8 Temmuz 2010 Perşembe

Türk(iye) Muhafazakarlığı Üzerine... / Sibel Özbudun

Türk(iye)
Muhafazakarlığı Üzerine... / Sibel Özbudun

align="right">"Bize de batıda doğulu,
doğuda batılı derler."[1]
 
Türkiye'de son yılların, belki de son onyılların
toplumsal/kültürel değişim tartışmalarının gelip
takıldığı konu malûm: şu mahut
'muhafazakârlaşma' sorunu.
Ne ki sorun, genellikle medyanın günübirlik hararetinde,
güncel (ve yüksek ölçüde kutuplaşmış)
politikanın nizalarına kurban giden anketlerden öte ele
alın(a)madığından, bu tartışmayı işlevselleştirmek pek olanaklı
olmadı.
Hemen bir örnek vereyim; biliyorsunuz, KONDA araştırma
şirketinin 2007 yılında Tarhan Erdem başkanlığında
"Gündelik hayatta din, laiklik ve türban"
araştırması "AKP yönetiminde geçen son dört yılda
başını örtenler kendi içinde yaklaşık yüzde 8'lik
artışla yüzde 64.2'den yüzde 69.4'e yükselirken,
türbanla örtünenlerin oranında ise 4.7 katlık artışla bir
patlama yaşanmış" olduğunu ortaya koymuştu.
Tarhan Erdem
/KONDA araştırmasına göre, artış özellikle eğitimli
gençler arasında yaygındı. 2003 yılında yüzde 4.3 olan
türbanlı genç kadınların oranı 2007'de yüzde
19.7'ye çıkmıştı.[2]
Buna karşılık, Prof. Binnaz Toprak ve Ali Çarkoğlu'nun
1999 ve 2006 yıllarında TESEV için yaptıkları Değişen
Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset
başlıklı araştırmanın
sonuçları, Türkiye'de seküler yaklaşımın genelde
benimsendiği, halkın büyük bölümünün
ülkenin Şeriat kuralları doğrultusunda yönetilmesi fikrini
kabullenmediğini dile getirmekteydi. Bu iki araştırmanın bir hayli zıt
sonuçları, Türkiye siyasasının kaba tabiriyle
Laiklik-İslâmcılık ekseninde bölünmüş
güncelliğinde, "Esas tehdit dincilerdir/Hayır, esas tehdit
laikçilerdir" patırtıları arasında yeterince
anlamlandırılamadan kaynadı gitti.
Aynı kaderi, bunları izleyen benzer temalı pek çok araştırma
da paylaşacaktı:
Yine hatırlayın, 2008 yılında Profesör Binnaz Toprak
başkanlığında Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde
"Türkiye'de Farklı Olmak: Din ve
Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler" başlıklı,
derinlemesine mülakat tekniğine dayalı bir araştırma
gerçekleştirildi. Binnaz Toprak ekibi bu kez, Türkiye
"taşra"sında (bu taşra kavramına metropol varoşlarını da
dahil ediyorum) ciddi bir "ötekileştirme" yaşandığını,
"farklı" olanların, -Alevîler, Kürtler, kadınlar,
gençler, seküler düşünceliler, Romanlar,
gayrımüslimler vb.- ciddi baskılar ve ayırımcılıkla karşı
karşıya olduğunu saptıyordu. Bu araştırma, bu sefer de Prof. Yılmaz
Esmer başkanlığında gerçekleştirilen, Bahçeşehir
Üniversitesi'yle İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın
ortak projesi "Radikalizm ve Aşırıcılık" başlıklı anket
çalışmasının (2009) sonuçlarıyla
"dengelenecekti". Prof. Esmer'in anketine göre,
"ankete katılanlardan sadece yüzde 4'ü mezhebi
sebebiyle, yüzde 4'ü laikliği için, yüzde
5'i ise kadın olması nedeniyle toplumsal baskıya maruz kaldığını
düşünüyor"du; bir başka deyişle, Prof. Toprak
başkanlığında yürütülen
"Ötekileştirilme" araştırması yanlışlanmaktaydı.
Prof. Esmer, araştırmanın "son 20 yılda Türkiye'nin
dindarlaşmadığını" da gösterdiğine işaret etmekteydi.
"Dindar olanlar birden dinsizleşmedi ya da dinsizler bir anda
dindarlaşmadı. Pek çok şey aynı gidiyor,"
diyordu.
[3]
Tıpkı kendilerini önceleyen KONDA/TESEV araştırmaları gibi,
Toprak/Esmer araştırmaları da "mahalle baskısı
arttı/artmadı" gümbürtüsü içerisinde
sönümlendi.
Aynı araştırmacıların farklı kurumlar adına benzer temalarda
yürüttükleri araştırmalarda (araştırmayı yaptıran
şirkete göre değişirmiş gibi gözüken) farklı
sonuçlara ulaşmalarındaki tuhaflık bir yana, bu araştırmaların
talihsizliği, tekrar ediyorum, kutuplaşmış bir siyasal ortamda medyaya
düşmeleriydi. Kopardıkları tartışma, ne yazık ki, futbol takımı
fanatikliğinin ötesine geçemedi.
Oysa araştırmaların tümü, "Türkiye toplumu
muhafazakârlaşmadı/dindarlaşmadı; mahalle baskısı artmadı"
diye yorumlananlar bile, oldukça çarpıcı bir tabloyu
gözler önüne sermekteydi.
Örneğin Yılmaz Esmer araştırmasına göre, deneklerin
yüzde 75'i "Tanrı'ya inanmayan"; yüzde
72'si "içki içen", yüzde 67'si
"nikâhsız yaşayan", yüzde 66'sı
"hiçbir dine inanmayan"; yüzde 64'ü
Yahudi, yüzde 52'si Hıristiyan, yüzde 36'sı
"kızları şort giyen" bir aileyle komşu olmak istemediklerini
bildiriyor; yüzde 64'ü "Ülkede işsizlik varsa
çalışmak kadınlardan çok erkeklerin hakkı
olmalıdır" yüzde 84'ü "Kadınların bir
işte çalışmak için kocalarından izin almaları doğru
olur", yüzde 58'i ise "Bir kadının deniz kenarında,
plajda mayoyla dolaşması günahtır"
önermesini
"kesin doğru" ya da "doğru" bulduğunu
söylüyor[4]
Evet, kültürel açıdan anlamlı bir sonuca varabilmek
için elimizde bu oranları karşılaştırabileceğimiz, örneğin
1980 öncesine ait veriler yok. Ama aramızda yaşı 50'yi
geçmiş olanların kişisel gözlemleri, deneyimleri dahi toplumun
genel hatlarıyla muhafazakârlaşmakta olduğunu açığa
çıkartacaktır. Kendi adıma, elimde bir bavul dolusu sol kitapla bir
başıma Anadolu kasabalarında dolaştığım, Ramazan ayında
Eskişehir'de rastlantı sonucu yarı-dergâh niteliğinde bir
kitapçıya girip, takkeli-maşlahlı kitabevi sahibiyle, elimde
sigara, İslâm'ın yorumunun sınıftan sınıfa değiştiğini,
örneğin Karmatîlerin İslâm'ıyla Emevî
hanedanı İslâm'ının aynı şey olamayacağını
tartıştığım 20'li yaşlarımla bugünü
karşılaştırdığımda, fark muazzam görünüyor.
Sorunlu olan, kanımca bu "muhafazakârlaşma"
sürecini doğrudan ve salt AKP iktidarının bir sonucu olarak ele
alıp, bir bakıma tartışmayı "Laiklik elden gidiyor!"
kampının hesabına yazma girişimleri... Bunun ise, Türkiye'de
yaşanan süreci "neo-liberal" siyasalardan yalıtlayarak ele
alan yaklaşımın bir sonucu olduğunu düşünüyorum.
Evet, bu tebliğde, Türkiye'de iki sürecin birlikte,
iç içe ve birbirini payandalayacak tarzda işlediğini öne
süreceğim: İktisadî neo-liberalleşme ve
toplumsal-kültürel muhafazakârlaşma…
Neo-liberal politikaların kamusalı ilga ederek toplumun geniş
kesimlerini kurumsal güvencelerden yoksun bırakacak tarzda işlediği,
bilinmekte. Araları giderek daralan krizlerle birlikte yoğunlaşan
istihdamın deregülarizasyonu, taşeronlaşma, kayıtdışılaşma,
"post-istihdam toplumu" söylemleri, sosyal güvenlik
sistemlerinin aşındırılması, eğitim ve sağlık gibi temel kamusal
hizmetlerin artan ölçüde
bedellileştirilmesi/pahalılanması, temel gereksinimlerde
sübvansiyonların ilgası ve tüm bunlara koşut olarak emek
örgütlerinin işlevlerini yitirmesi vb. süreçler,
sayıları ve oranları giderek artan işsizlerin yanı sıra,
çalışanların da konumlarını büyük
ölçüde kırılganlaştırıyor.
 Neo-liberal iktisadî politikalar temelinde olanaklı
hâle gelen "küreselleşme"
görüngüsünün ise, bu güne dek
görülmemiş bir hız ve boyuttaki "devinim" ve ona
eşlik eden "deteritoriyalizasyon", Türkçesi
"yersiz-yurtsuzlaşma" ile karakterize olduğu,
kültür/toplum bilimciler arasında bir kaziye hâlini aldı.
Evet, "yersiz-yurtsuzlaşma": yalnızca ekmeğinin peşinde, ya
da iklim değişikliklerinden kaynaklanan bir afetten veya coğrafyasındaki
etnik-dinsel boğazlaşmalardan kurtulmak için Kuzey metropollerine
göç eden Güneyli kaçak göçmen değil;
aynı zamanda çalıştığı şirket içerisinde bir servisten
diğerine, teknik bakımdan halkla ilişkilere, oradan satış departmanına,
muhasebe servisine sürgün edilen Çokuluslu Şirket
çalışanı da (Fransa'da Alcatel intiharlarının
sürdüğünü unutmuş olmazsınız!), işsiz kaldığı ya
da sözleşmeli işçi statüsüne kaydırıldığı
için sosyal güvencelerini yitiren emekçi de yaşıyor bu
"yersiz-yurtsuzlaşma" deneyimini. Bir başka deyişle, bir
"krizler" rejimi olduğu "mortgage depremi"nden bu
yana iyice ortaya çıkan neo-liberal kapitalizm, nüfusun, tabanı
giderek genişleyen kesimlerini "dışlayarak",
"marjinalize ederek", "sınıf-altı kılarak"
deteritoryalize etmektedir- hem metropol hem de çevre
ülkelerinde…
Bu deneyim ve ona eşlik eden "güven yitimi"
hâlet-i ruhiyesinin bir şekilde telafisini arayacağı, eşyanın
tabiatındandır kuşkusuz. Güven(ce)sizleştirilenlerin bu duruma
tepkisi, (yeniden-)cemaatleşme ve/veya cemaat değerlerine sarılma
biçimini almaktadır çoğunlukla. Yoksullarla zenginler
arasındaki toplumsal/mekansal uçurum genişledikçe, ve
yoksul(laşan)lar "sosyal devlet" kapılarının yüzlerine
kapandığını duyumsadıkça, içe doğru bir
büzüşme yaşamakta, "modernite"nin yüksek
maliyetli hâle gelen nimetlerinden (çocuklarını okutma,
kültürel faaliyetlere katılma vb.) vaz
geçmektedirler.
Sanırım neo-liberal iktisadî politikalarla birlikte
yükselişe geçen postmodern akımların onca değer verdiği
"Sınıf bitti, kimlik verelim" söylemini, böyle bir
arkaplan üzerinde daha anlaşılabilir hâle gelecektir.
Neo-liberal ideologlarının başka adlandırmaların yanı sıra,
"toplumsal sermaye" adı altında sahiplendikleri cemaat
duyguları ve dayanışmasının bu yeniden canlanışı, ya da bir başka
adıyla "kimlik politikaları", neo-liberalizm açısından
bir kaç bakımdan kayda değerdir.
1.                            
Öncelikle, toplumsal dayanışma işlevini
üstlenerek, sosyal güvenlik kurumlarına ayrılacak kaynakların
şirketlere tahsisini olanaklı kıldığı için;
2.                            
 Yanı sıra, "sosyal devlet",
"kamusallık" gibi talepleri aşındırarak "devleti
küçültme" retoriğine ve kamusal hizmetlerin özel
sektöre, en "alttakiler" için ise "sivil
toplum"a devrine ideolojik bir payanda oluşturduğu için;
3.                            
 "En alttakiler"in talepkârlık
düzeyini aşağıya çekerek, hatta kimi ortamlarda etnik ve/veya
dinsel cemaatler arasında rekabete yol açarak sisteme kendine
özgü bir dinamizm kattığı için;
4.                            
Ve nihayet, bu bağlamda kimi durumlarda oluşan
etnik/cemaatsel "işletmeleri" (taşeron firmalar, kayıtdışı
atölyeler vb.) sisteme eklemleyerek üretim girdilerini daha da
ucuzlatma olanağı sağladığı için…
Evet, "cemaatleşme/cemaat dayanışması" emeği
neo-liberal sistem açısından son derece düşük masraflı
bir girdiye dönüştürmektedir, bu nedenle de
"sermaye" kavramına içkindir. Francis Fukuyama bu
bilinçle demektedir ki:
 
Kabileler, klanlar, köy dernekleri, dinsel tarikatlar vb. gibi
tüm geleneksel toplumsal-kültürel gruplar paylaşılan normlar
üzerine temellenirler ve bu normları ortak amaçlara varmak
için kullanırlar. Kalkınma literatürü, genel kural olarak,
bu biçimiyle toplumsal sermayeyi bir değer (asset) olarak
görmemektedir, daha tipik biçimde bir yatkınlık olarak
görülür. Ekonomik modernleşme geleneksel kültür ve
toplumsal örgütlere antitetik olarak görülmüş ve ya
onları ortadan kaldıracağı ya da gelenekçilik kuvvetleri
tarafından engelleneceği öngörülmüştü. Eğer
toplumsal sermaye gerçek bir sermaye biçimiyse bu neden
böyle olsun?"[5]
 
Ben Türkiye'deki "muhafazakârlaşma"
sürecinin böyle bir arkaplan üzerinden okunduğunda çok
daha verimli sonuçlara varabileceğimiz kanaatindeyim. Onca
kentleşmeye, sınaî ve finansal büyümeye, ulusal gelirdeki
artışa vb. karşın yüzde 20'lik en düşük gelir
diliminin ulusal gelirden aldığı payın 1970'li yıllardan
2000'li yıllara, DİE (yeni TÜİK) verilerine
göre[6] yüzde 3 ila yüzde 6 arasında
seyrettiği,[7] ve bu durumun sendika yöneticilerinin
cezaevlerine kapatıldığı, idamla yargılandığı, sendikalı
işçilerin bir yandan işten çıkartıldığı, diğer yandan
kovuşturmaların peşini bırakmadığı ve emekçiler üzerinde
bir terör estirildiği 1980'lerin militer
"liberalizasyon" politikalarıyla desteklendiği
düşünüldüğünde, çapları genişlerken
toplumsal konumlarını gittikçe yitiren yoksulların
muhafazakârlığa doğru bir regresyona girmesi, şaşırtıcı
değildir ve salt AKP iktidarıyla açıklanamaz, kanımca.
Şöyle bir örnek vereyim, izninizle: Belleklerde acısı
henüz çok taze; geçtiğimiz günlerde (Şubat 2010)
Balıkesir'in Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy'de
bir grizu patlaması gerçekleşti ve 14 madenci yaşamını yitirdi.
İşin trajik yönü, ne işçi ailelerinin ne de köy
halkının bu madenci katliamına karşı sesini yükselt(e)memesiydi.
Hemen tümü olayı bir "takdir-i ilahi" olarak
değerlendirdi, madenin kapatılmaması gerektiğini söyledi. Bildiğim
kadarıyla ailelerden hiçbiri, tazminat talebinde de
bulunmadı…
Bu kadercilik, evet, bir muhafazakârlaşma göstergesi, ama
aynı zamanda, arkaplanında neo-liberalizm ve krizlerinin yarattığı
işsizlik heyulası ve onun çaresizliği yatmıyor mu? Bir başka
deyişle, muhafazakârlık neo-liberal "sosyal
çöküntü"nün bir görünümü
olarak karşımıza çıkmıyor mu burada?
Ya da, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütler
Enstitüsü'nün tekrarlanan araştırmalarının ortaya
koyduğu üzere, azımsanmayacak oranlarda kadının kocaların
karılarını dövmede haklı nedenleri olabileceğini
düşünmelerinin,[8] kadınların kendilerine insanca
bir yaşam düzeyi sağlayacak bir iş ve donanımdan yoksun
olmalarıyla, bunun ise onlara yönelik sosyal bütçenin
giderek kısılmasıyla bağlantılı olmadığını kim öne
sürebilir? Veya, Prof. Dr. Binnaz Toprak'ın aşağıdaki
sözleri, sosyal masrafları "cemaatler"in sırtına
yükleyen neo-liberal projeyi betimlemiyor mu?
 
"Işık evlerine girip çıkan öğrencilerin
anlattıkları tabii apayrı bir problem. O evlerde Samanyolu'ndan
başka bir kanal seyrettirilmiyor, kızlar ve erkekler için ayrı
evler, kız-erkek hiç kimse blue-jean falan giyemiyor.
"Zaman" gazetesinden başka gazete girmiyor eve, ders
kitaplarından başka sadece Fethullah Gülen'in ve Said-i
Nursî'nin kitapları okunabiliyor. (…) Çok daha
düşük paralar ödeniyor bu evlerde, fakir ailelerin
çocukları devlet yurtlarında kalmaktansa buralarda kalmak zorunda
kalıyorlar. Tabii bu da Türkiye'de sosyal devlet kavramının
oluşmamış olmasıyla ilgili bir şey. Bütün bu
çocukların bursları, barınmaları vs. devlet tarafından
karşılanması gerekirken, buralarda yaşamak zorunda kalıyor bu
çocuklar."[9]
 
Şu hâlde, bu ülkede yaşanmakta olan
muhafazakârlaşma, ya da cemaatleşme ve cemaat değerlerinin
yükselişi ile neo-liberal siyasaların getirdiği
yoksullaşma/yoksunlaşma süreçleri arasında doğrudan bir bağ
bulunmakta.
O zaman gelin, giderek koyulaşan iklimimizi, gündelik dilimize son
yıllarda dahil olan üç kavram üzeren tahlil etmeye
çalışalım:
1. Mahalle baskısı;
2. Linç "kültür"ü;
3. Töre/Namus cinayetleri.
Bu üç kavram, aynı zamanda içerisinden
geçmekte olduğumuz kültürel iklimin üç farklı
boyutunu da yansıtmaktadır: dinsel referanslı tutuculuk, sıradanlaşan,
sokağa inen şovenizm/faşizm ve kışkırtılmış
ataerki.[10]
 
1.                 
MAHALLE BASKISI: DİNSEL REFERANSLI TUTUCULUK
 
Kavramı, olasılıkla farklı bir bağlama işaret etmek üzere
Şerif Mardin ortaya atmıştı, ama deyim yerindeyse, "cuk
oturdu". Söze başlarken bir kısmını zikrettiğim, birbiri
peşisıra sökün eden araştırmalar, yüzeysel bir tarzda da
olsa Türkiye taşrasında -giderek metropollerin merkez-dışı
semtlerinde yükselen dinsel referanslı tutuculuğu gözler
önüne sermeye başladı. Türkiye taşrasında Alevîlerin
elinden yiyecek kabul edilmiyor, kısa kollu giysili, kısa etekli kadınlar,
uzun saçlı, küpeli erkekler sözlü hatta fiilî
tacize maruz kalıyor, içkili mekânların sayısı
azaldıkça azalıyor, parklarda içki içen gençler
polise şikâyet edilip tartaklanıyor, evli olmayan çiftlerin
(hatta kimi yerlerde evlilerin) elele, kol kola, birbirlerine sarılarak
dolaşması şimşekleri üzerine çekiyor, Ramazan'da
oruç tutmayanlar sokaklarda saldırıya uğruyor, yaralanıyor, hatta
öldürülüyor… vb. vb. idi.[11]
"Mahalle baskısı" olarak sokağa inen bu davranışların
ardındaki "tutumlar" ise, yine araştırmalarla açığa
çıkmaktaydı. Nitekim Hakan Yılmaz'ın araştırmasında
"görüşülenlerin sadece yüzde 7'si
başörtülü kadınlardan rahatsız olurken, başını
örtmeyen kadınlardan rahatsızlık duyanların oranı bunun
üç katından fazlasına -yüzde 24- yükselmektedir.
Görüşülenlerin yüzde 19'u başını örtmeyen
kadınların Müslüman sayılmayacağına inanırken yüzde 42
gibi yüksek bir kesim kendisine Müslüman diyen her kadının
başını örtmesi gerektiğini belirtmiştir. (…) Başı
açıklık konusunda şahit olduğumuz, azınlıkta kalan, ama yine de
küçümsenemeyecek hoşgörmeme eğilimi, oruç
tutmama ve namaz kılmama gibi başka dindarlık-dışı davranışlar
söz konusu olduğunda da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim
görüşülenlerin yüzde 36'sı Ramazan'da
oruç tutmayanlardan, yüzde 28'i ise namaz kılmayanlardan
rahatsı olacaklarını belirtmişlerdir."[12] Aynı
araştırmaya göre, din etkeninin, azımsanmayacak
ölçüde kişisel tercihlerde belirleyici olduğu
gözlemlenmektedir: "Nitekim görüşülenlerden &
65'i oy vereceği partinin liderini seçerken; yüzde
70'i arkadaş olacağı kişiyi seçerken, yüzde 85'i
ise evleneceği kişiyi seçerken karşısındakinin dinsel
inançlarını hesaba katacağını belirtmiştir."
 
2.                 
LİNÇ "KÜLTÜR"Ü YA DA
"NEFRET SUÇLARI": SOKAĞA İNEN FAŞİZM
 
Hiç kuşkusuz, muhafazakârlaşma süreç(ler)inin
salt dinsellik duygusunun yükselişi olarak okumak, hatalı olacaktır.
Türkiye'deki muhafazakârlık zemini, özellikle kendini
bir "Şeriat devleti" ya da "saf bir İslâm
ümmetçiliği" gibi bir siyasal yönelişle
kurgulamadığı ölçüde, aynı zamanda
milliyetçiliğin de besleyip beslendiği bir ortamı
oluşturmaktadır.
Son yıllarda dilimizde kalıplaşan bir başka kavramı,
"linç kültürü",[13] daha
doğrusu onun tashih edilmiş hâli, yani linç
görüngüsünü, son birkaç yıldır birbirini
izleyen linç girişimlerinin hedefini büyük
ölçüde TAYAD vb. sol örgütlere mensup/solcu
gençler, Kürtlüklerine ilişkin simgeleri
(Kürtçe konuşmak/şarkı dinlemek/yayın okumak, DTP/DBP
mitingine katılmak, poşu takmak vb.) açığa vuran (kimi zaman da
vurmayan) Kürtler ve nihayet Romanlar oluşturduğu
ölçüde bir (kışkırtılmış) milliyetçilik
göstereni olarak ele alıyorum.
"Türk-İslâm sentezi"ni "resmî
görüş" kılan 12 Eylül reaksiyonu, uzatmalı ve sonunda
bir kördüğüme evrilmiş bir iç savaşın tüm
getirilerinin (faili meçhuller, özel harp uygulamaları,
psikolojik savaş taktikleri, uyuşturucu ticareti, militarizasyon,
kışkırtılan şovenizm…) birbiri ardı sıra yaşanan iki
büyük ekonomik krizle büyüyen (genç) işsizlik(i)
ve iktisadî durgunlukla çakışması sonucu toplum
içerisinde yerleşikleşti. Yatırımların üretken
sektörlerden malî faaliyetlere yöneldiği ya da uluslar
arası rekabet sonucu çöküntü alanlarına
dönüşen işsizi bol Anadolu kentlerinde ucuz Kürt
işgücünün rekabeti, "Şehitler ölmez, Vatan
bölünmez!" retoriğinden beslenen bir saldırganlıkla
bastırılmakta, yoksullaşan yığınlar böylelikle yıkıcı
potansiyellerini "birlik ve beraberlik ruhu" içerisinde
dindirmekteydi. Yanı sıra, aynı potansiyelin, pek "ulusalcı"
bulunmayan AKP iktidarına karşı bir "sokak gücü"
olarak kullanılması hesapları da -şimdilik açığa
çıkartılmış gözükmekle birlikte- yapılmıştır.
Şu hâlde son yıllarda birbiri peşisıra sökün eden
linç teşebbüslerinin -ve onlarla aynı kalem içerisinde
değerlendirilmesi gereken "nefret suçları":
Hrant'ın katledilmesi, Rahip Santoro cinayeti, Malatya'da Zirve
kitabevi olayı vb.- ayırt edici özelliği merkezî ya da yerel
düzlemde (özellikle de BBP ve MHP gibi faşizan partiler, ama aynı
zamanda bir "iç güvenlik" stratejisi olarak TSK)
tarafından manipüle edilebilirlikleridir.
 
3.                 
TÖRE/NAMUS CİNAYETLERİ: SALDIRGANLAŞAN
ATAERKİ
 
Türk muhafazakârlığının üçüncü
göstergesi de aile içi şiddette yaşanan yoğunlaşmadır. Bunun
fazla istatistik gerektirmediği, hergün gazetelere yansıyan
haberlerden ortada. Yalnızca 2009 yılının ilk on ayı içerisinde
135 kadının kendini yaktığı, 47'sinin intihar ettiği,
50'sinin ise "namus cinayeti"ne kurban
gittiği,[14] ya da son yedi yılda cinayete kurban giden
kadın sayısının yüzde 1400 arttığı[15]
düşünüldüğünde, bir şeylerin
"çivisinin çıktığı"nı söylemek, abartı
olmayacaktır.
Üç olasılıktan biri: ya erkeklerin kadınların konum ve
rollerine ilişkin beklentileri daha katılaşmıştır; ya kadınlarda
kendilerine dayatılan sınırları ihlâl etme, beklentilere ters
davranma eğilimi artmıştır, ya da bu dinamiklerin ikisi birden
işlerliktedir - ki ben üçüncü olasılığın ağır
bastığı kanısındayım.
Doç. Dr. Hakan Yılmaz sözü edilen araştırmasında,
aileyi "Türk muhafazakârlığının sert
çekirdeği" olarak tanımlarken, kadının da "ailenin
sert çekirdeği" olarak görüldüğünü
vurguluyor ve görüşülenlerin yüzde 87 gibi yüksek
bir oranının kadınların her bakımdan erkeklerle eşit olduğu
görüşüne katılmakla, yüzde 75'inin kocaların
karılarına dayak atmasını onaylamadığını belirtmekle birlikte,
yüzde 81'inin kadının namusunun en önemli haslet olduğu,
yüzde 71, kadının esas görevinin evde kocası ve
çocuklarıyla ilgilenmek olduğu ve yüzde 67 ise kadınların
çalışmasının ev işlerini aksatması durumunda çalışmayı
bırakması gerektiği görüşünü savunduğunu bildiriyor.
Doç. Yılmaz'ın bu durumu açıklarken başvurduğu
nedenlerden biri, "gerek siyasi, gerekse de ekonomik kriz anlarında,
insanın yardımına koşacak aile dışı sosyal yardımlaşma
örgütlerinin ve şebekelerinin çöktüğü ya da
etkisizleştiği ortamlarda, ailenin sığınılacak tek liman
olması"[16]
Ailenin -yükü kadınların sırtında olan- bir toplumsal
sigorta işlevi gördüğü fikri yeni değil. Yeni olan,
çeşitli etkenlerle -okuryazarlık ve kentleşme oranlarındaki
artış, medyanın etkisi, tüketim toplumunun cazibesi vb. vb.-
kadınların kendi rollerine karşı -bireysel düzlemde de olsa- itiraz
etmeye başlamaları. "Kriz" yıllarında işini, iş bulma
umudunu yitiren, maaşıyla ay sonunu getiremeyen, karşı köşeye
açılan market karşısında kepenk indirmek zorunda kalan, iflas
eden, çekleri dönen, kredi kartı borcunu çeviremeyen,
evine haciz gelen, kirayı ödeyemediği için kış ortasında
evinden atılan, işyeri kapanan… erkek yurttaşlar için bu
"itirazlar" "bardağı taşıran son damla" olarak
algılanıyor genellikle. "Erillik" denilen o muhteşem
"iktidar alanı", birden koflaşıp
güdükleşiverdiğini görmek, sopaya, tabancaya, tüfeğe,
bıçağa davranmaya yetiyor…
* * *
Bu görüngüleri tek başına AKP iktidarıyla
açıklamanın doğru olmadığından yukarıda söz etmiştim. Ama
AKP'nin AB perspektifli bir parti olup kendi tabanını
"modernize edici" bir işlev gördüğünden dem
vurarak, sekiz yıllık AKP iktidarının bu
"muhafazakârlaşma" sürecinde hiç payı
olmadığını öne sürmek de mümkün
gözükmüyor.
AKP iktidarı, yalnızca katı bir biçimde uygulamaya soktuğu
neo-liberal iktisat politikaları aracılığıyla değil, etkinliğini
arttırdığı/güçlendirdiği toplumsal dinamiklerle de
muhafazakârlığın tabanını genişletmektedir.
Nedir bu toplumsal dinamikler?
AKP'nin 1980'li yıllardan itibaren atılıma geçen
Anadolu sermayesinin siyasal temsilcisi olduğu bir sır değil. Metropol
sermayesinin "Batılı/Batıcı yönelişine karşılık bu
sermayenin "yerel/yerlici" değerlere, büyük
ölçüde Sünni-İslâm'dan beslenen taşra
muhafazakârlığına denk düştüğü de bilinmekte.
Öte yandan, özellikle 1960-70'li yıllarda yükselen
örgütlü işçi sınıfı mücadeleleriyle belirli
ölçülerde "terbiye olan" [işçilerin
ayrı ve karşıt bir 'sınıf' oluşturduğunun kabulü,
dolayısıyla da 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle'
retoriğinden kopuş anlamında] metropol burjuvazisinin tersine, Anadolu
burjuvazisi, kestirdiği kurbanı işçisine dağıtma, onlarla aynı
camide saf tutma, bayramlaşma vb. pratiklerin
sürdürücülüğüyle, "patronaj"
ilişkisini, iş akdi ve çalışma yasalarıyla biçimlenen,
kişilik-dışı "işçi-patron" ilişkilerine
yeğlemektedir.
Bu kültürel biçimlenişin bir (siyasal) getirisi ise,
iftar çadırları, (özellikle seçim zamanlarında
yoğunlaşan) erzak-eşya yardımları, hayır işleri gibi yüzyüze
destek faaliyetlerini, sendikal mücadele ve sosyal bütçeye
ikame etme yolundaki girişimlerdir. Bu gibi faaliyetlerde dinsel cemaatlerin
önünün açılması, ("sivil toplumu
destekliyoruz" kisvesi altında) muhafazakârlaşma sürecini
hızlandıran etkenlerden biridir. Binnaz Toprak'ın araştırma
sürecinden aktardığı tanıklıklar bu bakımdan anlamlıdır:
 
"Cemaatlerin öyle doğrudan bir baskı mekanizması olmasa da
dolaylı yoldan inanılmaz bir baskı ortamı yaratılmış. Gene bir
örnek anlatayım, bir muhasebeci gece oturmasına davet edilmiş, bu
arada belirtelim 'teşekkür ederim, ben gelmeyeyim' demekten
bile korkuyor insanlar, o da kabul etmiş gitmiş. Neyse oturmada 'biz
öğrenci okutuyoruz' diye para toplamaya başlamışlar, sıra
buna gelince, 'yardım etmekten çok memnun olurum ama ben hangi
öğrenciyi okuttuğumu bilmek isterim,' demiş. Onlar da ilke
olarak söylemeyeceklerini belirtmişler, bunun üzerine de adam
vermekten vazgeçmiş. Şimdi bu adam bir sürü şirketin
muhasebe defterini tutuyormuş, hemen ertesi sabah hepsi birden gelip
'kusura bakmayın biz artık sizinle çalışmayacağız'
demişler, defterlerini alıp gitmişler. Böyle bir boykot ortamı
var."[17]
 
AKP'nin iktidarının devreye soktuğu Anadolu sermaye grupları
ve onlarla iç içe cemaatlerin yanı sıra, bir de
"serbest bıraktığı" bir dinamikten söz etmek gerekir ki
bunlar da tekil ya da örgütlü bir tarzda özellikle de
medyada etkiyen fundamentalist ideologlardır. Bir örneği, Akif
Emre'nin bir yazısına dikkati çeken Mustafa Şen
aktarıyor:[18]
 
"Mahalle baskısının açılımı bu ülkenin
Müslümanlık'la kurduğu yüzlerce yıllık ilişkisidir.
Diğer tarafta mahalle baskısı olmadığını savunmaya kalkarak, ikna
etmeye çalışmak tersinden bu ülkeye sahip çıkmak
durumunda olanların da İslâm'la ilişkilerinin korkak, kuşkulu
ve şüpheli bir konuma itilmesi demektir. (…)
İslâm'ı çektiğiniz vakit bu ülkenin varoluşunu
mümkün kılacak hangi ortak düzlem var dersiniz? Baskı
yapmıyoruz demek, biz kendi hayatımızda da İslâm'ı
savunmaktan, yaşamaktan vazgeçiyoruz demektir (…). Söz
konusu olan, İslâm'ın insanı özgürleştirici
yanının baskı olarak algılanmasıdır." (Akif Emre,
"Mahalleye Razı Olmak", Yeni Şafak, 27 Eylül 2007)
 
Söylemdeki "mahalle baskısı yaptık, yapıyoruz,
yapacağız" anlamına dikkat çeken Mustafa Şen haklıdır.
Sorunun "mahalle baskısı" ile sınırlı olmadığını, bu
gibi söylemlerin, "Türk-İslâm sentezi"nden, bir
başka deyişle Komünizmle Mücadele dernekleri, Aydınlar Ocağı
vb. teşkilâtlar aracılığıyla 12 Eylül "ruhu"na
aktarılan "kök milliyetçilik" ile ilişkisini
kurarken de…
Türk "muhafazakârlığı" serasından beslenen,
bugünün yönetici kadrolarından büyük
bölümünü 1970'lerin "Komünizmle
Mücadele dernekleri"nden devşiren AKP'nin, vitrine
yerleştirdiği "liberalizm,
özgürlükçülük, 'öteki'ni
tanıma vb." değerlere karşın, son kertede
"milliyetçi-mukaddesatçı" retoriğe
sarıldığını "Kürt Açılımı" sürecinde
yaşanan deneyimler yeterince gösterdi. Bir zamanlar MHP
militanlığını yapıp ANAP döneminde "liberalleşen"
Mümtaz'er Türköne, Hasan Celal Güzel gibi
"eski kurtlar"ın AKP iktidarı ile bu denli rahat bir diyalog
sürdürebilmelerinin nedeni, bu "paylaşılan
geçmiş" değil midir?[19]
Öte yandan, Türkiye'de hızlı bir
muhafazakârlaşmanın yaşandığına ilişkin savlar ve verilere
karşı öne sürülen argümanlardan biri de, bu
görüngülerin geçmişte de var olduğu, ancak
sorunsallaştırılmasının yeni olduğu yönündedir.
Yakın geçmişle, örneğin 1970'li yıllarla
bugünü kıyaslayacak bir "muhafazakârlık
ölçeği" gerçekten de yok, ne yazık ki. Öte
yandan, bu ülkenin yakın geçmişi Maraş, Çorum, Sivas
katliamları hatırlandığında, gerçekten de hiç masum
sayılmaz.
Buna karşılık, yakın tarihimiz, farklı bir dinamiğin damgasını
taşıyordu: Fakir Baykurt, Yaşar Kemal romanlarını, Yılmaz Güney
filmlerini, kooperatifçiliği, sendikaları, kitle
örgütlerini, hak arama bilincini, toplumsal kaygıları,
paylaşımcı-eşitlikçi bir ethos'u, farklı olanın
eşitliğini, değişim isteğini, emek mücadelesini, ulusların kendi
kaderini tayin hakkını, enternasyonalizmi… bu ülkenin en
ücra köşesine dek sokabilmiş bir sol hareketin/bilincin damgası.
Sözümün başında aktardığım anekdotu,
Eskişehir'deki kitabevinde yaşadığım kişisel deneyimi
mümkün kılan da sanırım bu dinamiğin,
"muhafazakârlık güçleri" karşısındaki
dengeleyici etkisi, giderek hegemonik konumuydu…
* * *
Toparlayacak olursam…
Türkiye'de son anket ve mülakat
çalışmalarının büyük bölümünde
açığa çıkan muhafazakârlaşmayı salt
"AKP'nin laik değerleri yıpratma ve gizli gündemini
devreye sokma yönündeki çabalarının bir sonucu"
olarak okuma, hatalı bir okuma olacaktır, diyorum.
Türkiye toplumunda bir muhafazakârlaşma yaşanmaktadır; bu
süreç, 12 Eylül askerî rejiminin önünü
açtığı neo-liberal sistemin getirdiği kitlesel yoksullaşma ve
yoksunlaşma ile bağlantılıdır. Sosyal/kurumsal desteklerin
aşındırılması, kamusallık bilincinin tasfiyesi, temel gereksinimlerin
karşılanmasının serbest piyasaya terki, sosyal devletin bertaraf
edilmesi, yoksullaşan kesimlerde yeniden-cemaatleşme yönelişini
beslemektedir.
Ne ki, son yıllarda kamuoyunda yerleşikleşen "mahalle
baskısı", "linç kültürü",
"töre/namus cinayetleri" kavramları ile gösterilen
muhafazakârlaşma süreci, AKP iktidarından toptan bağımsız
değildir: Bu partinin temsilciliğini üstlendiği sermaye kesimleri ve
serbest bıraktığı dinamikler, hem geçmişleri itibariyle hem de
güncel konumlanışları gereği, bu süreci toplumsal tabana yayma
yönünde işlev göstermektedir.
Ve nihayet, Türkiye'deki muhafazakârlaşma, onu hem
ulusal hem de yerel ölçekte dengeleyen, sınırlandıran, giderek
dönüştüren "sol/sosyalist" alternatifin
bastırılmasıyla daha görünür hâle gelmiştir,
diyorum. 12 Eylül rejiminin tarifi zor baskıları ve sosyalist
seçeneğin dünya çapında uğradığı prestij yitimi
sonucu işçi hareketi ve sosyalist söylemin gözlerden
yitmesiyle, sekülarizm, toplumsal eşitlik, azınlık hakları, kadın
özgürlüğü, enternasyonalizm, çeşitliliğin bir
zenginlik olarak algılanması, paylaşımcılık, katılımcılık, emeğin
hakları, vb. değerler de toplumsal "ethos"tan
çekildi.
Ta ki… şu 2010 yılının ilk üç ayı boyunca
Ankara'nın göbeğinde adeta bir komün kuran Tekel
işçileri bize onları yeniden anımsatana, ve mümkün
olduklarını yeniden gösterene dek…
 
N O T L A R
[*] İnsancıl, No:240, Temmuz 2010…
[1] Stanislaw Jerzy Lec.
[2] href="../zRESME/%E2%80%9CT%C3%BCrban%C4%B1n%20H%C4%B1zl%C4%B1%20Y%C3%BCkseli%C5%9Fi%E2%80%9D,%20%20http:/www.milliyet.com.tr/turbanin-hizli-yukselisi/guncel/haberdetayarsiv/%2020.03.2010/261685/">"Türbanın
Hızlı Yükselişi",
http://www.milliyet.com.tr/turbanin-hizli-yukselisi/guncel/haberdetayarsiv/
20.03.2010/261685/default.htm? ver=75
[3] "Türkiye'de mahalle baskısı var
mı, yok mu?" href="http://haber.frmtr.com/ext.php?ref">http://haber.frmtr.com/ext.php?ref=
http://www.habervitrini.com/ haber.asp?id=403958
[4] "4 kişiden 3'ü içki
içen komşu istemiyor", Milliyet, 31 Mayıs 2009.
[5] Francis Fukuyama, "Social Capital and Civil
Society", The Institute of Public Policy, 1 Ekim 1999. IMF İkinci
Kuşak Reformlar Konferansı'na yaptığı sunum.
[6] Bu verilerin gerçek durumu ne
ölçüde yansıttığı ise, tabii oldukça
tartışmalıdır,
[7] Son onyıllarda gelir dağılımı konusundaki
gelişmeler için bkz. A. Y. Elveren, J. K. Galbraith, "Pay
Inequality in Turkey in the Neo-liberal Era, 1980-2001", The European
Journal of Comparative Economics, c. 6, no. 2, ss. 177-206. 2009. (Makaleye
erişimimi sağlayan Gökçer Özgür'e
teşekkürlerimle.)
[8] Bkz. Türkiye'de Kadına Yönelik Aile
İçi Şiddet Araştırması, 2008, Ana Rapor.H.Ü. Nüfus
Etüdleri Enstitüsü, 2009: 59) Rapora göre Türkiye
genelinde kadınların yarıya yakını "kadının eşiyle
tartışmaması" gerektiğini ve "kadınların davranışından
erkeklerin sorumlu olduğu" önermelerine katılmakta, yüzde
14'ü ise "koca dayağı"nın haklı nedenleri
olabileceğini kabul etmektedir. (Bu oran kırsal kesim için
yüzde 23, kentler için yüzde 11'dir)
[9] Binnaz Toprak'ın 23 Mayıs 2009 tarihinde
Taksav tarafından Ankara'da düzenlenen "Mahalle
Baskısından Devlet Baskısına mı?" başlıklı sempozyuma
yaptığı "Kimlik ve Ötekileştirme" başlıklı sunumdan,
href="http://www.yenidendevrim.org/%20resimler/ekler/">http://www.yenidendevrim.org/
resimler/ekler/9bcda7c438bad 7d_ek.pdf.
[10] Bu kültürel iklimin dördüncü
boyutu, "solipsist tüketim toplumu" ise başka bir
irdelemenin konusu olmayı hak ediyor.
[11]Bkz. Binnaz Toprak (Proje sorumlusu), İrfan Bozan,
Tan Morgül, Nedim Şener, "Türkiye'de Farklı Olmak:
Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler",
Boğaziçi Üniversitesi, 2008;
[12] Bkz. Hakan Yılmaz, Aile, Ekonomi,Din, Batı,
http://bianet.org/bianet/kadin/85831-aile-ekonomi-din-bati--arastirma-tam-metin.
[13] Linç'in ne denli bir
"kültür" unsuru olduğu, ayrı bir tartışma konusu.
Kimi yazarlar (örneğin Murat Belge) son dönemlerde ülkede
yaygınlaştığı gözlemlenen "linç" olaylarına
kültürel bir yaklaşım ile, onu "cemaat"
(gemeinschaft) yapısıyla bağlantılandırma eğilimini göstermekte ve
"cemiyet"e (geselschaft) geçişle birlikte değişeceğini
ima etmektedir. Türkiye'de kentleşme oranının yüzde
70'lere yaklaştığı bir dönemde, "değişimsiz, duragan
bir "gemeinschaft"a ait değerler kümesinin
süredurumundan söz etmenin ne denli akla yakın olduğu
tartışması bir yana, yaklaşımın linç
görüngüsünün siyasal etken ve aktörlerini
gözden gizlemesi riski de cabasıdır…
[14] Neşe Doster, "Kadın Karnemizdeki
Kırıklar...", Cumhuriyet, 7 Aralık 2009, s.2.
[15] Meliha Okur, "Kadın Can Derdinde, Devlet
Nerede?", Sabah, 21 Kasım 2009, s.13.
[16] Bkz. Hakan Yılmaz, Aile, Ekonomi,Din, Batı,
http://bianet.org/bianet/kadin/85831-aile-ekonomi-din-bati--arastirma-tam-metin
[17] B. Toprak, "Kimlik ve
Ötekileştirme", Taksav, Mahalle Baskısından Devlet Baskısına
mı, Ankara, 23 Mayıs 2009, href="http://www.yenidendevrim.org/%20resimler/ekler/">http://www.yenidendevrim.org/
resimler/ekler/9bcda7c438bad 7d_ek.pdf.
[18] Mustafa Şen, "Mahalle Baskısı
Tartışmaları Üzerine", Taksav, Mahalle Baskısından Devlet
Baskısına mı, Ankara, 23 Mayıs 2009, href="http://www.yenidendevrim.org/%20resimler/ekler/">http://www.yenidendevrim.org/
resimler/ekler/9bcda7c438bad 7d_ek.pdf.
[19] Mümtazer Türköne, 2007
seçimlerinin hemen ardından "Artık Türkiye'de
devlet mükemmelleşti ve AKP devletle toplumu
bütünleştirdi" (akt. M. Şen, a.y.) derken, Hasan Celal
Güzel, Türk toplumunun "kök" değerleri
konusundaki "veciz" saptamalarla, AKP hükümetine arka
çıkıyor: "Türk toplumunun temel özellikleri şu
şekilde sıralanabilir.
1. Türk toplumu 'muhafazakâr' ve
'dindar' bir toplumdur. Asırlar boyunca dinî ve
millî değerlerinin özünü muhafaza etmiştir. Esasen,
Türk toplumunu yaşatan ve ayakta tutan bu değerlerdir. Dolayısıyla
millî ve manevî değerler, toplumumuz için aslâ
ayakbağı değildir.
2. Türkiye, son iki asırdır modernleşmeye önem vermiş ve
istikametini gelişmeye çevirmiştir. Türk toplumunun
modernleşme hareketleriyle muhafazakârlığı içiçe
olmuş; dinî ve millî değerler 'tutuculuk' şeklinde
anlaşılmamıştır.
3. Türk toplumu, asırlardan beri
'hoşgörülü' bir toplumdur.
'Öteki' ne kötü bakmamış ve ayrımcılık
yapmamıştır. Lâkin, elbette ahlâki değer yargıları ve
tercihleri de bulunmaktadır.
4. Türkiye'de 'mahalle baskısı' yoktur. Farklı
olanlar, her toplumda olduğu gibi merakla müşahade edilir ama
istisnalar dışında baskı yapılmaz.
5. Türkiye'de terör karşıtlığı ve demokrasi
taraftarlığı bâriz şekilde müşahade edilmektedir.
6. Netice olarak, bazılarının iddialarının aksine, Türk
toplumu, hoşgörülü, homojen, huzurlu ve demokrasi taraftarı
bir toplumdur." (Hasan Celal Güzel, "Türk Toplumu
Sağlıklı Bir Toplumdur", Radikal, 2 Haziran 2009, s.12.)
 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder