Kürel sınma ve
Susuzluk
Sermayenin ideolojik sözcüleri önceleri
küresel ısınmanın susuzluğa yol açan bir etken
olmadığını, susuzluğun nedeninin suyun yanlış kullanımı olduğunu
söylüyorlardı. Ne var ki sonraları, her şeyin suçunu
küresel ısınma ve iklim değişikliğine atmaya başladılar. Bu
söylem değişikliği ile her şeyden önce doğanın dengesinin
bozulmasında tehlike sınırları günümüzde aşılmış
olduğu için, bugüne dek küresel ısınmayı engelleyecek
politikaların niçin geliştirilmediği suçlamasını
savuşturmak istiyorlar. İkinci olarak susuzluğun nedeni yalnızca iklim
değişikliğine bağlanınca, doğaya zarar veren bir üretim
anlayışı üstüne kurulmuş ekonomik-politik sistemin
sorgulanması engelleniyor. Üçüncü olarak ise
küresel ısınmayı engellemek adına yapılan önerilerde
uluslararası sermaye için yeni üretim ve ticaret, yani kâr
alanları açıldığı da gözlerden kaçmıyor.
Yerküremiz, öteden beri iki ayrı iklim döngüsünde
bulunuyordu. Bir sıcak döngü, bir soğuk döngü.
Buzulların dünyayı kaplaması ve sonrasında sıcaklığın artması
sürekli iklimleri değiştirmiştir. Birbiriyle çarpışarak
kırılan kaya kütlelerinin yarattığı Himalayaların Afrika'da
neden olduğu yağmur alma oranı değişikliği ya da dünyanın kendi
ekseninde, güneş çevresinde dönmesi gibi dinamiklerin
etkisi ile bu döngü süreklileşmiştir. Atalarımız buzul
çağında yaşamış, bugünkü insanın dünya
üzerindeki varlığı ise dünyanın sıcak döngüsüne
denk gelmiştir.
Dünyamıza düşen güneş ışınları yüzeyden yansıyıp
uzaya geri dönmeye çalışırken, atmosferdeki "sera
gazları" adı verilen %36-70 su buharı, %9-26 karbondioksit, %4-9
metan ve %3-7 ozon gazları yüzünden atmosferde tutulmakta; bu da
ısınmayı arttırmaktadır. Bunun adı sera etkisidir. Sera etkisi olmayan
bir dünya, yaklaşık 33°C'lik bir soğuma ile karşı
karşıya kalır ki, bu da dünyamızın bir kutuptan diğerine buzlarla
kaplanması anlamına gelmektedir. Ancak, sera gazlarının atmosferde
aşırı bir biçimde artması da sürekli ısınmaya yol
açarak dengelerin bozulması tehdidini yaratır. Sanayi Devrimi'nden
bu yana, sera gazlarının atmosfere salınım oranı %200'lere varan
oranlarda artmıştır.
Dünyanın ortalama yüzey sıcaklığı 15°C'dir.
Geçtiğimiz yüzyılda bu sıcaklık 0,6°C'lik bir
artış göstermiştir. Kıtalar üzerindeki sıcaklık okyanuslar ve
denizlere oranla daha fazla artmıştır. 1950 yılından bu yana deniz
yüzeyi sıcaklığının kara yüzeyindekinin ancak yarısı kadar
arttığı ortaya konmaktadır. Gece sıcaklıklarında da her 10 yılda
ortalama 0,2°C artış görülmüştür.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin
(Intergovernmental Panel On Climate Change - IPCC) 2001 yılında yayımlanan
üçüncü değerlendirme raporunda, 2100 yılına kadar
dünyamızdaki ortalama sıcaklığın 1,4-5,8°C arasında artacağı
belirtilmektedir. Bu artışın 1990-2025 yılları arasında 0,4-1,1°C,
1990-2050 yılları arasında ise 0,8-2,6°C civarında seyredeceği
öngörülmektedir.
Isınmanın artması yüzünden daha fazla su buharlaşmakta, bu da
atmosferi kaplayarak ısınma miktarını daha fazla arttırmaktadır.
Dahası büyük buzul kütleleri de erimekte ve onların erimesi
ile atmosfere daha fazla metan gazı salınmaktadır. Üstelik eriyen
buzullar yüzünden yerküremizin dörtte
üçünü kaplayan denizlerin rengi açıktan koyuya
doğru gitmekte ve böylece ısı tutma miktarı da artmaktadır.
Denizlerdeki bu ısınmanın yanı sıra, suların kirlilik oranı
arttıkça oluşan düşük PH değerli asidik ortam
yüzünden su altında yaşayan, karbondioksit, metan ve
sülfür gibi gazları kullanarak fotosentez yapan plankton ve
yosunların sayısı kitlesel olarak azalmaktadır. Böylece okyanus
sularının sera gazlarını yutma özelliği kaybolmakta ve sera gazı
salınımı artmaktadır.
Karalardaki bitki örtüsünün, özellikle ormanların
yaptığı fotosenteze gelince, önceleri insan eliyle vurulan darbeler,
bugün aynı olumsuz sonuçları kendiliğinden doğuracak bir
döngünün oluşmasına yol açmıştır. Şöyle ki;
durdurulamayan orman yangınları yüzünden daha fazla alan bitki
örtüsüz kalmış, onların yokluğundan kaynaklanan sera gazı
değeri artışı ise daha fazla yangın çıkmasına ve yangınların
durdurulamamasına yol açmıştır.
Atmosferde yoğunluğu en fazla olan sera gazının su buharı olduğunu
bilmek ve ısrarla anımsatmak gerekiyor. Yeryüzünde su miktarı
sabittir ve kütlenin korunumu yasası gereğince, eğer atmosfere
çok fazla su buharı yayılıyorsa, bu yeryüzündeki suyun
miktarını azaltan bir gelişme olmalıdır.
Yeryüzü suyunun büyük bölümü
buzullardadır. Henüz buzulların tümü erimemiştir ve
buzullar eridikçe deniz suyu düzeyi yükselmektedir. Deniz
suyu düzeyinin yükselmesi yüzünden yeraltı suları
sanıldığından yaklaşık %40 daha fazla emilebilir. Bunun sonucu olarak
çok sayıda kıyı bölgesinde deniz suyu yeraltı suyuna sızacak
ve (tuzlu suyla tatlı suyun karışma düzeyi kıyı yapısına bağlı
olduğundan) plaj kumları yeraltı sularının tuzlu suya karışımını
falezlere göre daha kolay hale getirecektir. Ayrıca bilgisayar
ortamında yapılan simülasyonlarda kıyı çizgisinin deniz
sularının yükselmesiyle 100 metre geriye çekilmesi sonucu,
tatlı su çizgisi de 100 metre içeriye çekilmiş, bunun
sonucunda da tatlı su kaybının %40′a varabileceği
ölçülmüştür. Öte yandan suya talepteki
artış da yer altı sularını azaltmaktadır. Sonuç olarak, zaten
küresel ısınma, yanlış sulama ve vahşi talan sonucu yok olan su
kaynaklarını daha da kullanılmaz hale getirmekte olan bu durum,
içme suyu kalitesini de düşürmektedir.
Birleşmiş Milletler'in 2050 yılına dek yaşanacakları
senaryolaştırmasında, ilk başta Afrika'nın kuraklaşacağı ve kıtada
tarımın imkansızlaşacağı öngörülmektedir. Bu senaryoya
göre Akdeniz ülkeleri de susuzluk yüzünden gıdada
tümüyle dışa bağımlı hale gelmiş olacaktır. Eriyen buzullar
yüzünden Kuzey Denizi sahili bereketli bir alana
dönüşeceğinden, geleceğin gıda üreticisi Kuzey Avrupa
ülkeleri olacaktır. Okyanusya ve Uzak Asya'daki birçok ülke
sular altında kalacak, sularla kaplanmayan ülkeler ise susuzluk
yüzünden kuraklaşacaktır. Kuzey ülkelerine göç
etmeye çalışan hayvanların çoğu sömürgecilerce,
aç bırakılmış kitlelerce kontrolsüzce avlanacak ve soyları
tükenecektir. Tüm bunlar nedeniyle ortaya daha fazla haşere
çıkacak, bu yüzden de sağlıklı ürünlerin hasat
edilmesi daha da zorlaşacaktır.
Pentagon'un senaryosuna göre ise, Türkiye'de Karadeniz'de
çay ve fındık yerine pamuk yetişecek; hamsi, lüfer ve palamut
balıklarının nesilleri tükenecektir. İlk susuz kalacak illerse
İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Ankara olacak; üstelik bunlar 2020
yılından itibaren yaşanacaktır. Orman yangınları ve tarımsal
hastalıklar artacak, denizlerin yükselmesinden en çok kıyı
kesimleri etkilenecek, deniz seviyesinde yükselmelerle birlikte kıyı
şeridi ve deltalardaki tarım alanları, plajlar ve yat limanları
kullanılamaz hale gelecektir.
Türkiye'de uzunca bir süredir bu sorunu gidermek için daha
fazla baraj yapımı gerektiği öne sürülüyor. Oysa
küresel ısınmanın etkilerinden uzak tutulamayan barajların suyu
tutmak yerine, var olan su kaynaklarını da tüketeceği
açıktır. Hem de baraj suları altında kalan verimli topraklarda var
olan bitki örtüsünün sera gazı emilimi engellenmekte,
bunun da barajın kurumasına sağladığı katkı sayesinde geriye
çorak ve bir daha bitki örtüsünün gelişemeyeceği
topraklar kalmaktadır. Tarımda azotlu gübre kullanımında yapılan
hatalar yüzünden, atmosfere diazotmonoksit de salınmakta, bu
yüzden sera etkisi daha da artmaktadır.
Tüm bunların ışığında, kısa vadeli ekonomik kazanç odaklı
üretim ilişkilerinin küresel ısınmayı arttırarak, uzun vadeli
ve yıkıcı zararlara yol açtığı gözlemlenmektedir. Uzun
vadeli ve toplumcu bir ekolojik kazancı, kısa vadeli ve az sayıdaki
sermaye sahibinin çıkarı için biçimlendirilmiş olan
ekonomik kazancın önüne koyma zorunluluğu kendisini her
geçen gün daha fazla hissettirmektedir. Yaşamı ve habitatı
savunma görevi, bugün sermayeye karşı muhalefet edenlerin ortak
sorumluluğuna dönüşmüştür. Geleceğimizin
üzerindeki sera gazı karartmasını kaldırmak için eylem
zamanıdır şimdi.
Sayı 7 Su Sayfa 116-118
İvme Dergisi yazısıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder