31 Temmuz 2010 Cumartesi

Karadon Cinayeti Resmi Belgesi

Karadon Cinayeti Resmi
Belgesi

100 % suçlular belli ama raporun amacı
suçluları cezalandırmak için adım atmak değil, aklamak.
/>

Raporun sonuç ve kanat bölümünde, olayda TTK'nın
yüzde 30, Yapı-Tek firmasının ise yüzde 70 kusurlu olduğu,
ancak kasıtlı olmadıkları kaydedildi.

Zonguldak'ta, Karadon Müessese Müdürlüğü maden
ocağında 30 işçinin ölmesiyle ilgili yapılan inceleme
raporunda işçilerin çalıştığı Yapı-Tek firması
yüzde 70 suçlu bulundu.

Zonguldak'ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Karadon
Müessese Müdürlüğü maden ocağında, 17 Mayıs'ta
meydana gelen grizu patlamasıyla ilgili Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı inceleme
raporunu açıkladı.

Raporda, TTK yüzde 30, işçilerin çalıştığı taşeron
Yapı-Tek firması yüzde 70 kusurlu bulundu. 30 işçinin göz
göre göre katlediğinin belgesi resmileşmiş oldu.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu'nun
36 sayfalık inceleme raporunda, grizu patlamasının eksi 540 kodu
hazırlık galerisinde saat 13.27 sıralarında meydana geldiği, alt
işveren Yapı-Tek İnşaat Sanayi ve Ticaret AŞ'de çalışan 30
işçinin hayatını kaybettiği belirtildi.

30 Temmuz'da açıklanan inceleme raporunda şunlar kaydedildi;

"Gaz İzleme Merkezinde bulunan monitörlerde sesli ve ışıklı
uyarı sistemi mevcuttur. Ancak, yapılan incelemelerde sesli ikaz sisteminin
buradaki görevli bulunan kişiler tarafından iptal edildiği tespit
edilmiştir. İstasyon ile ocak arasında telefon haricinde seri megafon ve
benzeri iletişim sistemi bulunmadığı tespit edilmiştir.

Kaza sırasında istasyonda görevli maden mühendisi Taşkın
Oruç, kendisine yaptığı işle ilgili olarak sistemi kuran firma
tarafından ayaküstü eğitim verilerek sertifika aldığını beyan
etmiştir. Periyodik eğitimler buradaki personele verilmemiştir. Kaza
tarihinde 12.30-13.30 saatleri arasında istasyonda görevli maden
teknikeri Özcan Güneyoğlu ve maden mühendisi Taşkın
Oruç, müessese müdürlüğündeki özel
puantajlarını kontrol etmek için amirlerin bilgisi dışında
görev yerinden ayrılmıştır."

Gaz İzleme İstasyonu görevlisi Taşkın Oruç'un ifadesinde,
saat 13.00'te ölçüm sonuçlarını yazarken CO38
sensöründe yükselme olduğunu fark ettiğini, ancak bu
kısımda dinamit atılacağını bildiği için olumsuz durum olarak
değerlendirmediğini belirttiği anlatılan raporda, şu bilgilere yer
verildi:

"Oruç ifadesinde, ölçüm sonuçlarını
kaydettikten sonra rahatsızlığı nedeniyle 3-4 dakikalığına tuvalete
gittiğini, döndüğünde sensörün yüzde 3,2
oranında metan ve 80 ppm karbonmonoksit
ölçtüğünü görünce bu kısmı kontrol
eden yapı denetim grubunu aradığını belirtmiştir. Daha sonra Yapı-Tek
firması kaza vardiyasındaki maden Mühendisi Ramazan Yavuz ile
görüşmesinde gaz değerlerinin yüksekliğini
söylediğini beyan etmiştir. Görevli, Yavuz'un kendisine dinamit
attıklarını ve durumun kontrol altında olduğunu söylediğini iddia
etmiştir."

ENERJİ KESİLMEMİŞ
Gaz izleme rapor defterinde düzenlenmiş raporlar ile olayların meydana
geliş sırasında çelişkiler bulunduğuna işaret edilen inceleme
raporunda, "2 gaz izleme sensörü, yerden sadece 1,5 metre
yükseliğinde olması, bu mesafede gaz oranını gerçeğin
altında ve geç göstermesi nedeniyle uygun değildir"
ifadesi yer aldı.

Raporda, iş yerinde yapılan çalışmalar sonucunda ortama yayılan
metan gazı oranının yüzde 1.5'i geçmesi durumunda kesicilerin
enerjiyi kesmesi ve faaliyetlerin durması gerektiği belirtilerek,
şöyle devam edildi:

"Ancak, kaza vardiyasında çalışanların tertip düzeninin,
kazadan sonra bulunan cesetlerin yerlerinin ve yapılan tespitler sırasında
iş yerinde kullanılmakta olan iş ekipmanlarının pozisyonlarının
değerlendirilmesi sonucu, metan gazının yüzde 1.5'in üzerine
çıkmasına rağmen enerjinin kesilmediği ve faaliyetlerin devam
ettiği anlaşılmaktadır. Metan gazının yüzde 1.5'i geçmesine
rağmen durması gerektiren pervanenin de çalıştığı
görülmüştür."

KURTARICILARIN RAF ÖMRÜ BİTMİŞ
Yapı-Tek firmasının, müessese müdürlüğünden
kullanılan oksijenli ferdi kurtarıcıların raf ömrünün
bittiğini ve yenisiyle değiştirilmesinin istendiği anlatılan raporda,
değişikliğin yapılıp yapılmadığına yönelik belge sunulmadığı
kaydedildi.

OLAYIN MEYDANA GELİŞİ
Raporda, kazada ölenlerden 23 işçinin mesleki eğitim belgesinin
olmadığı vurgulanarak, olayın oluş şekliyle ilgili şu
görüşlere yer verildi:

"17 Mayıs'ta saat 12.59 sırasında eksi 540 kodunda patlayıcı madde
kullanımı ile gelişen göçük sonrası ortaya çıkan
gazın havalandırma pervanesinin etkisiyle taşınması ve patlama
konsantrasyonuna ulaştıktan sonra kullanılan elektrikli ekipmanlardan
kaynaklanan ateşleyicinin etkisiyle olay meydana geldi. Sonrasında oluşan
karbonmonoksit de ortama hakim oldu."

MEVZUATA AYKIRILIKLIKLAR
Raporda, iş yerinde mevzuata aykırı unsurlar şöyle sıralandı;
/>

"-Hava hızı yetersizdir, hava kapılarının güvenli olmadığı
tespit edilmiştir.

-Kullanılan pervaneler hava miktarına göre uygun değildir.

-Kontrol ve degaj sondajları yeterli düzeyde yapılmamıştır.

-Kullanılan elektrikli ekipmanların kablo girişinin uygun olmadığı,
kablolarda ekler yapıldığı ve gazlı ortama uygun özelliklerin
bulunmadığı belirlendi. Alev sızdırmaz aygıtların kapak
cıvatalarıyla oynanmış olduğu, iyi sıkılmadığı ve alev
sızdırmazlık özelliklerini kaybettiği saptanmıştır.

-Ocak içerisinde metan gazı yüzde 1.5 geçmesine rağmen
enerji kesilmemiş ve ocak içerisinde çalışmalar devam
etmiştir.

-Düzenli gaz ölçümleri yapılmamış ve ilgili firma
tarafından kayıt altına alınmamıştır.

-İş yerinde gaz izleme sistemi mevcuttur. Metan gazı tehlikeli düzeye
çıkmasına rağmen gerekli ve yetkili kişilere haber verilmemiştir.
Ocak gerekli zamanda tahliye edilmemiştir.

-Sensörler gazların fiziksel özelliklerine uygun
yerleştirilmemiştir.

-İş yerinde çalışan yetkili kişilere yeterli sayıda gaz
ölçüm cihazı verilmemiştir.

-İşçilere maske verilmediği, kullanıma yönelik denetimler
yapılmadığı tespit edilmiştir."

Mersin Akkuyu'da "Nükleer Santral'a Hayır"

Mersin Akkuyu'da "Nükleer
Santral'a Hayır"

Sekreteryası TMMOB Elektrik Mühendisleri
Odası tarafından yürütülen Nükleer Karşıtı Platform
8 Ağustos 2010 tarihinde Mersin Akkuyu'da "Nükleer Santral'a
Hayır" mitingi düzenleyecektir.

Tarih: 8 Ağustos 2010

Saat:  16.00

Yer:    Mersin Akkuyu

Yeni GDO’lu ürünler geliyor

Yeni GDO'lu ürünler
geliyor

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile ilgili
tartışmalar gündemdeki yerini koruyor. Geçtiğimiz aylarda
ilgili yönetmeliği defalarca değiştirilen, yasal altyapısı
yönetmelikten sonra oluşturulmaya çalışılan GDO'lu
ürünlerin ithalatı ile ilgili yeni bir karar daha alındı.
Ülkemize girebilecek olan GDO'lu ürünler konusunda karar
organı olan Bilimsel Komite, genetiği değiştirilmiş mısır ve soyadan
sonra geçtiğimiz günlerde açıkladığı toplantı
raporunda şeker pancarı, maya, patates, pamuk, bakteri biyokütlesi ve
kolzanın (kanola) da ülkemize girişinde bir sakınca
görülmediğini açıkladı.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın internet sayfasında
yayınlanan Bilimsel Komite'nin 3. ve 4. toplantısına ait kararlara
göre, 3 çeşit kolza (kanola), 6 çeşit pamuk, 1
çeşit şeker pancarı, 1 çeşit maya, 1 çeşit patates,
1 çeşit bakteri biyokütlesi olmak üzere toplam 13
çeşit GDO'lu ürünün ithalatına izin verildi.
Ülkemize giren GDO'lu ürün çeşidini artması
başlı başına bir tartışma konusu iken, izin verilen ürünlerle
ilgili açıklamalarda yer alan bazı ifadeler de tartışmalara neden
oldu.

Gen kaçışı tehlikesi
GDO'larla ilgili tartışmalarda en çok dikkat çekilen
tehlikelerden biri "gen kaçışı" tehlikesi. Genetiği
değiştirilmiş bir ürün üretildiğinde bundan yabani
akrabalarına gen geçişi olacağı için genetik kirliliğin
olma olasılığı yükseliyor. Bu gen kaçışları diğer
bitkilerin genetik yapısını etkileyerek biyolojik çeşitliliğe
zarar verebiliyor.

Bilimsel Komite kararlarında da genetiği değiştirilmiş kolza (kanola)
için gen kaçışı uyarısı yapıldı. Kararda GT 73 kolza,T45
kolza ve MS8 X RF hibrid kolza çeşidi için "yem, gıda
(rafine yağ) olarak kullanıldığında mevcut bilgiler ışığında insan
ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki
oluşturmayacağı beklenmektedir. Ancak, ülkemizde bu türün
yabanileri bulunduğundan gen kaçışının önlenmesi için
gerekli tedbirlerin alınması önerilmektedir"
görüşüne yer verildi. Kararda bu bilgiye yer verilmesi
"GDO'lu kolza ekimi mi yapılacak?" sorusunu gündeme
getirdi.

Üretime kota, ithalata serbesti
Bilimsel komitenin, yayımlanan karar ile GDO'lu şeker pancarı
ithalatına izin vermesi dikkat çekti. Kararda, "H7-1 şeker
pancarı çeşidinin yem, gıda olarak kullanıldığında mevcut
bilgiler ışığında insan ve hayvan sağlığı açısından
istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir" denildi. Vatan
gazetesinde yayımlanan haberde de bu konuya dikkat çekilerek
"Şekerpancarı üretimini kota ile sınırlayan ve
üreticileri alternatif ürünlerin üretilmesi için
destek veren Türkiye'nin GDO'lu şekerpancarı ithal etmesi
dikkat çekiyor" denildi.

Bu yetki çok tartışılmıştı
İlk olarak geçtiğimiz Ekim ayında Resmi Gazete'de
yayımlanan, daha sonra bazı maddelerinin yürütmesi durdurulan ve
defalarca düzeltilen "Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı
Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı,
İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik"te,
geçtiğimiz Nisan ayında çok tartışılan iki değişiklik
yapılmıştı. Yönetmeliğinin genel hükümleri arasında yer
alan ''İnsan ve hayvan tedavisinde kullanılan antibiyotiklere karşı
direnç genleri içeren GDO ve ürünlerinin ithalatı ve
piyasaya sunulması yasaktır'' hükmü, düzenlemeden
çıkarılırken, Teknik Risk Değerlendirme Komitesi'nin görev ve
yetkileri yeniden tanımlanmıştı. Komite'nin görev ve
yükümlülüklerine, "ticarete konu olan ve risk
değerlendirmesi yapılması sonucu Avrupa Birliği'nde tüketime
uygun olduğuna dair onaylanmış genler hakkında değerlendirme yapma ve
yapılan değerlendirme sonucu bu onaylı genler arasından uygun
görülenleri Bakanlığa bildirme" maddesi de eklenmişti.
Komite'nin, iç piyasada yer alacak GDO'lu
ürünlerin ithalatında belirleyici bir konuma gelmesi,
hükümet mensuplarının çocukları ve yandaş şirketler
için yeni bir rant kapısı doğacağı şüphelerini
uyandırmış ve bu konu bir süre tartışılmıştı.

GDO niçin istenmiyor?
GDO'lu ürünler ile ilgili tartışma bir süredir
gündemdeki yerini koruyor. GDO'lu ürünlerin
ülkemize girişine karşı çıkarken dillendirilen bazı
eleştiriler şunlar:

    * İnsan beslenmesi için üretilen bitkilerin
genleriyle oynanması, özellikle de aralarında genetik madde alış
verişi olmayan, yani doğal süreçlerde eşleşemeyen
canlıların eşleştirilerek doğada olmayan hibritlerin
oluşturulmasının, günümüzde ve gelecekte insan
sağlığına ne tür etkiler göstereceği bilinmemektedir.

    * Dünyada biyoçeşitlilik açısından
zengin olan bölgelerde bu ekimin yapılması diğer bitkileri de olumsuz
yönde etkilemesi açısından büyük risk
içermektedir.

    * Tarım ve gıda alanında biyoteknolojiyi kullanan ve bu
pazarı elinde bulunduran dünyada birkaç firma bulunmaktadır.
Halihazırda yapılan düzenlemeler, bu tekellere bağımlılığı
arttırmaktadır.

    * Türkiye'nin biyolojik çeşitliliği,
tarım potansiyeli, halkın satın alma gücü ve tüketim
alışkanlıkları değerlendirildiğinde GDO'lu ürünlere
ihtiyacımız yok.

    * GDO'lu tohumlar "terminatör gen"
ya da "intihar geni" olarak adlandırılan ve tohumun
kullanıldıktan sonra kendisini imha etmesini sağlayan ve dolayısıyla da
birden fazla kez kullanılması ihtimalini ortadan kaldıran bir gen
içeriyor. Bu durum da çiftçinin kendi tohumluğunu elde
etmesini imkansız kılarak tohumda bağımlılığın pekişmesi anlamına
geliyor.

Kaynak:sol.org
31 Temmuz 2010

30 Temmuz 2010 Cuma

"TMMOB'nin İlkeleri Çalışma Anlayışı Yasası Yönetmelikleri" Kitabının Yeni Baskısı Yapıldı

"TMMOB'nin İlkeleri
Çalışma Anlayışı Yasası Yönetmelikleri" Kitabının Yeni Baskısı
Yapıldı

Ağustos 2006 tarihinde ilk kez yayımladığımız bu
kitap ile TMMOB mevzuatını topluca bir araya getirmiştik. TMMOB ve Oda
uygulamalarında başucu kitabı olan yasa ve yönetmelikler kitabının
bu yeni baskısında; son yapılan değişiklikler ve düzenlemeler de
yer alıyor.

1938 ve 1954 yılında çıkarılan ve yasal konumumuzu belirleyen
iki temel yasa süreç içinde bazı değişikliklere
uğradı. Değişiklikleri ile birlikte kitaba koyduğumuz bu yasaların
dışında, şu an var olan tüm yönetmeliklerimiz de, kitapta, son
şekilleri ile yer almaktadır. Ayrıca kitabın başında TMMOB'nin
Temel İlkeleri ve Çalışma Anlayışı da bulunmaktadır.

Öncelikle de yasa ve yönetmeliklerin doğası sonucu
oluşabilecek bürokrasiye ve bürokratik yönetim anlayışına
kapılmadan bu mevzuatın, kurumsallaşmamızın temelini oluşturduğunu
söylemek gerekir.

Yasalarımızla ilgili sürece müdahil olamasak da,
yönetmeliklerimiz örgüt içi dinamiklerin yarattığı
ve ürettiği ortak değerlerdir. Örgüt içi demokratik
tartışma süreçleri sonucu Genel Kurullarımızda
oluşturduğumuz ve her çalışma döneminin bilgi birikimi ve
deneyimini bir sonraki Genel Kurula taşıyarak geliştirdiğimiz
yönetmeliklerimiz bir anlamda örgütümüzün
yazılı tarihidir.

Birlikte karar alma, birlikte üretme ve birlikte yönetme
anlayışımızın somut yansımaları olan yönetmeliklerimiz aynı
zamanda yıllar içinde oluşan iç hukukumuzun ve
geleneklerimizin de yazılı hale getirilmesidir.

Yönetmeliklerimizin hazırlanmasında ve uygulanmasında emeği
geçen tüm üyelerimize ve yöneticilerimize
teşekkür ediyoruz. Aramızdan ayrılanların anısı önünde
saygı ile eğiliyoruz.

Daha işlevsel, daha üretken, daha demokratik, daha etkin, daha
güçlü bir TMMOB dileğiyle...

Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Temmuz 2010

Kaynak: tmmob.org.tr

29 Temmuz 2010 Perşembe

Sadece üçte birimiz internet kullanıyor

Sadece üçte birimiz
internet kullanıyor

src="http://media3.ntvmsnbc.com/j/NTVMSNBC/Components/ArtAndPhoto-Fronts/Sections-StoryLevel/NTV%20Bilim/İnternet/2010/temmuz/100729-internetTurk.widec.jpg"
alt="" />

ntvmsnbc ve Ajanslar
Güncelleme: class="time">10:35
TSİ 29 Temmuz. 2010
Perşembe

Ipsos KMG araştırma firmasının TTNet
desteğiyle gerçekleştirdiği araştırmaya göre
Türkiye'de hanehalkı nüfusunun sadece üçte birinin
internet bağlantısı var. ''PC ve İnternet Penetrasyon
Çalışması''na göre nüfusun yalnızca yüzde 41'nin
bilgisayarı var, yüzde 32'si internet bağlantısına sahip.
Bağlantısı olmayanların yarısına yakını, gerekçe olarak
ücretlerin pahalılığını gösteriyor.

38 ilde 24 bin 800 hane ve iş yeri ile yüz
yüze görüşülerek yapılan araştırma, 1,7 milyon
hanede bilgisayar bulunmasına karşın internet bağlantısı
bulunmadığını ortaya çıkardı. Toplam 2,6 milyon hanede ise
bilgisayar ve internetin yok ancak en az 1 tane bilgisayar kullanıcısı
var.

Açıklamaya göre 6 milyon aboneye
ulaşan TTNET, sabit genişbant erişim teknolojilerinden DSL bazında
yüzü aşkın ülkeden 317 internet servis sağlayıcının
değerlendirildiği listede, abone sayısı sahipliğinde 2010 birinci
çeyrek itibariyle 10. sırada.

Türkiye'de 18 milyon 50 bin civarında hane olduğunu belirten TTNET
Genel Müdürü Tahsin Yılmaz, bunlarda 7,4 milyon bilgisayar,
iş yerlerinde ise 1,1 milyon bilgisayar
göründüğünü açıkladı. Yılmaz'ın verdiği
rakamlara göre internet bağlantısı olan hane sayısı 5,7 milyon,
iş yeri sayısı ise 1 milyon. 2,6 milyon hanede bilgisayarı olmamasına
rağmen interneti kullanan insan var. 8 milyon hanede ne internet
bağlantısı ne de bilgisayar bulunuyor.

Kentlerde bilgisayar penetrasyon oranının
yüzde 53 olduğunu söyleyen Yılmaz, kırsal alanlarda bu oranın
yüzde 19'e düştüğünün altını çizdi.
İnternet bağlantısı oranlasıysa kentlerde ve yarı kentsel
bölgelerde yüzde 40, kırsal alanlarda yüzde 17.

İnternet erişimi ve bilgisayar sahipliği
konusunda Türkiye'de bölgeler arasındaki farkların ciddi boyutta
olduğunu vurgulayan Yılmaz, ''Türk insanı interneti nasıl
kullanıyor? Evinde internet bağlantısı olan kullanıcılar interneti
sohbet ve sosyal ağları için yüzde 77,8 oranında, araştırma
için yüzde 54,5, e-posta kontrolü için yüzde
38,1 ev ödevi-okul projeleri için yüzde 13,6, e-devlet
işlemleri için 4,6, gazete okuma için yüzde 36,2, oyun
oynama için yüzde 33,6, film indirme için yüzde
18,6, internet bankacılığı için yüzde 9, yemek tarifi
araştırması için yüzde 5,7 oranında kullanıyor'' diye
konuştu.

Yılmaz, internet bağlantısı sahipliğini
engelleyen sebeplere bakıldığında ''çok pahalı'' diyenlerin
oranının yüzde 45 olduğunu belirterek, bunu izleyen nedenlerin
yüzde 37 oranıyla ''ihtiyaç duyulmaması'', yüzde 30
oranıyla ''bilgisayar sahibi olmama'', yüzde 9 oranıyla
''çocukların internete bağlanmasını istememe'' şeklinde
sıralandığını bildirdi.

Önümüzdeki dönemde ''wifi''
adının daha çok duyulacağını dile getiren Yılmaz, IP TV
için de izin başvurusu yaptıklarını, izin çıkar
çıkmaz bu servisi uygulamaya koymaya başlayacaklarını
bildirdi.

Kaynak: ntvmsnbc.net

İÇERİDE HÂLÂ HASTA TUTSAKLAR VAR

<![endif]-->"Hastalıktan değil, doğduğun
için öleceksin" demiş yönetmen  Sırrı
Süreyya Önder. Evet ölüm de yaşamın bir
parçası, sadece bir son değil. Adına kader denilen iş cinayetleri,
terör denilip üstü kapatılan siyasi cinayetler...
tümü yaşamın bir parçası haline getirildi.

lang="EN-US"> 

lang="EN-US">Bu ölümlerden siyasi olanlarına en çok 80
cuntası sürecinde ve  90'larda tanık olduk.
Sadece 2000-2009 arasında hapishanelerde 309 insan
katledildi
ölümler artarak devam ediyor. Öyle ki artık
kanıksar olmuştuk kaybetmeleri, yargısız infazları... Özellikle
90'larda bir başka siyasi cinayet projesi geliştirildi: Sessiz imha
politikası.  Artık infazlarıyla deşifre olan sistem bu politikayı
hayata geçiriyordu. Bu proje pek çok ayaktan oluşuyordu.
Bunlardan biri tutsağın daha sorgu aşamasında yoğun olarak
gördüğü işkence sonrasında vücudunda ciddi hasarların
oluşması ve bu hasarlar sonucunda ağır hastalıkların ortaya
çıkması idi. Elbette ''şefkatli kollar'' bu yaraları sarmayacak ve
o yaraların gelişip serpilmesi için ellerini ovuşturacaktı.
Kaçınılmaz son geldiğinde ise skor tabelasına bir çarpı
daha atılacaktı. İşte bu çarpı, sessiz sedasız oluyordu.
Öyle ya ne kurşun vardı ortada, ne de yağlı urgan. lang="FR" style="">Cellat sinsi bir hastalıktı, devlet ne yapsındı,
elinden ne gelirdi... Tutsak bazen hastalığın son evresinde
salıverilirdi, bazen içeride ölümü
beklenirdi.



style=""> 

style="">Bu politikanın diğer ayağını ise tecrit denilen uzun zamana
yayılmış bir imha programı oluşturuyordu. Bu politika elbette
emperyalizme ait olacaktı. Gerek Amerika'da gerekse Avrupa'da 100 yıldır
uygulanan bilimsel araştırmalara konu olmuş bir infaz modeliydi bu. Bu
cezalandırma biçiminin ülkemizdeki kökeni daha
öncelere gitse de asıl olarak 2000'lerde Ftipi cezaevleriye
uygulanmaya başlandı.

style="">

 

style=""> Bugün kesinlikle sırtımızı
dönemeyeceğimiz bir yakıcılıkla duruyor sessiz imha ve tecrit
olgusu. Sayısız örnek yaşadık, Güler Zere ve Abdullah
Akçay kamuoyunun gündemine girebilenler. Hapishanelerde onlarca
tutsak sessiz sedasız yok edilmeye devam ediliyor.

style="">

 

style=""> Tutsakların sessiz sedasız
öldürülmesine karşı, birçok bileşenden oluşan
''Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu''  ciddi bir işlev
gördü-görüyor. Gerek birleştiriciliği gerekse
sürekliliğiyle örnek bir demokratik mücadele süreci
oldu.  (Elbette bu sürecin bir bedeli
olacaktı; hasta tutsaklar için kılını kıpırdatmayan devlet,
onların sesi soluğu olanları tutukladı, tutuklanan 17 TAYAD'lıdan
8'i hâlâ cezaevinde).Her cuma taksimde
gerçekleştirilen yürüyüş pekçok hasta tutsak
için umut oldu. İvme olarak  bu
yürüyüşlerde yerimizi alarak bu adaletsizliğe karşı
kayıtsız kalmayacağımızı gösterdik ve style=""> 
göstermeye de devam
edeceğiz.

style="">

 

style=""> Biz halktan ve emekten yana olan
mühendisler sadece alanımıza giren konularda değil, toplumsal
mücadelenin her alanında taraf olmayı ve taraflığın gereğini
yerine getirmeyi varoluş sebebimiz bildik. Yaptıklarımızın yeterli
olduğunu düşünmüyoruz, daha çok emek harcayıp
haksızlığa maruz kalmış herkesin yanında olmamız gerektiğinin
bilincindeyiz. Bu bilinç aydın olma misyonumuzun gereğidir. style=""> 

style="">

 

style=""> Demokrat olmanın bir gereği
olarak, geçtiğimiz hafta her cuma oldugu gibi Taksim'deydik
ve  hasta tutsaklara özgürlük
dememizin 1. yılını doldurduk...

style=""> 

style="">Güler Zere son mektubunda '' içerde hâlâ
hasta tutsaklar var'' diyordu. Ve yaratılan duyarlılığın devam
ettirilmesi gerektiğini işaret ederken, son nefesinde dahi
içerdekilerin acısını çektiğini anlatıyordu bizlere.
Evet, her cuma Taksim'de "hasta tutsaklara
özgürlük" demeye devam edeceğiz. Çünkü
ne kadar görmezden gelinse de çırılçıplak bir
gerçek duruyor karşımızda: ''İçeride hâlâ hasta
tutsaklar var''

lang="EN-US"> 

 

 

lang="EN-US">İvme Dergisi

lang="EN-US">

 


 




28 Temmuz 2010 Çarşamba

Katil Olduğunu İspatlayacağız!

Katil Olduğunu
İspatlayacağız!

  style="font-family: Verdana; color: rgb(40, 40, 40);
-webkit-border-horizontal-spacing: 2px; -webkit-border-vertical-spacing: 2px;
">"Biz müvekkillerimizin
öldürüldüğünü unutmayacağız. Kimseye de
unutturmayacağız."
Av. Selçuk
Kozağaçlı 

HANGİ DAVALARI AÇARSANIZ AÇIN GERÇEKLERİ
UNUTTURAMAYACAKSINIZ
 

Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk
Kozağaçlı hakkında açılan ceza davasının ilk duruşması
yapıldı. 

Mahkeme gerekçesi ise, 19 Aralık 2000 Hapishaneler katliamının
yıldönümü nedeniyle, Çağdaş Hukukçular
Derneği'nin, 19 Aralık 2009 tarihinde yapmış olduğu basın
açıklamasında, dernek adına basın açıklamasını okuyan
ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı'nın HSYK
üyesi Ali Suat Ertosun'a hakaret ettiğidir. 

Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesinde yapılan ilk duruşmada, çağdaş
hukukçular Genel Başkanlarını yalnız bırakmadılar.
Çeşitli sendika ve demokratik kitle örgütlerinin de
izlediği duruşmaya Halk Cepheliler de katıldı. 

Mahkemenin genel seyri: 

Yurtdışından gözlemci olarak katılmak isteyen avukatlar ve
demokratik kitle örgütleri temsilcileri için istenen
tercüman ile başlayan duruşma da davacı avukatı, söz konusu
insanların davanın tarafı olmadığına, dolayısıyla tercümana
gerek olmadığına, yalnız izleyebilecekleri şeklinde beyanat verdi. Bunun
üzerine hakim de aynı şekilde karar aldı. 

Savunmasını sözlü olarak yapan Av. Selçuk
Kozağaçlı söz aldığında, savunmasının 3 ana temel
üzerine oturduğunu, birincisinin: bir kısmı
kendisinin müvekilleri olan 150'e yakın tutuklu ve
hükümlünün ölümünden, Ceza ve Tevfikevleri
Genel Müdürü sıfatıyla Ali Suat Ertosun'un sorumlu olduğuna
değindi. Dönemin Adalet Bakanlığının hapishane politikalarının
uygulayıcısı olduğu, şidddet yanlısı, baskıcı ve
özgürlük algısı zayıf birisi olduğuna değindi.
Açıklamanın altında yatan vurgunun sertliğinin nedenleri olarak da
hapishanelerde kanlı politikaların, bunların uygulayıcılarının
yargılanmalarının zamana yayılıp zaman aşımına gidilmesi, ve bu işin
sorumlularının ödüllendirilmesi ve 150 kişinin
ölümünün kendisi için çok önemli
olması olarak saydı. 

Savunmanın ikinci temel maddesi olarak,
Kozağaçlı; "Adalet Bakanlığı bürokratı olarak
20 yıl dosya görmeden çalışan Ali Suat Ertosun'un hem
Yüksek Mahkeme'de üye olarak, hem de devlet yüksek hizmet
madalyasıyla bulunması bizce mümkün
değil."
 dedi. 

Üçüncü madde olarak, HSYK üyesi olan
birisinin objektif olamayacağına, HSYK taraf ise dava
açılamayacağına, hakim savcı kaderlerini de belirleyen tam yetkili
amir iken tarafsız olunamayacağını söyledi. Av. Kozağaçlı
son olarak; "Biz müvekkillerimizin
öldürüldüğünü unutmayacağız. Kimseye de
unutturmayacağız." 
sözleriyle bitirdi. 

Avukatlar da sırayla söz alıp, müvekilleri Av. Selçuk
Kozağaçlı adına savunma yaptılar. Yapılan savunmalardan bazı
ayrıntılar: 

• "Söz konusu basın açıklaması ÇHD
Başkanı sıfatıyla yapılmış. Dernek tüzüğünün 2.
maddesine göre yapılmış. 19 Aralık 200 tarihinde yapılanları
müvekkileri yaşamış."
 

• "Ali Suat Ertosun'un katil olduğuna dair ... ispat
hakkı istiyoruz. Delil toplayacağız, tanık
getireceğiz."
 

• "19 Aralık 2000 tarihinde trajik bir şekilde "hayata
dönüş" diye adlandırılan hapishaneler operasyonunda 28
kişi hayatı kaybetmiş, devam eden süreçte 122 insan daha
hayatını kaybetmiş, 600'den fazla insan sakat kalmıştır. Devletin
koruması altında olan tutuklu ve hükümlülerin hayatlarını
kaybetmesi tarihsel, bilimsel bir gerçekliktir... 
... Katliamın boyutu kayıtlıdır. Yaşam hakkı ihlali
kanıtlanmıştır"
 

• "... katil olduğunu düşünüyorum. Eğer
anayasal ispat hakkı verilirse katil olduğunu, toplu ölümleri
sevk ve idare ettiğini ispatlayabiliriz." 

• "Ali Suat Ertosun, 19 Aralık operasyonlarını
planlayanlar içerisindedir. Operasyonun her aşaması planlanıyor.
200 kişinin öleceği planlanıyor. Kaç kişinin öleceğini
bile planlıyorlar. Bu plan ekibinin içinde Ali Suat Ertosun da
vardır. 200 kişiyi öldürmeyi düşenen bir kişiye katil
demek hafif kalır. Ertosun kendisinin katil olduğunu kabul etmiştir.
Hayatını kaybeden Volkan Ağırman'ın babası Niyaz
Ağırman'a 'Senin oğlunu ben öldürdüm. Var mı
diyeceğiniz?'
 demiştir. "
 

Duruşma 4 Ekim 2010 saat 10:00'a ertelendi. 

ÇHD, duruşmadan sonra Adliye binası önünde bir basın
açıklaması yaptı. Yaklaşık 50 kişinin katıldığı
açıklamada Halk Cepheliler de "Yargılanması gereken;
katliamın karşısında duran onurlu hukukçular değil, yaşam
biçimi katliamcılık olan Ali Suat
Ertosunlardır" 
yazılı dövizlerle yer aldılar. 
/>

Basın açıklamasında, 19 Aralık 2000 tarihinde yapılan
hapishaneler katliamında Hiçbir sorumlunun yargılanmadığına,
hangi davaları açarlarsa açsınlar gerçekleri
unutturamayacaklarına, katliam sorumlularının
ödüllendirildiklerine değinildi. 

Okunan Basın açıklamasının tam metni: 

BUGÜN HEM İSTANBUL'DAYIZ HEM DE BURADAYIZ 

Bugün derneğimizle ilgili açılana iki davanın duruşması
görülmektedir. 
Birincisi İstanbul/Beşiktaş'ta özel Yetkili Ağır Ceza
Mahkemesinde'dir. 

ÇHD İstanbul şubemizin yayın organı olan HUKUK ve TOPLUM
dergisindeki makalesinde "KÜRTLER VARDIR" dediği için,
Dr. İsmail Beşikçi ile birlikte yazı işleri müdürü
avukat arkadaşımız Zeycan Balcı Şimşek yargılanmaktadır. 

ÇHD Genel Başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı
hakkında '19 Aralık katilamı sorumluları yargı önüne
çıkmalıdır, hesap vermelidir' 
dediği çin
dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür ve bugün
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi Ali Suat Ertosun'a
hakaret ettiği gerekçesi ile Cumhuriyet savcısı tarafından ceza
davası açılmıştır. 

Bugün ÇHD Genel Başkanı, Ali Suat Ertosun'a hakaret etti diye
yargılanmaktadır. 

Ve Çağdaş Hukukçular Derneği olarak diyoruz ki; 
HANGİ DAVALARI AÇARSANIZ AÇIN, GERÇEKLERİ
UNUTTURAMAYACAKSINIZ.
 

Bu ülke, 19 Aralık 2000'de tarihin en ağır cezaevi katliamlarından
birini yaşadı. 

Bu katliamın üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen bu katliamın
hiçbir sorumlusu yargı önünde hesap vermedi.
Çünkü soruşturmada yıllar boyunca katliamı fiili olarak
yapanların isimleri Jandarma tarafından gizlendi. Cumhuriyet
Savcılıklarına bilgi verilmedi. Bu ülkenin valileri ise, bu
katliamlarda "görev icra edildiği" gerekçesi ile
soruşturmaya izin vermedi. Ancak İstanbul Bölge İdare Mahkemesinin
kararı ile Bayrampaşa Cezaevinde katledilen 12 mahpus ve kurşunla
yaralanan 55 mahpus için 39 er hakkında ömür boyu hapis
cezası talebi ile dava açılabildi. 

Bu 10 yıl boyunca mağdurlara ne oldu, dersiniz? Bu katliamın tüm
sorumluları yargı önüne çıkmalıdır diyen herkes
hakkında, hakaretten dava açıldı, yine bu kamu görevlilerine
hakaret edildiği gerekçesiyle açılan tazminat davaları kabul
edildi. 

Bugün bu ülkede, sistem muhaliflerine yapılacak her
türlü ağza alınmayacak galiz küfür YÜKSEK YARGITAY
tarafından ifade özgürlüğü kapsamına sokulmakta,
katliam sorumluları bulunsun katiller cezalandırılsın diyenler hakkında
yüksek tazminat miktarlarına hükmedilmekte, kamu
görevlilerine hakaret ettiği gerekçesiyle ceza
verilmektedir. 

Bir önceki başkanımız Hüseyin Yüksel Biçen, Ankara
Barosu Genel Kurulunda yapmış olduğubir konuşmada, dönemin Ceza ve
Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun'a 'GARDİYAN'
dediği için, hakaret nedeniyle cezaya mahkum edildi, bu davanın
görüldüğü duruşmada avukat meslektaşlarımıza
'EDEPSİZLİK ETMEYİN' diyen Mahkeme Hakimine karşı açılan davada,
avukat meslektaşlarımızın davası reddedildi. Aynı zamanda avukat
meslektaşlarımız hakime karşı açmış oldukları bu dava
sebebiyle idari para cezası ve tazminat ödemeye mahkum
edildiler. 

Yine aynı Yargıtay Prof. Baskın Oran davasında "Agos Gazetesinde
yazı yazıyorsan, sana hakaret edilmesi serbesttir." kararını onadı.
Aynı Yargıtay halen tutuklu olan bir sanığı tahliye etmedi
gerekçesi ile hakimleri tazminata mahkum etti. 

19 Aralık 2000'de yapılan cezaevi operasyonlarında ve sonrasında 122
kişi hayatını kaybetti ve yüzlerce insan sakat kaldı. 

O dönem Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü olan Ali Suat
Ertosun ise devlet tarafından Üstün Hizmet Madalyası ile
ödüllendirildi. 

Bu ödülü veren Sayın Cumhurbaşkanı'na ve
Hükümet'e soruyoruz?
 

Eğer birazcık vicdan sahibi iseniz, bu davanın iddianamesini bir kez
okuyun ve biz ne yaptık, bu neyin ödülüdür, sorusunu
kendinize sorun. 122 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin
sakat kaldığı bir operasyon adına ölenlerin yakınları ve sakat
kalanların gözünün içine baka baka ödül
vermek, nasıl bir insanlıktan istifa etme halidir? Bunu bir kez
düşünün. 

Devlet üstün hizmet madalyasını geri alın ise asla
demiyoruz. 

Eğer bir katliam bu devletin en yüksek karar organı olan Milli
Güvenlik Kurulunda karara bağlanmışsa, bu ödülü geri
alın demek 19 Aralık'ta dönemin tüm siyasi ve askeri
aktörlerini aklamak anlamına gelecektir. Aksine bu ödül
yerinde durmalıdır. Çünkü bu ödül 19 Aralık'ta
yaşananları bu halkın zihninde canlı tutacaktır. Sadece becerebilirseniz
bu nasıl bir vicdandır, sorusunu kendinize sorun. 
Saygılarımızla. 

ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ 

 

Kaynak: www.halkinsesi.tv

 

Linççiler Halka Hesap Verecek !

Linççiler Halka Hesap
Verecek !

 Linç Saldırılarından AKP
Sorumludur!


İstanbul Kartal'da, 28 Temmuz 2010 Çarşamba günü,
İnegöl ve Hatay'da yaşanan Kürt halkına yönelik linç
saldırıları protesto edildi. 

Ankara caddesinden Kartal meydanına doğru yapılan
yürüyüşte"KAHROLSUN FAŞİZM YAŞASIN
MÜCADELEMİZ", "FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA",
"LİNÇCİLER HALKA HESAP VERECEK", "YAŞASIN HALKLARIN
KARDEŞLİĞİ", "BIJI BIRATIYA GELAN", "YAŞASIN
DEVRİMCİ DAYANIŞMA"
 sloganları atıldı. HALK CEPHESİ,
DHF, PARTİZAN, ESP, KALDIRAÇ, KIZILBAYRAK, DEVRİMCİ HAREKET, BDSP,
PSAD KARTAL ŞUBESİ'nin çağrısıyla gerçekleşen eyleme 30
kişi katıldı. 

Kartal meydanında okunan açıklamada şöyle denildi: 

ÖNCE EDİRNE'DE ERZİNCAN'DA ŞİMDİ İNEGÖL'DE ANTAKYA'DA
LİNÇ SALDIRISI 
LİNÇLERİ BİZZAT ORGANİZE EDEN AKP'NİN POLİSİDİR!
 
/>

Geçtiğimiz iki gün boyunca linç gürühları
hareket halindeydi. Bursa İnegöl'de ve Antakya'da faşistler polisle
işbirliği halinde Kürt halkına planlı ve organize bir biçimde
saldırdılar. 80'e yakın ev ve işyeri yağmalandı ateşe verildi.
Amerikancı faşist iktidarı ülkemizi adım adım bir linçler
ülkesi haline dönüştürmektedir. Linç
saldırıları, 6 Nisan 2005'den, Trabzon'da TAYAD'lılara karşı
gerçekleştirilen linç saldırısından bu yana kesintisiz
sürmektedir. 4,5 yılda, linç saldırılarının sayısı
40'ı aşmıştır. 
Bu saldırılar kesinlikle "halk-
vatandaş tepkisi" 
değildir. 

Bu bir LİNÇ saldırısıdır. Saldıranlar, halk değil,
bizzat kontrgerillanın yönlendirdiği ve sivil faşistlerin başını
çektiği bir güruhtur. Bursa İnegöl'de
gerçekleştirilen linç saldırısından sonra Bursa
Valisi "bu eylemi yapanlar vatanını milletini seven
insanlar"
diyerek linçcileri sahiplenmiş ve adeta
sırtlarını sıvazlamıştır. Gerçekleşen her linç
saldırısından sonra yetkililerin buna benzer açıklamalar yapması
tesadüf değildir. Bu açıklamalar faşist bir zihniyetin
ürünüdür ve AKP iktidarınca da desteklemektedir. Halkın
hiçbir sorununa cevap veremeyen bir iktidarın
"açılım" yalanlarının iflas etmesinden ardından
gösterdiği gerçek yüzüdür bu tablo. 

Ulusal hakları doğrultusunda mücadele eden kürt halkının,
tecrite karşı mücadele eden tutsak ailelerinin, Amerikan
emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi veren devrimcilerin,
işçinin, memurun, öğrencinin kısacsı tüm halkın
mücadelesinin karşısında linçler örgütleyerek
sindirmeye çalışmak bugün artık sürekli bir devlet
politikası haline dönüştürülmüştür.
Ki linç bir devlet politikası olarak yeni değildir adeta bir
devlet geleneğidir.
 Geçmişte 6-7 Eylül olaylarından
bugüne kadar aralıksız devam etmiştir. Bursa İnegöl ve Hatay'a
dönüp bakalım 6-7 Eylül'de yaşananları, Maraş'ta
yaşananları tekrar okumuş gibi oluruz. Aynı yalanlar, kışkırtılan
şovenizm, linçcileri polisce desteklenmesi ve yetkililerin benzer
açıklamaları… 

Bu tablo "Bu ülke artık değişti artık böyle
şeyler olmaz" "demokratikleşiyoruz"
diyenlenler
için hala AKP'nin anayasa değişikleriyle 12 Eylül'ün
geride kalacağını bekleyenler için, Açılımlarla Kürt
sorunun çözüleceğini umanlar için ibret verici bir
tablodur. Bütün bu açılımların, demokratikleşme
paketlerinin sonunda gerçekler Edirne'de Erzincan'da ve bugünde
Hatay'da Bursa'da bir kez daha ortaya çıkmıştır. 

Emperyalizme karşı bağımsızlığı ve faşizme karşı demokrasi
mücadelesi, Kürt halkının ulusal hakları için
mücadelesi adi yalanlarla örgütlenmiş linç
saldırıları ile sindirilemez.Biz devrimciler buna izin vermeyeceğiz.
Sokaklar linçcilerin değil faşizme karşı mücadele eden
halkındır. Yükseltilen şovenizme, linçlere katliamlara karşı
karşı halkların birlikte faşizme karşı mücadelesini
örgütleyelim.
 

 

Kaynak: www.halkinsesi.tv

 

UPS Kargo işçileri hakları için direniyor

UPS Kargo işçileri
hakları için direniyor

  style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; color: rgb(41, 58,
77); line-height: 20px; -webkit-border-horizontal-spacing: 12px;
-webkit-border-vertical-spacing: 12px; ">Sendikal hak ve
özgürlükleri için Amerika merkezli kargo devi
UPS'nin aktarma merkezlerinde direnişlerini sürdüren
Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası (TÜMTİS)
üyesi UPS işçilerinin kararlı mücadeleleri devam
ediyor.

UPS'nin İstanbul'da Mahmutbey ve Kurtköy'deki aktarma merkezlerinin
yanısıra İzmir ve Balıkesir'de de süren direnişler destek
ziyaretleri ve eylemlerle güç kazanıyor.

İşe iade davaları görülüyor

Patron-polis işbirliğinde gerçekleştirilen saldırılar
karşısında kararlılıkla mücadelelerini sürdüren
işçiler, bununla paralel olarak hukuki süreci de işletiyorlar.
UPS'de ilk olarak işten atılan 19 işçinin işe iade
davasının görüldüğü 15 Temmuz gününün
ardından ikinci grubun işe iade davaları ise 29 Temmuz günü
Bakırköy 11. İş Mahkemesi'nde görülecek.

Gözler ITF kongresinde

TÜMTİS üyesi UPS işçileri TÜMTİS'in üst
örgütü Uluslararası Taşımacılık İşçileri
Federasyonu'nun (ITF) 4 Ağustos 2010 tarihinde Meksika'nın
başkenti Mexico City'de gerçekleştireceği kongresini
bekliyorlar. Amerika merkezli UPS'nin ABD'de bulunan
işyerlerinde örgütlü olan Teamster Sendikası'nın da
temsil edileceği kongrede UPS'nin Türkiye'deki aktarma
merkezleri ve şubelerinde yürütülen sendikal
örgütlenme mücadelesinin de gündeme gelmesi bekleniyor.
TÜMTİS ve UPS işçileri bu kongreden çıkacak somut
kararları bekliyorlar. ITF'nin kongresinde TÜMTİS'i, aynı
zamanda ITF delegesi olan TÜMTİS Genel Başkanı Kenan
Öztürk'ün temsil etmesi bekleniyor.

UPS patronu zor durumda

İlerleyen direniş sürecinde yeni işten atma saldırılarını
devreye sokan UPS patronu "zor günler" geçiriyor.
Aktarma merkezlerindeki alımlarında büyük oranda
düşüş yaşayan UPS, işlerini döndürme noktasında
çeşitli sıkıntılar yaşıyor. UPS'nin
Türkiye'deki beyni durumunda olan Mahmutbey'deki aktarma
merkezinde normal şartlar altında gerçekleşen 50 bin alım,
direnişin de etkisiyle oldukça düşmüş bulunuyor.

Destek ziyaretleri sürüyor...

Her sabah işe giriş saatinde direniş alanlarında buluşan
işçiler destek ziyaretleri almaya devam ediyorlar. UPS'nin
Mahmutbey'deki aktarma merkezinde direnişlerini sürdüren UPS
işçileri ise 31 Temmuz günü Türk-İş İstanbul
Şubeler Platformu bileşeni sendikalar tarafından ziyaret edilecekler.

UPS işçileri eyleme geçiyor...

Patron-polis işbirliği içinde direnişleri türlü
yollarla kırılmak istenen UPS işçileri, aktarma merkezleri
önünde sürdürdükleri kararlı direnişlerini
önümüzdeki günlerde sokağa taşımayı
amaçlıyorlar. 31 Temmuz akşamı Beyoğlu Taksim'de ilerici
sendikalar, demokratik kitle örgütleri, ilerici ve devrimci
güçlerin de desteğiyle yürüyüş
gerçekleştirecek olan UPS işçileri direniş coşkularını
merkezi alanlara da taşıyacaklar. UPS işçileri cumartesi akşamı
gerçekleşecek yürüyüşe tüm duyarlı kesimlerin
kitlesel biçimde destek vermesini bekliyorlar.

 

Kartal Belediyesi Festivali'ne devrimci müdahale

Kartal Belediyesi
Festivali'ne devrimci müdahale

  class="Apple-style-span" style="font-family: verdana, arial, helvetica,
sans-serif; color: rgb(41, 58, 77); line-height: 20px;
-webkit-border-horizontal-spacing: 12px; -webkit-border-vertical-spacing:
12px; ">Kartal Belediyesi'nin düzenlediği kültür-sanat
festivalinin ikincisi 23 Temmuz Cuma günü başladı. Festival 1
Ağustos tarihine kadar devam edecek.

 

Kartal'da faaliyet yürüten ilerici ve devrimci
örgütler festival sürecine müdahele edebilmek ve kitap
fuarında devrimci yayınların da satışını yapabilmek için bir
araya gelerek ortak haraket etme kararı aldı. BDSP, ESP, DHF, Devrimci
Hareket, Halk Cephesi, Kaldıraç, PDD, Partizan, Kartal PSAKD festival
programında yer alan kitap fuarında ortak stand alanı
hazırlandı. 

Bununla beraber Kartallı işçi ve emekçilere stand
dışında da ulaşabilmek, güncel konular üzerinden seslenebilmek
için ortak etkinlik planlamaları yapıldı.

Referandum oyunu tartışılacak

1 Ağustos Pazar günü saat 16:00'da kitap fuarı söyleşi
alanında "Referandum ve tutumlar" başlıklı bir forum
gerçekleştirilecek. Tüm yapıların söz alacağı forumda
referandum süreci devrimci bir bakış açısıyla
tartışılacak.

Hasta tutsaklar için yürüyüş

Bununla beraber cezaevlerindeki tecrit politikaları ve hasta tutsaklar
üzerinden bir eylem gerçekleştirilecek. Cumartesi günü
saat 18.30'daki "Tecrit ne adli ne siyasi tutsak ayırmıyor
öldürüyor!" şiarıyla yürüyüş
düzenlenecek.

 

Kaynak: Kızılbayrak

 

27 Temmuz 2010 Salı

"Ümran Boru LOÇ Vadisi'nden defol!"

"Ümran Boru LOÇ
Vadisi'nden defol!"

  style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; color: rgb(41, 58,
77); line-height: 20px; -webkit-border-horizontal-spacing: 12px;
-webkit-border-vertical-spacing: 12px; ">Cide Loç Vadisi Platformu,
Kastomonu'nun Cide İlçesi'ndeki Devrekani Çayı üzerinde
kurulacak olan HES'i protesto etmek ve HES çalışmalarını
engellemek için bölgede çadır kurarak nöbet tutmaya
eylemi gerçekleştiriyor.

Bölgedeki 4 köyün bir araya gelmesiyle oluşan platform,
yaşam alanlarının heba edilmemesi için düzenledikleri
eylemlerde ise Ümran Boru'nun bir iştiraki olan ORYA Enerji ve jandarma
ile karşı karşıya geliyor.

HES çalışmalarını yürüten ORYA Enerji, LOÇ
halkının direnci karşısında çalışmalara başlayabilmek
için kolluk kuvvetlerini araya sokuyor. ORYA Enerji, jandarmanın
köylüler ile inşaat alanı arasında barikat oluşturmasını
sağlarken, platformun yoğun direnişinin ardından geri adım atarak
çalışmalarını 2 gün için durdurdu.

Çarşamba günü çalışmalarına yeniden başlamayı
planlayan Orya Enerji'nin Devrekani Çayı üzerinde kurulacak olan
HES çalışmalarına karşı Türkiye'de eş zamanlı eylemler
gerçekleştirilecek.

28 Temmuz Çarşamba günü Artvin, Rize, Düzce,
Bartın, Sinop, Tunceli ve çeşitli bölgelerden farklı farklı
gruplar ÜMRAN BORU LOÇ VADİSİ'NDEN DEFOL pankartına kendi
imzalarını atarak eylemler düzenleyecek.
 

Kaynak: kızılbayrak

 

Hacettepe'de personel kıyımı

Hacettepe'de personel
kıyımı


Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde çalışan radyoloji
teknisyenleri, sağlık hizmeti yerine hukuk mücadelesi veriyor. 3 ay
önce hastane yönetimi ve rektörlük tarafından hukuksuz
bir şekilde kendi alanları ve meslekleri dışında başka birimlerde
görevlendirilen, başka bir deyimle sürgün edilen 15
çalışan, personel kıyımına karşı hukuk savaşı veriyor.

 
Tüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri
Derneği (TÜMRAD-DER) Genel Başkanı Heybet Aslanolu yaptığı
açıklamada "Tüm yetkililere sormak gerekir. Hukuk, adalet
 kimin için vardır? Güçlü olanın
kullandığı, zayıf olanın zorlandığı bir kurallar sistemi midir hukuk?
Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararını bile uygulamayacak kadar
gözü kara yöneticiler bu gücü nereden alıyor? Bu
hukuk tanımaz yöneticiler hesap vermeyecekler mi?" diye sordu.
 Aslanoğlu,  Yükseköğretim Kurulu
Başkanlığı(YÖK)'ın da olaya seyirci kalmak yerine
çözümün bir  parçası olmasını ve
üniversite yönetiminin bu hukuksuz uygulamalardan bir an önce
vazgeçmesini istedi. 

 

src="http://birgun.net/i/spacer.gif" />
Kaynak: Birgün

 

Yüzde 80 büyüyecek firma neden işçi çıkarır?

Yüzde 80 büyüyecek firma
neden işçi çıkarır?

  style="font-family: Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif; border-collapse:
collapse; line-height: 19px; ">Bursa Orhangazi'de kurulu otomotiv yan sanayi
kuruluşu Faurecia Polifleks fabrikasından işten atılan işçilerle
ilgi olarak dün saat 13.00'de Türk-İş Bölge temsilcisi Sabri
Durmaz ve Petrol-İş Bursa Şube Başkanı Nuri Han bir basın
açıklaması yaparak Bursa İl İnsan Hakları Kurulu'nu göreve
davet eden dilekçeyi Bursa Vali Yardımcısına verdiler.

Öte yandan Petrol-İş Sendikası Merkez
Yönetim Kurulu adına Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa
Öztaşkın imzasıyla yapılan yazılı açıklamada
""Daha iki ay önce, Mayıs 2010'da Bursa'nın yerel
gazetelerinde yer alan haberlerde 2012 yılına kadar yüzde 80
büyümeyi hedefleyen bir projeyi başlattığını
açıklayan, toplu sözleşmeden hemen sonra elli kadar yeni
işçiyi işe alan Fransız firması Faurecia Polifleks'in, böyle
bir dönemde deneyimli işçilerini birdenbire işten
çıkartma gereği duyması anlaşılmazdır" denildi.
 
 
Kaynak: Birgün

 

Afganistan'daki Savaşın Kayıtları: Muazzam Gizli Dosya Sızması İşgalin Gerçek Yüzünü Ortaya Çıkardı

Afganistan'daki Savaşın
Kayıtları: Muazzam Gizli Dosya Sızması İşgalin Gerçek Yüzünü Ortaya
Çıkardı

• Yüzlerce sivilin koalisyon askerleri
tarafından öldürülmesi
• Liderleri "yakalamak veya öldürmek" için
gizli birimler
• NATO'ya karşı Taliban bombalı saldırılarındaki artış

Savaş kayıtları koalisyon güçlerinin neden olduğu sivil
ölümlerini, Taliban ve El Kaide liderlerini öldürmek
için
gösterilen gizli çabaları
ve İran ile Pakistan'ın direnişçileri destekleme
tartışmalarını ortaya çıkarıyor
. Fotoğraf: Max
Whittaker / Corbis 

ABD'ye ait çok sayıda gizli askeri dosya,
Afganistan'da kaybedilmiş olan savaşın yıkıcı tablosunu
açıkça gösteriyor. Dosyalar, koalisyon
güçlerinin bildirilmemiş vakalarda öldürdükleri
sivilleri, tırmanan Taliban saldırılarını ve NATO komutanlarının
komşu İran ile Pakistan'ın direnişçileri desteklemelerinden
korkularını ortaya çıkarıyor.

ABD askeri tarihinin en büyük sızmalarından
olan ve 90.000 kaza ve istihbarat raporundan sağlanan bu bilgiler color="#000080">Wikileaks
tarafından elde edilerek web sitesinde yayınlandı. color="#000080"> href="http://www.guardian.co.uk/warlogs">Guardian
, color="#000080">New York
Times
ve haftalık Alman dergisi href="http://www.spiegel.de/afghandocuments">Der Spiegel
'e
sunulan dosyalar, 320'den fazla İngiliz, 1000'den fazla Amerikan askerinin
canına mal olan savaşın son altı yılına ait ayrıntılı bir
döküm veriyor.


Bu yayın, Barack Obama'nın "arttırma"
strajesinin başarısız olduğu kuşkularının arttığı ve koalisyon
güçlerinin Cuma günü Kabil'in güneyinde tutsak
alınan ABD denizci personeli aradığı zamana denk geldi.

href="http://www.guardian.co.uk/warlogs">Savaş kayıtları

ayrıca şu ayrıntıları ortaya çıkarıyor:

• Gizli özel kuvvetlerin Taliban liderlerini
yakalamak ya da yargılamadan öldürmek için nasıl takip
ettiğini,

• Taliban'ın ölümcül yerden havaya
füzeleri nasıl sağladığına dair kanıtların ABD tarafından
gizlendiğini,

• Koalisyon güçlerinin Taliban
hedeflerini vurmak için Nevada'daki bir üsten
yönetilen uzaktan kumandalı ölümcül Reaper
araçlarını kullanmayı gün geçtikçe nasıl
arttırdığını,

• Taliban'ın yol kenarı bombalarıyla yol
açtığı ölümlerin nasıl arttığını, ki bugüne
kadar 2000 sivil hayatını bu şekilde kaybetmiştir.

Beyaz Saray yaptığı açıklamada, kayıtlarla
çizilen kaotik resmin Obama öncesinin "yetersiz kaynak
kullanımı"ndan kaynaklandığını belirterek, "Belgelerdeki
zaman aralığının Ocak 2004-Aralık 2009 olduğuna dikkat
edilmelidir" dedi.

Beyaz Saray ayrıca Wikileaks'in bu belgeleri
yayınlamasını da eleştirdi: "ABD ve ortaklarının yaşamlarını
riske atacak ve ulusal güvenliğimizi tehdit edecek gizli bilgilerin
kişiler veya örgütler tarafından açıklanmasını
şiddetle kınıyoruz. Wikileaks bu belgeler hakkında ABD
hükümetiyle irtibata geçmek için hiçbir
çaba göstermemiştir, bu belgeler Amerikalıların ve bizimle
işbirliği içerisinde olan yerel halkın yaşamlarını tehlikeye
sokabilir."

Kayıtlar, bazı üzücü kısa hikayelere de
yer vererek, koalisyon güçlerinin kesinleştirdiği sivil
ölü sayısını ortaya koyuyor: Askeri dilde "beyaz
üstünde mavi". Kayıt bu nitelikte 144 olayı açığa
çıkarıyor.

Kayıpların bazıları Afgan hükümetinin
protestolarına da neden olan tartışmalı hava saldırılarından
kaynaklanıyor, ancak daha önce bilinmeyen büyük bir kısmı,
askerlerin "intihar bombacılarına karşı kendilerini korumak
için" silahsız sürücü veya motorsikletlilere
ateş açmasından kaynaklanıyor.

En az 195 sivilin öldürüldüğü ve
toplam 174'ünün yaralandığı kabul edilirken, bu rakamlar
askerler tarafından günlük raporlardan tartışmalı olayların
atlanması ve askeri istihbarat analistlerinin daha sonra bazen hatalı
olarak bildirdiklerinin toplamını gösteriyor.

Kayıtlarda sivillerin ölümüne neden olan
kanlı hatalar içerisinde Fransız askerlerin 2008'de çocuk
dolu bir otobüse saldırması da yer alıyor, bu saldırıda 8 kişi
yaralanıyor. Benzer şekilde bir ABD devriyesi bir otobüsü
makinalı tüfekle tarayarak 15 yolcunun ölümüne ve
yaralanmasına neden oluyor. 2007'de Polonyalı askerler bir köy
düğününe intikam amaçlı bir havan saldırısı
düzenliyor, içlerinde hamile bir kadının da olduğu sivilleri
katlediyorlar.

İngiliz birliklerinin de sivillere karşı şüpheli
saldırıları var. ABD ordusunun iç yazışmalarında, Kabil'de
Ekim-Kasım 2007 tarihleri arasında neredeyse 1 ay içinde
gerçekleşmiş 4 farklı, olağandışı İngiliz saldırısına yer
verilmiş, bu saldırılar bir Afgan generalin oğlunun
ölümüne de neden oluyor. Saldırıların biri için,
"Soruşturma İngilizler tarafından kontrol ediliyor. Bütün
hikayeyi elde edemedik" şeklinde bir not bile
düşülmüş.

Benzer saldırıların kraliyet deniz komandolarının
eseri olan ikinci bir kümesi, kayıtlara göre Helmand ilinde
2008'in sonundaki 6 aylık bir periyotta gerçekleşiyor. Bu iddialar
Savunma Bakanlığı'na Guardian tarafından sorulduğunda yanıt
olarak: "Bu kısa zaman içerisinde bu iddiaları doğrulayamadık
ve ayrıca iddia edilen eylemlerle ilgili, doğrulama olmadan yorum yapmak
uygun olmaz" denildi.

Afganistan'daki sivil kayıp olaylarını İnsan Hakları
İzleme Örgütü adına izleyen Rachel Reid: "Bu dosyalar
ABD ve NATO kuvvetlerinin sürekli eğilimini ortaya
çıkarmıştır: Sivil kayıpların gizlenmesi. Siviller
öldürüldüğünde şeffaf soruşturmaları emreden
sayısız taktik talimata rağmen, geçmiş aylarda benim incelediğim
bazı olaylarda bile bu gerçekleşmedi. Sorumluluk sadece
yakalandığınızda duyacağınız bir şey değildir, ABD ve NATO'nun
Afganistan'da zarar verdikleri veya öldürdükleri her bir sivil
için duymaları gereken bir şeydir."

Raporların çoğu Guardian tarafından color="#000080"> href="http://www.guardian.co.uk/warlogs">çevrimiçi
yayınlanıyor
ve modern savaşın çıplak,
gerçek yüzünü sunuyor. Çoğu materyal
"gizli" olarak sınıflandırılmış olsa da, artık askeri
açıdan hassas değil. Çok az bir bilgi, yerel muhbirleri
tehlikeye atabilir veya gizli askeri bilgileri ortaya çıkarabilir
gerekçesiyle, yayınlanmaktan imtina edilmiştir. Wikileaks'in
kurucusu Julian Assange, nasıl elde ettiğine dair bilgi vermediği
materyalleri sunucularına "sansürsüz" olarak koymadan
önce redakte edeceğini söyledi.

Wikileaks bu yılın Nisan ayında ABD Apache color="#000080"> href="http://www.guardian.co.uk/world/2010/apr/05/wikileaks-us-army-iraq-attack">helikopterlerinin
Bağdat sokaklarında iki Reuters kameramanını
öldürdüğü
gizli bir
görüntüyü yayınlamıştı, bu olay uluslararası
kamuoyunun da ilgisini çekmişti. 22 yaşındaki istihbarat analisti
Bradley Manning Irak'taki bu görüntüyü sızdırmakla
suçlanarak yakalandı, ancak son kayıtları sızdırmadığı
biliniyor. Pentagon'un suç soruşturma departmanı sızıntıların
izini takip etmeye çalışıyor, bu nedenle Assange'den olumsuz yanıt
aldığı bir yardım isteminde bulundu, Assange onlara yardım etmek
için ABD dışında buluşmak istiyor.

Assange, Guardian'ın talebi üzerine verileri
incelememize izin vermiştir. Bunun için herhangi bir ücret
ödenmesi söz konusu olmamıştır ve Guardian'ın makalelerinin
hazırlanmasında Wikileaks'ın herhangi bir rolü yoktur.

25 Temmuz 2010 Pazar, Nick Davies ve Leigh
David

Kaynak: guardian.co.uk,
http://www.guardian.co.uk/world/2010/jul/25/afghanistan-war-logs-military-leaks

İvme Çeviri Grubu

7. GELENEKSEL HALK SOFRASI PİKNİĞİ...

7. GELENEKSEL HALK SOFRASI
PİKNİĞİ...

src="http://www.ivmedergisi.com/files/resim/piknik-idil-20100808.jpg" />

DİH: Türkan Albayrak, Direnişine Devam Ediyor!

DİH: Türkan Albayrak,
Direnişine Devam Ediyor!

TEKEL işçilerine
provokatör deyip direnişlerini yarı yolda bırakan Türk-İş
Sendikası, işyerinde aşağılanmalara karşı, gasp edilen haklarını
geri almak ve sendika hakkı için mücadele eden Paşabahçe
Devlet Hastanesi temizlik işçisi Türkan Albayrak'a sırtını
çeviriyor.

 
Türkan Albayrak, önce Sağlık-İş Sendikası
tarafından terörist ilan ediliyor, yetmiyor işten
atılıyor.
 
Türkan Albayrak, Paşabahçe Devlet
Hastanesi'nde taşeron olarak temizlik işleri yapan Piramit A.Ş. de
çalışan bir temizlik işçisiydi. Tüm taşeron
şirketlerde olduğu gibi kendi iş koşullarının adaletsizliğine karşı,
işyerinde çalışan diğer işçilerle sendikal
örgütlenme başlattılar. Türk-İş'e bağlı
Sağlık-İş Sendikası'na üye oldular. Üye olduktan sonra
taşeron şirketten ve başhekimlikten baskılar, tehditler gelmeye
başlamıştır. Tüm bu baskılara karşı işçilere sahip
çıkması gereken Sağlık-İş Sendikası, işçileri yarı
yolda bırakmış, patronlarla işbirliği yaparak işçileri
sahiplenmediği gibi Türkan Albayrak'ın işten atılmasına sebep
olmuştur.
 
Türkan Albayrak, işten atıldığından beri
hastane kapısı önünde direniyor. İşten atılalı 18 gün
oldu ve 18 gündür hastane kapısı önüne kurduğu
çadırında oturma eylemi yapıyor, işini geri istiyor. İşini geri
alana kadar da oradan ayrılmayacağını söylüyor.
 
İnsanlar Türkan Albayrak'ı yalnız
bırakmıyorlar, kimisi meyve getiriyor, kimisi işe geri alınması
için imza atıyor, kimisi ise arkadaşlarına anlatıyor, onları da
çadıra getiriyor.
 
18. gününde Herkese Sağlık Güvenli
Gelecek Platformu, direniş çadırının önünde bir basın
açıklaması yaparak Türkan Albayrak'ın haklı
mücadelesini desteklediklerini ve direnişin yanında olduklarını
açıkladılar. Her kesimden insanlar desteklerini sunuyorlar,
ziyaretler yapıyorlar. Hastaneye gelen hastalar da yine ziyaret ettiler
çadırı. Her gelenle yeniden ortaklaşıyor sorun.
 
17. günün gecesinde bir hastayı parası
olmadığı için muayene etmiyor, paran yoksa git dilen deyip
gönderiyor. Muayene olamayan hasta, hastane inşaatına çıkıp
intihar etmek istiyor. Hakkını arayan çiftçiye "ananı
da al git" diyen başbakanın hastanesidir bu hastane. AKP
hükümeti, halkın gündemini referandumlarla, yalanlarla,
dolanlarla meşgul ederken, emekçilerin payına intiharlarla, iş
kazalarıyla, maden ocaklarında göçüklerle
ölümler düşüyor.
 
Toplumun tüm kesimlerine yönelik baskı ve
sindirme politikalarının işçi ve emekçilere dönük
kısmında taşeronlaştırma geliyor. Bu politika ile emekçiler
üç kuruşa, güvencesiz çalıştırılmak isteniyor.
Çıkartılan tüm yasalar, patronların karlarına kar katmaları
için çıkartılıyor. Bu koşullar altında çıktı
Türkan Albayrak'ın direnişi ve çaresiz kaldığını
sanan emekçiye de direnişi öğretiyor.
 
Oligarşinin, emekçiler üzerindeki
baskılarına karşı çaresiz değiliz, birlikte olursak,
mücadele edersek mutlaka kazanacağız. Tüm yaşananların
hesabını soracağız.
 
İŞÇİYİZ HAKLIYIZ
KAZANACAĞIZ!
 
Devrimci İşçi Hareketi, 27 Temmuz 2010

 

"Dünyaya Karşı Tavır": Jose Saramago / Temel Demirer

"Dünyaya Karşı Tavır":
Jose Saramago / Temel Demirer

TEMEL DEMİRER

"Tüm ruhum bir çığlık;
tüm yapıtlarım
bu çığlığın bir
yorumu."[1]
 
Yaşamayı, sonuna değin, en çok hak edenlerden birisiydi.
"Dünya öyle güzel ki, öleceğime
yanıyorum," derdi O, José Saramago, çocukluk anıları
ile yüzyıl başındaki Portekiz'i anlattığı, biyografik
'Küçük Anılar'ında;[2] tarlada
gün boyu çalışmış 90 yaşındaki ninesinden
naklen…
Yaşamayı, sonuna değin hak etmek; ona bağlanmakla
mümkündü; ki O da bunu gerçekleştirenlerdendi.
* * * * *
1998 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kabul
konuşmasında, "Portekiz'in ne okyanusa kıyısı, ne de
İspanya'ya sınırı olan en içerlek, en yalnız vilayetidir
Ribatejo; adını, bağrından akan lacivert nehirden alır. Toprağı
bereketli, üzümleri ve şarabı meşhurdur. Bağcılık
yapmayanların at ya da boğa yetiştirdiği köylerde, toprakla
mütemadiyen haşır neşir ve hayvanlarıyla hasbıhâl
hâlinde insanlar yaşar," diyen O; "Hayatım boyunca
tanıdığım en bilge adam okuma yazma bilmiyordu," diye eklerdi;
Ribatejolu bir köylü, Jeronimo Meirinho'dan söz
ederken.
"O adam" yani Jeronimo, karısı Josefa ile birlikte,
havanın don yaptığı kış gecelerinde ağır bir battaniyenin altına
kıvrılmadan önce, üşümesinler diye ağıldaki domuz
yavrularını da yatağına taşıyan; dedesiydi.
Jeronimo'nun, soğuğu unutmak ve unutturmak için
anlattığı destansı hikâyeler, küçük torununun
zihninde, bin bir dönüşümden geçip çoğalarak,
dünya edebiyatının en kuvvetli seslerinden birini yaratmıştı
ihtiyar; farkında olmadan belki de.
Ribatejo'da sarhoş bir nüfus müdürünün,
hüviyetine, ailesinin gerçek soyadı yerine, köylülerin
babasıyla alay etmek için kullandıkları "yabani turp"
anlamındaki "Saramago" kelimesini yazdığı o
küçük torun, yıllar içinde büyük bir
yazara dönüşecek, Nobel Edebiyat Ödülü'ne
uzanacaktı.
José Saramago, yazarlığını besleyen şeyin, onu kendi
geçmişine, kendi içine ve hep daha derine bakmaya zorlayan bu
"
yoksulluk" olduğunu unutmadı.
Saramago'yu, Saramago yapan bunlardı; ha, bir de
komünistliği…
* * * * *
"Ben demokrasiye inanmıyorum," diye
haykırmaktan bir adım geri atmayan O, ironi ve toplumsal eleştirinin
ustasıydı.
Onu, José Saramago'yu, 18 Haziran 2010 tarihinde 88
yaşında kaybettik.
Yoksul bir köylü ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelen Saramago, eğitimini sürdürememiş ve işçi
olmuştu.
1947 yılında ilk kitabını yayımlayıp, ardından dergilerde,
yayınevlerinde, gazetelerde çalışarak yeni bir hayata başladı; 18
yıl yeni bir roman yazamadı.
Yaşamının son günlerine kadar muhalif olmayı
sürdürdü, 1960'larda Portekiz Komünist
Partisi'ne üye oldu.
80'lerde romancı olarak büyük bir ün kazandıktan
sonra da PKP üyesi olmaktan vazgeçmedi, politik tavrını
sürdürdü. Filistin'deki İsrail ya da Irak'taki
ABD işgalini en sert biçimde protesto etti.
1992'de, 'İsa'ya Göre İncil' başlıklı
romanına Avrupa Edebiyat Ödülü verilmek istendi; ancak
Portekiz yapıtı Hıristiyanlık açısından "sakıncalı
bulup" ödüle engel olunca, Saramago ülkesini terk edip,
Lanzarote adasına taşındı.
Bu olayın ardından ölümüne kadar yaşayacağı
İspanya'nın Kanarya Adaları'na yerleşen Saramago, daha sonra
yazdıkları ve söyledikleriyle muhafazakârları sarsmayı,
onlarla mücadeleyi sürdürdü. Örneğin, 2007'de
"İspanya ve Portekiz birleşmeli", 2009'da ise
"İncil, kötü alışkanlıkların el kitabıdır,"
diyerek büyük tartışmaların önünü
açtı.
1998'de "Okurlarını farklı bir gerçeklikle
tanıştırdığı, hayalgücünün ve ironin hâkim olduğu
bir boyut vaat ettiği," için Nobel Edebiyat
Ödülü'ne değer bulundu.
Romanlarında toplumsal ve siyasi kurumların "sahte"
yanını ve toplumsal düzenin nasıl kırılgan bir zemine kurulduğunu
fantastik bir atmosferde anlatan Saramago, gerçek kişiler ve
olayları ironik yaklaşımıyla ele alan, etkili yapıtlar
üretti.
* * * * *
Saramago yazarlığı konusunda, "Her bir harfte, her bir
kelimede, her bir sayfada, birbiri ardından her kitapta yaptığım şey,
aslında yarattığım karakterleri peyderpey içime yerleştirmektir.
Bu karakterler olmasaydı, bugün karşınızdaki bu adam olmayacaktım
ben," der Nobel konuşmasında…
İlk romanı 'Günah Ülkesi' 1947'de
yayımlanır. Ardından yıllar boyunca sessizliğe gömülür;
1966'da "Muhtemel Şiirler" adlı kitabıyla edebiyata geri
dönecektir.
Bu kesitte teknik okulda öğretmenlikten gazeteciliğe farklı
işler yaptığı aktarılmaktadır. Dünya görüşü
nedeniyle, komünist olmasından ötürü sıkıntılı
yıllar yaşamış, bela başından eksik olmamıştır. 1998 yılında Nobel
Edebiyat Ödülü'nü aldığında, "Eskiden bana
'İyi adam ama komünist' derlerdi; şimdi
'Komünist ama iyi adam' diyorlar," diyecekti
büyük romancı Saramago!
Gerçekten de, büyük bir romancıydı O.
Kaleme aldığı romanlarda okuyucuyu her seferinde soluksuz
sürükleyen bir hikâye anlatıyor olması yanında,
anlatının yarattığı "
büyük imge"nin
metni aşan bir özellik taşıması ve onu çağcıl bir imgeye
dönüşüyor olmasından kaynaklanıyordu.
Örneğin, 'Körlük' romanında anlattığı
hikâye, siyaset felsefesinin de en temel sorunsallarından biri olan
insan doğasının niteliğinden, XXI. yüzyıl insanının içinde
bulunduğu ümitsiz duruma kadar birçok konu hakkında
büyük bir imge oluşturmanın peşindeydi.
Ferit Edgü'nün "Karanlık, umutsuzlukla
eşanlamlı ise,/ umutsuz bir yazardı o./ Çünkü yalnız
geceleri yazdı./ Ama, sabah uyandığında/ yazdıklarını okuyup ocakta
yakardı," dizeleriyle de betimlenmesi mümkün olan duruşuyla
O kendisini, "
iyimser olmak isteyen bir
kötümser"
olarak konumlandırırken; bu konudaki
açıklaması Pandora'
nın Kutusu'nda kalan
son şey olan umuda insan yaşamında yer vermenin gerekliliğini gözler
önüne seriyordu:
"Genel hatlarla kötümser biri olarak
bilinirim. Belki kimi zaman, şu çok uzak olmayan zamanlarda adına
ahlâki gelişim denen türden etkin ve temel bir iyileşme
olasılığı konusunda radikal kuşkuculuğumu ısrarla söylememden
dolayı öyle görünmüştür, ama iyimser olmayı
tercih ederdim, yalnızca, güneşin her gün doğduğu için,
yarın da doğacağı umudunu korumak için bile olsa."
Saramago tavrıyla, politik mücadelenin aktif bir üyesi oldu,
küresel sorunlara ilgisiz kalmadı.
Siyaset alanında doğru bildiğini çekinmeden söyleyen
dürüst bir kimliği yansıttı.
Bush'tan Berlusconi'ye, Sarkozy'den Obama'ya
kadar dünya liderleri hakkındaki zehir zemberek görüşleri
çağının ortak aklını temsil eden bir ses olup, "ABD gibi
büyük bir ülkenin neden ve nasıl olup da onca kez o kadar
çapsız başkanları olduğunu soruyorum kendime. Bush belki de
hepsinin en çapsızı. Vasat zekâ, devasa cehalet, karmaşık ve
sürekli saf saçmalığın dayanılmaz baştan
çıkarıcılığına kapılan sözel ifade; bu adam sanki
dünya kendisine miras kalmış da bu dünyayı bir
büyükbaş hayvan sürüsüyle karıştıran kovboyun
gülünç edasıyla çıkıyor insanlığın
karşısına," diye haykırdı.
Filistin'de uygulanan şiddet ve katliamlar konusunda, sessiz
kalabalıkların sesi olan Saramago'ya göre, "Davut'un
taşları el değiştirdi, şimdi onları atanlar Filistinliler. Golyat
öbür tarafta, savaşlar tarihinde kimsenin olmadığı kadar, Kuzey
Amerikalı arkadaş hariç, tabii, silahlı ve ekipmanlı. Ah, evet,
intihar komandosu teröristlerin neden olduğu korkunç sivil
kayıpları… Korkunç, evet, kuşkusuz, lanetlenecek, evet,
kuşkusuz, ama eğer bir insanı canlı bombaya dönüştürecek
nedenleri anlayamıyorsa, İsrail'in hâlâ öğrenecek
çok şeyi var."
"Vatan, Millet, Sakarya" edebiyatına asla teslim olmayan;
komünist olmanın "olmazsa olmazı" enternasyonal duruştan
taviz vermeyen Saramago'nun duruşu; Juan Goytisolo'nun,
"Hiçbir zaman vatansever ve milliyetçi
olamayacağım… "Vatan tüm kötü
alışkanlıkların anasıdır: İlletten tedavi olmanın en hızlı ve etkin
yolu onu satmak, ihanet etmektir," saptamalarındakiyle
paraleldi…
Bu tutumunu özellikle, 'Los Angeles Times'ın,
"Don Quijote geleneğinden gelen 'Yitik Adanın
Öyküsü', Saramago'nun belki de en iyi
kitabı," diye nitelediği yapıtında[3] ortaya
koyar.
Yani O, 'Yitik Adanın Öyküsü'nde destansı
bir yolculuk eşliğinde "insan doğası", "kimlik",
"ulus", "sınır", "politika",
"din", "varoluş" gibi konuları her zamanki
olağanüstü üslubu, ince ironisi ve hayranlık verici
gözlem gücü ve fantastik kurgusuyla aktarır.
* * * * *
Çocukluk ve ilkgençlik anılarından oluşan
'Küçük Anılar'ındaki günleri, ortalama
yetmiş yıl sonra, seksenli yaşlarında berrak bir anlatımla
çocukluk yıllarına götüren Saramago,
pürüzsüz bir dille o yılları aktarmasına neden olan şey,
yapıtının bir yerinde "Şimdi madalyonu çevirip
öbür yüzünü gösterecek cesareti bulmam
gerekiyor," sözleriyle açığa vurur…
Yapıtları 20'den fazla dile çevrilen Saramago, sayfalarca
uzunlukta cümleler yazan, imla kurallarını esneten bir yazar olarak,
edebi eserlerle ender yüzleşen okura zor görünen romanlar
yazmıştır.
Bunlardan ilk kez 1982'de XVII. yüzyıl Portekiz'inde
geçen tarihsel bir aşk öyküsünün anlatıldığı
'Baltasar ve Blimunda' başlıklı romanı, 'Günah
Ülkesi/ Terra do Pecado', 'İsa'ya Göre İncil/ O
Evangelho Segundo Jesus Cristo', 'Körlük/ Ensaio Sobre
a Cegueira', 'Görmek', 'Ricardo Reis'in
Öldüğü Yıl' önemli yapıtlar içinde bir
adım öne çıkanlardır.
Örneğin 'Ricardo Reis'in Öldüğü
Yıl' romanı, Portekiz tarihinin günümüze daha yakın
bir dönemini, Salazar diktatörlüğünün ve
1926'dan 1971'e kadar süren 'Estado Novo'
rejiminin yerleştiği 1930'ları ele alır. Arka planda
Portekiz'deki milliyetçi cehaletin, komşu İspanya'daki
iç savaşın ve Avrupa'da yükselmekte olan saldırgan
faşizmin yer aldığı bu roman, şair Fernando Pessoa tarafından
kullanılan takma adlardan biri olan Ricardo Reis hayali kişiliğini yeniden
yaratır.
"Tarih gibi edebiyat" olarak da betimlenmesi
mümkün olan bu çalışmada Saramago, romanının tamamı bir
başka yazarın yarattığı bir hayali kişilik üzerine kurulmuştur;
bu hayali kişilik ise, kitap boyunca yaratıcısı ile diyalog
hâlindedir ki, bu da Onun, 'Magazine Littéraire'in
Nisan 2000 nüshasında François Brusnel'in sorularını
yanıtlarken, "Kurgu, gerçeğin bir
ürünüdür… Yazmak, hayatın alanını genişletir.
Gerçek kurguyu besler, kurgu da gerçeği. Kurgunun bağımsız
bir varlığı yoktur, o da gerçekliğin bir
ürünüdür,"
diye anlattığıdır…
* * * * *
Evet, hülyalı bir duruştur Saramago, Onu niteleyen önemli
özelliklerinde birisi de budur…
Çünkü O, "Faşizm karşıtı… Militan
bir tanrıtanımazdı," Asuman Kafaoğlu-Büke'nin
deyişindeki üzere…
Bundan ötürü Saramago'nun cenaze törenini dahi
beklemeyen Vatikan'ın yayın organı 'Osservatore Romano'
gazetesinin 19 Haziran 2010 tarihli nüshasında yayımlanan
'Anlatıcının Sınırsız Gücü' başlıklı yazıda,
Onun, "din karşıtı bir ideolog olduğu"na vurgu yapılarak,
"hiçbir metafizik inanışa sahip olmadığından,"
"son nefesine kadar Marksist felsefeye sadık kaldığı"ndan
söz edilip, "Tanrı'nın varlığını hep reddeden
Saramago'nun dünyaya kötülük yaymak için
geldiği"ne dikkat çekilerek, "Popülist bir
Marksist" olmakla "suçlandı"!
Kolay mı? Kendisini her zaman bir ateist ve
"iflah olmaz bir karamsar" olarak niteleyen
O, tutuculuğun eleştirmeniydi; sadece eleştiri olmakla sınırlanmayan bir
itiraz ve karşı duruştu
; Yasemin Çongar'ın da
itirafındaki üzere: "Asidir o; iflah olmaz bir
komünisttir. Diktatörlüğün zulmünü kavramış
bir Portekizli olarak mazlumla dayanışmaya, zalime direnmeye önem
verir."
[4]
Komünist olmanın ve kalmanın getirisi olan ateist
görüşlerinden ötürü sık sık tutucu
yönetimler ve Katolik Kilisesi'yle karşı karşıya gelen
Saramago, pek çok edebiyat eleştirmeni tarafından
büyülü gerçekçilikle keskin politik
yorumlarını bütünleştiren bir yazar olarak nitelenirdi.
Son yapıtı 'Kabil' ile Katolik Kilisesi'nin
öfkesini bir kez daha üstüne çeken Saramago, Kilise
yönetimiyle girdiği tartışmada, Kutsal Kitap'ı
"ahlâksızlığın el kitabı" ve "insan doğasının
en kötü yanlarının katalogu" olarak nitelendirmişti.
Onun binlerce önemli özelliğinden birisi de
"körlükle, körleşme"yle mücadeledir! Tıpkı
1995'te yayımlanan ve herkesin kör olduğu bir ülkenin
çöküşünü betimlediği
'Körlük' başlıklı romanı (2008'de
beyazperdeye de uyarlanmıştı) ile 'Körlük'ten sonra
kaleme aldığı ve genel seçimlerdeki oyların yüzde sekseninden
fazlasının boş çıktığı bir ülkede sağcı
hükümetin şiddet dolu tepkisini konu aldığı
'Görmek' başlıklı yapıtında gerçekleştirdiği
üzere…
* * * * *
Saramago'nun, 1995'te, en önemli kitaplarından biri
sayılan, Türkçe'ye de kısaca
'Körlük' diye çevrilen, 'Körlük
Üzerine Bir Deneme'de, adları değil, sadece sıfatları olan
karakterlerini, bir körleşme salgınının kurbanı yapan yazar,
görmeyen gözlerin tanıklığında, toplumun
çürümesini anlatılır.
Komünist Saramago'nun, Portekiz'deki Antonio
Salazar'ın diktatörlüğüne karşı mücadelesiyle
de ilintisi yanında Latin Amerika mistisizmini realizmle kaynaştıran
'Körlük', insan varoluşunun özüne
mündemiç bir romandır.
"Fantastik bir durum karşısında insanlığın aldığı
hâlleri anlatan romanla ünlenen Saramago'nun
'Körlük'ü, kapitalist toplumsal düzeni ve bu
düzenin insanlığı düşürdüğü en kötü
ve trajik durumları anlatan kara
ütopyaydı."[5]
O romanında körlüğü bir metafor gibi kullanarak
Platon'un mağaralar benzetmesini çağrıştıran bir
hikâye yaratır. Mağarada mahkûmlar nasıl ellerinden ve
ayaklarından bağlıysalar körlük de bir çeşit
bağlanmayı simgelerken; mahkûmlardan biri nasıl dış dünyaya
çıkıp "gerçek"i keşfederse, yapıtta da bu
rolü doktorun karısı üstlenir.
"Bakabiliyorsan; gör… görebiliyorsan;
gözle" epigramı ile başlıyor kitap, sonunda tekrar görmeye
başlamalarıyla şöyle bitir: "
Sonunda kör
olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük,
Gören körler mi, Gördüğü hâlde görmeyen
körler?"
Saramago'nun ahlâki değerleri masaya yatırırken;
"Körlük ile insanı insan yapan tüm değerler yok
oluyor," saptamasını ortaya koyduğu; "kolektif
körlüğün insanlığı ne hâle getirdiğine"
dikkat çeken yapıtla, bir yerde Camus'nün
'Veba'sı, Kafka'nın, 'Dava'sı,
Golding'in 'Sineklerin Tanrısı' arasında
"paralellikler" kurulabilir…
'Körlük', arabasının içinde
geçmesine izin verecek, ya da geçmek için kendini haklı
göreceği yeşil ışığı beklerken kör olan bir adamın duyduğu
korku ve çaresizlikle başlarken; Saramago'nun modern insan ve
onun ürettiği liberal demokrasiye eleştirilerini dile getirir bu
yapıt…
'Körlük', araba kullanmakta olan bir adamın
yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle
başlar. Adamın körlüğü başvurduğu doktora da bulaşır.
Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre
yayılır; öldürücü olmasa da bütün
ahlâki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen
gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur.
'Körlük' o denli hızlı yayılır ki, yayılma
hızı Etna'nın püskürmesiyle civarında ne kadar yerleşim
varsa lavların altında kalmasına benzetilir. Saramago'nun da
yarattığı, ya da zaten olan ama görmek için kafaların kumdan
çıkması gerektiği bir çürüyüşün
öyküsüdür.
Arabasında kör olan adamın yardımına giden hırsız, ve bu iki
adamı tedavi etmeye çalışan doktor hepsi kör olurlar. İktidar
derhâl çözümü bulur! Bu insanları eski bir akıl
hastanesine kapatır! Bu noktada; Michel Foucault'un,
"Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın
tarihidir," sözleri körler ülkesine dönen
dünyayı bu romanla bir kere daha açığa vurur…
Devamla: Tutsaklık günleri ertesi sabah duyulan anonsla başlar.
Buyruklar kesindir! Kimse dışarıya çıkmaya
çalışmayacaktır. Özgürlük istemi iktidarın en
ağır olarak gördüğü ölüm cezasıyla
sonlandırılacaktır. Günler geçer,
'Körlük' ülkede gitgide yayılır…
Evet Saramago, insanlığın maruz kaldığı toplumsal yıkımları
gözlemlemiş, iki dünya savaşının, faşizmin şiddetinin,
toplama kamplarının, açlığa mahkûm milyonlarca insanın
acısını derinden duymuş ve Salazar'
ın
diktatörlüğüne baş kaldırmış bir yazar olarak,
birikimlerini yapıtına aktarmıştır.
'Körlük'te birdenbire toplumsal bir
körleşme felaketine uğrayan insanların içine
düştükleri durumda Nazi toplama kamplarında yaşanan cehennem
manzaralarını çağrıştırır.
Onun satırlarından okurken, hep 1530'larda yaşamış
olan Bruegel'
in tabloları gözünüzün
önüne gelir.
Acaba yazar bu orta çağ sonu ressamının eserlerinden
etkilenmiş olabilir mi?
Biribirinden hayli uzakta olan bu iki çağın iki
sanatçısı yaşama aynı optikten bakmaktadır sanki.
Evet insanlık bir beyaz körlük içinde
hâlâ!
İnsanlığın yaşadığı felaketi, içinde yaşadığımız
körlüğü bir kez daha yüzümüze vuran
'Körlük' ile Bruegel'
in tabloları benzer
şeyleri anlatır hâlâ!
'Körlük', Saramago'nun politik bir
"taşlaması"dır bir yerde; 'Görmek' romanı
ile 'Körlük'le aynı güzergâhta
ilerler:
Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçim günü
bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca kimse oy vermeye gitmez.
Öğleden sonra sandıkların kapanmasına yakın bir saatte yağmur
durunca, seçmenler sanki emir almışçasına oy vermeye
koşar.
Ama sandıklar açılınca, kullanılan oyların büyük
çoğunluğunun boş olduğu görülür. Sağ, merkez ve
sol parti oyların çok küçük bir
bölümünü alabilmiştir. Boş oyların fazlalığını
yağmurun yağışına bağlayan ülke yönetimi bir hafta sonra
seçimleri yeniler ama güneşli günde yapılan
seçimlerin sonucu daha da vahim çıkar: Bu sefer, kullanılan
oyların yüzde 83'ü boş çıkmıştır. Halkın
arasına salınan muhbirlerden tüm güvenlik birimlerine kadar
hiç kimse halkın neden boş oy kullandığı konusunda tatmin edici
bir cevap bulamaz.
Zamanla bu durumun bozguncu bir grubun, dahası uluslararası anarşist
bir örgütün işi olduğunu düşünen
hükümet olağanüstü hâl ilan eder. Ama ortada
sıkıyönetimi gerektirecek bir neden yoktur. Çünkü
halk kendi tercihini yapmış ve seçimde boş oy kullanmıştır. Ama
bu durumu önemli bir tehlike olarak gören hükümet,
(çoğu zaman bizde de olduğu gibi) yaşanan herhangi bir olayı dış
mihrakların bir oyunu olarak yorumlayıp halkı cezalandırmak için
devletin başkentini başka bir yere taşıma kararı alır.
'Görmek'de demokrasinin kırılganlığı ve
hükümetlerce saptırılması üzerine müthiş bir taşlama
olduğu düşünülürse, bu taşlamayı yaparken birtakım
etkili biçimsel yollara da başvuruyor Saramago;
'Körlük'te olduğu gibi, 'Görmek'
romanında da anlatıcı ile roman kahramanlarının diyaloglarını tek bir
monolog şeklinde sunar…
* * * * *
Aslı sorulursa Saramago'nun yazdıkları "dünyaya
karşı bir tavrı"dır!
Buna örnek olarak O'ndan aktarılması gereken anekdotlardan
birisi şudur: Chiapas'ta Komutan Yardımcısı Marcos halka yaptığı
bir konuşmanın hemen ertesinde, yanında bulunan Saramago'nun
kulağına eğilip İspanyolca, "No nos abandones/ Bizi terk
etme," deyince, O da bir an dahi duraksamadan, "Bunun olması
için kendimi terk etmem gerekir," yanıtını verir!
Saramago'nun yazdıklarını betimleyen, ezilenlerden yana ki
bu ikircimsiz "politik tavrı"dır!
Tüm ezilen insanlığın sesi olabilmeyi başaran, "Yalnızca
kitap sayfalarının geri dönüşü vardır, yaşamınkilerin,
yok," diyen O, bu tavrıyla da çağının büyük
vicdan(lar)ındandır…
 Tam da bundan ötürü Saramago'nun dehası
çok yönlüydü; hem büyük bir komedyendi hem de
acımasız gerçeklerin yazarı.
Uyuşukluk ve körlüğe karşıydı…
Okuyucusunu sarsmayı, gözlerini açmayı, harekete
geçmesi için kışkırtmayı denerdi.
Berger, Galeano ve Howard Zinn gibi isimlerle birlikte altına
imzasını attığı Filistin'e karşı tavrı için
İsrail'i suçlayan bildiriye kadar. Zaten pek çok kez
Filistin'de yaşananları Auschwitz'de yaşananlara benzetip
öfkeli okların hedefi olmuştu.
Saramago'nun 'Not Defterimden' başlıklı kitabında
yer alan kısa yazılarından "Gazze (22 Aralık 2008)"
başlıklısı, bu konudaki politik tavrını anlamlı biçimde
özetler:
"BMÖ kısaltması, herkesin bildiği gibi, Birleşmiş
Milletler Örgütü demektir, yani, gerçeğin
ışığında, hiçbir şey ya da çok az şey. Bunu, yiyecekleri
tükenmekte olan, ya da orada sığınmacı olarak kayda geçen
yedi yüz elli bin kişiyi, görünüşe göre,
açlığa mahkûm etmeye kararlı İsrail ambargosu böyle
dayattığı için zaten tükenmiş olan Gazzelilere
söylesinler.
Ekmekleri bile yok artık, un tükendi, yağ, mercimek ve şeker de
aynı yolda ilerliyor. 9 Kasım'dan beri Birleşmiş Milletler
ajansının yiyecek yüklü kamyonları İsrail ordusunun Gazze
şeridine girmelerine izin vermesini bekliyorlar, bir kez daha reddedilen ya
da aç Filistinlilerin son umutsuzluğuna ve son çileden
çıkışına kadar ertelenecek bir izin.
Birleşmiş Milletler mi? Birleşmiş mi? Uluslararası suç
ortaklığına ya da korkaklığına güvenen İsrail, tavsiyelere,
kararlara ve protestolara gülüyor, canı ne isterse, ne zaman
isterse ve nasıl isterse onu yapıyor. Sanki İsrail'in
güvenliğini tehdit edecek ürünlermiş gibi, kitapların ve
müzik aletlerinin girişini engellemeye kadar vardırdı işi. Eğer
gülünçlük öldürseydi, İsrailli politikacı
ya da askerlerin, o zulüm uzmanlarının, o eğitimlerinin temeli olan
küstahlığın tepesinden dünyaya bakan aşağılama doktorası
yapmışların bir teki bile ayakta kalmazdı. Yolundan gidenleri
tanıdıkça Eski Ahit'in Tanrı'sını daha iyi
anlıyoruz. Yehova ya da Yahve, ya da her nasıl deniyorsa, İsraillilerin
sürekli güncel tuttuğu kindar ve kıyıcı bir
tanrı…"
Evet, 2006'daki Lübnan Savaşı sırasında, İsrail'i
çok sert bir dille kınayan dünya yazarlarının
öncülüğünü yapmasından, İsrail işgali altındaki
Filistin topraklarında hayatın, Nazilerin Auschwitz Toplama
Kampı'nda yaşananlardan farksız olduğunu söyleyecek netlikte
meydan okuyan Saramago'nun duruşu Aydınlanma dönemi
insanlarınınkine benziyordu.
Howe onu "Avrupa şüpheciliğinin sesi ve ironi
uzmanı" olarak niteler, James Wood aynı anda hem avangard hem
gelenekçi olup ikisinin de hakkını verecek tek kişi olduğunu
söylerdi. Eleştirmenlerin kralı denilen Bloom ise İngilizce olmayan
edebiyatın global başarı konusunda çok az şansının olduğu bir
dünyada onu ve yapıtlarını "eşsiz" olarak
nitelemişti."
Vatikan'ın, ölümüyle ilgili olarak, "Son
nefesine kadar Marksist felsefeye sadık kaldı" diye kin kustuğu
Saramago'nun naaşı, Lizbon'daki Alto de Sao João
Mezarlığı'nda yakıldı.
Küllerinin bir kısmı çocukluğunu geçirdiği
Azinhaga köyüne, bir kısmı da hayatının son 17 yılını
geçirdiği Kanarya Adaları'ndaki evinin bahçesinde bir
ağacın altına gömüldü.
Üyesi olduğu Portekiz Komünist Partisi ise
açıklamasında, parti militanlarının, yurtseverlerin, sol
güçlerin, Portekiz halkının ve işçilerin yazara minnet
duyduğunu ifade etti; haklı olarak; "İncil kötü
alışkanlıkların el kitabıdır… İncil'in Tanrı'sı
güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı.
İncil'de acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan
dökme var. Bu inkâr edilemez," diyen
Saramago'ya!
* * * * *
'Magazine Littéraire'in Nisan 2000
nüshasında François Brusnel'
in, "Esin
kaynaklarınız neler?" sorusuna "Hepimizde olan şey:
Omuzlarımızın üzerinde taşıdığımız kafamız ve
içindekiler," yanıtını veren Onun yazarlığını, belki de
en iyi
Horatius'un, "Sen konuya egemen ol,
sözcükler ardından gelir"; Jean de la Bruyere'in,
"Yazarlık akıldan fazlasını gerektirir"; Georges
Simenon'un, "Yazarlık bir meslek değil, bir mutsuzluk
uğraşıdır"; Jorge Luis Borges'in, "Yazmak
yönlendirilmiş bir düşten başka bir şey değildir";
Ernest Hemingway'in, "Gerçek bir yazar için, her
kitap, erişilemeyecek bir şeye yeniden kalkıştığı yeni bir
başlangıç olmalıdır"; Thomas Mann'ın,
"Araç olarak dili kullanan bir sanat her zaman
güçlü bir eleştirel yaratıcılık gösterir,
çünkü sözün kendisi hayatın eleştirmenidir:
Yaratırken adlandırır, niteler, yargılar"; Jean-Paul
Sartre'ın, "Yazarın, yani özgür insanlara seslenen
özgür bir insanın tek bir konusu vardır:
özgürlük," saptamaları betimler…
O; yaşarken ve yazarken; artık hiç kimsenin ölmediği
bir dünya anlatıp, "
Ertesi gün hiç kimse
ölmedi"
cümlesiyle başlayan romanı okuyanların,
"
Ölüm iyi ki var" diyerek kapattıkları
'Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'
başlıklı
yapıtında ifade ettiği dünyayı "11. Tez"deki üzere
değiştirmek istiyordu; bunun için yaşıyor ve
yazıyordu…
O tam da bunlardan ötürü, bir komünist olduğu
için önemlidir…
 
27 Haziran 2010 18:12:21, Ankara.
 
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:139, 22 Temmuz 2010…
[1] Nikos Kazancakis.
[2] José Saramago, Küçük Anılar,
Can Yay., 2008.
[3] José Saramago, Yitik Adanın
Öyküsü, Merkez Kitaplar, 2006.
[4] Yasemin Çongar, "Beni Karakterlerim
Yarattı", Taraf, 19 Haziran 2010.
[5] Ümit Kurt, "Saramago'dan
Artakalanlar", Radikal İki, 27 Haziran 2010, s.8.