşlarının dönüşünü bekliyor.
Aylardır yürütülen çalışmanın son adımlarından
olan imzaların meclise sunulmasında kararlı olan Gençlik
Federasyonu, "İmzaları meclise götürecek, taleplerimizi
bildireceğiz. 500'den fazla kilometreyi adım adım yürüyerek
geldik... 50 metreyi de yürüyeceğiz" diyorlar 

 

Kaynak: Halkinsesi.tv

İran: Vururuz!

İran:
Vururuz!

İran, İsrail ordusunun Gazze'ye yardım
götüren gemilere baskın düzenlemesini "vahşice ve
insanlık dışı" olarak nitelendirdi.
 
İran Dışişleri Bakanlığı, İsrail'in Gazze'ye insani
yardım götüren gemilere saldırarak sivilleri öldürmesi
ve yaralamasını yayımladığı bildiriyle kınadı.
 
 "Bu olay, siyonist İsrail rejiminin zalim ve katil
çehresini bir kez daha gün yüzüne
çıkardı" ifadesi kullanılan bildiride, 5 bin kadar masum
sivilin ölmesi ya da yaralanmasıyla sonuçlanan Gazze
saldırısının henüz hafızalardaki tazeliğini koruduğu sırada,
gemideki yardımseverlere saldırı yapıldığına dikkat
çekildi.
 
"Uluslararası tüm kurallar hiçe sayılarak,
Gazze'nin İsrail tarafından insanlık dışı bir şekilde ablukaya
alınması sürüyor" denilen bildiride, yeni saldırının da
uluslararası hukuka aykırı olduğu belirtilerek şöyle devam
edildi:
 
"Uluslararası toplumun ve uyanık vicdanların, saldırgan,
işgalci ve katil İsrail rejimi karşısında kesin tavır almalarının
zamanı gelmiştir. İran, tüm Arap ve İslam ülkelerinden birlik
ve beraberlik içinde bu rejim karşısında durulmasını istiyor.
Batı dünyası da çifte standart politikalarını bir kenara
bırakarak siyonist rejimi desteklemekten vazgeçsin."
 
İsrail'in hiçbir uluslararası kurala bağlı
olmadığının son saldırıyla bir kez daha anlaşıldığı belirtilen
bildiride, "Uluslararası tüm kuruluşlar süregiden İsrail
saldırılarını kesin bir dille kınamalı. İslam Konferansı Teşkilatı
(İKT) ve BM Güvenlik Konseyi olağanüstü toplanıp acil
olarak bu konuda adım atmalı" denildi.
 
İran'ın, saldırı kurbanlarının aile ve yakınlarının
acılarını paylaştığı ifade edilen bildiride, cesur ve
direnişçi Filistin halkına olan desteğin süreceği
belirtildi.
 
'VURURUZ' 
İsrail denizaltılarının İran karasuları yakınına
konuşlandığına dair iddiaların ardından, İranlı üst düzey
komutan, İran'a karşı yapılacak en ufak eylemin şiddetli ve katı
biçimde yanıtlanacağını bildirdi. 
 
İran Haber Ajansı İRNA'ya konuşan İran Deniz Kuvvetleri 1'inci
Bölge Ordu Komutanı Tuğamiral Feriborz Kadirpenah, İsrail'in 3
nükleer kapasiteli denizaltısının Basra Körfezi'ndeki İran
kıyı şeridi yakınına konuşlandırdığı yönündeki basın
tarafından ortaya konulan iddiaları, "İran'ın tepkisi
ölçmek için psikolojik savaşın bir
parçası" olarak değerlendirdi. Tuğamiral Kadirpenah,
"İsrail korkaktır ve İran karasularına yaklaşmaya cesaret
edemez" dedi. "Bölge tam kontrolümüz altında
böyle bir durum olsa mutlaka haberdar oluruz" diyen İranlı
komutan, "Siyonist denizaltıları uluslararası sularda dolaşırsa
küresel hukuk gereği İran'ın onlarla işi olmaz ama İran
karasularına yaklaşmak isterlerse en sert şekilde müdahale ederiz.
İran, düşmanların hayal edemeyeceği silahlara sahip ve onların her
hareketini en başında etkisiz hale getirir" diye uyarıda
bulundu. 
 
İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanı
Alaaddin Burucerdi, Mehr Haber Ajansı'na olayın Basra Körfezi
güvenliğini tehlikeye sokacağını bildirdi. Burucerdi, şöyle
konuştu: "İsrail denizaltılarının Basra Körfezi'ne girdikleri
haberi doğruysa, bu Körfez güvenliğinin tehlikede olduğu
anlamına gelir. Yetkili kurumlar konuyu araştırmalı ve ciddi hassasiyet
göstererek tehdidi önlemek için gerekli tedbirleri
almalı." 
 
İsrail'i uyaran Burucerdi, "Siyonistler, İran'ın Körfez
güvenliği için ne kadar hassas olduğunu bilmeliler. İran
zamanında bölgeyi korumak için gereken eylemleri yapacak"
diye konuştu. 
 

İran Cumhurbaşkanı Özel Kalem Müdürü İsfendiyar
Rahim Meşai, 20 Mayıs'ta İsrail'in ülkesine saldırması durumunda
bir haftadan fazla İran'ın karşısında duramayacağı uyarısında
bulunmuştu. 

 

Kaynak: Radikal

"X-ray'den geçirilen gemide silah yok"

"X-ray'den geçirilen gemide
silah yok"

Gazze'ye yardım gemilerine saldıran İsrail
hükümetinin saldırı gerekçesi olarak gemide silahlı
kişilerin bulunduğu iddiaları yalanlandı.
 
İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemide silah olduğu
iddialarına yanıt veren Antalya Gümrükler
Başmüdürü, "İddialar asılsız, gemiye binenler tek tek
üstleri aranarak x-ray cihazından geçirildi" dedi.
 
İsrail'in iddialarına yanıt veren Antalya Gümrükler
Başmüdürü Fevzi Gülcan, Gazze'ye yardım malzemesi
götüren ve Antalya Limanı'nda bir süre bekleyen Mavi Marmara
isimli Türk yolcu gemisine binenlerin gümrüklü sahada
üstlerinin tek tek arandığını ve x-ray cihazından
geçirildiğini söyledi.
 

Gemide silah bulunduğu iddialarının asılsız olduğunu belirten
Gülcan, ''Türk gemisinde silah olduğu yönündeki iddialar
çok gayri ciddi. Gazze'ye insani yardım götüren Mavi
Marmara gemisine binenler tek tek üstleri aranarak x-ray cihazından
geçirildi. Gemide silah bulunduğu iddiaları asılsızdır''
dedi. 

İsrail yardım filosuna saldırdı

İsrail yardım filosuna
saldırdı

İsrail'in Gazze'ye uyguladığı
ambargoyu delmek için yola çıkan yardım gemisine helikopterle
çıkartma yapan siyonist ordu, yardım gönüllülerinden
16'ısını katletti, onlarcasını yaraladı. İsrail'in katliamına
karşı İsrail İstanbul Büyükelçiliği önünde
toplanan kitle, Büyükelçiliği işgal etmek istedi. Polis
Filistin dostlarına saldırdı.
 
 Gazze'ye insani yardım götürmek ve iki yıldır
uygulanan ambargoyu delmek üzere aralarında 6 milletvekili ve bir
bebeğin de bulunduğu yardım filosu, gece geç saatlerde İsrail
hücum botlarının tacizine maruz kaldı. Bu tacizler gece saat 05.00
sularında katliama dönüştü.
 
Silahsız yardım gönüllülerinin gemisine helikopterlerle
indirme yapan siyonist ordu askerleri geminin içerisinde ateş
açarak, tek savunma araçları bulabildikleri odunlar olan
yardım gönüllülerinden 16'sını katletti, onlarcasını
yaraladı. İsrail'in katliamla sonuçlanan müdahalesi İsrail'in
karasularına girmeden gerçekleştirildi.
 
İSTANBUL'DA POLİS SALDIRISI
İsrail'in yardım gönüllülerinin filosuna
yönelik saldırı tehditlerinin ardından Filistin dostları gece
saatlerinde İsrail İstanbul Büyükelçiliği
önünde toplanmaya başladı. Siyonizm karşıtları, katliam
haberinin gelmesinin ardından büyükelçiliğe girmek istedi.
Polis kitleye biber gazı ve tazyikli sularla saldırdı. Yaşanan
çatışmada polis barikatı dağıtıldı. Elçilik
önündeki protestolar gergin oturma eylemi ile devam ediyor.
 
Ankara'da olayla ilgili bir kriz masası oluşturulurken, İsrail
Büyükelçisi Levy, Dışişleri Bakanlığına
çağrıldı.
 

Filo 50 farklı ülkeden 35 milletvekili, çok sayıda medya
mensubu, sanatçı, aydın, yazar, sivil toplum kuruluşu temsilcileri,
kadın ve çocukların da yer aldığı aktivistlerden oluşan toplam
750 yolcu ve 15 bin ton miktarındaki insani yardım malzemesi
taşıyordu. 

Ankara'da Gençliğe Saldırı

Ankara'da Gençliğe
Saldırı

Gençlik Federasyonu üyeleri 17 Mayıs 2010
tarihinde İstanbul'dan yola çıkarak adım adım Ankara'ya
yürüdüler. 29 Mayıs akşamı Ankara'ya ulaşan
yürüyüş kolu, 30 Mayıs günü de imza toplayıp
bildiri dağıtarak kampanya çalışmalarını
sürdürdü.

Bugün saat 13.00'de Sakarya Caddesinde "Parasız Eğitim
İstiyoruz Alacağız" sloganı ile açıklama yapan
Gençlik Federasyonu üyeleri, açıklamadan sonra meclise
doğru yürüyüşe geçti. Amaçları yolda ve
kampanya sürecinde topladıkları imzaları meclise sunmak.

Gençlik Federasyonu'na saldırı

Çevik kuvvet polisleri tarafından önü kesilen
gençlik kitlesinin önce, yürümesine izin verilmedi,
ardından da saldırıldı. Yürümelerine engel olmalarının
nedenini İsrail'in bu sabah insani yardım taşıyan gemilere saldırması
gerekçe gösterilirdi. Ancak saldırırken de İsrail'in
uygulamalarından geri kalmayan polis gaz bombaları ve coplarla
gençlere saldırdı. İki defa üst üste saldırıya maruz
kalan gençlik, kararlı bekleyişini sürdürüyor.

Altı kişilik bir heyet meclise giderek bazı milletvekilleri ile
görüşmede bulunup, saldırıyı anlattıyorlar.
Kitle ise arkadaşlarının dönüşünü bekliyor. Aylardır
yürütülen çalışmanın son adımlarından olan
imzaların meclise sunulmasında kararlı olan Gençlik Federasyonu,
"İmzaları meclise götürecek, taleplerimizi bildireceğiz.
500'den fazla kilometreyi adım adım yürüyerek geldik... 50
metreyi de yürüyeceğiz" diyorlar.
Kaynak:Halkınsesi
31 Mayıs 2010

ÇHD :Haluk Kırcı Artık Serbest

ÇHD :Haluk Kırcı Artık
Serbest

Basına ve Kamuoyuna,

"Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımıza karar vermek
için Abdullah'a (Çatlı) birini gönderdik. Eter ve pamuk
vermiş,hepsini tek tek bayıltıp öldürelim, demiş. Dışarı
çıkıp Abdullah'la konuştum. Evde öldürmek zor olacak,
ikişer ikişer götürüp öldürelim,dedim. İki
kişiyi büyük reisin arabasına bindirip Eskişehir yoluna
götürdük.....böyle zor olacağını anlayınca Abdullah,
'tek tek boğalım bunları' dedi, bir tanesini zorla boğdum..... Diğer
dördünü bu şekilde öldürmek zor olacaktı...
Sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek
mermileri boşalttım, sonra silahı götürüp Abdullah'a
verdim...."


BU İFADENİN SAHİBİ ARTIK SERBEST.

8 Ekim 1978 tarihinde Ankara Bahçelievler semtinde Türkiye
İşçi Partili Serdar ALTEN, Latif CAN, Faruk ERSAN,Efrahim
EZGİN,Salih GÜVENCİ, Hürcan GÜRSES ve Osman NURİ
UZUNLAR'ı katleden ve halka karşı onlarca suç işleyen Haluk
KIRCI bugün serbest bırakıldı.

Aldığı cezanın infazı bir türlü doğru hesaplanmayarak
defalarca yanlış tahliye edilen, kaçakken valilerin nikah
şahitliği yaptığı, Yakalandığı gün polisin elinden tekrar
kaçan, yıllarca bulunmamasına karşın şartlı salıverme yasaları
çıkarılacağı zaman bulunan Haluk KIRCI, bugün infazını
tamamlayarak serbest bırakıldı. Onun ortak olduğu katliamlar ve
işlediği suçlarla ilgili işletilen adli süreç;
Türkiye'de hem kontrgerilla hem de yargı gerçeğini
tüm açıklığıyla ortaya sermektedir. Bu gerçek,
kontrgerilla yargının şefkatli kolları arasında korunan bir devlet
faaliyetidir.

Bahçelievler Katliamı, 6/7 Eylül, 1 Mayıs Katliamı, Maraş,
Çorum, Sivas, Gazi Katliamları, Linç Girişimleri/
Laik-Kemalist aydınlara, gazeteci ve sendikacılara yönelik provokatif
cinayetler /  Avrupa ve Kafkaslar'da gerçekleştirilen cinayetler
içeren kanlı sürecin duraklarından biridir. Bahçelievler
katliamında, hükümetler, ordu, polis, JİTEM, MİT, Özel Harp
Dairesi, valiler, mahkemeler, cezaevleri, itirafçılar, ordu
kışlalarında eğitilen Hizbullahçılar, korucular, mafya
çeteleri eliyle icra edildiğinin, yeri geldiğinde kendi
uşaklarını bile tereddüt etmeden harcayabilen, hükümetler
kurup hükümetler deviren bir rejimin tarihsel kodları
"saklı"dır…"

Haluk KIRCI'nın serbest bırakılması hepimize bir kez daha
kontgerilla ve halka karşı savaşın dünün ve hatırlanmayan
geçmişin değil bugünün ve yarının sorunu olduğunu
göstermiştir.

Abdullah ÇATLI'nın ortağı, Muhsin YAZICIOĞLU'nun
İdi Amin'i , Mehmet Kemal AĞAR' ın aile dostu Haluk
KIRCI' yı da katlettiği devrimci öğrencileri de
unutmayacağız.

AVUKAT 
Taylan TANAY
Başkan

İsrail Karşıtı Yürüyüş

İsrail Karşıtı
Yürüyüş

Basına ve Kamuoyuna

İsrail bir katliama daha imza attı

Gazze'ye yardım götüren uluslararası yardım konvoyuna
İsrail ordusunun dün gece başlattığı taciz sabaha karşı
saldırıya dönüştü. İsrail komandolarının botlar ve
helikopterlerle gerçekleştirdiği saldırıya dair ilk gelen
haberlere göre 10'un üzerinde insan hayatını kaybetti.
/>

Gazze'de gerçekleştirdiği saldırıyla 1500'ün
üzerinde Filistinliyi katleden İsrail, 1.5 yılı aşkın bir
süredir bölgeye abluka uyguluyordu. En temel ihtiyaçların
bile Gazze'ye ulaşmasına izin vermezken bu kez de uluslararası
yardım konvoyuna saldırarak katliamcı yüzünü bir kez daha
ortaya serdi.

Filistin İçin İsrail'e Karşı Boykot Girişimi;
İsrail'e dur demek için herkesi sokağa çağırıyor.
Sesimizle, soluğumuzla, bayraklarımızla hep beraber bu katliama dur
diyelim.

Saat: 14.00

Yer: Levent Metro Çıkışı

FİLİSTİN İÇİN İSRAİL'E KARŞI BOYKOT
GİRİŞİMİ

30 Mayıs 2010 Pazar

Örgüt İçi Demokrasi ve TMMOB

Örgüt İçi Demokrasi ve
TMMOB

Bir ülkede demokrasi mücadelesi veren kitle
örgütlerinin amacı, demokrasinin kapsayıcılıktan uzak,
kısıtlı organlar aracılığıyla, yalnızca belirli bir zümrenin
çıkarlarını koruyacak şekilde, onlar tarafından kullanılıyor
olmasına karşı çıkmak ve tüm halkın yönetimde etkin
olabileceği bir demokrasi yaratmaktır.

Bu örgütlerin, amaçlarıyla uyumlu olarak, örgüt
içinde de demokratik olmaları gerekir. Bir örgüt
içinde demokrasi, tüm üyelerin örgütün
politikasını ve işleyişini şekillendirmede eşit hakka sahip olmasıyla
sağlanabilir. Eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren bir
demokratik kitle örgütünün gücü
üyelerinden, örgütlülüğünden geldiği
için sağlıklı işleyen örgüt içi demokrasi
mekanizmalarına sahip olması yaşamsal bir gerekliliktir. Üyelerinin
karar mekanizmalarına ve bu kararların hayata geçirilmesine etkin
olarak katılım sağlamaları, örgütün birliği ve
sonuç alıcı bir mücadeleyi yaşama geçirmesi için
zorunludur.

Örgüt içi demokrasi, ayrıca, mücadelesi verilen
demokrasinin kurulmasında atılan bir adım olma özelliğiyle de
önemlidir. Bu süreçler insanların bağımsız
düşünme, kendine güven, olaylara eleştirel bakabilme ve
tartışma gibi niteliklerini geliştirerek, demokrasi pratiğinin
edinilmesini ve halkın kendi demokrasisini oluşturmasını sağlar.

Demokratik kitle örgütlerinin sağlıklı işleyebilmesi
için uygulanması gereken demokratik merkeziyetçilik ilkesi,
program oluşturma ve karar alma sürecinden başlayarak uygulama sonuna
kadar rehber edinilmelidir. Üyelerin istem ve düşünceleri
demokratik bir tarzda aşağıdan yukarıya doğru belirlenmelidir. Aktif
katılımla kararlar oluşturulduktan sonra, uygulama aşamasında,
yukarıdan aşağıya merkeziyetçilik egemen olmalıdır.
Üyelerin uygulama sonrasındaki eleştiri hakları ise elbette
saklıdır.  

Örgüt içi demokrasinin uygulanması, örgütün
tüm üyelerinin katılımıyla belirlenecek mekanizmalar
aracılığıyla sağlanır. Tüm üyelerin örgütte
söz ve karar hakkına sahip olması, yöneticilerin denetlenmesi ve
gerekli görüldüğünde üyeler tarafından
görevden alınabilmesi, yerlerine yenilerinin seçilebilmesi
için gerekli mekanizmalar tanımlanmalı ve işletilmelidir. Bu
mekanizmalar da yine üyelerin kararıyla değiştirilebilir olmalıdır.
Alınan kararların uygulanması da tüm üyeler tarafından
katılım sağlanan ve denetlenen bir süreç olmalıdır. Bu
işleyişte herkes fikrini özgürce belirtebilmeli,
özgürce eleştiride bulunabilmeli, kararların değişmesini
isteyebilmelidir.

Tartışma, eleştiri ve muhalefet özgürlüğü,
örgüt içi demokrasinin işletilmesi için zorunludur.
Tartışmalar farklı görüşlerin ortaya çıkmasını
sağlar; bu da yaratıcılığı, üretkenliği arttırır.
Örgütün aldığı kararları sürekli olarak gözden
geçirmesine ve en doğru kararı almasına olanak yaratır. Yeni
görüş ve politikaların üretimine katılan üyelerin
örgütlülük, bilinç ve katılım düzeyi artar;
alınan kararlar daha etkin şekilde uygulanır.

Demokratik merkeziyetçilik ilkesi işletilirken şu ayrımı yapmak
önemlidir: Alınan kararların uygulanması sırasında azınlığın
çoğunluğa uyması ilkesi, çoğunluğun azınlık
üzerinde mutlak egemenliği olarak düşünülmemelidir.
Azınlığın, çoğunluğa uymak sorumluluğunun hemen yanıbaşında,
süreç içerisinde gelişerek çoğunluk olma gibi bir
hakkının var olduğu unutulmamalıdır. Bir başka deyişle demokrasilerde
çoğunluk, bir yandan kendi iradesini hayata geçirirken, diğer
yandan da azınlığın gelişebilme yollarını açık tutmak zorunda
ve sorumluluğundadır.   

Örgüt içi işleyişe bu anlayışla bakıldığında,
yönetim pozisyonu bir ayrıcalık, bir kariyer alanı, örgüte
egemen olunacak bir yer olarak görülmekten çıkar.
Yönetim organları yalnızca üyelerin aldığı kararları hayata
geçirmekle görevli organlardır, öyle olmalıdır; bu
organlarda yer alan kişiler tüm üyelere her an hesap vermekle
yükümlü bulunmalıdır. Geri çağırma mekanizmaları
tanımlı olmalıdır. Aksi takdirde örgütün
yönetim/yürütme organları bürokratik mekanizmalara
dönüşür ve amacından uzaklaşır.

TMMOB'ye bakıldığında...

Yukarıda anlatılan işleyiş, demokrasi mücadelesi veren bir mesleki
demokratik kitle örgütü olarak TMMOB için de
geçerli olmalıdır. TMMOB, ortak paydası meslek ve meslektaşlık
olan bir örgütlenmedir; bu tür örgütlenmelerde
değişik sosyal sınıflara mensup insanlar zorunlu olarak birarada
bulunurlar. Ücretli veya serbest çalışan, kamuda veya özel
sektörde çalışan, devlet memuru veya sözleşmeli personel
statüsünde olan, hatta çalışma imkanı olmayıp işsiz;
kısaca aynı mesleği icra eden veya etme iddiasında olan geniş bir
kitlenin demokratik bir işleyiş oluşturulmaksızın bir arada bulunması
mümkün değildir.  

TMMOB'nin çalışma anlayışında örgüt içi
işleyiş şu şekilde belirlenmiştir:

"TMMOB ve bağlı Odaları
    Toplumdan soyutlanmış seçkin mühendis ve
mimarların örgütü değil, aksine toplumun içinde yer
alan, onun bir parçası olarak toplumla etkileşim içinde
bulunan,
    Temsili demokrasi alanının daraltılması ve
biçimsel uygulamalar yerine, birlikte düşünme, birlikte
üretme ve birlikte yönetme mekanizmalarını
güçlendirici çabalara yönelen,
    Rant gruplarının otoriter, sınanamayan, hesap
vermeyen yönetimlerin aksine, örgüt içi demokrasisi
güçlendirilmiş, seçim dışında da katılım
mekanizmalarını yaşama geçiren,
    Profesyonellerin ve uzmanların örgütü
anlayışını reddeden; aksine kitle örgütü niteliği ile
organlarına dayalı çalışmayı yürüten,
    Meslek örgütü kavramını, demokratik
kitle örgütü özelliğinin önüne
çıkartarak, meslekçi eğilimleri güçlendiren
anlayışların aksine, mesleki- demokratik kitle örgütü
anlayışlarını yaşama geçiren
bir çalışma anlayışı içerisindedir."

TMMOB'nin 1998 yılında ülkedeki demokrasi mücadelesinde
kendi konumunu ve iç işleyişini tartışmak üzere yaptığı ve
ileriye dönük kararlar aldığı Demokrasi Kurultayı'nda,
örgüt içi demokrasinin önemi şu ifadeyle
vurgulanmıştır: "Bir demokratik kitle örgütünün
üyeleri uygulanacak ortak politikaların oluşumuna katılabildiklerini
ve ortak mücadelenin sonucunda kendilerinin de sorunlarının
çözülebildiğini bildikleri sürece kendilerini
örgüte bağlı hissederler ve o ölçüde de ortak
etkinliklere katılır ve güç verirler."

Örgüt içi demokrasinin uygulanma yöntemlerinin
demokrasi mücadelesi veren bir mesleki demokratik kitle
örgütü olarak TMMOB'ce tartışılması ve belirlenmesi
elbette olması gerekendir. Ancak bu kararların yaşama
geçirilmesinde gözardı edilmesi olanaksız sorunlar
yaşanmaktadır. Birçok örnek göstermektedir ki bu karar ve
ilkelerle saptanmış olan anlayış TMMOB'de halihazırda etkin
değildir, uygulanmamaktadır. Örgüt içi demokrasinin yerini
bürokrasi, kariyerizm, "ben yaptım oldu"culuk almıştır.

Demokrasi Kurultayı'nda TMMOB'nin demokratik kitle
örgütü olma açısından taşıdığı zaaflar
şöyle sıralanmıştır:

"- TMMOB'nde iki yılda bir yapılan seçimlerle birim
yöneticilerinin belirlenmesi biçiminde bir temsili demokrasi
mekanizması işlemektedir. Ancak uygulanan politikaların üye
tabanındaki emekçi işsiz ağırlığının talepleri ile
çakıştığını söylemek zor hatta imkansızdır.
- Genel kurullarda tartışmalara katılım çok kısıtlı olurken
çalışma programları tartışılamamakta, karşı siyasi
görüşlerin örgüte hakim olma tehdidi önceki
dönemde uygulanmış olan politikaların üye tarafından etkin bir
biçimde sorgulanmasını engellemekte, katılım mekanizmalarının
etkisizliği sonucu dönem içinde yapılamayan denetim genel
kurullarda da yapılamamaktadır.
- Gerek bu durum, gerekse doğal delegeliğin yaygınlığı ve seçime
yönelik danışma kurullarının ön seçici kurullar gibi
çalışması örgüt içi kastların oluşumuna
elverişli koşullar yaratmaktadır.
- Üyelerin katılımını sağlamanın en önemli mekanizması olan
işyeri temsilcilikleri ya örgütlenmemekte ya da etkin bir
işleyişe kavuşturulamamaktadır.
- Üyesi ile ilişki kurmanın zorluklarından kaçan birçok
Oda ya da Şube yöneticisi güçlü olmanın yolunu
çok gelir getiren çalışma yöntemlerinde, yerel
güç odakları ile ilişkilerde ve iyi çalışan bir oda
bürokrasisinde görmektedir.
- Bu yöntemler bir kez esas alınınca birimlerin çalışma
tarzı ve kadro anlayışları da buna göre düzenlenmekte, gelir
getirici etkinliklere yönelik yapılaşmalara gidilmektedir. Bu
amaçla oluşturulan oda bürokrasisi kalıcılaşmakta, yer yer
kendi varlığını öne çıkaran ve korumaya çalışan
ideolojiler üretmeye de başlamaktadır. (...)
- Bütün bunların sonucunda sadece yönetim kurullarından
ibaretmiş gibi görünen, parası olan şube ya da odanın egemen
olduğu, üye ilişkileri çok sınırlı ve üye tabanında
örgütün gerekliliğinin ve yararlılığının
sorgulandığı, "örgüt bizim için ne yapıyor
ki" söyleminin çok yaygınlaştığı bir TMMOB ile karşı
karşıyayız. (...)"

Bugünkü durum 1998'de yapılan bu saptamaların doğruluğuna
bir kanıttır; Kurultay'da işaret edilen tüm zaaflar bugün
örgütü sarmış durumdadır.

Bugün üye çoğunluğu karar süreçlerinde
özne durumunda değildir. Çoğunluğun kararlara katılımı
yalnızca temsili demokrasi işleyişine indirgenmiştir. Ücretli ve
işsiz mühendislerin, kadın mühendislerin, genç
mühendislerin karar organlarında temsiliyeti olması gerekenin
çok altındadır. Bu nedenle örgüt bu kesimlerin
sorunlarıyla ilgili etkili bir mücadele sürdürme konusunda
ciddi bir gerilik içindedir. Olanaklar önceki dönemlere
göre çok gelişmiş olduğu halde, bu kaynak üyeyi
örgüt çalışmalarına katma yönünde
kullanılmamaktadır.
 
Mevcut durum buyken ve bu durum ancak sağlıklı bir
eleştiri-özeleştiri mekanizmasıyla aşılabilecekken, eleştiri
kültürünün yerine itham ve tasfiye kültürü
hakim kılınmaktadır. Bu yapılırken, TMMOB'nin ülkenin
gerilemiş toplumsal mücadele ortamında "muhalif insanların
nefes alabileceği ender yerlerden" biri olduğu gerekçesinin
arkasına sığınılmakta; bu gerekçeyle TMMOB'ye adeta bir
kutsallık vasfı yüklenerek örgüte yönelik tüm
eleştiriler "bozgunculuk" olarak görülmektedir.

Son dönemde başta İnşaat Mühendisleri Odası olmak üzere
TMMOB'nin çeşitli birimlerinde muhaliflere dönük
ötekileştirme ve tasfiye çabaları, mevcut yönetimlerin
örgüt içi demokrasi konusunda örgütçe
saptanmış ilkelerin çok uzağına düştüklerinin en
açık göstergesidir.    

 

 

 

Sayı 8 TMMOB'de Demokrasi Sayfa 8-19

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Su Gibi Dostum Olsa

Su Gibi Dostum
Olsa

Paris'te içme suyunun dağıtımı önce
özelleştirildi. Sonra alan şirketlerin kısa zaman içinde su
fiyatını artırmaları üzerine ve başka birçok dert
yaratmaları nedeniyle yanlış hesap Bağdat'tan pardon Paris'in
merkezinden döndü ve dağıtım yeniden belediye hizmeti
biçimine dönüştürüldü.

Bu arada su üretimi de, dağıtımın en uygun fiyata ve en iyi
biçimde yapılması için kurulan tek ve kamusal şirkete
bırakıldı. Bunları burada kısaca irdelemek lazım elbette.

24-25 Kasım 2008'de toplanan Paris Anakent Belediye Meclisi (Le
Conseil de Paris) suyun üretiminin ve dağıtımının özel
şirketlerden alınmasına ve kamusal tek bir şirkete bırakılmasına
(opérateur public unique) karar verdi. Bu toplantıda Paris'teki
yeni kamu şirketinin oluşturulmasına ilişkin gerekli bütün
tüzel düzenlemeler de kabul edildi.

Meseleye ivedi bir hava vermeden bu işi iki safhada gerçekleştirmek
için kollar sıvandı:

Birinci aşamada su üretimiyle sorumlu karma (yani özel ve kamu
şirketlerinden oluşan) Eau de Paris'den su üretimi alınacak;
2009'un ilk üç ayı içinde bu iş kotarılmış
olacak. Bu şirketlerle yapılan ve süresi 2011'de dolacak
sözleşmelerin bitimi beklenmeden. Çünkü bunun
beklemeye tahammülü kalmadı artık.

Sonra su dağıtımı 1 Ocak 2010'da iki özel şirketten
alınacak. Onlarla yapılan sözleşmeler 2009 sonunda biteceği
için sözleşmelerin yenilenmemesiyle mesele
çözümlenmiş olacak.

Böylece üretiminden dağıtımına, su şebekesinin bakım ve
onarımına, su hizmetinin tamamı tek bir kamu şirketine bırakılmış
olacak.
    
Süreç başladı.

Bu yeniden kamulaştırma ve iyileştirme hareketinde önemli noktalardan
biri de şudur: Su üretim ve dağıtımını o ana kadar
gerçekleştiren karma ve iki özel şirketin emekçileri,
ücretlerine ve kazanılmış haklarına dokunulmadan (örneğin
kıdemlerine, emeklilik yaş sınırına, vb.) yeni şirkette
çalışmaya devam edecekler. Herhangi bir nedenle ve/veya bahaneyle
işçilerin işine son verilmesi böylece engellenmiş oluyor.
Bugünkü ekonomik kriz ve gittikçe artan işsizlik ortamında
böylesi bir önlemin önemi ortadadır.

1984'e dek Fransa Cumhuriyeti başkentinde su üretim ve
dağıtımı doğrudan doğruya Belediye tarafından yapılıyordu. Ama o
yıl SU DAĞITIMI iki özel şirkete devredildi:

Seine Nehri'nin  sağ yakası Veolia'ya ait  La
Compagnie Generale des Eaux'ya (CGE), Seine Nehri'nin sol yakası
bu alandaki önemli ve çok büyük şirketlerden
Suez'e bağlı La Societe Eau et Force'a.

1987'de ise su üretimi için karma bir şirket yaratıldı:
La Société Anonyme de Gestion des Eaux de Paris (SAGEP).
Belediye'nin ve su dağıtım şirketlerinin katılımıyla
oluşturulan bu yeni şirket su üretimi yanında su yollarının bakım
ve onarımını da üstlenecekti... Ancak bu son konuda üstüne
düşen görevi yerine getirmemek için bin dereden su getirdi.
İşi yokuşa sürdü. Dolayısıyla bizzat Belediye'nin bu
işin hamallığını üstlenmesi gerekti. Yükü belediye
taşıdı, "malı" öbürleri
"götürdü". Belediye de bu yükün
getirdiği giderleri konut vergisinden ve başka gelir kaynaklarından
karşılamak zorunda kaldı. Bu büyük ihtimalle o günlerdeki
Anakent Belediye Başkanı (daha sonra defalarca değişik bakanlıklar 
üstlenen,  Başbakanlık yapan ve 1995'ten 2002'ye
Cumhurbaşkanı) Jacques Chirac yönetimiyle özel şirketler
arasında yapılan gizli ve sözlü bir anlaşma sonucu bu haliyle
sürdürüldü... sistemleştirildi.
 
Bu sorunlar ve su dağıtım şirketlerinin özellikle içme suyu
fiyatını sık sık artırmaları üzerine mesele gittikçe
karmaşık ve Parisliler için zorlu bir konum kazandı.
 
2001'de Paris Anakent Belediye seçimlerini İLK KEZ KAZANAN SOL
BİRLİK meseleye dört elle sarıldı.

Önce su dağıtımıyla uğraşan özel şirketler, su
üretiminden sorumlu ve 1987'de kurulan karma şirket SAGEP
bünyesindeki sermaye payları ödenerek bu şirketten
çıkarıldılar. Yerlerini Belediye'nin bir tür banka
görevini yapan La Caisse des Depôts et Consignations aldı.

Su dağıtımının özelleştirilmesi o günkü anakent
belediyesi yönetiminin, adı geçen özel şirketlerin
Chirac'ı cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında
desteklemeleri şartıyla gerçekleştirildi. Yani Parislilerin fikri
alınmadı. Su dağıtımı "Kralın arzusu" üzerine
özelleştirildi. Elbette gerek anakent belediye meclisinde gerekse
ilçe belediyelerinin meclislerinde muhalefet bu karara itiraz etti.
Ama atı alan Üsküdar'ı geçti. O zaman buna karşı
toplumsal muhalefetin  kendini göstermesi ve gittikçe
gelişmesi önlenemezdi. İçmek, temizlemek, yıkamak ve
yıkanmak, çiçeklerini sulamak için kullanılan suyun
dağıtımının özel şirketlere bırakılması ve hele fiyat
saptanmasının onların "paşa gönüllerine"
terkedilmesi üzerine Parisliler şikayetlerini değişik
biçimlerde dile getirdiler. Paris'te yapılan kimi gösteri
ve yürüyüşte suyun yeniden belediye hizmetine
dönüşmesi arzusu dile getirildi: Sloganlarla ve pankartlarla. Kimi
zaman bir anne veya babanın veya bir çocuğun bizzat kendi elleriyle
çiziktirdiği bir pankartla. Kimi zaman bir mahalleden gelen bir
grubun attığı sloganlarla.

Bu arada anakent ve ilçe belediye meclisleri toplantılarında,
belediye başkanlarının mahalle mahalle dolaşarak yaptıkları
"açıklama toplantılarında" ve bilhassa seçim
kampanyalarında suyun yeniden kamulaştırılması gündeme getirildi.

Bu koşullar içinde toplumsal muhalefet siyasi ifadesini belediye
seçimlerinde Sol Birlik adaylarına oy vererek  kendini
gösterdi. Toplumsal muhalefet siyasi açıdan mücadelesini
başarıyla taçlandırdı.

BURADA İKİ SATIRLA SOL BİRLİK'TEN SÖZ ETMEK GEREKİYOR:
Sosyalist Parti ile Fransız Komünist Partisi'nin başını
çektiği bu birlik içinde bütün sol yer aldı: Sol
Radikal Parti, Yeşiller ve Yurttaşlar Hareketi de. Ancak bu sayede sol
Paris'te belediyeleri kazanabildi. Birlik herkese yararlı oldu.
"Chirac sistemi"ne son vermek için bir araya gelmekten,
ortaklık kurmaktan başka çare de kalmamıştı. Paris'teki
yirmi ilçenin çoğunluğunda da Sol Birlik belediye
meclislerini ve başkanlıklarını elde edince, su meselesi başta
birçok ciddi sorunu, yurttaşların ve bu kentte oturanların daha iyi
yaşamaları için en uygun şekilde çözmek ve benimsenen
politikaları her mahallede uygulamak mümkün oldu.

İşte bu bağlamda 2006'dan itibaren  su üretim ve
dağıtımında en akıllı biçimde hizmet verilebilmesi amacıyla
yeni bir yapılanma  gündeme getirildi. Su kullanımında
yenilikler öngörüldü.

Hemen su dağıtımını üstlenen özel şirketlerin su şebekesinin
bakım ve onarımından sorumlu olmaları ilkesi kabul edildi ve ettirildi.
Su dağıtımını yapan şirket temsilcilerinin bakım ve onarım işlerinde
işi yavaşlatmalarına yönelik "ayak ve el oyunlarının"
önü alındı. Bunun Türkçesi kamuyu, burada belediyeyi
temsil edenlere rüşvet verilmesini ve alınmasını, kimi avantajlar
sağlanmasını önlemek için yeni  ve sağlam temsilciler
atandı olacaktır. Bu konuda bilhassa Yeşiller partisinden uzman Belediye
Meclisi üyelerinin bu işlere atanması belirleyici oldu.

Bugün varılan ve  1 Ocak 2011'de tümüyle
varılmış olacak yeni yapılanma ile su üretimi ve dağıtımı
kamusal tek şirket tarafından yönetilerek şu konularda rahatlatıcı
ve iyileştirici işler yapılmış oluyor ve olacak:

Su hizmetinde yetkiler tek merkezde toplanıyor. Böylece aynı iş
için "çift dikiş" önlenmek
isteniyor/önlenmiş olacak. Aynı zamanda "Sorumlu ben değilim,
öbürü" demek modası da geçmiş olacak.
Geçmiş olsun! Böylece sorumlulukların dağılımındaki
belirsizlik veya karmaşalık ileri sürülerek, bunlardan
yararlanılarak akıl almaz bahanelerle işlerin geciktirilmesi de
engellenmek isteniyor.

Suyun kalitesindeki süreklilik güvence altına alınmak isteniyor.
Özel şirketlerin kiminin yaptığı gibi, fiyat artışları
öncesi ve hemen sonrasında suyun kalitesine özel bir özen
göstermek ama hemen sonra işi oluruna bırakmak devrine son verilmek
azulanıyor.

Ve bilhassa su fiyatı sürekli bir biçimde ve mümkün
olduğunca düşük tutulacak. Sağlık ve benzeri birçok
konuda belirleyici olan su fiyatının düşük düzeyiyle
vatandaşın kârlı çıkması ümit ediliyor. Sıradan
bahanelerle iki ayda bir su fiyatının artırılmasının
önünün alınması amaçlanıyor.
    
Aynı çerçevede eğer su üretim ve dağıtımından belli
bir KAZANÇ elde edilirse bunun SU HİZMETİNİN İYİLEŞTİRİLMESİ
İÇİN YENİDEN YATIRILMASI İLKESİNİN hayata geçirilmesi de
benimseniyor. Artık amaç daha iyi hizmet ve altyapının
iyileştirilmesi, mükemmelleştirilmesi olacak. Suyun ticari bir mal
olarak kullanılmasının önü alınacak. Su üretim ve
dağıtımından ille kâr etmek ilke olarak kabul edilmiyor. Ama
herhangi bir kazanç elde edilince de bunun yine su hizmeti için
kullanılması benimseniyor.

Su üretim ve dağıtımı kamusal tek şirket tarafından
üstlenince yönetiminin açık, denetiminin mümkün
olacağı da düşünülüyor.

Çünkü böylesi bir şirkette yurttaşlar en geniş bir
biçimde KARARLARIN ALINMASINA KATILABİLECEKLER: Paris'te
ilçe belediye yönetimleri ve anakent belediye yönetimi,
mahalle mahalle dolaşıp, belli aralıklarla düzenledikleri
toplantılarda yapılanları ve yapılacakları anlatıyorlar, bilgi
veriyorlar ve yurttaşların tepki ve önerilerini dinliyorlar.
Eleştirileri dikkate alıyorlar. Ve kimi konularda kararlar bu
toplantılarda oluşturuluyorlar. Böylece bir anlamda doğrudan
demokrasi ve doğrudan denetim mekanizması gerçekleştirilmek
isteniyor. Mahalleliler epey önceden kendilerine duyurulan ve hele kendi
mahallelerini yani kendi yaşam alanlarını ilgilendiren konulardaki
toplantıları kaçırmıyorlar. Vatandaşlar eleştirilerini,
dertlerini, tasarılarını, önerilerini ve düşüncelerini
birinci derecede sorumlu yöneticilere iletebiliyorlar. Fransa'da
buna "democratie locale" deniyor. Yani "yerel
demokrasi".
    
Böylece bir yandan ÜSTTEN yani ilçe belediyeleri veya
anakent belediyesi yönetimlerinden gelen politikalarla ve öte
yandan ALTTAN yani yurttaşlardan ve başkentte oturanlardan gelen
öneriler, tasarılar ve eleştirilerle suyun en uygun fiyata ve en iyi
hizmetle sunulması hedefleniyor ve bu alanda ciddi adımlar atıldı,
atılıyor.

Suyun bir kamu malı olduğunu kimse unutmak istemiyor. Unutmuyor. Bu
açıdan bakınca suyun dikkatlice ve sorumlulukla kullanımı
gerekiyor. İlgililer ve yurttaşlar bu meseleye önem veriyorlar.
 
Bu nedenle suyun dayanışmacı bir biçimde kullanılması ilkesi de
benimseniyor. Bu ilke yayılıyor. Suyun gelişigüzel kullanılmaması
gerektiği her geçen gün daha çok insan, kadın ve erkek
ve çocuk tarafından kabul ediliyor. Bu alanlarda da belediyeler
ellerinden geldiğince bilgilendirme ve uyarma görevlerini yerine
getirmeye çalışıyorlar.

Su üretim ve dağıtımının son derece önemli, hassas, stratejik
ve ciddi bir mesele olduğu artık çok açık bir biçimde
bilindiği için özel şirketlere, özel ellere ve kâr
amaçlı şirketlere bırakılamayacağı Paris'te artık
çok iyi biliniyor.

Suyun ticarîleştirilmemesi gerektiği yıllarca süren
özelleştirmeden sonra anlaşıldı. Ve yapılan bilinçli (veya
bilinçsiz, ama bu mümkün değil) hatadan Paris'te
dönüldü. Darısı diğerlerinin başına:
Fransa'dakilerin ve ötekilerdekinin.

 

M. Şehmus Güzel

 

 

 

Sayı 7 Su Sayfa 100-103

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

 

TMMOB ve Su Mücadelesi

TMMOB ve Su
Mücadelesi

Emperyalist-kapitalist sistem suya ilişkin tüm
dünyada uygulamaya çalıştığı politikaları ülkemizde de
uygulamak istiyor. Bu amaca yönelik önemli adımlardan biri ise
Mart ayında İstanbul'da yapılacak olan 5. Dünya Su Forumu ile
atılıyor. Ülkemizde kapsamlı su özelleştirmeleri yapılmak
istenmesi forumun temel amaçlarından birini oluşturacakken, AKP
hükümetinin hazırlık kapsamında yapmaya başladığı yasal
düzenlemeler bu  amacı daha da belirgin kılıyor.
Suyun metalaştırılması ve özelleştirilmesinin yaşandığı
ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de bu konuya karşı toplumsal bir
muhalefet bir süredir örgütlenmeye çalışılıyor.
Dergimizin de içinde aktif olarak yer aldığı Suyun
Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, birçok siyasi parti ve
örgütü, çevre hareketlerini, sendikaları, TMMOB de
içinde olmak üzere meslek odalarını bir araya getiriyor.
Şu an için emek kesiminde, sermayenin bu konudaki hazırlıklı ve
bütünlüklü saldırısına yanıt verecek kadar
örgütlü, etkin ve halka yayılmış bir tepki
geliştirilemediği bir gerçek olmakla beraber, Suyun
Ticarileştirilmesine Hayır Platformu bu çabanın ilk adımıdır.
Elbette çalışmalar bugünkü haliyle yeterli değildir. Bu
yetersizliğin temel nedenlerinden biri "suyun
metalaştırılması-özelleştirilmesi" konusunun halk için
çok yeni bir konu olmasıdır. Bırakalım bireyleri, birçok
demokratik kurum, emperyalizmin su politikalarını yeni yeni
öğreniyor.
5. Dünya Su Forumu'nun ülkemizde yapılacak olmasından
dolayı gündemde oldukça önemli bir yer kaplayan su konusu
mühendis, mimar ve plancıların mesleki demokratik kitle
örgütü olan TMMOB bünyesinde de esas olarak son
birkaç yıldır gündem oluşturuyor. Tekil olarak odaların su
konusuna ilişkin yaptığı panel, konferans vb. etkinliklerin dışında
(ki bu etkinlikler genellikle "su ve enerji",
"jeotermal" gibi doğrudan su politikalarını değil, suyun
mesleki alanda kullanımını konu eden etkinliklerdir), TMMOB adına
yapılan ve en fazla öne çıkan, suya ilişkin politikaların
tespit edilmeye çalışıldığı etkinlikler, İnşaat
Mühendisleri Odası sekreteryalığında gerçekleştirilen 1. ve
2. Su Politikaları Kongreleri'dir.
Birincisi 21-23 Mart 2006'da, ikincisi ise 20-22 Mart 2008'de
gerçekleştirilen kongrelerin içeriğine, katılımcılarına
ve sonuç bildirgelerine bakıldığında, bu etkinliklerin,
bugünkü TMMOB etkin yönetim anlayışını sıkça
eleştirdiğimiz bir nokta olan "mücadeleci TMMOB"den
uzaklaşılması konusunda kanıtlarla dolu olduğunu
görürüz.   
2006'daki ilk TMMOB Su Politikaları Kongresi, katılımcıları ile
olduğu kadar sonuç bildirgesi ile de son derece tartışmalıdır.
Hem Kongre'ye Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı temsilcisi, TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu
Başkanı gibi sermayenin su politikalarının mimarları diyebileceğimiz
güçlerin temsilcileri çağrılmış, hem de onların
Dünya Su Forumu'nu ve suyun
metalaştırılmasını/özelleştirilmesini destekleyen konuşmalarına
gereken cevaplar verilmemiştir. Böylece Kongre'nin rotasının bu
güçlerce belirlenmesine izin verilmiştir.  
Örneğin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşar
Yardımcısı konuşmasında 5. Dünya Su Forumu'nun ülkemizde
yapılacağını müjdeli bir haber diye TMMOB kürsülerinden
duyururken, yapılan kongrenin Dünya Su Forumu'na hazırlık
niteliğinde olmasını temenni etmiş; kongrede konuşulan, ortaya konan
görüşlerin Dünya Su Forumu'na katkı vermesini
istemiştir. Oysa Kongre'nin sonuç bildirgesinde Dünya Su
Konseyi ya da Forumları'nın hangi amaca hizmet ettiğinden söz
edilmemiş, açık bir karşı duruş sergileyen herhangi bir ifade yer
almamıştır.    
Sonuç bildirgesinin 4. ve 11. maddelerinde su, ekonomik ve sosyal
değeri olan sınırlı bir doğal kaynak olarak tanımlanmıştır. Suyun bu
şekilde nitelendirilmesi büyük bir yanlıştır. Su ilk defa
Birleşmiş Milletler tarafından 1992 yılında düzenlenen Dublin
Uluslararası Su ve Çevre Konferansı'nda ekonomik bir mal
olarak tanımlanmış, yayımlanan Dublin Beyannamesi'nde 'Su
bütün kullanımları dahilinde ekonomik bir değerdir ve ekonomik
bir mal olarak kabul edilmelidir' kararı alınmıştır. Yine aynı
yıl Rio de Janerio'da gerçekleştirilen BM Çevre ve
Kalkınma Konferansı'nda suyun 'eko-sistemin bir
parçası, doğal bir kaynak, sosyal ve ekonomik bir mal' olarak
algılanması gerektiği belirtilmiştir. Suyun ekonomik bir değer olarak
kabulü, suyu temel bir hak olmaktan çıkarıp metalaşmasının
ve tüm metalar gibi fiyatının, üretim miktarının vs. piyasa
kurallarına göre belirlenmesinin önünü açmak,
gerekçesini oluşturmak içindir. Bu ifade
emperyalist-kapitalist sistemin su konusunda uygulayacağı politikaların
ideolojik temelidir. Bir TMMOB etkinliğinin sonuç bildirgesinde yer
alması kabul edilemezdir.
Bildirgede su hizmetlerinin kamunun elinde olması gerektiğine vurgu
yapılırken kamu eliyle de ticarileştirme olabileceği üzerinde
durulmamıştır. Suyun ticarileştirilmesi yalnızca
özelleştirilmesiyle olmaz; bir kamu hizmeti olarak da piyasanın
koşullarına göre arz edilmesi sağlanabilir ya da kamu-özel
ortaklığı gibi sıkça tartışılan modellere gidilebilir.
TMMOB'nin sonuç bildirgesinde bu konuya yaklaşımı gerektiği
kadar açık bulamamaktayız.
Benzer sorunlarla 20-22 Mart 2008'de Ankara'da düzenlenen
TMMOB 2. Su Politikaları Kongresi sonuç bildirgesinde de
karşılaşıyoruz. İstanbul'da düzenlenecek Dünya Su
Forumu'na çok daha yakın bir tarihte gerçekleştirilen
bu Kongre'de, ilk kongrede Dünya Su Konseyi ve Forumları
karşısında açık bir karşı çıkış sergilenmemesi
eksikliğinin giderilmesini bekleyenler yine aradıklarını bulamıyorlar.
Yalnızca bildirgenin sonunda Forum'un İstanbul'da
yapılmasının tesadüf olmadığı, suyun özelleştirilmesi
politikasının bir parçası olduğuna değinen sınırlı bir
bölüm var. Yine bu bildirgede de su, "ekonomik ve sosyal
değeri olan sınırlı ve stratejik doğal bir kaynak" olarak
nitelenmektedir.
Sonuç bildirgesinde "Bütünleşik (entegre) havza
yönetimi, su kaynaklarının çevresel, sosyal, ekonomik
boyutları düşünülerek oluşturulmalıdır" ifadesi yer
almaktadır. Amacı "doğal kaynak olarak su kaynaklarının
yönetiminde su aktörlerini egemen kılmak" olan
"bütünleşik havza yönetimi",
emperyalist-kapitalist sistem tarafından su yönetiminin sermayeye
bırakılması için düşünülen yol ve yöntemlerden
biridir. Aynı zamanda Avrupa Su Çerçeve Direktifi'nin de
temel maddelerinden biridir. Oysa bildirgede Avrupa Birliği'nin su
konusuna bakışına (Su Çerçeve Direktifi'ne) ve bu
çerçevede yapılacak dönüşümlere ilişkin net
bir tutum yoktur.  
TMMOB 2. Su Politikaları Kongresi yalnızca sonuç bildirgesi
açısından değil, organizasyon açısından da TMMOB'nin
devrimci demokrat geleneği ile taban tabana zıt bir etkinlik olmuştur.
Hatta bu açıdan değerlendirildiğinde, birincisini fersah fersah
geride bırakmıştır. Bu Kongre'nin ana sponsoru Nurol ile
destekleyen kuruluşu AGE İnşaat ve Ticaret AŞ, Dünya Su Konseyi
üyesi kuruluşlardır. Öte yandan 5. Dünya Su Forumu Program
Komitesi üyesi Prof. Dr. İbrahim Gürer konferansın düzenleme
kurulu başkanı yapılmıştır. Düzenleme, yürütme ve bilim
kurulu üyeleri içinde Dünya Su Forumu eşbaşkanı ve komite
üyeleri bulunmaktadır.(1) Politika belirlemeyi hedeflediğiniz
böylesine önemli bir etkinliği uluslararası tekeller ve onların
sözcüleri aracılığıyla düzenlemek tekellerin diliyle
konuşmayı da beraberinde getirir, bu kaçınılmazdır. Bunun,
nesnellik adına karşıt görüşlere de yer verme tavrıyla ilgisi
yoktur; böyle bir gerekçe her şeyden önce sponsorluk
kurumunun anlamına ve varlık amacına aykırı düşer.  
 

Su Hakkı Mücadelesi

2008 baharından itibaren ve 5. Dünya Su Forumu'nun da
yaklaşmasıyla birlikte Türkiye'de su hakkı mücadelesi
veren kurum ve kuruluşlar bir araya gelmeye başlamıştır. Bunun ilk
adımı İstanbul'da bazı oda birimlerinin ve akademisyenlerin de
katkılarıyla Supolitik'in oluşturulması ile atılmıştır.
TMMOB'nin birincisini "aşan" 2. Su Politikaları Kongresi
ile aynı günlerde İstanbul'da Supolitik tarafından, su hakkı
mücadelesini yükselten Kapitalizmin Kıskacında Su başlıklı bir
uluslararası konferans düzenlenmiştir. Bu konferans ülkemizdeki
su hakkı mücadelesi açısından bir dönüm noktası
oluşturmuş, mevcut olan parçalı yapının giderilmesi ve
mücadelenin birleştirilerek Suyun Ticarileştirilmesine Hayır
Platformu'nun kurulmasında önemli bir katkısı olmuştur.
TMMOB'nin özellikle 2. Su Politikaları Kongresi sonrasında
takınacağı tavır merakla beklenirken, TMMOB'nin
görevlendirmesiyle İstanbul İKK'nın da harcadığı ciddi
emekler neticesinde Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu
kurulmuştur. Platform başlangıçta gerek su hakkı
mücadelesinin ülkemizde yeni bir konu olmasından, gerek bu konuyu
bilenlerin azlığından, gerekse de birliktelik
kültürünün ülkemiz demokratik kamuoyunda fazla
oturmamış olmamasından kaynaklı birçok sıkıntıyla
karşılaşmış, bileşenler uzun süren bir uyum dönemi
yaşamışlardır. 8-9 Kasım 2008 tarihlerinde İTÜ
Taşkışla'da düzenlenen Uluslararası Su Konferansı'yla
birlikte ve özellikle 2009 yılı başlarından itibaren ise önemli
bir pratik çalışma ortaya konmuştur.
Dünya Su Konseyi'nin çıkarlarını savunduğu
uluslararası su tekellerinin ülkemizde ve dünyada suyun
ticarileştirilmesine, özelleştirilmesine yönelik girişimlerinin
boyutu ve suyun yaşamın vazgeçilmezi olması dolayısıyla
metalaştırılmasının halk açısından yıkıcı sonuçlar
doğuracak olması, bu mücadeleyi daha da önemli kılmaktadır. Her
ne kadar kendi içinde örgütlenme, emek harcama ve söz
birliği noktalarında belli zaafları bulunsa da bugün Suyun
Ticarileştirilmesine Hayır Platformu ülkemizdeki su hakkı
mücadelesinin öncüsü durumundadır.
Platform'un düzenlediği eylem ve etkinliklerin katılımının
genellikle düşük olması, bileşeni olan birçok kurumun
"adı var kendi yok" durumunda bulunması ilk akla gelen
eksikliklerdir. TMMOB'nin de su hakkı mücadelesi konusunda
üyelerini bilinçlendirme ve örgütleme faaliyeti,
gücünün ve kaynaklarının gerektirdiği boyuttan uzaktır.
Örneğin Platform'da karar altına alınan "Platformun
bileşeni olan bütün örgütlerin merkez ve şubelerinin
bulundukları yerlerde benzer platformlar kurulmasına öncülük
etmesi ve kurulanlara düzenli ve eylemli olarak katılmaları
doğrultusunda uyarılması, bilgilendirilmesi ve özendirilmesi"
konusunda, TMMOB tarafından, kendi öncülüğünde platform
oluşturulabilecek Ankara, İzmir gibi iller varken bu konuda yeterli
çaba gösterilmemiştir.
Öte yandan Platform'a sanki yalnızca 16-22 Mart'taki
Dünya Su Forumu'na karşı mücadeleyi örgütlemekle
sınırlı olarak kurulmuş bir yapı olarak bakmak da sorun olarak
görülecek bir diğer noktadır. Oysa TMMOB 40. Dönem Olağan
Genel Kurulu'nda alınan 19 No'lu karardan da anlaşılacağı
gibi Genel Kurul "suyun özelleştirilmesine yönelik her
türlü politikalara karşı, sendikalar, meslek örgütleri
ve demokratik örgütleriyle ortak organizasyonlar oluşturulmasında
TMMOB'nin öncü bir görev üstlenerek bu yönde
çalışmalar yapılması hususunda 40. Dönem TMMOB Yönetim
Kuruluna görev verilmesine" karar vermiştir.(3) Suyun
Ticarileştirilmesine Hayır Platformu da bu çerçevede
kurulmuştur. TMMOB Genel Kurulu kararları "Dünya Su Forumu ile
sınırlı su hakkı mücadelesi"ni tekzip etmektedir.
Dolayısıyla yapılması gereken, 16-22 Mart'tan sonra da bu
mücadelenin sürdürülmesi ve yaygınlaştırılması
konusunda çaba sarf etmektir.
Platform 16-22 Mart Dünya Su Forumu geçtikten sonra da
varlığını devam ettirmeli, eksiklerini gidermeli, bileşenlerinin daha
aktif katılımını sağlamalı, yerellerle zayıf olan bağı
kuvvetlendirmelidir. Bu eksikliklerin giderilmesi su hakkı
mücadelesinin büyütülmesi için ön koşuldur.
TMMOB'ye düşen de bu eksiklerin giderilmesi için elinden
geleni yapmak olmalıdır.  
Ancak bunun olabilmesi için TMMOB'de öncelikle
çözülmesi gereken sorun, egemen su politikalarına ve su
hakkı mücadelesine bakışın netleştirilmesidir. 2. Su Politikası
Kongresi'nin özeleştirisi hâlâ verilmemiştir. Bu
Kongre'nin ardından Suyun Ticarileştirilmesine Hayır
Platformu'nun oluşturulmasına dönük harcanan emek,
Kongre'ye bir tekzip olarak değerlendirilebilirse de, bu
özeleştirinin yapılması, sonrasında bu gibi etkinliklerinin
önünü kesmek açısından olmazsa olmazdır.

DİPNOTLAR
 
(1) Mühendislik, Mimarlık ve Planlamada Artı İVME, Sayı 5-TMMOB
/>
(2) TMMOB 40. Dönem Olağan Genel Kurulu Karar No.19: 19-
"Özelleştirmeler AKP iktidarı döneminde de talan anlayışı
ile hızla devam etmektedir. Dünya Bankasının talepleri doğrultusunda
insan için zorunlu yaşamsal vazgeçilmez nitelikteki bir
kullanım aracı olan suyun özelleştirilmesi de
gündemleştirilmektedir. Akarsuların satışını, havza kullanım
haklarının sermayeye devrini sağlayacak yasal düzenlemelere
yönelik hazırlıklar yapılmaktadır. İngiltere, Fransa, Latin Amerika
ülkelerinde yapılan suyun özelleştirilmesi yoksul halk kesimleri
için yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
Dünya Su Konseyi tarafından düzenlenecek olan 5. Dünya Su
Forumu 16-22 Mart 2009 tarihinde İstanbul'da toplanacaktır. Dünya Su
Forumu'nda Küresel Su Politikaları tartışılacaktır. Dolayısıyla
Küresel Su politikalarının temsilcileri kadar bu politikalara
muhalefet eden çok sayıda örgüt temsilcisi de İstanbul'a
gelecektir.
Dünya Su Forumu için hazırlıklara başlamak, Foruma
seçenek olacak karşıt organizasyonlar oluşturmak, küresel su
güçlerine muhalefet eden uluslararası güçleri bir
araya getirmede, suyun özelleştirilmesine yönelik her
türlü politikalara karşı, sendikalar, meslek örgütleri
ve demokratik örgütleriyle ortak organizasyonlar oluşturulmasında
TMMOB'nin öncü bir görev üstlenerek bu yönde
çalışmalar yapılması hususunda 40. Dönem TMMOB Yönetim
Kuruluna görev verilmesine,"

 

 

Sayı 7 Su Sayfa 120-126

İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

Su Kirliliği

Su
Kirliliği

Dünyada ve ülkemizde hızla artan
çevre kirliliği, havamızdan suyumuza kadar pek çok yaşam
kaynağımızın yok olmasına neden olmaktadır. Su kirliliği
çevresel sorunlarımızdan yalnızca birisidir. Bu kirliliğe sebep
olan etmenleri sanayi atıkları, petrol atıkları, nükleer atıklar,
ev atıkları ve denizlere karışan lağım suları olarak sıralamak
mümkündür.
Yer altı ve yer üstü su kaynaklarının kirlenmesi, bunun
bitkilere, tarım alanlarına etkisiyle birlikte doğal dengede meydana gelen
bozulmalar tüm canlı türlerinin yaşamları için ciddi bir
tehdit oluşturmaktadır. Özellikle denizlerde artan kirlenmeyle
birlikte pek çok canlı türünün nesli tükenmeye
başlamıştır. Örneğin Marmara denizi, kirlilik nedeniyle
balıkların yaşamasına uygun bir ortam olmaktan çıkmıştır.
Karadeniz'de ise hamsi ve diğer balık türleri giderek azalmakta olup,
larva halindeki ıstakozlar temiz su bulamamaları nedeniyle giderek yok
olmaktadır. Nehir ve göllerimizde de durum bundan farklı değildir.
/>
Ülkemizdeki bu hızla artan su kirliliğinin nedenleri arasında
altyapısı ve arındırma tesisleri olmayan sanayilerin atık gazlarını
denetimsiz olarak atmosfere, atık sularını da arındırmaksızın deniz ve
nehirlere bırakmasını, turizm ve tarım sektöründeki
çevreye zarar veren uygulamaları sıralayabiliriz.
Özellikle tarımda kullanılan zehirli ilaçlar, yağmur suları
ile birlikte topraktan denizlere akmakta ve denizde tarımsal kökenli
bir kirliliğin oluşmasına neden olmaktadır. Doğu Akdeniz sularındaki
kirliliğin büyük bölümü de bu şekilde
oluşmuştur. Ayrıca ülkemiz denizlerinde yapılan
çalışmalarda başta DDT olmak üzere benzeri zehirli tarım
ilaçlarının balıkların vücudunda depolandığı tespit
edilmiştir. Bu zehirli maddeler besin zinciri boyunca yürümekte ve
insan dahil bütün canlılara zarar vermektedir.
Yaşamsal gereksinimlerimizden biri olan sağlıklı içme suyunun,
devlet eliyle sağlanarak, insan sağlığına uygun bir biçimde ve
yine devlet güvencesi altında evlerimize kadar ulaşması
gerekmektedir. Su hizmetlerinin kâr hırsına kurban edilmesinin insan
sağlığı üstünde son derece tehlikeli, ölümcül
olabilecek etkileri olacaktır.
Bu konuya ve kapitalizmin insan yaşamına verdiği değere ilişkin
çarpıcı bir örnek, su hizmetlerinin kalitesiyle bilinen
Kanada'da 2000 yılında yaşanmış bir salgındır. Sağlıksız,
kirli su nedeniyle Afrika'da, Asya'da, Ortadoğu'da
bugüne dek binlerce çocuk ve yetişkin ölmüş ve bu
gazete haberlerine bile konu olmamışken, benzer bir olayın Kanada gibi bir
ülkede yaşanması büyük fırtına koparmıştır elbette.
Soruşturma raporunu hazırlayan yargıç, salgının sebebini
açıkça Kanada'da su tahlillerinin devlet
laboratuarlarının elinden alınarak özelleştirilmesine
bağlamıştır. Gerekli klor ölçümleri gerektiği gibi
yapılmadığı için yayılan salgın, 10.000 civarında nüfusu
olan Walkerton kasabasında 2300 kişinin hastalanmasına, aralarından
7'sinin ise ölümüne yol açmıştır. Ne var ki
çok ses getirmiş bu felaketten sonra bile Kanada'da su
alanındaki özelleştirmelerden geri adım atılmamıştır. Sermayenin
tercihinin her zaman ne taraftan yana olduğunu gösteren önemli bir
örnektir bu.
Ülkemizde de bugün Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerin
içme sularındaki arsenik oranlarıyla da gün yüzüne
çıkmakta olan kirlilik, halkımızın en temel hakkı olan
sağlıklı yaşama hakkını tehlikeye sokmaktadır.
1940'ların başında ülkemiz gündemine giren çevre
kirliliği, sanayinin geliştiği bölgelerdeki denetimsiz uygulamalar,
yanlış kent politikaları ve aşırı nüfus artışıyla birlikte
giderek artarak günümüzde doğal dengeyi sarsacak boyutlara
ulaşmıştır.
Su kirliliği ise, ilk kez Haliç'teki gözle
görülür boyutlara ulaşan kirlilik ile ortaya
çıkmış, 1940'lı yıllarda bu konuda ilk bilimsel
ölçümler yapılmıştır. Haliç'ten sonra
1960'ların ortalarından başlayarak İzmir ve İzmit Körfezleri,
1970'li yıllarda da Mersin, İskenderun ve Edremit Körfezleri
artan bir biçimde kirlenmeye başlamıştır. Aynı şekilde
1970'li yıllarda Porsuk, Simav, Ankara ve Sakarya Nehirleri ile
Sapanca ve Tuz göllerinde de kirlenme saptanmıştır.
Türk Tabipler Birliği'nin 'İnsan Sağlığını
Etkileyebilecek Unsurlar Konusunda Türk Tabipleri Birliği
Görüşü' başlıklı bildirgesinde, halk sağlığını
etkileyen pek çok zararlı etmen arasında gösterilen fakat
içme sularındaki varlığı belediye başkanları tarafından kabul
edilmeyen arsenik ile ilgili olarak şu bilgilere yer verilmiştir:
''….İnorganik arsenik insanlar için çok
zehirli olup organik arsenik daha az zararlıdır. Besinlerde ve sudaki
yüksek miktarda (60 ppm) arsenik öldürücü olabilir.
Arsenik sinir sistemi, mide-barsak ve cilt dokularına zarar verir.
Yüksek miktarlarda solunması akciğer ve solunum yollarında yaralara
neden olabilir.
Düşük düzeylerde arseniğe maruz kalmak bulantı, kusma ve
ishale, kırmızı ve beyaz kan hücrelerinin yapımında düşmeye,
kalp ritminde bozulmaya, kan damarlarında patolojilere, el ve ayaklarda
iğnelenme ve karıncalanma hissedilmesine neden olabilir. Uzun süre
maruziyet durumunda ciltte kararmaya, el ve ayaklarda ve gövdede siğil
ve kabarmaların olmasına neden olabilir.  Doğrudan cilt teması
kızarma ve şişmelere neden olabilir.
Arsenik bilinen bir kanserojendir. İnorganik arseniğin solunması akciğer
kanserine, besin yoluyla alınması ise cilt, mesane, böbrek, karaciğer
ve akciğer kanserine neden olabilir.
Yüksek düzeyde maruziyet durumunda idrarda saptanabilir, ancak
maruziyetten kısa bir süre sonra tahlil yapılması gerekir. Ancak
maruziyetten sonraki 6-12 ay boyunca saç ve tırnakta saptanabilir.
Ancak bu testler düşük düzeyde maruziyetlerde anlamlı
değildir ve olası bir sağlık etkisi konusunda fikir vermez. EPA'nın
içme suyu için verdiği en üst sınır 0,05 ppm'dir, ancak
bu düzey ileride düşürülebilir….''
/>
İnsan sağlığına etkileri bu derece ölümcül olan bir
maddenin içme sularında var olduğunu bilen fakat hiçbir
zararlı etkisi olmadığını kendisi de çeşmeden su içerek
ispatlamaya çalışan belediyecilik anlayışı, "kimse ishal
olmadı" diyerek kendini savunabilmiştir.
Kapitalizm Kanada'da da, Türkiye'de de aynıdır; daha
çok kâr uğruna gözden çıkaramayacağı
hiçbir değer yoktur; yeşil bir doğa, masmavi denizler, insan
sağlığı, temiz içme suyu…Hatta kendinden olmayan her insan
ve hatta bütün bir Irak olduğu gibi bütün bir
Gazze…Daha fazla kâr için bir ormanı kül etmek
gerekiyorsa edilir, denizlere zehirli atık bırakılacaksa bırakılır,
içme sularına kimyasal atıklar karışacaksa karışır hiç
düşünmeden…Daha fazla kâr için çocuklar
ölecekse öldürülür, şehirler yok edilecekse edilir
hiç acımadan…Daha fazla insan aç kalacaksa aç
bırakılır, yoksul, yoksun bırakılır…
Nasıl ki doğa her yeni güne kendini yenileyerek uyanıyor ise,
doğanın bir parçası olan insanoğlu da içinde yaşadığı
bu düzeni değiştirerek yepyeni günlere uyanacaktır;
açlığın, yoksulluğun olmadığı, çocukların kâr
uğruna öldürülmediği, doğanın kirletilmediği…
/>

 


Türk-İşten Tekel'cilere Karşı Genelge

Türk-İşten Tekel'cilere
Karşı Genelge

Türk-İş yönetimi Tekel
işçilerinin işgal eylemlerine karşı tüm teşkilatı
uyardı
 
Türk-İş, son dönemde bölge binalarının işgali,
işgal girişimleri ve genel merkeze yönelik eylemler nedeniyle tüm
teşkilatını uyardı. 
 
Türk-İş, son günlerde yaşanan olaylar nedeniyle
konfederasyona bağlı sendikaların genel başkanlıkları, bölge ve il
temsilcilikleri ile şube başkanlıklarına bir genelge
yolladı. 
 
Genelgede, 26 Mayıs Genel Eylemi'nin, konfederasyona bağlı
sendikalara üye işçiler tarafından, Türk-İş Başkanlar
Kurulu'nun eğilimleri doğrultusunda alınan karara uygun bir
biçimde, kimi yerlerde konfederasyonlar tarafından hazırlanan ortak
bildirinin okunması kimi yerlerde alanlarda yapılan kitlesel eylemler
şeklinde gerçekleştirildiği ifade edildi. 
 
Eylemin, konfederasyonlar tarafından 22 Şubat 2010'da belirlenen
talepler çerçevesinde gerçekleştirildiği belirtilen
genelgede, bunların, "başta 4/C olmak üzere güvencesiz,
kuralsız, esnek tüm istihdam uygulamalarından vazgeçilmesi, iş
güvencesinin sağlanması, kiralık işçilik düzenlemesinin
gündemden çıkarılması, çalışma hayatını
düzenleyen yasaların ILO ve AB normlarına uyarlanması,
çalışanların örgütlenmesi önündeki engellerin
kaldırılması, kamu çalışanlarına grevli, toplu iş
sözleşmeli sendika hakkının güvence altına alınması"
gibi acil ve öncelikli talepler olduğu vurgulandı. 
 
Türk-İş'in 2008 başından bu yana, bu ve diğer talepler
için "üretimden gelen gücün kullanılması"
ve mitingler başta olmak üzere 24 kez eylem yaptığına işaret edilen
genelgede, "Türk-İş taleplerinin takipçisi olacak ve
çalışma hayatının bu ve diğer sorunlarının
çözümü için gerektiğinde yine diğer
konfederasyonlarla birlikte mücadeleye devam edecektir"
denildi. 
 
 
-"(BİR GECE ANSIZIN GELEBİLİRİM)
YAKLAŞIMI"- 
Son günlerde Türk-İş bölge binalarında yaşanan
işgallere değinilen genelgede, şunlar kaydedildi: 
 
"Türk-İş, bölge binalarına yapılan işgal ve işgal
girişimleri ile Türk-İş Genel Merkezi önüne kendini
zincirleme ve gece yarısı Türk-İş Genel Merkezi'nin kapısına
dayanma girişimlerinin, 'bir gece ansızın gelebilirim'
yaklaşımlarının, tıpkı 1 Mayıs Taksim kürsüsüne
yapılan saldırı gibi emek mücadelesine hiçbir katkısı
olmadığını, aksine zarar verdiğini düşünmekte, bu tür
saldırgan girişimlerin 'hak arama eylemleri'
çerçevesinde değerlendirilmesini mümkün
görmemektedir. 
 
Nitekim, 1 Mayıs Taksim kutlamalarını gerçekleştiren
Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen ve KESK
tarafından 9 Mayıs 2010'da yapılan ortak açıklamada, Taksim
Kürsüsü'ne yapılan saldırı ve işgal kınanmış, bu
tür yaklaşımların 'teşhir ve tecrit edilmeleri
gerektiğine' işaret edilmiştir. 
 
-"SENDİKAL DİSİPLİNE AYKIRI"- 
 
Türk-İş bölge binalarını işgal edenlerle, 1 Mayıs Taksim
Kürsüsü'ne saldıranlar aynı kişilerdir. Bu kişiler
emek hareketi içinde teşhir olmuşlardır ve tecrit olmaları da
yakındır. 
 
Türk-İş topluluğu, kültür ve geleneğine uymayan hukuk
dışı, demokrasi dışı ve sendikal disipline aykırı faaliyetlere
karşı duyarlılığını korumalı, disiplinini ve demokratik tavrını
kaybetmemelidir. Sendikalarımız yönetim kurulu kararları olmadan
şubeleri veya üyeleri tarafından Türk-İş tüzel
kişiliğini yıpratmaya yönelik provokatif eylemlere imkan vermemeli,
asıl amaçlarını gizleyerek işçilere destek veriyor gibi
görünen gruplara karşı duyarlılıklarını her zamankinden
üst düzeye çıkarmalıdır." 
 

Genelgede, 26 Mayıs eylemine katkıda bulunan sendikalara ve
üyelerine teşekkür edildi. 

İstanbul'da kuduz korkusu: 3 mahalle karantinada

İstanbul'da kuduz korkusu:
3 mahalle karantinada

İstanbul'un Bağcılar ilçesindeki
Fevzi Çakmak, Fatih ve Kemalpaşa mahallelerinde kuduz köpek
paniği yaşanıyor.
 
Mahalleler, başıboş gezen bir köpeğin 4 kişiyi ısırması, bu
köpeğin de kuduz olduğununun belirlenmesi üzerine karantinaya
alındı. Yetkililer, köpeğin 4 kişinin dışında bir çocuğu
ısırmış olabileceği ihtmaline karşı mahallelerde çalışma
başlattı. 
 
Bağcılar Belediyesi, Bağcılar Emniyet
Müdürlüğü, Bağcılar İlçe Sağlık Grup
Başkanlığı ve İlçe Tarım
Müdürlüğü'nün oluşturduğu komisyonun
aldığı karar doğrultusunda, 3 mahalle 6 ay boyunca karantina altına
alındı. 
 
Mahalle girişlerine ise, "Bu mahallede kuduz hastalığı
çıktığından karantina altına alınmıştır" yazılı
pankart asıldı. Kuduz köpek ise müşahede altına alındığı
Bağcılar Hayvan Barınma Merkezi'nde öldü. Yapılan
testlerde köpeğin kuduz olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine
yetkililer harekete geçerek köpeğin ısırdığı belirlenen 4
mahalle sakiniyle irtibata geçti. 
 
4 kişinin Haseki Hastanesi Kuduz Aşısı Merkezi'nde kuduz
aşıları yapıldı ve tedavileri devam ediyor. Ancak DHA'muhabirlerine
konuşan mahalle sakinlerinin karantina kararına rağmen hala olaydan
habersiz olması dikkat çekti. Kuduz köpeğin kendisini
ısırdığını söyleyen mahalle sakini Ahmet Sayan, sabah saatlerinde
bakkala gittiği sırada köpeğin kendisine saldırarak ısırdığını
ifade etti. Sayan, "Olayın akabinde hastaneye başvurdum. Gidip
düzenli olarak aşımı oluyorum. Beni olaydan 3 gün sonra
köpeğin tutulduğu barınaktan aradılar. Köpeğin kuduz
çıktığını hemen tekrar hastaneye gitmem gerektiğini
söylediler. Hastaneyi zaten o konuda yönlendirmişler"
dedi. 
 
İki günde bir İl Sağlık
Müdürlüğü'nden aşılarını alıp almadığı
konusunda arandığını ifade eden Sayan, köpeğin bir kişiyi daha
ısırdığını gördüğünü söyledi. 
 
 
"ŞOKU ÜZERİMDEN ATAMADIM" 
Köpeğin kendisini ısırdığını söyleyen diğer bir
mahalleli Bilal Genç ise, köpeğin kendisine saldırdığı anı
hala unutamadığını ve şokta olduğunu söyledi. Genç,
köpeğin ısırması sonucu vücudunda oluşan ısırık izlerini
kameraya gösterdi. 
 
 
BÜTÜN BAĞCILARI KAPSAMALI 
Fevzi Çakmak mahallesi Muhtarı Salih Avcı da,
"Yetkililerle görüştüm. Bütün
Bağcılar'ı kapsaması gerekiyor bu uygulamanın. Köpek
başıboş. Bugün bu mahallede yarın başka bir mahallede oluyor. Bu
afiş çok yararlı oldu ama vatandaşın bilinçlenmesi
lazım" diye konuştu. 
 
 
"HABERİMİZ YOK" 

Mahalle sakinleri ise ne kuduz köpekten ne de pankarttan haberi
olduğunu söyledi. Bir mahalle sakini ise, "İlk defa sizden
duyuyorum. Varsa bizim için çok kötü olur
çünkü küçük çocuklarımız var"
dedi. 

 

Kaynak: Radikal

29 Mayıs 2010 Cumartesi

25 yaş üstüne "özel" üniversite sınavı

25 yaş üstüne "özel"
üniversite sınavı

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan,
çeşitli nedenlerle üniversite öğrenimi göremeyen veya
ikinci bir üniversite diploması almak isteyen 25 ve üstündeki
yaş gruplarına yönelik özel bir ''üniversiteye giriş
sınavı'' yapılarak üniversitede "okuma şansı"
verileceğini açıkladı.
 
YÖK Başkanı Özcan, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, 25 yaş üstü kişilerin özel bir sınavla
üniversiteye girebileceğini açıkladı. Özcan bu
uygulamanın vakıf üniversitelerine yarayacağının altını
çizmeyi de unutmadı.
 
Özcan, "25 yaşını geçmiş, üniversiteyi
okuyamamış ama üniversitede okumak veya üniversite okuyup da
ikinci diploma almak isteyenler varsa, bu insanlara yani yaşları normal
öğrenim çağını birazcık geçmiş insanlar, eğer
üniversitede okumak isterlerse onlara özel bir sınav yapalım, bu
sınavda sadece genel kabiliyetleri ölçülsün. Bu
öyle bilgi sınavı değil. Mesela fizik, kimya, matematik yani lise
bilgisi değil de ne kadar kabiliyetli, bunun ölçüleceği
bir sınav yapılsın. Eğer o şahıs bu sınavda başarılı olursa,
üniversitede istediği bölüme alalım diye
düşünüyorum. Bunu daha ben düşünüyorum,
arkadaşlarımla paylaşmadım henüz" ifadelerini kullandı.
 
YÖK Başkanı, böyle bir çalışmanın, vakıf
üniversitelerine kaynak sağlayacağını belirterek, ''Bunun nedeni de
yakında yükseköğretime girmeye hazırlanan öğrenci
sayısında eğer azalma olursa ki nüfus projeksiyonları bunu
gösteriyor, vakıf üniversiteleri çok zorda kalabilirler.
Onları bir ölçüde tatmin etmek için, onlara kaynak
sağlamak için böyle birşey düşünüyorum. Tabii
ki bu devlet üniversiteleri için de geçerli. Önce
vakıflara gelecek, sonra da devlet üniversitelerine sirayet
edecek" dedi.
 

''Böyle bir projenin uygulanması durumunda, hedef kitlenin ne kadar
olduğu'' yönündeki soru üzerine Özcan, yeterli sayıda
talep olacağını kaydetti. Özcan, ''Mesela 2 yıllık okullarda
okumuş Türkiye'de 600 bin ile 1 milyon arasında insan var. O insanlar
üniversite bitirmek isteyebilirler. Birçok insan ikinci
üniversite diplomasını almak istiyor bugünlerde. Mesela ev
hanımlarının çoğunun buna müracaat edeceğini
düşünüyorum. Çünkü çocuklarını
belli bir yaşa getirmiş, çocukları okula giden anneler,
üniversite diploması almak isteyebilir, böyle bir fırsatı
kullanmak isteyebilir'' ifadelerini kullandı. 

 

Kaynak: Sol

HES'e yumurta ve boru yağmuru

HES'e yumurta ve boru
yağmuru

Kastamonu Cide ve Artvin Hopa Loç Vadisi'nde
santrale hayır diyen yöre halkı, santral inşaatını yapan şirketi
yumurta ve boru yağmuruna tuttu, "Loç vadisi darda, sarı yazma
isyanda", "Devlet Su İşleri, bırak bu işleri" diye
haykırdı.
 
Karadeniz halkı, bölgede 450-500 hidroelektrik santral yapmak
isteyen AKP Hükümetini karşı el ele verdi. Cide ve Loç
Vadisi, santrallerin yapılacağı yerlerden sadece ikisi.
 
'SU İŞLERİ, BIRAK BU İŞLERİ
 
Cideliler ve Hopalılar, bugün yaşam alanlarına santral
yapılmasına karşı eylem yaptı. Öğle saatlerinde Kabataş Vapur
İskelesi'nde toplanan santral karşıtları, "Loç Vadisi'nde
bizim borumuz öter", "Sarı yazma isyanda",
"Karadeniz isyanda" yazılı pankartlar açtı.
 
Yaklaşık 200 kişi, rengarenk yöresel kıyafetlere, Rıfat
Ilgaz'la, Cide ile özleşleşen sarı yazmaları, HES'lere karşı
döviz ve pankartlarıyla renkli görüntüler oluşturdular.
Eylemde tulum sesi ile davul zurna sesi iç içe geçti,
bir yanda köçek oynandı, diğer yanda horon tepildi.
 
Karadenizliler kararlı duruşuyla da dikkat çekti. Kitle,
Kabataş İskelesi'nden HES inşaatı ihalesini alan şirketin genel
merkezinin bulunduğu Tophane'ye kadar caddenin bir
bölümünü trafiğe kapatarak yürüdü.
 
Yürüyüş sırasında sık sık, "Santral yapma
boşuna, yıkacağız başına", "Loç vadisi darda, sarı
yazma isyanda", "Devlet Su İşleri, bırak bu işleri",
"Topraklar, nehirler, sermaye zahirler" sloganları atıldı.
 
ŞİRKETİN KAPISINA DAYANDILAR
Yürüyüş, Cide'de HES yapımı ihalesini alan Orya
Elektrik'in Tophane'deki genel merkezinin önünde sona erdi.
 
Kitle, polis koruması altına alınan şirketin kapısına, HES
için bölgede döşenen boruları simgeleyen, borulardan
yapılmış siyah çelengi bıraktı. Ortak açıklamayı okuyan
Erdinç Ay, şirketin ÇED raporlarını hiçe
saydığını, yöre halkını birbirine
düşürdüğünü söyleyerek, "Biz bugün
buraya bu şirketi uyarmaya geldik. Bir dahaki gelişimizde çadır
kuracağız" dedi.
 
Cide ve Hopa halkının ortak eylemine Kastamonu Derneği, Derelerin
Kardeşliği Platformu, Munzur'u Koruma Kurulu destek verdi.
 
Munzur ve Hopa'da yapılmak istenen santrallerle ilgili yapılan
açıklamada da, "Ağaçlarımızı, topraklarımızı,
mezarlarımızı sermayeye kaptırmayacağız. Karadeniz'de 450-500 HES
projesi var. Hançeri tek tek sokuyorlar. O zaman hep birlikte karşı
koyacağız" denildi.
 
'EYLEM BİTTİ' ANONSUNA RAĞMEN

'Eylem bitti' anonsuna rağmen öfke dinmedi. Orya İş Hanı, kitle
tarafından yumurta yağmuruna tutuldu. Halk, yanlarında getirdikleri
boruları parçalayarak binaya fırlattı. Polisle eylemciler arasında
kısa süreli bir gerginlik yaşandı. 

 

Kaynak: ETHA

Haluk Kırcı Serbest Bırakıldı

Haluk Kırcı Serbest
Bırakıldı

 Bahçelievler'de 7 TİP'liyi
öldürmek ve Susurluk davasından mahkum olan Haluk Kırcı,
cezasını "tamamladı." Kırcı, Maltepe Cezaevinden serbest
bırakıldı.

 
İSTANBUL- Ankara Bahçelievler'de yedi Türkiye İşçi
Partili (TİP) genci öldürmek ve ardından da Susurluk davasından
mahkum olan tetikçi Haluk Kırcı, yanlışlıkla tahliye edilerek
cezası infaz edildikten sonra bugün serbest bırakıldı. Cezasını
"tamamlayan" Kırcı, Maltepe Cezaevi'nden salıverildi.
 
Haluk Kırcı, Ankara'da 7 TİP'li genci boğarak öldürmekten
12 Nisan 1988 tarihinde 7'şer kez idama mahkum edildi. Cezaları 1991'deki
yasa uyarınca toplam 70'er yıl ağır hapse çevrildi. Kırcı, 36
yıl hapis yatması gerekirken, 1991'de tek bir adam öldürme
suçlusu gibi kabul edilip 26 Nisan 1991'de Bursa Cezaevi'nden tahliye
edildi.
 
Daha sonra Adalet Bakanı Seyfi Oktay, yanlış tahliye edildiklerini
belirterek itiraz etti. Yargıtay da Kırcı'nın erken tahliye kararını
iptal etti. Kırcı, bunun üzerine aranmaya başlandı. Kırcı, firarda
iken 1 Ağustos 1992'de Erzurum'da evlendi. Nikah şahitliğini dönemin
Erzurum Valisi Mehmet Ağar yaptı. Ancak 25 Ocak 1996'da yakalanabildi,
ancak bu kez de nezaretten kaçırıldı.
 
Bu firardan sonra yakalanabilmesi(!) 3 yılı buldu. İzine Abdullah
Çatlı'nın öldüğü Susurluk kazasında rastlandı. 10
Ocak 1999'da İstanbul Terörle mücadele ekiplerinin bir operasyonu
ile gözaltına alındı, 8 Şubat 1999'da İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi'nde yargılanmaya başladı.
 
Susurluk çetesi üyeliğinden 4 yıl hapse mahkum
edildi.
 
18 Mart 2004'de ikinci kez yanlışlıkla tahliye edilen Haluk Kırcı,
Bahçelievler'de öldürülen TİP'lilerin avukatlarının
itirazı üzerine aranmaya başlandı.
 
Yanlış infaz hesabı nedeniyle serbest bırakılan ve ardından
kaçtığı Ukrayna'da yakalanan Haluk Kırcı, sorgusunun ardından
kesinleşmiş hapis cezaları nedeniyle 4 Şubat 2005 günü Kartal
Cezaevi'ne gönderildi. 
 
Kaynak: ETHA