"Bildiğimiz Üniversite"nin
Sonu ya da Kapıdaki Distopya: Neo-liberal Üniversite / Sibel
Özbudun
“Burjuva sınıfından
ancak
size="2">sözde kültürünün maskesini indirerek
ve
mitselliğini çıkararak
kurtulunabilir.”[1]
size="3">“İkinci dalga liberalizm” olarak da
tanımlayabileceğimiz (neo-liberal) “serbest piyasacılığın”,
XIX. yüzyıl liberalizminden (hem iktisadî, hem de siyasal)
önemli bir farkı olduğu kanısındayım.
XIX.
yüzyıl liberalizmi, karşıtının/muarızının yani işçi
sınıfının, emekçi kesimlerinin varlığının ve
“farklılığının” önkabulü üzerine
temellenmekteydi. Bir başka deyişle, XIX. yüzyıl liberalizmi, kendi
varlık temellerine, ideolojisine, anlamlar dünyasına sahip bir
“sömürülen sınıf”ın varlığını (ve “bu
hâliyle” varolma hakkını) tartışmaya açmıyordu. Onu
nasıl denetleyeceği, bastıracağı, korkutacağı, kandıracağı,
sırtından daha fazla artıdeğer elde etmek üzere daha çok
çalıştırılacağı vb. elbette gündemindeydi, hatta daha
doğru bir deyişle birincil gündem maddesini oluşturuyordu; ama onu
“eritmeyi”, “yok etmeyi” aklından
geçirmiyordu.
XIX.
yüzyıl liberalizmi, bu yaklaşımını XX.
yüzyılın önemlice bir kesitinde kapitalist dünyada
egemen olan Keynesyen paradigma ile paylaşır: böylelikle, kapitalizm
hem kendi dışında farklı sistemlerin (örneğin sosyalist bir
sistemin) varlığını, hem de kendi içerisinde, “muhalif ve
aykırı” duruşu olanaklı ve “normal” görmüş,
bu sistem ve duruşla “nasıl baş edileceği” üzerinde
yoğunlaşmıştı…
size="3">Günümüz kapitalizmi, bu açıdan
farklı bir mantığı va’zetmekte. Neo-liberal piyasa
ekonomisi, bir yandan kendi dışında herhangi bir varoluş alanı
bırakmama, bir yandan da kapsama alanına giren bütün unsurları
özümseyerek kendisi için işler hâle getirme, giderek
kendisine ait unsurlara dönüştürme üzere programlanmış
adeta; sistem bir yandan işine yarama potansiyeline sahip her şeyi
(yalnızca üretken hatta yalnızca maddî unsurları değil, aynı
zamanda örgütleniş tarzlarını, tasarımları, imgeleri,
hayalleri, umutları, kavramları… velhasıl akla gelebilecek her
şeyi) temellük ederken, bir yandan da bir yarar beklemediklerini
(örneğin yeryüzünde açlık sınırı altında yaşayan
bir milyarı aşkın insanı) bir kalemde silip atabilmekte… Bir
başka deyişle, hem muazzam bir içleme, hem de acımasız bir
dışlama yetisine sahip bir (iktisadi) sistem neo-liberalizm.
Peki
böylesi bir sistem içerisinde, üniversitelerin konum ve
durumu nedir?
size="3">Öncelikle şu anımsatılmalı: Türkiye’de
neo-liberal gidişatın önünü açan 12 Eylül
darbesine dek Türkiye’de üniversitelerin,
“kamusal” birer kurum olduğu algısı egemendi. Bir kamu hizmeti
olarak ücretsizdiler; çünkü nihai ürünleri
(yetişmiş/vasıflı emek gücü ve araştırma sonucu elde edilen
bilgi/bulgular) toplumsal yarara yönelikti. Elbette Türkiye
üniversiteleri, yürürlükteki kapitalist sistemden
münezzeh değillerdi. Ancak bu “kamusallık/toplumsallık”
rolü, göreli bir özerkliği mümkün kılabilmekteydi:
yükseköğrenim süreci sonunda kazanacağı vasfı
“halktan alınan vergiler” sayesinde edineceğinin bilincindeki
öğrenci, bu vasfı bir “toplumsal hizmet” yolunda
kullanmaya çok daha fazla istekli olabiliyordu. Böylelikle,
çok daha yüksek ücretlerle özel sektörde istihdam
edilmesi olanaklı gençler, daha azına razı olup
gönüllü olarak kamuya yönelebilmekteydiler.
size="3">Neo-liberalizm, üniversiteleri hem “müşteri
potansiyeli” [öyle ya, yükseköğrenim kurumlarında
okuyan yüzbinlerce öğrencinin, yeme-içme, barınma,
ulaşım, kırtasiye, eğlenme… gibi bir sürü ihtiyacı
vardı ve ilgili sektörler için “yağlı
müşteri” potansiyeli oluşturuyorlardı; üstelik
öğrenci, öğrenimi sonucu edindiği vasıftan bireysel fayda
sağladığına göre, öğrenim neden salt “kamusal bir
hizmet” sayılsın ve ille de parasız olsundu ki? Tabii bir de kamu
üniversiteleri artan ihtiyacı karşılayamaz hâle gelmişlerdi; o
zaman ‘özel üniversiteler’e yol verilmeliydi; rekabet
piyasanın en yetkin terbiye aracı değil miydi?], hem de üniversitenin
ürettiği (eğitimden sonra) ikinci hizmet olan
“araştırma” açısından [öyle ya, teknolojilerin
baş döndürücü hızla ilerlediği bir çağda AR-GE
faaliyetleri, piyasanın en acil ihtiyaçları arasına girmişti:
binaları, donanımları, laboratuarları, gereçleri kamu
kaynaklarından sağlanan, personel giderleri kamu tarafından karşılanan
üniversiteler, bu ihtiyacı en düşük maliyetle karşılama
imkânına sahip kurumlardı…] “temellüke
değer” bulmaktadır. Ve büyük sermaye bu kararı aldığı
andan itibaren üniversite, “kamusallığın” kendisine
sağladığı özerkliği bütünüyle yitirerek, serbest
piyasa iktisadının bir aracına dönüşmeye
yazgılanmıştır.
size="3">Kuşkusuz ki bu, adım adım gelişen bir süreçtir;
neo-liberal piyasanın kamunun elindeki değerleri bir bir söküp
alması, kolay değildir. Öncelikle, kamusal fayda
yararlanıcılarının, yani toplumun “etkinlik”
açısından ikna edilmeleri gerekir. Argümanlar, müthiş
“solcu”dur: üniversitelere zaten zengin çocukları
gidebilmektedir, parasız eğitim, onların öğrenimlerini
çocuklarını üniversiteye gönderemeyen yoksullara finanse
ettirmekten başka bir şey değildir; hem zaten yetenekli yoksullar da
burslar, hatta “yükseköğrenim kredisi” çekerek
pekâlâ okuyabilirler (ve tabii öğrenimlerini tamamladıktan
sonra bütün ömürlerini burs ya da kredilerini geri
ödeme kaygısı altında kendilerini parçalayarak
geçirebilirler)… Üniversite içi hizmetlerin
(barınma, yemek, ulaşım vb.) özel sektöre açılması hem
kaynak yoksulu üniversiteleri ağır bir malî yükten
kurtaracak, hem de çocuklarımızı pırıl pırıl, sağlıklı
koşullara kavuşturacaktır; nasıl olsa yükseköğrenim tedricen
paralı hâle geldikçe, “müşteri profilimiz” de
değişmektedir. Bu yeni çocukların tek şikayeti, kampus
içerisinde son model arabaları için yeterli park yeri
olmayışıdır…
Ve
nihayet, üniversitelerin araştırma faaliyetlerini, özel
sektörden aldıkları siparişler doğrultusunda
gerçekleştirmeleri, yani “Üniversite-Sanayi
İşbirliği” arzu edilen bir şey değil midir? Hem zaten
üniversitelerin üretime katkıda bulunmasında ne sakınca var?
Böylece AR-GE ihtiyaçları bire bir karşılanan özel
sektörün dış dünyayla rekabet kapasitesi yükselecek,
küreselleşen dünyada Türkiye de “birinci lig”de
yerini böylelikle alacaktır. “Kaynak açısından özel
sektöre bağımlı hâle geldikçe üniversite tüm
sosyal işlevlerinden soyunacak” mıymış? Daha iyi değil mi, biz de
zaten “son sosyalist devlet”i yıkmak için uğraşmıyor
muyuz?
Serbest
piyasa ideologlarının bu ve benzeri argümanları eşliğinde
Türkiye üniversiteleri,
“kamusallık” vasıflarını teker teker yitirir ve
birer “piyasa aygıtı”na dönüşürken, tüm
“özerklik” alanları da -bilimsel, idarî ve (kendisine
sağlanan kamusal kaynakları değerlendirebilme yetisi anlamında)
malî özerklik- müstehcen bir istihzayla salt (özel
sektörden kaynak yaratarak kullanabilme “özerkliği”
anlamında) malî özerkliğe indirgenmektedir.
size="3">“Sipariş sahipleri”nin müfredata ve derslerin
işleniş biçimine müdahale edeceği günler kapıdayken
(üniversitelerin yerel yönetimler, meslek kuruluşları, iş
dünyasının seçkin temsilcileri vb.nden oluşan mütevelli
heyetler tarafından yönetileceği günlerden söz ediyorum),
“bildiğimiz üniversite”ye veda etme vakti geldi de
geçiyor.
Yerini
almakta olan “şirketimsi” öğrenim kurumlarının
yetiştireceği parlak ve yetenekli neo-liberal müfrezeler, elbette ki
-“işsiz kalırım” korkusuyla- piyasaya gövdelerini siper
edecekler, şirketlerinin çıkarlarını ter ve kanlarının son
damlasına dek sahiplenecekler, efendilerinin
“kârlılığı”nı tüm değerlerden kutsal
bileceklerdir.
Ama
onların ellerinde biçimlenecek dünyada, emin olun ki sizin ve
benim yerimiz olmayacak!
9
Ekim 2010 21:10:20, Çeşme Köy.
size="3">N O T L A R
size="2">[*] Eğitim-Sen Kadın, Kasım
2010…
size="2">[1] Jean Dubuffet, Boğucu Kültür,
çev: İsmet Birkan, Dost Yay., 2005, s.10.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder