Beklemek, Hep Beklemek,
Umutsuzca Beklemek…/ Ahmet Şık
Fotoğraf: HaberVsGözaltına alındığı 1998'den beri
kendisinden haber alınamayan Neslihan Hayat Uslu'nun ablası Nagehan
Kurt, HaberVs'den Ahmet Şık'la
görüştü.
Bu yazıyı okuyorsanız eğer, çıkış noktamıza kaynaklık eden
Barış Uygur imzalı haberi de okumuş, görmüş ya da
duymuşsunuzdur (‘O protestocu öğrencilerin halleri’). Emre
Aköz’ün artık sayısını unuttuğumuz yediği herzelerden
birinden yola çıkarak yazılan bu yazı, deyim yerindeyse gündem
yarattı. Ya da unutulmaya , mecrasından kaydırılmaya çıkarılan,
“öğrencilere yönelik polis şiddetini” yeniden
tartışmaya açtı. İyi de oldu. “Ben seni beğenmiyorum”
demenin en gösterişli yollarından biri olan yumurta atmayı, cop ve
biber gazı kullanılarak, yerlerde sürükleyerek cezalandıran bir
şiddetle eşdeğer görüp eleştiri yöneltenlere de iyi bir
yanıttı. Ama bu “iyiliği” yaratan unsurların vahametini,
acımasızlığını, korkunçluğunu, kanun tanımazlığını ve
maalesef cezalandırılamazlığını gözler önüne sermesinden
ötürü de ironik.
Peki bu yazı nereden çıktı? Barış’ın haberinde yer alan
öğrencilerden birisi, Neslihan ya da bizim aramızdaki adıyla Hayat,
arkadaşımdı. Aynı dönemde İstanbul Üniversitesi’nde o
Edebiyat, ben ise İletişim Fakültesi’nde öğrenciydik. Bana
kıyasla öğrenci hareketinin siyasal mücadalesi içinde
fazlasıyla önde yer alan Hayat’ın başına gelenleri okudunuz.
“Hiçbiri öğrenci sorunlarını bilmiyor” diye
görüşünü anlatan Hayat, 1998’de gözaltına
alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamamıştı. O
dönemin savaş politikalarının en kirli araçlarından birisiydi
gözaltında kaybetme. Latin Amerika’da doğan ve dünyanın
tüm faşist yönetimlerinin üzerine atladığı bir sindirme
aracı olan gözaltında kaybetme bir dönem Türkiye’nin
egemen güçlerinin de en çok başvurduğu araçlardan
biri oldu.
Şimdi size ajitasyon yapacak değilim. Derdim bir mesele anlatmak daha
doğrusu anlatılmasına aracı olmak. Nar Fotoğraf Ajansı’ndan bir
grup arkadaşımla birlikte bu meseleyi bir belgesele
dönüştürmek için bir yıldan uzun bir zamandır
çalışıyoruz. Her biri kaybettiği evladı ya da sevdiği
için her cumartesi saat 12.00’de Galatasaray’da buluşan
ve yakınlarının akıbetini öğrenmeye çalışan,
“Cumartesi Anneleri” ya da “Cumartesi İnsanları”
diye anılanlarla bir araya geldik haftalar boyunca. Çekimler,
söyleşiler, uzun sohbetler yaptık. Dertleştik. Birlikte ağladık
kimi zaman. Zaten başlı başına bir travma olan bu konuyu, hem de
sevdiklerini kaybedenlerin ağzından dinlemek, aktarmak hiç kolay
değildi.
Ara verdik. Belgesel üzerinde çalışmaya devam ediyoruz. İşte
henüz adı konmamış bu belgesele konuşanlardan biri de
Neslihan’ın ablası Nagehan Kurt’tu. Aslında annesiyle
konuşmak istemiştik ama olmadı. Hâlâ kızının nasıl
kaybolduğundan, hadi daha doğrudan söyleyelim, ölduğünden
haberi yok annesinin. Kimi zaman gözyaşlarının ara verdirdiği
röportajımızda anlattıklarıyla ablasının ağzından Hayat’ı
bilmek, anlamak ve bir kayıp yakını olmanın ne demek istediğini
öğrenmek istiyorsanız, buyrun. Nagehan Kurt’la yaptığımız
söyleşinin kısaltılmış halini aşağıda okuyayabilirsiniz.
“Tanımadığın insan, insanın içini yakar
mı?”
Ben 31 Mart 1998’de İzmir Çeşme’de gözaltına
alınan dört kişiden biri olan Neslihan Hayat Uslu’nun
ablasıyım. Hayat’la birlikte Metin Andaç, Mehmet Ali Mandal,
Hasan Aydoğan da gözaltına alınmış ve onlar da kaybedilmişti. Biz
Düzceliyiz. Hayat öğrencilik için İstanbul’a
gelmişti. Devrimcilik yaptığını da biliyorduk zaten…
Gözaltıları, tutuklamaları da olmuştu. Bir mücadele
içinde olduğunu biliyoruz ve onun korkusunu yaşıyoruz ama
böylesi boyutlu bir şeyi beklemiyorduk tabii. 1998 Nisan Mayıs ayı
gibi kızkardeşimi Hayat’ın arkadaşları aramışlar. “Hayat
gözaltında kaybedildi” demişler. Bizden gizledi kızkardeşim,
haziran ayına kadar söylemedi. Öğrendikten sonra
İstanbul’a geldik hemen. Galatasaray Lisesinin önünde
kayıplar için oturma eylemi yapılıyordu. Biz de katıldık
kardeşimle. Benimle röportaj yapmak istemişlerdi ama
konuşamamıştım o zaman. Yani kayıp diyorlar ama çok da
inanmıyorum. Aslında, inanmıyorum derken de “kayıp işte
bulunabilir” diye inanıyor, geri gelebilir umudu taşıyor insan.
Elimiz boş Düzce’ye döndük. Sürekli haber almaya
çalışıyoruz, merak içindeyim ama hiç gelmiyor o
haber…O zamanlar hiç tanımadığım insanlar da Hayat’a
sahip çıkıyor, bizimle acı çekiyordu. Hiç
tanımadığın insan, insanın içini yakar mı? Yakar. İnsansan
yakar tabii…
Yılanın ölümü
Sonra bir ara polislerin, Hayat’ı gözaltına aldığını kabul
ettiklerini duyduk. Polis karakolundan bir yetkili, “Biz
araştıracağız. 15 gün içinde size cevap veriririz”
demiş. O 15 gün sonrası gelsin diye nasıl beklediğimi hiç
unutmuyorum. Hayat’tan haber beklediğimi o 15 gün boyunca zaten
Düzce’de bu konuyu paylaşacağım kimse yok. Konuştuğumda bana
hep Hayat’la ilgili, “Ah! Beyni yıkanmış işte, yazık yazık,
bulunur, akıllanır” tarzı konuşmalar yapıyorlardı. Çok
rahatsız oluyordum. Yahu akıllı zaten! Akıllanmaya ihtiyacı yok ki!
Yaptığı da yanlış bir şey değil. Mücadelesinin haklı olduğunu
biliyorum. Çünkü Hayat ve tüm devrimciler güzel,
gerçekten güzel insanlar. O zaman da devrimcilerden sadece
kardeşimi, Hayat’ı tanıyorum. Çocukluğuna, yaşamına,
davranışlarına, sevincine, üzüntüsüne şahit olduğum
insan Hayat. Mükemmel bir insan o. Yılanın ölümüne
ağlar mı insan? Annem elinde kazma, keser toprağı kazarken bazen yılan
öldürürdü. Hayat oturup ağlar, eline alırdı
ölü kör yılanı, severdi onu. Öyle sevgi dolu,
güzel bir insandı o. Ama Hayat’tan haber alacağımız o
açıklama hiç gelmedi. Eskisi gibi basın açıklaması
eylem filan da olmuyordu. Elbirliğiyle Hayat’ı içimize
gömdük açıkçası. Birileri yok etti, biz de aslında
onu konuşmayarak, takip etmeyerek parça parça yok ettik.
İşte en çok o dönemden suçluluk duyarım ben.
“Ben anneyim giderdim, sorardım, bulurdum”
Annem iki yıl falan öğrenememişti kardeşimin başına gelenleri.
Hayat zaten 6 ayda bir gelirdi. Hep uzun ara verirdi bizi görmeye gelmek
için. O yüzden annemden gizlemek de kolay oldu. “İşleri
var, gelemiyor” diye diye oyaladık. O da devrimciliğini bildiği
için gözü, kulağı sürekli televizyonda tutuklama var
mı, gözaltı var mı? Çünkü Hayat’ın ilk
tutuklandığını, Bayrampaşa’da kaldığı o 2 aylık mahpusluğu
televizyonda haber olmuştu. Annem böyle yüreği ağzında sırf
Hayat’ı görmek için bekliyor televizyonun karşısında.
Bir yandan da gözü kapıda, acaba geldi mi diye bekleyip durdu.
Artık bir gün annemin sabrı taşmaya başladı. “Bir şey
biliyor musunuz? diye bizi sıkıştırdı. “Gözaltına alınmış
anne, kaybedildi diyorlar” demeye çalıştık. İnanmadı. Sonra
bizi suçladı. Çok suçladı. “Neden bana
söylemediniz. Ben anneyim giderdim, sorardım, bulurdum. Hatta hesap
sorardım ben anneyim” dedi. Şimdi de ne zaman adı geçse
yüreğini doldurduğu o acı çığlık çığlığa
çıkar ağzından. Feryat eder, ağlar. Biz kızkardeşler annem gibi
böyle ağlayamadık hiç. İçten içe ağladık hep.
Hatta birbirimizle bile konuşamadık, acımızı paylaşamadık. Belki
acımızın büyüklüğündendi. Ne söylesen
paylaşamazsın, ne söylesen anlatamazsın ya ondandır belki.
Kayıp yakın olmanı ne demek olduğu nasıl anlatılır ki? Hep
beklemek denilebilir. Hep beklemek. Umutsuzca beklemek.Ya da boş
umutla… Beklerken ne olduğunu bilmiyorsun aç
mıdır? İşkence mi görüyordur ? Soğukta mıdır? Hiçbir
şey bilmiyorsun, kafanda bir sürü şeyler var. Yemek yerken
boğazına düğümleniyor bir kere. Sıcak evde otururken
üşüyor mu diyorsun. Suçluluk duyuyorsun. Suçluluk
duygusu müthiş. O çok büyük. Onu
düşünmediğin, başka şeyler yaptığın ve konuştuğun
zamanlardan dolayı suçluluk duyuyorsun zaten.
Kolları bacakları kırılıp bir tekneye
koymuşlar…
Bir itirafçı çıkmış birgün ve kardeşimin başına
gelenleri anlatmış. Önce oğlum öğrenmiş gerçeği. Bana
anlatmaya çalıştı ama dinlemek istemedim. Sürekli kendimi
kandırıyordum, Hayat gelecek diye bekliyordum. Çevremdekilerle
başka konular hakkında konuştuğumda bile suçluluk hissediyordum.
Acaba başa konular konuşursam, “Hayat’ı unuttum, onu
düşünmekten vazgeçtim” diye suçluluk duygusu
gelir yapışırdı içime… Öyle, bekledim hep. Ama oğlum
İstanbul’a geldiğinde Hayat’ın arkadaşlarını bulmuş olayı
öğrenmiş. Sonra bana geldi, anlattı. Dinleyemedim, kulaklarımı
kapattım, dinlemek istemedim. Bir yandan merak ediyorum bir yandan
duyacaklarımdan korkuyorum. Ama öğrendim. Çeşme’de
gözaltına alınmışlar. Sonra da bir yerde sorguya alınmışlar,
çok işkence yapılmış… Kolları, bacakları kırılmış. O
halde bir tekneye koymuşlar dördünü. Sonra da…
Ama biz o zaman hala Hayat’ın bir gün döneceği umuduyla
bekliyoruz. Hatta ben üç yıl öncesine (2006) kadar
bekliyordum. Gelecek diye Hayat için tuttuğum bir defter vardı.
Geldiğinde hiç bir şeyi unutmadan, eksik bırakmadan her şeyi
anlatayım diye ona hitaben yazıyordum sürekli. Yalancı bir
bekleyişti o, kendimi kandırmak gibi bir şeydi. Annem mi? O hala bekliyor.
Hatta siz dediniz ya “Hayat arkadaşım, belgesel yapacağız
diye” annem de duydu konuşmaları. Sizinle randevulaşmak için
telefonda konuşurken, “Hayat’ı getirecek mi bana?” diye
bağırıyordu annem. Hala bekliyor aslında, hala bekliyor. Ben çok
yandım diye düşünüyorum. “Annem benden daha çok
acı çekmiş midir?” diye soruyorum kendime. O da anne ben de,
bilmiyorum hangimiz daha çok acı çekiyoruz. Kardeşimin
kaybedildiğini öğrendiğim ilk günlerde her gece Hayat’ı
görüyordum rüyamda. Her gece, her gece, her gece…
Bunlardan birisi beni çok etkilemişti. Hayat. askeriyeye ait kocaman
bir binada diyorlar. Giriyorum içeri, işkence yapılan insanlar var.
Seslerini, çığlıklarını duyuyorum. Onların içinde
Hayat’ı arıyorum, arıyorum, arıyorum…
AHMET ŞIK
24.12.2010
Kaynak: Habervesaire
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder