7 Temmuz 2010 Çarşamba

"Sanat ve Sanatçı Hakkında"ya Kenar Notları / Temel Demirer - Sibel Özbudun

"Sanat ve Sanatçı
Hakkında"ya Kenar Notları / Temel Demirer - Sibel Özbudun

align="right">"Nerdeyse hiç,
sanatın başladığı
yerdir."[1]
 
Sevgili Dost(lar), Kardeş(ler),
Mahpusta kaleme aldığınız 17 sayfalık, "Sanat ve
Sanatçı Hakkında" başlıklı el yazması
çalışmanızı aldık.
Toplam 178 maddeden oluşan, "Sanat Perspektifi" (1-28.
maddeler), "Sanat ve İhtilal" (29-82. maddeler), "Sanat ve
Milli Sorun" (83-90. maddeler), "Sanat ve Toplum" (91-144.
maddeler), "Sanat ve İşleyişi" (145-166. maddeler),
"Sanat ve Kadın" (167-177. maddeler), "Sanat ve
Çevre" (178. madde) ara başlıklarından oluşan kapsamlı
çalışmanıza ilişkin "eleştirel değerlendirme"mi
istiyorsunuz…
Hep deriz; i) Biz eleştirmen değiliz; ii) Mahpusa/ mahpustakine yazmak
zor iştir; iii) Her konuda fikir beyan edemeyecek kadar sınırlı bilgiye
sahip, tek bildiği fazla bir şey bilmediğinden ibaret
kişileriz…
Yazacaklarımız bu kapsamda, sıradan bir okuyucunun
görüşleri olarak ele alınmadır.[2]
i) Sanat/ sanatçı konusunda, sınıfsallık vurgusu elbette
gerekli ve vazgeçilemez; ancak dozunu iyi ayarlamak; indirgemeci
olmamak ve abartmamak kaydıyla…
Sanat/ sanatçı konusundaki sınıfsallık vurgusuna,
"Nihai kertede" kaydının düşülmesi elzemdir.
Doğaldır ki sanat/ sanatçı, siyasetten bağımsız değildir;
ama bu doğru saptama; sanat/ sanatçıyı doğrusal olarak siyasete
eşitleme yanılgısına düşmemeli yani "sanat = siyaset"
yanılgısına düşmemelidir…
Sanat/ sanatçıya ilişkin aktaralım:
"Sanat... insanın tarihi kadar eski hatta daha doğru bir
söyleyişle, insanla yaşıt olan uğraş... İlk insandan
günümüzün 'modern' in­sanına kadar
uzanan, yaşamdan koparılamayan ve hatta yaşamın üretilmesinin en
ciddi uğraşı... İnsanlığın yaşama biçimlerini, yaşama
bakışını, estetik algılayışını değiştir­miş, her dönemde
ve her toplumsal yapıda farklı görünümlerde kendini yeniden
üret­miş, yaşamının vazgeçilmez öğesi...
İlk insanın mağara duvarlarına çizdiği
figür­lerden, yaşamı üretmede kullandığı ritüellerden
günümüze uzanan, yaşamın içinden yaşamı yeniden
üreten büyük soyutlama... Marx'ın dediği gibi;
insanın yaratıcı eylemi, doğanın ve insanın karşılıklı
etkileşiminin bir aşaması; bu bağlamda, toplumsal bir ka­rakter
taşıyan, yaşamı insanileştiren bir ol­gu; araştırıcı,
yaratıcı, çok yönlü tümel insa­na ulaşma
çabası...
Filozoflar, sanat yapıcıları ve düşünürler ve hatta
politikacılar sanatın işlevinin ne oldu­ğuna ve neden yapılması
gerektiğine dair yüzyıllardır süren tartışmalar
içerisinde. Do­ğa ve insan varolduğu müddetçe
sürecek bu tartışmalar. Kimilerine göre sanat, niteliğin­de
gerçeği, doğruyu, iyiyi ve güzeli barındırmalı, insana ve
topluma faydalı olmalıdır. Kimileri ise, sanatın ne insana ne de
toplu­ma herhangi bir faydasının olmasına gerek yoktur, derler ve
sanatın, yalnızca sanat için yapılması gerektiği
görüşünü savunurlar. Burjuva sanatçılarının
devrimci sanat yapıcı­larını sürekli olarak eleştirdikleri
nokta bura­sıdır. Diyorlar ki, sanat kişinin doğayla ve ya­şamla
kurduğu bireysel yaratıcı eylemidir ve toplumsallık taşıması gerekmez.
Sanatçı üretir ve insanın kullanımına sunar, kim on­dan
ne almak istiyorsa alır, hatta bir şey al­masına da gerek yoktur.
Peki, gerçek böyle midir? Hayır.
İnsanın yaratıcı eylemi olan sanat da diğer bütün insan
üretimleri gibi toplumsallık içe­rir. Çünkü
insan, sanat yapıcısı olmadan ön­ce insandır ve bir
toplumsallığın içine doğar ve içine doğduğu, yetiştiği
o toplumsallığın ürünü olur. Bilinci o toplumsallık
tarafından belirlenir. İnsan, yaşamının bir kesitinde içinde
bulunduğu toplumsallığın sorunlarıy­la yüz yüze gelir,
fark eder ve düşünmeye başlar. İçinde yaşanılan
toplumsallığı düşünmeye başlamak, insanın politikayla
kur­duğu ilk ilişki oluyor."[3]
"Sanat konuları, maddi dünyadan, onun
çatışmalarından ve gelişiminden kaynağını alır. Bağrında
göreceliliği ve bağımsızlığı da taşır…
"Sanatsal âlemde keskin çizgiler yoktur. Sanat
dallarının iç içe oluşu, bağıntısı, karşılıklı
etkileşimi, birbirlerinden beslenmesi kadar her sınıf sanatsal
yaratımında; genel insanal olanla sınıfsal olanı içi içe
taşır…"[4]
ii) "Sanatımız… MLM ideolojisiyle yükselir, Yeni
Demokratik Devrim fikriyle yönünü tayin eder."
(5.
madde.) "Sanatımız, proleter ideolojisiyle donanmış
yaratıcıların ellerinde Yeni Demokratik Devrimin ihtiyaçlarından
kopuk, ondan farklı değil, siyasi sorumlulukla onun ihtiyaçlarına
göre yaratılır."
(6. madde.)
Sanatı, "ihtiyaçlara göre yaratmak" fikri;
üzerinde bir hayli kafa yorulması gereken bir
"emir-komuta"ya indirgemek anlamı taşır ki, bu da sanatsal
yaratıcılığın doğasına aykırıdır.
"Sanat = (eşittir) devrim ve devrimin ihtiyaçları"
biçiminde formüle edilmemeli; bu sanatı siyasete eşitlemek,
araçsallaştırmak, görece özerkliğini görmezden
gelmektir ki bu, klasik bir yanılgıyı tekrarlamak olur…
Sanat devrimci olmalıdır; bizim sanat/ sanatçıdan
isteyeceğimiz tek şey ezilenlerden/ toplumdan yana devrimci
olmasıdır…
Karl Marx, "Düşünce ve varlık gerçekten
ayrıdır birbirinden, ama aynı zamanda birlik
içindedirler,"[5] derken, T. W. Adorno'da
ekler: "Düşünce nesnenin bir kopyası değildir, tersine
nesnenin kendisinden çıkar. Düşünmenin aydınlatıcı
yönelimi, mitolojileştirmeden uzaklaşma, bilincin resim
özelliğini siler."[6]
Gerçekten de "Bir düşüncenin bir
gerçekliğin resmi olduğunu söyleme, o gerçekliği elde
tutma ve böylece sözün gerçekle eşdeğer olması,
öncesiz-sonrasız hep burada oluş, yani ezeli-ebedi olma
biçimindeki mitsel özelliklerle bir tutulur. Böyle bir
tutum, özne ile nesne arasına birincinin diğerini görmesini
engelleyen bir duvar çektiği gibi, dahası özneyi etkenlikten
çıkarır, üstüne resimler yansıyan edilgen bir ayna
durumuna sokar."[7]
Sanat/ sanatçı hiçbir şeyi "mutlak"/
"resmi" görmez, kabullenmez!
Çünkü "Açık uçlu diyalektik, akla
uygun olanın tarihin herhangi bir noktasında tamamlanmış olduğunu kabul
etmez, sadece düşünceleri sonuna kadar geliştirmek ve nihai
sonuçlarına ulaştırmakla çelişkileri ve gerilimleri
giderebileceğini, tarihsel dinamiği sonuca ulaştırabileceğini
düşünmez."[8]
Bu bağlamda T. W. Adorno'nun savı, sanatın tikele, genel
içinde sınırlı da olsa belli bir özerklik
sağlayabileceğidir. İnsanın ütopyasını, umudunu, düşlerini
saklayabileceği bir alandır sanat; hepsi o kadar. Kuşkusuz, bu da az şey
değildir. Çünkü sanat, "somut olmayan"ın
alanı olarak, genelin tikel üzerindeki egemenliğinin olası en zayıf
anını da temsil eder. Bu egemenliğin en zayıf olduğu nokta, umudun
yeşereceği en verimli yerdir. Sanat, insanın "yanlış
bütün"e karşı en güçlü olduğu alandır.
Bu nedenle bu kadar önemlidir; salt sanat olduğu için
değil.
Sanat, insanlığın bugünkü toplumun ötesindeki
"diğer" toplum için duyduğu özlemin varlığını
koruyabileceği son sığınaktır. Özerk olduğu sürece, artık
düzen içinde varlığını sürdüremeyen ütopyanın
korunup sığındığı son alan olmuştur. Bu anlamda, içinde
bulunduğu topluma hem içkin, hem de aşkın eleştiri uygulayabilme
konumunu elde eder. Toplumun içinde kalmaya devam ederek içkin
eleştiri konumunu, aynı zamanda kendi içinde ütopyayı,
"öteki"ni saklı tutarak aşkın eleştiri konumunu garanti
etmektedir. İnsanlığın meşru bir ilgi alanı olan gelecekteki
mutluluğundaki haklı çıkarının iadesidir. Sanat,
Stendhal'in deyişiyle "une promesse de bonheur",
bir mutluluk vaadini sinesinde barındırdığı için
sanattır.[9]
Sanatın olumsuzlama olma özelliği, onun toplumsallığının
kökenidir. Sanat, içinde varolduğu toplumun toplumsal
antitezidir. Sanatın toplumsallığı, ne üretildiği sürecin
erdeminden, ne de içeriğinin toplumsal kökenlerinden
kaynaklanır. Sanat toplumsaldır; çünkü içinde
bulunduğu topluma muhalif bir konumdadır. Onun bu konumu kazanabilmesinin
tek koşulu da özerk olabilmesidir.[10] Sanatın
özerkliği ise, kapitalizmin gelişmesiyle ve sanat yapıtlarının
piyasa koşullarında diğer metalar gibi değişime girmesiyle gündeme
gelir. Pre-kapitalist toplumlarda sanatçının sanat üretebilmesi
bazı toplumsal kesimlerin doğrudan ekonomik desteğine bağlıdır.
Kapitalist toplumda ise bu bağımlılık ilişkisi piyasa dolayımıyla
gerçekleştiği için sanatın ve sanatçının
özerkliğinden söz edilebilir.
Sanat, toplumsallığını içinde bulunduğu toplumu yansıtarak
değil, onun içinde özerkliğini koruyarak ve onu sorgulama
potansiyelini canlı tutarak kazanır. Eğer sanat gerçekten bu kadar
toplumsal ise, öncelikle sanat ile bilim veya sanat ile siyaset
arasında sanatın aleyhine bir hiyerarşi oluşturmak, aynı zamanda sanat
sosyolojisi ile estetiği veya sanat kuramını birbirinden ayırmak
oldukça zorlaşır. Sanat sosyolojisi bir yandan sanat ve toplum
arasındaki ilişkinin sanat yapıtında nasıl kristalleştiğini, diğer
yandan da sanat yapıtının algılanmasını belirleyen dağıtım ve
kontrol mekanizmalarını araştırır.
iii) "Sanatımız sınıflarüstü faydacılığı
reddeder"
(12. madde.); "Sanatımız hiçbir
koşulda tarafsız davranmaz"
(14. madde.); "Sanatımız
insan merkezlidir"
(16. madde.) vd'leri
diyorsunuz…
Bunlarda "genel olarak" itiraz edilecek bir şey yok; ancak
"Sanatımız, kelimenin gerçek anlamıyla aydınlarımızın
ürünleridir"
(20. madde.) derken ne
kastediyorsunuz…
Eğer "Sanatçılar aydındır" veya "Aydınlar
sanatçıdır" diyorsanız doğru değil; her sanatçı
aydın olmayabilir; her aydının da sanatçı olması gerekmediği
gibi…
iv) "Sanatımız, siyaset ile sanatın birliği, içerik
ile biçimin birliği, devrimci siyasi içerik ile
mümkün olan en yetkin sanat biçiminin birliği
gözetilerek yaratılır"
(32. madde.) saptamanız; ifade
ettiklerinizin somut anlamını buharlaştıran bir genellemeciliğin
topyekûnlüğünden/ toptancılığından
muzdarip…
Bir soru(n), böylesine genellediğinde "anlamı"nı da
yitirip, anlamsızlaşabilir!
"Nasıl" mı?
"Mümkün olan en yetkin sanat biçiminin
birliği"
deniyor; bu "ne", "nasıl"
yapılır?
Veya "Sanatımız, tarihsel örneklerle, reformistlerin en
nihayetinde gericilerin güçlenmesine, onların kokuşmuş
damarlarına taze kan olduğunu açık seçik anlatır"

(52. madde) deyişindeki saptama örneğin bir heykelde, resimde yani
plastik sanatta nasıl mümkün olur?
v) "Sanatımız sınıflı toplum gerçeğinin bir
yansısı olarak proletarya partisi içinde iki çizgi
mücadelesinin varolacağını bilen sanatçılarımız tarafından
üretilir. Sanatçımız bu konuda da verimli ürünlerini
proletarya partisinin aktif unsurlarına sunar"
(58. madde)
saptamasına katılmıyoruz.
Sanatçının, illa partili olması gerekmez; partisiz sosyalist
sanatçı da vardır; olacaktır…
Bu konuda sosyalistlerin, dilek ve temennileri dışında bir
dayatmaları söz konusu olmaz; kesinlikle de olmamalıdır!
"Sanatın amacı daha güzel, daha mutlu bir dünya
yaratmak değilse nedir ki!" diyen Zeynep Oral, bir yanıyla
sanatçının görevini de ifade etmiş olur…
Ancak bununla sınırlı da değil!
"Sanatçı" deyince bir an anımsayın: Tevfik Fikret,
Aşiyan'a çekilmeyip, batmakta olan imparatorluktan ya da
yabancılardan çıkarlar peşinde koşsa, yazdığı şiirlerin
inandırıcılığı kalır mıydı?
Nâzım Hikmet, yıllarını cezaevlerinde geçirirken, bir
gün olsun düşüncelerinde ve davranışlarında bir bulanma,
yalpalanma görüldü mü?
Aziz Nesin, canına göz dikenler karşısında doğru bildiklerini
söylemekten vazgeçti mi?
Memet Fuat, "Aç Kalmalı Sanatçı Ölmeli"
demişti: "Aç kalmıyorsa, ölmüyorsa, kendisini
istemeyenlerin, kendisine yer göstermeyenlerin çevresinde
dönenip sıkışacak bir yer arıyor demektir. Pazarlık ediyor,
anlaşıyor demektir. Uşak isteyen politikaların, ölüm kalım
savaşına girişmiş tepeden tırnağa yalana boğulmuş politikaların,
erdemsizliği erdem diye öne süren, insanları insanlara, ulusları
uluslara düşman eden politikaların arasında... En güzel, en
yüce düşüncelerin, ülkülerin ticaretini yapan,
kârını bölüşen insanların, insancıkların,
insanımsıların arasında...
Sanatçı aç kalmalı, ölmeli.
Ondan ötesi anlaşmalar, kollamalar, kalleşlikler..."
Ancak neo-liberal saldırının devreye soktuğu post-modern zırva ile
"Modernizmin manevi ızdırap ve öfke yüklü
çilekeş sanatçısı yerini lakayt, sorumsuz liberal
sanatçı tipine bıraktı…" vurgusuyla İlyaz Bingül
ekliyor:
"Soğuk Savaş'ın bitmesinin ardından,
'neo-liberalizm' olarak adlandırılan kapitalizmin küresel
çapta güçlenmesi sanat dünyasının da karakterini
değiştirmiştir. Neo-liberal ekonomik sistemde, ABD başta olmak üzere
çalışma ilişkileri de değişim sürecine girdi; en
büyük kârlar artık sanayide değil, hizmet, bilgi-işlem,
tıp, hukuk, eğitim, reklam, sinema ve tabii ki finans sektörlerinde
elde edilmeye başlandı, sanayinin emek-yoğun çalışma ve yaşama
ilişkileri yerini bilgi-yoğun çalışma ve yaşama ilişkilerine
bırakıyor.
1989 yılı ve sonrasında yaşanan küresel olaylar (Sovyetler
Birliği'nin dağılması, Doğu ve Batı Almanya'nın
birleşmesi, küresel ticari antlaşmalar, Çin'in kısmen
kapitalist bir ekonomiye yönelmesi, yeni Ortadoğu düzeni
projeleri, demokrasinin gereği kimi katliamlar vb.) sanat dünyasının
karakterini de değiştirdi. 1945-1970'lerde 'altın
çağ'ını yaşayan kapitalizm on yıllık bir duralamanın
ardından, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Türkiye'nin
de dahil olacağı, 1980'lerin başından itibaren sanat dünyası
süratle bu yeniden yapılanmanın sürecine girdi. Dünyanın
dört bir yanını sanat etkinlikleri sardı; farklı ulusal, etnik
kültürel kimlikler taşıyan ve Batı'nın göz ardı
ettiği pek çok sanatçı ticari başarı kazandı. Sanat eseri
fiyatları ve hacmi, hisse senedi piyasasıyla at başı gitmeye başladı:
Finans merkezleri aynı zamanda en önemli sanat satış merkezi oldu.
Sanat piyasası aynı zamanda sanat eserlerinin yatırım, vergiden
kaçırma ve kara para aklama gibi çeşitli amaçlar
için kullanıldığı ikincil bir spekülasyon piyasasıdır.
Japonya'daki alıcılar, gayrı menkul kârlarına konan
vergilerden kaçınmak için sanat eseri alıyorlar.
Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı
gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil
olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi
kökeninden koparır- kopukturlar.
Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların
sanatçıları yeni dünya düzeninde yeni ekonomik ve politik
güçlerinin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet
ediyor. Örneğin İstanbul Bienali; Türkiye'yi yöneten
ve çekip çevirenlerin AB üyeliğine girmek için
gerekli olan seküler ve neo-liberal standartlara uyum sağlandığının
bir garantisini sergiliyor, arzuluyor…
Ürkütücü olan, sanatın neo-liberalizmin
propagandasını yapması değil, neo-liberalizmin inşasında rol ve işlev
üstlenmesi. Bu neo-liberal küreselleşme sanat dünyasını
şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde
dönüştürmüştür."[11]
vi) "Sanatçımız, proletarya partisini
kutsallaştırmayıp…"
(64. madde.) ifadesindeki üzere
sanat/ sanatçı için "kutsal" ve eleştirilip/
itiraz edilmeyecek; karşı çıkılmayacak hiçbir şey yoktur.
Bu nedenle sanat/ sanatçı emir komuta kapsamındaki bir kontrol
mekanizmasının parçası olarak algılanıp/ sunulmamalıdır.
vii) "Sanatımız, DHD mücadelesine odaklanmış belirli
planlara yoğunlaşarak üretilir. Sanatçılarımızın
geliştirdiği çalışma planları herhangi bir plan olmayıp
proletarya partisinin programına göre strateji ve taktiğine
uygundur…"
(65. madde) saptamasına dair
söyleyebileceğimiz tek şey şu: Sanat/ sanatçı
planlanamaz!
Bir şey daha: "Sanatımız, geniş halk kitlelerini
örgütlemeden onların önderi olunamayacağını bilen
sanatçılarımızca üretilir…"
(73. madde)
belirlemesine gelince; "örgütçü
sanatçı" olabilir; ancak sanatçının
"örgütçü" olması zorunlu değildir; yani
"örgütçü" olmayan sanatçı da
olabilir…
viii) Kültür bahsine gelince: "Sanatımız, yaratmak
istediğimiz Yeni Demokratik Kültürün gelişimini, bu
kültüre öncü olan komünistlerin kültürel
gelişimini de her an takip eder. Kültürümüzün
gelişmesi için kolektif çabayı örgütlemeye
çalışırken, kültürümüzde
görülebilecek gerilemelere gecikmeden müdahale eder
"
(61. madde) ifadesi, "kültür"ü, dar bir
"öncü" kadronun dilediği gibi
biçimlendirebileceği, dönüştürebileceği bir alan
olarak tahayyül etme yanılgısından malûldür.
Evet, kültür hiç kuşkusuz ki taşıyıcılığını,
yorumlanışını, aktarıcılığını ve
dönüştürücülüğünü insanların
yaptığı bir birikimdir, ama aynı zamanda dar bir kadronun hiçbir
zaman tam anlamıyla nüfuz edip dilediğince
dönüştürmeyi başaramayacağı, çok-boyutlu ve
tarihsel bir birikimdir. Bu önermede sanata ayrıca
"kültürel değişime öncü komünistlerin
kültürel gelişimini" (hem de "her an") takip
etme misyonunun biçilmesi, sanata aşırı ve altından
kalkamayacağı bir misyon biçmek gibi gözüküyor.
ix) "Sanatımızın, çeşitli ulus ve milliyetlerden
ezilenleri emekçi halkımızın, ezen sömürücü
egemenlerine karşı verdiği mücadelede… MLM ile yoğurur,
estetik kimyasını tutturur ve onu halka sunarak siyasi bilinci
geliştirir…"
(91. madde.)
Veya "Sanatımız, sanatçımızın duygu ve
düşünceleriyle, halkın duygu ve düşüncelerinin
birbiriyle kaynaştığı eserlerdir…"
(116. madde.)
Ya da "Sanatımız, proleter bilinci gelişkin…
çelik disiplinlerini, düşmana olan öfkelerini,
yılmazlıklarını, gerçeklere dayanılarak
anlatılır…"
(121. madde.)
Vb'leri… Vd'leri… Sözü edilen
"Sanatçı" mı Bolşevik Parti üyesi mi; veya
"Sanat" mı Bolşevik Partisi mi? Karıştırılan galiba
bu(nlar)…
x) "Sanatımız, kendi alanındaki çalışmalarını,
proletarya partisinin belirli bir dönem için belirlediği
görevlere bağlar"
(139. madde) mı? Hayır!
Sanat/ ile sanatçının eşgüdüm hâlinde olduğu/
olacağı "Merkez Komitesi" olmaz/ olamaz!
"Militan sanatçı" (143. madde) vurgusuna
gelince; şart değil! Örneğin Gorki, militan falan
değildi…
xi) "Sanatımız, temel aldığı devrimci demokratik
gerçekçilikle"
(145. madde) ifadesindeki
"devrimci demokratik gerçekçilik"
belirlemesi örtük; açık açık
"sosyalist gerçekçilik" demek en doğrusu ve
dolayımsızı…
xii) "Sanatımız, yoz akımlara, beden ve ruh sağlığını
olumsuz etkileyen…"
(160. madde.) "Sanatımız,
bağımlılık yapan ilaç, uyuşturucu… maddelerin zararları
konusunda geniş kitleleri uyarır…"
(161. madde.)
türünden ayrıntılar gereksiz…
xiii) "Kadın" başlığı altında söylediklerinize
–ana hatlarıyla- katılmamak mümkün değil; ama yaşamın bu
alanında gerçekleştirmeyi istediğiniz tüm
dönüşümleri madde madde sanatın sırtına yüklemek?
"Sanat ve Kadın" başlığı altında 11 madde sıralamak
yerine, "Sanatımız, üzerlerindeki sınıfsal, cinsel ve ulusal
baskıların kaldırılması ve onların üretimci-emekçi insanlar
olarak özgürleşme mücadelelerinde kadınların yanında yer
alır," gibi bir ifadeyle yetinmemek neden?
Başka bir deyişle, ayrıntılarla uğraşmak yerine kapitalist
"Kültür Endüstrisi"ne karşı topyekûn
tavır almak; sanat/ sanatçıdan bunu istemek, beklemek
gerek…
Sürdürülemez kapitalizmin yabancılaştırıcılığıyla
"Modern insan kendi ürettiklerinin kölesi
durumunda"yken;[12] Adorno ile Horkheimer'a
göre, Kültür Endüstrisi çağında düzen,
bedenleri serbest bırakır ve ruhlara saldırır. Artık düzen
"benim gibi düşün ya da yok ol" demek yerine
"benim gibi düşünmemekte serbestsin. Yaşamını ve tüm
sana ait olanları da koruyabilirsin. Ancak o andan itibaren aramızda bir
yabancısın" demektedir.
Bu düşünce ile Adorno ve Horkheimer, çağdaşları
başka bir filozofun, varoluşçu Heidegger'in şu
sözlerinde dile gelen görüşü paylaşmış olurlar:
"İnsanın günlük yaşam olanakları ötekilerin
koyduğu ölçülerce yönetilir. Bu ötekiler belirli
ötekiler değildir. Her öteki bütün ötekilerin
yerine geçebilir. (...) Ötekilerin kimliği, ne bu ne de şu
kimse, ne insanın kendisi ne bazı kimseler ne de hepsinin toplamıdır.
Onların kimliği "kimsesizlik" ya da
"herkestir."[13]
Kültür Endüstrisi çağında birey bir
yanılsamadır. Ancak bunun tek nedeni üretim araçlarının
standartlaşması değildir. Bireye yalnız ve yalnızca genel ile mutlak
özdeşleşmesini sorgulamadığı koşulunda tahammül edilmektedir.
Birey artık sahte-bireydir. Birey, birey gibi görünendir. Modern
birey, sürekli yeniden üretilen bir üründür.
Benjamin'in sanat yapıtı için vurguladığı "halenin
kaybolması" nitelemesi aslında modern birey için de
geçerlidir. İnsanın da halesi yoktur artık.[14]
Evet, burası çok önemlidir…
Çünkü karşımızda başkaldıran bireyi ve onunla
varolan toplumsallaşmayı yok eden, "made in capitalism"
patentli "satılık sanat/ sanatçı" gerçeği
söz konusudur!
Örneğin "Müzeler, bienaller, sinema ve konser
salonları şirketlerin logolarıyla donandı; kültürel alanda
sermayenin denetimini 2009'da daha çok
hissettik,"[15] diyor Yeşim Dinçer haklı
olarak…
Julian Stallabras da, 'Sanat A.Ş.' başlıklı yapıtında
"YDD'de Sanat" konusuyla bağıntılı olarak
"çağdaş sanat ve bienalleri" irdelerken, bunu
gözler önüne serer…
1980'li yılların sonuna doğru; Stallabras'ın,
"dizginsiz kapitalizm" dediği "neo-liberalizm"in
ekonomik mantığıyla örtüşen bu dönemde ABD'nin sanat
için ayırdığı fonlar üst düzeylere taşınır,
çeşitlilik, farklılık ve melezlik çağdaşlığın
ölçütleri olmaya başlar.
Konuya ilişkin şu saptama ilginçtir: "Moby Dick'in
Kaptan Ahab'ı beyaz balinaya ne kadar bağımlıysa, sanat
dünyası da ekonomiye o kadar 'göbekten bağlı'dır
artık."[16]
Evet, Philip Morris'in kehaneti doğrulanmıştır: "Bir
şirketi büyük yapan sanattır"![17]
Ulaşılan nokta budur!
Örneğin 'Zaman' gazetesinde İskender Pala'nın,
"Ülkemizin kabuk değiştirerek gelişmeye çalıştığı
bir dönemdeyiz. Hepimiz, üzerimize düşeni yapmaktan
sorumluyuz…
Yeniden bir Türk burjuvazisi aranıyor. Sanata destek verecek
burjuvalar aranıyor. Velhasıl kendini dönüştürecek bir sağ
ayak aranıyor!"[18] deyişi…
Ya da dört kadın Hırvat küratörün, 'İnsan
Neyle Yaşar?' sorusundan hareketle politik söylemi odağına
yerleştirdiği Koç Holding sponsorluğundaki İstanbul
Bienali'yle kültürün
özelleştirilmesi…
Bienalin başlığı burjuva ve kapitalist sınıf için her zaman
tehlikeli olması gereken 'İnsan Neyle Yaşar?' sorusuydu ama
bienal Brecht'i bir dekor olarak kullanmaktan öteye gitmiyor, ya
da Koç Holding bu bienali kendisi için bir tehdit unsuru olarak
görmüyordu!
Veya Doğan Hızlan'ın, "Alışveriş merkezlerinin sanata
yararı var mı?" sorusunu, "Alışveriş merkezlerinin sanata
yönelik işlevini daha fazla geliştirmesini dilerim," diye
yanıtladığı "mantık(sızlık)"!
Yapayla gerçek arasındaki kavga; popüler kültür
ve piyasacı anlayışa karşı başkaldırmayı; yani sanat ve
sanatçının piyasalaştırılmasına karşı başkaldırıyı
"olmazsa olmaz" kılıyor!
Görmüyor olamazsınız; kapitalizmin "kültür
endüstrisi"yle popüler kültür veya başka deyişle
piyasacı sanat anlayışı yaşamdaki güzelliği ortadan kaldırdığı
gibi, sanatsal estetiği de yok ediyor. Debdebeli yapay güzellikler
yaşamdaki gerçek güzellikleri gizliyor, çirkinlikleri
güzellik diye sunuyor. Sanatta paranın saltanatının getirdiği
estetik yıkımdır bu…
Bununla birlikte Robert C. Morgan'ın, "Araçların
yarattığı sanallıkta gerçeklik tespit edilemez, yani
gösterenler sadece kendilerine referans verdikçe ve hızla
çoğaldıkça simülasyona ulaşılır," dediği
koordinatlarda, "Sanatçının durumuna gelince, Morgan'a
göre önce kendi olmalıdır; 'Sanatçı iktidarın
karşısında olandır her zaman'. Sanatçı her zaman, her
türlü sınırların ötesinde hareket etmelidir.
Sanatçının, etik rolünü unutmadan, pozisyon alma
gerekliliği vardır. 'Sanatçı için en büyük
edim sanatçı
olmamaktır'…"[19]
Evet, artık piyasanın önerdiği/ dayattığı bağlamda
"Sanat, sanat olmayı reddetmelidir!
Öyle bir noktaya geldik ki, artık sanat sanat olmamaya
yönelmeli, bu da şimdi yürürlükte olan estetik
anlayışlardan kaçınmakla mümkün olacağına göre
sanatın değillemesi (şimdiki sanat sanatın simülakrı/taklidi daha
çok) olmalı. Şimdi post-modern sanat diyorlar, işte sanat
post-modern olmayı reddedecek, sanat işi olmayı reddedip yeniden
hâleli sanat eseri olmanın yollarını
arayacaktır."[20]
xii) Özetle diyeceğimiz şu: "Siyasi bir bildirge"
bu…
Yani bir "Manifesto"yu andıran çalışmanın
tekrarı çok; yer yer de gereksiz...
Sanat/ sanatçıya gereğinden fazla önem atfedip, mistifiye
edilirken; "sınıf" vurgusunda abartılar öne
çıkıyor…
Ve sanat, dolayımsız, çırılçıplak bir tarzda
"araçsallaştırılıyor". Öyle ki,
Deklarasyon'un bütününde, her bir "sanat"
sözcüğü "parti" sözcüğüyle ikame
edilebilir ve "Sanat Manifestosu" salt bu değişiklikle bir
"Siyasal Manifesto"ya
dönüştürülebilir…
"Abartı" ve araçsallaştırma, bazen
"israf" olurken, anlamın da yitirilmesine kapı
açar…
Kanımca sanat/ sanatçıyı "Negatif Diyalektik"le
ele alıp, irdelemek daha ilerletici olur…
"Negatif Diyalektik" der T. W. Adorno; yani "O,
önceden bir hareket noktasına takılıp kalmaz. Hareket noktasının
kaçınılmaz yetersizliği, düşündüğü şeydeki
kendi kusuru, diyalektiğe düşünceler
sunar."[21]
Çünkü ve nihayetinde "Sanat… araca
indirgenemeyen, çıkarsız bir özgürlük
alanıdır."[22]
 
20 Ocak 2009 13:49:05, Ankara.
 
N O T L A R
[*]Sosyalist Mezopotamya, No:28, Haziran
2010…
[1] Tolstoy.
[2] Bu konuda elbette yazıp, çizdiğimiz şeyler
oldu; bazılarını zikretmeden geçmeyelim: i) Temel Demirer,
"Piyasa'nın 'Sanatı' ve
'Romanı'!!!!!!", Güney Dergisi, No:25,
Temmuz-Ağustos-Eylül 2003… ii) Temel Demirer, "Ne
Olduğumuzu ve Unuttuğumuzu Anımsamak İçin Sanat Yeniden...",
Damar Dergisi, No:154, Ocak 2004… iii) Temel Demirer, "…
'Piyasa'nın Değil; İnsan(lık)ın Yasaları...", Eski
Dergisi, No:28, Şubat 2004… iv) Temel Demirer, "Vaftiz
Babalarının Sanat-Kültür Endüstrisi", Eski Dergisi,
No:33-34, Temmuz-Ağustos 2004… v) Temel Demirer, "Ekmekten
Çok Onura Muhtacız...", Eski Dergisi, No:29, Mart 2004…
vi) Temel Demirer, "Sanat (mı?)...", Bakış Gazetesi,
Yıl:1, No:11, 13 Ekim 2005… vii) Temel Demirer, "
Sanat
ve Sanatçı: 'Ne', 'Nasıl' ve
'Niçin'? (Veya Toplumcu Duyarlılık ve
Sorumluluk)", Yeni Kapı Dergisi, No:7, Ekim 2007… viii) Temel
Demirer, "… 'Sanatta Star Sistemi' ve Yazmak",
Güney Dergisi, No:40, Nisan-Mayıs-Haziran 2007… ix) Temel
Demirer, "… 'İktidarın Muhalif
Görünümlü Sözcülüğü'
(mü?)", Deliler Teknesi, No:6, Kasım-Aralık 2007… x)
Sibel Özbudun-Temel Demirer, "Sanat, Piyasa, Popüler
Kültür ve İnsan(lık)", Esmer Dergisi, No:39, Mayıs 2008...
xi) Temel Demirer, "Aşk ve Sanat", Esmer, No:53/7,
Temmuz-Ağustos 2009; Yeni Kapı Dergisi, Temmuz 2009; Atak, Yıl:11, No:88
(91), Ocak 2010… xii) Temel Demirer, "Satılık
'Sanat' (Sevicileri)!", Çoban Ateşi, Yıl:3,
No:114, 17 Aralık 2009; Çoban Ateşi, Yıl:3, No:115, 24 Aralık
2009… xiii) Temel Demirer, "Bineal mi? 'Her Suçlu
Bir Burjuva, Her Burjuva Bir Suçludur'!", Devrimci
Demokrasi, Yıl:8, No:162, 2-16 Ekim 2009; İnsancıl Dergisi, Yıl:20,
No:232, Kasım 2009… xiv) Sibel Özbudun,
"Kültüralizm Üzerine Notlar", İnsancıl Dergisi,
Yıl:17, No:2007/03, Mart 2007… xv) Sibel Özbudun,
"… 'Devrim' ve 'Kültür'
Üzerine Çerçeve Düşünceler", Evrensel
Kültür, No:197, Mayıs 2008; Esmer Dergisi, No:40, Haziran 2008...
xvi) Sibel Özbudun, "Popüler Kültür
Üzerine", Atak Dergisi, Yıl:10, No:85 (88), Ekim 2009; Atak,
Yıl:10, No:86 (89), Kasım 2009; Odak, No:2009/3 (SN:31), Kasım 2009;
Eylül, Yıl:1, No:2, Kasım-Aralık 2009…
[3] Hakan Soydemir, "… 'Sanat'a
Dair…", Tavır, 2010/ 01, No:93, Ocak 2010, s.23.
[4] "Sanat ve Sınıf", Eylül, Yıl:1,
No:2, Kasım-Aralık 2009, s.3-4.
[5] Karl Marx'tan aktaran Orhan Koçak,
"Horkheimer ve Frankfurt Okulu", Akıl Tutulması, (Max
Horkheimer, Metis Yay., 1990) için önsöz, s.19.
[6] T. W. Adorno'dan aktaran Ö. Naci Soykan,
Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, Ara Yay.,
1991, s.43.
[7] Ö. Naci Soykan, Müziksel Dünya
Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, Ara Yay., 1991, s.43.
[8] Max Horkheimer'dan aktaran Orhan Koçak,
"Horkheimer ve Frankfurt Okulu", Akıl Tutulması, Metis Yay.,
1990, s.36.
[9] Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev:
Ünsal Oskay, Ara Yay., 1989, s.259.
[10] T. W. Adorno, Theorie Esthetique, Klincksieck, Paris,
1989, s. 287.
[11] İlyaz Bingül, "Sanat(çı)lar,
Felsefe(ci)ler Neyle Yaşar?", Birgün, 9 Kasım 2009, s.14.
[12] T.W. Adorno & Max Horkheimer, Dialectic of
Enlightenment, Verso, 1989, s.121.
[13] Martin Heidegger, "Günlük İnsan ve
'Onlar' Alanı", çev: Akın Etan, Çağdaş
Felsefe (Bedia Akarsu, MEB, İstanbul, 1979), s. 232-233.
[14] T.W. Adorno & Max Horkheimer, Dialectic of
Enlightenment, Verso, 1989, s.154.
[15] Yeşim Dinçer, "Kültür ve
Sanat 2009'da Servet ve Güçle Kucaklaştı",
Ekmek&Özgürlük, No:5, Ocak 2010, s.38.
[16] Julian Stallabrass, Sanat A. Ş., Çev: Esin
Soğancılar, İletişim Yay., 2009, s.29.
[17] Julian Stallabrass, Sanat A. Ş., Çev: Esin
Soğancılar, İletişim Yay., 2009, s.151.
[18] İskender Pala, "Para-Sanat İlişkisi",
Zaman, 24 Kasım 2009, s.21.
[19] Fırat Arapoğlu, "Robert C. Morgan: Sanatı
Yeniden Keşfedebilir miyiz?", Birgün, 16 Aralık 2009,
s.15.
[20] Osman Çakmakçı, "Sanat; Kendisi
Çalıp Kendisi Oynayan Soytarı!", Birgün Pazar, 17 Kasım
2009, s.15.
[21] T. W. Adorno'dan aktaran Ö. Naci Soykan,
Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, Ara Yay.,
1991, s.24.
[22] Ali Şimşek, "Sanat mı, Zanaat mı?",
Birgün, 15 Ocak 2010, s.15.
 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder