Cumartesi Anneleri 15
yıldır adalet arıyor
Cumartesi Anneleri'nin Galatasaray'daki oturma
eylemlerinin bugün 300'üncü haftası. Anneler, babalar,
kardeşler, torunlar gözaltına alınıp kaybedilen sevdiklerinin
akıbetini soruyor.
“Ceset yoksa cinayet de yoktur” diye düşünen
birçok despot iktidar, muhaliflerini, tehlikeli gördükleri
insanları kaybetmeyi bir yöntem olarak benimsedi. Hitler’in
ünlü ‘Gece ve Sis’ kararnamesiyle 1941’de
Avrupa’nın çeşitli kentlerinden binlerce Nazi karşıtı
gözaltına alındı, trenlere bindirildi ve kendilerinden bir daha haber
alınamadı. Ya da Arjantin cuntası, 30 bine yakın insanın çoğunu
uçaklardan okyanusa atarak kaybetti.
Ne yazık ki filmlerden, kitaplardan öğrendiğimiz bu alçak
yöntem bize hiç de yabancı değil. Daha Naziler ortada yokken,
1915’te imparatorluğun başkentinde 220 Ermeni aydını bir gecede
gözaltına alındı. Aralarında Meclis-i Mebusan üyeleri bile
vardı. 220 kişiden 81’inin öldüğü tespit
edildi/açıklandı. 139 kişinin ne olduğu ise hâlâ
bilinmiyor.
Gözaltında kayıp olaylarının cumhuriyet döneminde de
muhaliflere, farklı kimlik aidiyetlerine sahip insanlara karşı bir devlet
politikası olarak izlendiği artık birtakım emekli yetkililer tarafından
açıkça söyleniyor.
Türkiye’de gözaltında kaybedilme olaylarının
yaygınlaşması, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından başladı. Askeri
darbenin hemen ardından Cemil Kırbayır, Hayrettin Eren, Nurettin
Yedigöl gibi solcu gençler gözaltına alındı. Bu
gençlerden bir daha haber alınamadı. Ancak esas felaket
‘demokrasi döneminde’ yaşandı. 1990’larda
özellikle OHAL Bölgesi’nde yüzlerce kişi kayboldu.
(İHD’ye 1000’e yakın kayıp başvurusu vardır.)
Eyleme başlarken
Gözaltına alındıktan sonra Hasan Ocak’ın ardından Rıdvan
Karakoç’un işkence edilmiş bedenlerinin bulunması
üzerine bir grup insan hakları savunucusu ve kayıp yakını 27 Mayıs
1995’te Galatasaray Lisesi’nin önünde
“Gözaltında kayıpların akıbeti açıklansın,
sorumluları yargılansın ve bu topraklarda bir daha hiç kimse
kaybedilmesin” talebiyle sessiz oturma eylemini başlattı. Grup,
‘Cumartesi Anneleri’ adını aldı. Eylem kısa sürede
kamuoyunda büyük yankı buldu. Aydınlar, sanatçılar sivil
toplum örgütleri Cumartesi Anneleri’ne destek vermeye
başladı. Artık onlar Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları olarak
anılıyordu.
Ne var ki bu sessiz eyleme bile tahammül edilemedi. 15 Ağustos
1998’de başlayan polis saldırısı ve gözaltılar, 13 Mart
1999’a kadar sürdü. Toplam 1093 kişi gözaltına
alındı. Kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları daha
Galatasaray’a gitmeden yolda, hatta kafelerde dövülerek
gözaltına alınmaya başlandı. Baskıların sürmesi üzerine
Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları, 200. haftadan itibaren oturma
eylemine ara verdi.
Kayıp yakınlarının hukuk mücadelesinde ise birçok sorunla
karşılaşıldı. Suç duyuruları ya yüzlerine fırlatıldı ya
da savcılığın tozlu raflarına terk edildi. Tanıklar adliye
kapılarından kovuldu ve ifadeleri kayda değer bulunmadı. İnsanlığa
karşı işlenen bu suçlar devletin çeşitli kademelerdeki
görevliler tarafından açıkça korundu, desteklendi,
övüldü. ‘Hukuk’ failler için değil, adalet
arayanların, gerçekleri dile getirenlerin cezalandırılması
için işletildi.
İtiraflar
Galatasaray’da oturmalara ara verilmesinin üzerinden 10 yıl
geçti. Bu 10 yılda birçok kayıp davasında Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi suçlu buldu ve mahkûm
etti. Faillerin isimleri dava dosyalarında, AİHM kararlarında
geçti.
Devlet bağlantılı Yıldırım Beğler, Abdulkadir Aygan, Tuncay
Güney gibi isimler gözaltında kaybedilen insanların,
işkencehanelere götürdüklerini, ardından kalorifer
kazanlarında yakıldıklarını, asit kuyularına, çukurlara,
derelere ve toplu mezarlara gömüldüklerini krokileriyle
anlatıp itiraflarda bulundu.
Cinayetlerin faillerine ilişkin isimleriyle birlikte bilgiler de verdiler.
Adresleri gösterilen yerlerde kemikler çıkmaya başladı.
Sadece hükümete karşı darbe teşebbüsüyle
sınırlandırılan ‘Ergenekon Davası’nda yargılanan bazı
askerlerin, gözaltında kayıp dosyalarında, tanık ifadelerinde,
JİTEM elemanlarının itiraflarında adının geçmiş olması bir
umut oldu. Bu gelişmeler üzerine, kayıp yakınları ve insan hakları
savunucuları, 31 Ocak 2009 tarihinde İstanbul, Galatasaray
Meydanı’nda ve Diyarbakır Koşuyolu Parkı’nda her cumartesi,
saat 12.00’de tekrar ‘oturmaya’ başladı. Talepleri yine
aynıydı: Evlatlarının, sevdiklerinin başına neler geldiğini
öğrenmek ‘ve’ fail ve sorumlularının yargı
önüne çıkarılması.
Faili meçhul cinayetler ve kayıplarla ilgili bilgiler medyada yer
almaya başladı. Böylelikle kamuoyu bu korkunç
gerçekle yüzleşmeye başladı.
27 Eylül 2009 günü dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel, bir gazeteye “Devlet, ‘devlet politikası olarak’
adam öldürür”; Koramiral Atilla Kıyat da 2 Ağustos
2010 günü bir televizyon programında, “Failli
meçhuller, gözaltında kayıplar bir devlet
politikasıydı” dedi.
Bu itirafların gelmesi de hükümetin tutumunu değiştirmedi. Yine
de birkaç soruşturma ve dava dışında faili meçhul
cinayetlerin, gözaltında kayıpların, işkencelerin failleri ve
olaylar yargı önüne getirilemedi.
Cumartesi Anneleri, “Ben onların ne iş yaptığını
bilmiyorum” demesine rağmen Başbakan Erdoğan’a Galatasaray
Meydanı’ndan ısrarla oğullarının akıbetini sormayı
sürdürdü.
Uruguaylı ünlü yazar Eduardo Galeano kayıplar için
‘mezarsız ölüler’ der. Bu ülkede yüzlerce
anne-baba, kardeş, eş, çocuk yakınlarına ne olduğunu bilmiyor.
Mezarları olmadığı için yas da tutamıyor. Yüreklerinde bir
mezarla yaşıyor. Başbakan’ın, “Kullanılıyorlar”
iması yaptığı Cumartesi Anneleri’nden, “Bari
çiçeklerle donatacağım bir mezar olsaydı” diyen Elmas
Eren mi, 103 yaşındaki Berfo Kırbayır mı, Hanım Tosun mu, Erdoğan
Alpsoy mu, Kadiriye Ceylan mı, Fatma Morsümbül mü, Sultan
Taşkaya mı kullanılıyor?
“Yaradılanı yaratandan dolayı seven” Başbakan, daha
önce kendi koltuğunda oturanların kaybettiklerinin yakınlarına,
‘dua edebilecekleri mezarları bile’ çok
görüyor.
28 Şubat’ın unutulan mağdurları Son bir not da 28 Şubat
tartışmaları üzerine. 28 Şubat’ın bir darbe mi, ‘post
modern darbe mi’, ‘cumhuriyetin kendini koruma refleksi’ mi
olduğu tartışıldı her yıldönümünde. Mağduriyetler
anlatıldı. Cumartesi Anneleri’nden kimse söz etmedi bu
tartışmalarda. Oysa, kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları da
bu dönemin en büyük mağdurlarındandı. O
süreçte, yine onların kanı döküldü. Annelerin
oturma eylemleri tehditle, copla ve gözaltılarla bu süreçte
daha fazla kesintiye uğratıldı. Oturma eyleminin en büyük
destekçisi İnsan Hakları Derneği’nin Genel Başkanı Akın
Birdal alçak bir saldırıdan rastlantıyla kurtuldu.
Evet, Cumartesi Anneleri hâlâ Galatasaray’da sessizce
oturuyor. Uzun bir süre ne gazetelerin büyük
bölümü, ne televizyonlar gördü onları. Sadece hemen
yanı başlarında duran çevik kuvvet polisleri, yoldan geçen
meraklılar ve şaşkınlık içinde kameralarının
deklanşörlerine basan turistlerin ilgilerini çektiler.
15 yıl sonra, 300. haftada talep aynı: “Kayıplara ne olduğunu
bilmek ve bir mezarlarının olmasını istemek...”
Yukarıdaki satırlarda anlatageldiğimiz kirli tarihten de
açıkça anlaşıldığı gibi, aslında kayıplara ne
olduğunu herkes biliyor. İstenen şey, ne öç alma ne
intikam.
Çok basit. Evrensel hukuka uygun adaletin tecellisi, sorumluların
yargılanarak cezalandırılması ve bir mezarlarının olması...
Leman Yurtsever, Sebla Arcan: İnsan hakları savunucusu.
Faruk Eren: Kayıp yakını
Kaynak: Radikal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder