13 Temmuz 2010 Salı

Kürdün Kısa Tarihi / Sadık Varer

Kürdün Kısa Tarihi /
Sadık Varer

Kürt ulusal sorununun bugününü
anlamak için, sorunun tarihsel arka planına bakmak lazım. Bu
açıdan kısa bir 'tarih gezintisi' yapmakta yarar
var.

 
Bin yıl kadar önce, yayılma alanı olarak Anadolu'yu
seçen Türkler, M.Ö. 2000'li yıllara ait Sümer
eşik taşlarında Kar-da-ka Ülkesi olarak kayda geçmiş bulunan
Kürt yurduna girerler. Anadolu'ya yayılma isteklerini uygulamaya
koyan Türkleri örgütlü bir Kürt gücü
karşılar. Kürtlerle Türkler arasındaki tarihsel çatışma
böylece başlamış olur.
 
Anadolu'yu işgal eden Türklerin Kürtlerle kurdukları
ilişkilerdeki politika tercihleri, yakın tarihsel geçmişin
analizinde önem kazanacak uygulamaları içeriyordu. İlişkilerde
belirgin iki yöntem vardı; birinci yöntem, zor kullanarak
Kürt beyliklerine boyun eğdirmek ve işgal edilen Kürt toprakları
üzerine Türk sancaklarını çekmek; ikincisi de,
politikanın birinci adımında başarısızlık yaşandığında, boyun
eğmeyen Kürt beylikleri ile 'işbirliği' yapmak.
 
Kürt coğrafyasında denetim kolaylığını amaçlayan
Türkler, kimi bölgelerde de atanmış valilerin yönetiminde
"Kürt Eyaletleri" örgütlediler. Ancak bu adımlar
çoğu kez Kürt isyanları ile karşılaştı, politika uygulamada
eksik kaldı.
 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürdistan politikası
görece 'esneklik' kazandı. Osmanlı'nın
Kürdistan politikası,1514 Çaldıran Savaşı'ndan sonra
yeniden biçimlendirildi. Kürt aşiretlerini ve onların yerleşik
feodal düzenlerini tasfiye edip saraya bağlamanın imkansızlığını
gören Osmanlı, Kürtlerin verili düzenlerini tanıyıp,
onları, Osmanlı İmparatorluğu'nu tehdit eden İran'a karşı
kullanma, Kürtlerden bir tampon bölge oluşturma politikasını
benimsedi. Bu politika, İran'la Osmanlı arasında imzalanan ve
Kürt yurdunu 'resmen' ikiye bölen Kasr-ı Şirin
Antlaşması'ndan (1639) sonra da önemini korudu.
 
Konu, Osmanlı'nın Kürt beyliklerini yedekleme
faaliyetlerinden açıldığında, İdris-i Bitlisi'yi anmadan
geçmemek lazım. Yavuz Sultan Selim döneminde merkezi otoriteyi
tanımayan Kürt beyliklerinin yedeklenmesinde 'İdris-i Bitlisi
caşlığı'nınrolü büyüktür.
 
Prof. Şerafettin Turan, Atatürk Üniversitesi
Yıllığı'nda, Osmanlı'nın tımar sistemini uygulatamadığı
'Kürt hükümetleri'ni şöyle aktarıyor:
"Diyarbakır eyaletine bağlı hükümetler; Hazro
hükümeti, Cizre, Eğil, Tercil, Palu, Kih, Genç
hükümetleri, Van eyaletine bağlı Bitlis, Hizan, Hakkari, Mahmudi,
Ekrad hükümetleri, Şehrizur eyaletine bağlı Mıhrızan ve
Mıhrıvan hükümetleri, Bağdat eyaletine bağlı İmadiye ve Oşti
hükümetleri" (17.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun
İdari Taksimatları.)
 
Evliya Çelebi de, Osmanlı düzeninden bağımsız feodal
birlikler olarak tanımlanabilecek Kürt hükümetlerinden
söz eder. Evliya Çelebi, toprakların sahipliğini sarayın
yaptığı Osmanlı'nın toprak düzeninden farklı olarak tam bir
feodalizme sahip olan bu sosyo ekonomik ve siyasal yapılara ilişkin
şunları yazmış: " Diyarbakır eyaleti: 19 sancaktır, 5
hükümettir. Bu sancakların 11'i Osmanlı malı olup,
Osmanlı'ların öteki kent ve memleketleri gibi yönetilir.
Yavuz Sultan Selim buraları feth ve zapt ettiği zaman yurtluk ve ocaklık
olarak bağışlamıştır. Azilleri, tayinleri hep kendilerine aittir.
Topraklarında tımar ve zeamet vardır. Bina ve ürünler devlete
yazılır. Sefer olursa, tımara bağlı olanlardan başka, başkaları gibi
alaybeylerinin altında görev yapanların zeameti ve sancağı oğluna
veya akrabasına verilir. Ama hükümet diye yazılan sancaklar
içinde tımar ve zeamet yoktur. Beyler kim ise mülk sahibi olarak
da hüküm sürerler. Evlere, arazilere, mülklere bunlar
sahiptir. Yazılmaktan ve gezilmekten uzak bırakılmışlardır.
Hükümetler şunlardır: Cizre hükümeti, Eğil
hükümeti, Genç hükümeti, Palu
hükümeti." (Seyahatname, Cilt 1.)
 
Osmanlı'nın Kürtler üzerinde gerçekleştirdiği
tüm boyun eğdirme operasyonlarına karşın, kimi Kürt beylikleri
başkaldırı geleneğine yaslanarak ekonomik ve siyasi yapılarını
korumayı başardılar.
 
( … )
 
1789 Fransız Devrimi'nden sonra Avrupa'da hızla
çoğalmaya başlayan ulusalcı akımların etkisi, Osmanlı
İmparatorluğu'nun hegemonyası altındaki halklarda da yansımasını
buldu. Balkan halkları, ulusalcı çıkışla artan oranlarda
bağımsızlık mücadelesine atıldılar. Bu dönemde, feodal
üretimin yanında ticaretle ve çok cılız düzeyde sanayi
işleriyle buluşmaya başlayan Ermeniler de, Avrupa'dan yayılan
ulusalcı sinyalleri almaya, iktisadi yapıdaki değişim dinamiklerine
bağlı olarak ulus bilinci edinmeye başladılar. Anadolu'nun
Ermenistan coğrafyasında bilince çıkan ulusçuluk,
Ermenilerin 'Bağımsız Ermenistan' talebiyle siyasi arenaya
çıkmalarıyla yeni bir boyut kazandı. Aynı süreçte
Kürtler, ekonomik gerilikleriyle ve Osmanlı'nın ümmet
bilincinin ulus bilincine set çekici etkisiyle, Avrupa'da ve
çevre ülkelerde gelişen ulusalcı dalgadan fazlaca
etkilenmediler. Etkilenme ve ulusal uyanış, ilkin, başkaldırı
geleneğiyle Osmanlı'nın karşısında tutunmaya çalışan
Kürt beyliklerinde görüldü.
 
1880'de Şeyh Ubeydullah önderliğinde başlayan ayaklanmada
belirgin bir ulusal talep vardı. Fakat, Şeyh Ubeydullah'ın,
"Kürdistan'ı özgürlüğe kavuşturup huzur ve
bereket dolu bir ülke yaratma" düşüncesi
gerçekleşemedi; Osmanlı ve İran saldırılarına dayanamayan
ayaklanma güçleri yenildiler.
 
Çoğunluğunun ulus bilincine ve yaşanan eylemliliklere uzak
durmasına karşın, kimi Kürt önderlerinin ulusal uyanışı
Osmanlı'yı tedirgin ediyordu. Olası gelişmelerin ayrımına varan
Osmanlı, 1891'de, egemenlik alanındaki halkları birbirleriyle
çatıştırmayı denemiş, Kürt güçlerinden
oluşturulan Hamidiye Alaylarını Ermenilerin üzerine salarak
"Bağımsız Ermenistan" talebini boğdurtmaya
çalışmıştır. (… )
 
20. yüzyılın başında ulusalcı faaliyetler hızlanmış;
Kürt örgütlerinin propaganda, bilinçlendirme ve
örgütleme çalışmalarında ciddi bir artış
görülmüştür. Kürt Azmi Qavmi Cemiyeti, Kürt
Teavun ve Terakki Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Havi Cemiyeti, Koma
Civane Kurdan, Azadi, Haybun, Kürdistan Cemiyeti, Kürt Milli
Fırkası, Kürt Kadınları Teali Cemiyeti gibi örgütler, Roji
Kurd, Hatawi Kurd, Jin dergileri ve Kürtçe –
Türkçe yayınlanan Kürdistan gazetesiyle
yürütülen faaliyetler, ulusal uyanışın boyutunu veren somut
gelişmelerdir.
 
1912 yılının Mayıs ayında ulusalcı Kürtler,
İstanbul'da ortak bir bildiri kaleme aldılar. Ararat
Dergisi'nde yer alan bildirinin bir bölümü
şöyledir: "Büyük bir devrim için partiye
ihtiyaç var. Arnavutların taktikleri örnek alınabilir.
Önce vergileri vermemek, sonra Türk yöneticilerini rahatsız
edip acze düşürmek, sonra da iktidarın oluşturulması ve
Bağımsız Kürdistan çağrısı."
 
Kürdün bağımsızlık talebi İngiltere ve Fransa tarafından
'değerlendirildi'; İngiltere ve Fransa Bağımsız
Kürdistan talebini destekliyordu!.. Ulusların kendi kaderlerini tayın
hakkı düşüncesine uzak olan bu emperyalist devletlerin
amaçları açıktı; bölgedeki petrol
çıkarlarının garanti atına alınmasıyla bağlı bir Kürt
devleti kurmak ve genç Sovyetler Birliği'nin abluka altına
alınmasında stratejik bir mevzi edinmek.
 
Bağımsız Kürdistan projesinin Batılıların gündemine
taşınmasında Kürt önderlerinin Batı ile kurdukları siyasi
ilişkilerin de önemli bir payı vardı. Birinci emperyalist paylaşım
savaşında aldığı ölümcül yaralarla yenilgiyi yaşayan
Osmanlı'yı anlaşma masasına oturtan Paris'teki Barış
Konferansı'na, Kürt Teali Cemiyeti adına Şerif Paşa ile
birlikte, o sırada Mahmut Berzenci önderliğinde 'Güney
Kürdistan'da kurulmuş bulunan Kürt hükümetinin
temsilcileri de katılmışlardı. Eski Stockholm
Büyükelçisi Şerif Paşa, Barış Konferansı'na
Kürdistan haritasıyla iki de muhtıra sunmuştu.
 
Batılıların Kürtlere 'ilgisi' Sevr sürecinde
aleniyet kazandı. Sevr Antlaşması, Kürtlerin, dilerlerse otonom
Kürdistan, dilerlerse bağımsız bir Kürdistan devleti
kurabileceklerini karar altına alıyordu. Ve artık, 1920'lerde,
bağımsız Ermenistan talebini boğduktan sonra, "ZO diyenleri
(Ermenileri – bn) imha ettik, şimdi LO diyenleri ( Kürtleri
–bn) kökünden kazıyacağız" diyen
'güçlü' Nurettin Paşa'ların olmadığı,
süngüsü düşmüş Osmanlı'nın karşısında
tam bir ittifakla, "Sevr Muahedesi'nin takibini ve Diyarbakır,
Van, Bitlis, Elazığ, Dersim, Koçgiri mıntıkalarını ihtiva eden
bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha
sarılmaya ve bu uğurda sonuna kadar savaşmaya" karar vermiş
Kürt önderleri ve halkı bulunuyordu.
 
Bu ortamda, Bağımsız Kürdistan talebi, Mustafa Kemal
önderliğinde yürütülen kurtuluş hareketiyle
karşılaştı.
 
Türk ulusal kurtuluşçularının örgütledikleri
Ankara hükümeti ile anlaşarak Kürdistan talebine
gerçeklik kazandırmak, Kürt önderlerinin tercih
edebilecekleri bir siyasetti. Ancak yine de tedbiri elden bırakmayan
Kürt önderleri, bir oyuna getirilme durumunda nasıl bir tavır
alacaklarını açıklamayı ihmal etmediler ve 25 Kasım 1920'de
Ankara hükümetine şu telgrafı çektiler: "Sevr
mucibince Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis vilayetinde mustakil bir
Kürdistan teşkil etmesi lazım geliyor, binaenaleyh bu teşkil
etmelidir, aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle almağa mecbur
kalacağımızı beyan ederiz."(M. N. Dersimi. Kürdistan Tarihinde
Dersim.)
 
Bu telgrafa Ankara hükümetinin yanıtı ise 'umut'
vericidir; "Hükümetimiz, Kürdistan isteklerine mutabakat
etmektedir."
 
Kürtlerin Anadolu kurtuluş mücadelesinde emperyalist işgale
karşı aktif bir rol üstlendikleri biliniyor. Kürtlerin bu
mücadelede Türklerle birlikte yer almalarında, ulusal
çıkar beklentileri önemli bir yer tutuyordu. Mustafa
Kemal'in, Kürt Teali Cemiyeti yöneticileriyle yaptığı
görüşmelerde ve yazışmalarda, "hamiyetli
Kürtler'in", "Kürt kardeşleri"nin
taleplerini haklı bulduklarını ve savaş bittikten sonra taleplerinin
gerçekleşmesi için çalışacaklarına dair verdiği
sözler, Kürt önderliği için güvence
sayıldı.
 
Lozan Konferansı'nda İngiltere, 'Özerk
Kürdistan' projesine taraf olduğunu açıkladı. İngiltere
Lozan'da Özerk Kürdistan projesini onaylattırmaya
çalışırken, Ankara hükümetinin temsilci heyetine
başkanlık eden İsmet İnönü, Kürdistan'ın
geleceğine ilişkin 'usta işi' demagojilerle konferansın
gündemine giriyordu. İnönü'nün sözleri,
Kürdün tarihinde bir 'ibret vesikası' olarak yerini
almıştır. "Bugün Türkiye'de Kürtler
yönetimde söz sahibi bulunmaktadırlar" diyordu
İnönü; "BMM hükümeti Türklerin olduğu kadar
Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü
Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi'ne
girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde
ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır."
İngiltere'nin Özerk Kürdistan isteğine ise şu
sözlerle karşı çıkıyordu; "Kürt halkına
tanınacağı söylenen haklar, Kürt soyu gibi üstün bir
soyu hiç tatmin etmeyecektir"
 
Ne var ki, Özerk Kürdistan'ın "Kürt soyu
gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmeyeceği"
demagojisiyle Lozan'dan 'zaferle' dönen Türkler,
Kürt soyunu 'tarihe gömmeye' karar verdiler;
Kürdü 'yok' saydılar, Kürt kimliğini ve dilini
yasakladılar.
 
Lozan sonunda Kürt coğrafyası dört parçaya ayrıldı;
Kürdistan'in büyük Kuzey parçası
Türkiye'ye, Güney Batı parçası (Suriye) Fransız
emperyalizmine, Güney parçası (Irak) İngiliz emperyalizmine ve
Doğu parçası İran'a bırakıldı. ( … )
 
1923'ten sonra, Osmanlı'yı tasfiye edip kendilerini egemen
ulus şeklinde örgütleyen Türkler'in Anadolu'nun
kadim halklarını Türkleştirmeye ve Kürdistan'ı bir
iç sömürge haline getirmeye başlamaları, Kürt ulusunu
tarihsel bir tercih yapmaya itmişti; Kürtler, ya kendilerinden
vazgeçip Türkleşmeyi ya da Osmanlı döneminde
başladıkları ulusal mücadeleye devam etmeyi tercih edeceklerdi.
Kürtler, mücadeleyi seçtiler ve Türk devletine karşı,
1924 Nasturi İsyanı ile 1938 Dersim İsyanı arasında yirmiden fazla
başkaldırı girişiminde bulundular: Nasturi İsyanı (Temmuz 1924), Şeyh
Sait İsyanı (15 Mart 1925), 1. Şemdinli Baskını (Mayıs 1925 ), Eruh
İsyanı (1925), Pervari İsyanı (1926), Gayan İsyanı -
Çölemerik İsyanı (1926), 1. Ağrı İsyanı (1926), 2.
Şemdinli Baskını (1926), Koçuşağı İsyanı (7 Ekim – 30
Kasım 1926), Hakkari Beytuşşebap İsyanı (Şubat 1927), 2. Ağrı
İsyanı (1927), Biçar Harekatı (7 Ekim – 7 Kasım 1927 ),
Zeylan İsyanı (1930), Tutak İsyanı (1930), 3. Ağrı İsyanı (Eylül
1930), Boran İsyanı (1934 – 35), Abdurrahim İsyanı (1935), Sason
İsyanı (1935 – 37), Abdulkudduz İsyanı (1935 – 37) ve Dersim
İsyanı ( 21 Mart – 7 Ağustos 1938)
 
( … )
 
Resmi tarih, Şeyh Sait'i, feodalizmin karanlığından
çıkan 'cahil ve dinci bir lider' kimliğiyle yansıtmaya
büyük bir özen gösterdi. Böylece, 1925
Ayaklanması'nın ulusal niteliğinin karartılması
amaçlanıyordu.
 
Öncelikle şu gerçeğin anlaşılması lazım; tarihe Şeyh
Sait Ayaklanması şeklinde keydedilen '25 Ayaklanması, nüfuzlu
bir dini liderin Kuran-ı Kerim'den okuduğu ayetlerle ajite ettiği
halkın gerçekleştirdiği irticai bir hareket ya da kapitalizm
karşıtı bir feodal Kürt beyinin örgütlediği gerici
tepki hareketi değildir. Ayaklanmayı hazırlayan AZADİ'dir
(Kürt İstiklal Komitesi). Ve bu örgüt, ulusal taleplerle
şekillenmiş bir programla, bağımsız Kürt devleti projesini
uygulamaya koymanın mücadelesini veriyordu. Kürt aydınlarının,
subayların, memurların, tüccarların, şeyh ve ağaların
katılımıyla kurulan AZADİ'nin önderliğini Albay Cibranlı
Halit Bey yapıyordu. Feodalizmin karanlığında yaşamayı terk eden Yusuf
Ziya Bey, Doktor Fuat, Tayyip Ali, Kemal Fevzi, Cemil Paşazadeler gibi
Kürt aydınlarının yer aldığı AZADİ örgütünün
önderi Halit Bey, Aralık 1924'te, Mustafa Kemal'in emriyle
tutuklanınca, ayaklanmaya katılımı çoğaltabileceği
düşünülen Şeyh Sait örgütün başına
getirildi.
 
AZADİ, bağımsız Kürdistan hedefine ulaşmak amacıyla ayaklanma
hazırlığını sürdürürken, Türk ordusunun
saldırısına uğradı. Buna rağmen Türk ordusunun saldırısını
karşılayan Kürtler, kısa sürede geniş bir alanda hakimiyet
kurmayı başardılar. Fakat, bir süre sonra Türk ordusu
üstünlüğü ele geçirdi. Genç'te
ağır kayıplar veren ayaklanma güçleri, önderlerinin de
tutsak edilmesiyle yenildiler.
 
''Ayaklanma bağımsız bir Kürt devleti kurmak
amacıyla çıkmıştır. Birçok seneler bu amaç
için çalışmış oldukları kesindir. Bu ruhun ölmesi ve
öldürülmesi en kutsal görevdir.''
Dönemin İstiklal Mahkemesi savcısına ait olan bu sözler,
'25 Ayaklanması'nın önderleri üzerinde
uygulandı.
 
İstiklal Mahkemesi'nin açtığı dava, ulusalcı Kürt
güçlerin yargılandığı siyasi bir davadır. Halit Bey, Seyit
Abdulkadir, Doktor Fuat, Tayyip Ali, Yusuf Ziya Bey, Kamal Fevzi gibi, daha
önce değişik Kürt örgütlerinde çalışmış,
dergi ve gazete çıkarmış Kürt aydınları, Şeyh Sait'le
birlikte ayaklanmanın idam edilen önderleri arasındadırlar.
 
Sabahattin Selek'in Anadolu İhtilali başlıklı
çalışmasında, '25 Ayaklanması'nın ulusal niteliğini
veren bir mektup yer alıyor. Kürt önderlerinin imzasını
taşıyan ve Cemiyet–i Akvam adresine gönderilen mektupta şunlar
yazılmış: ''İki aydır ki ülkemizde kan dereleri
akıyor. Kürt halkı barbarların zulmü altındadır. Kürtler
bu zulüm ve boyunduruğa artık tahammül edemez noktaya
geldiklerinde, özgürlüklerine kavuşmak ve kaderlerini
ellerine almak için silaha sarıldılar. Varlığımızın geleceğini
tahakkuk etmeye, ancak başladığımız mücadeleler olanak veriyor.
Mücadelemiz ulusaldır ve açıktır. Kürt milleti,
Cemiyet–i Akvam'dan ve medeni milletlerden acele olarak aktif ve
gerçek yardım istiyor.''
 
Elbette, Cemiyet–i Akvam ve ''medeni milletler'
Kürt ulusunun kendi kaderini tayın etme hakkını tanımıyorlar;
Kürt ulusal direnişi hiçbir yardım görmüyor.
 
Bu noktada, '25 Ayaklanması'nın 'İngiltere
bağlantısı' üzerine yapılan spekülasyonlara değinmek
gerekiyor: Spekülasyonlar, 9 Mart 1925'te İngiltere'den
postalandığı iddia edilen bir mektuba dayandırılıyor. Mektubun
zarfında ''Kürdistan Kraliyet Harbiye
Başkanlığına'' yazıyormuş ve de zarfın içinde bir
silah fabrikasının kataloğu varmış. Başka bir şey, yok!.. İddia bu
olunca, gülüp geçmek yeterli olabilir. Ama olmadı; bu
zavallı iddia, hala kullanılıyor.
 
Ve ne yazık ki, eski sol, bu ayaklanmanın ulusal niteliğini
göremedi!.. Şeyh Sait Ayaklanması için,
''feodalizmin tasfiye edilmesine direnen gerici – irticai
güçlerin İngiltere bağlantılı hareketi'' denildi
ve genç Türkiye Cumhuriyeti ile 'iyi ilişkiler'
isteyen Sovyetler Birliği de bu ayaklanmayı İngiltere bağlantılı dinci
bir ayaklanma olarak 'görmeyi' tercih etti. Sovyetler
Birliği, bu tarihsel yanlışını ancak 1963 yılında düzeltebildi;
Sovyet Bilimler Akademisi Doğu Bilimleri Enstitüsü, 15 Mart 1963
tarihli kararında "Şeyh Sait Ayaklanması'nın İngiltere
bağlantısının yanlışlığı"nı vurgulayarak, ayaklanmanın,
"ulusal talepli bir başkaldırı" olduğunu teslim etti.
 
( … )
 
Kendi kaderini eline almak isteyen Kürt ulusunun yaşadığı
trajedinin 'küçük' bir
bölümünü 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinden
okuyalım: ''Tayyarelerimiz şakilerin üzerine çok
şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı, daimi olarak infilak ve
ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin
hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen
yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15 bin
kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur… Kürt
aşiretleri bir Kürdistan Krallığı teşkil etmek için bu
hadiseyi çıkartmışlar fakat çok kısa zaman zarfında
mahvedilmişlerdir.''
 
Sömürgeciliğin değer aktarım mekanizmalarının
'sorunsuz' çalışabilmesi için,
sömürgeleştirilecek toprakların ''askeri olarak
temizlenmesi'' gerekiyordu!.. 1930'lu yıllarda, henüz
yöresel özerkliğini koruyan Dersim'de yapılan budur;
Kürdistan'ın bu bölgesinde de değer aktarımının
'yolları' düzenlenmeliydi. Bu amaçla Dersim
saldırısının siyasi ve psikolojik koşulları oluşturuldu. Dersim,
Elazığ ve Bingöl'den oluşan Dersim Vilayeti, 'Özel
Yönetim Bölgesi' ilan edildi. Adı Tunceli olarak
değiştirilen bu 'özel' bölgeye Türk askerleri
sevk edildi; ardından Kürt yerleşim bölgeleri, uçakların
da katıldığı yoğun bir bombardımana tutuldu. Kürtler saldırıyı
güçlü bir direnişle karşıladılar. Direniş önderi
Seyit Rıza oyuna getirilip tutsak edildikten sonra da çatışmalar
devam etti. Fakat bir süre sonra, büyük kıyımlar yiyen, on
binlerce evladını yitiren Dersim de düştü!.. Dersim katliamını
yakından izleyen İnönü, "Dersim
zaferi"nden hemen sonra o ünlü sözünü
kayıtlara geçirtti: ''Dersim meselesi halledildi.
Dersim'i askeri olarak temizledik.''
 
"Askeri olarak temizlenen" Dersim, iç
sömürgeciliğin 'doğal' politikasınca,
''Türkiye'nin bölünmez bir
parçası'' haline getirildi. ( … )
 
Kürt egemenlerinin öncülüğünde
sürdürülen ulusalcı başkaldırıların Dersim yenilgisinden
sonra, 1960'lı yıllara kadar, Kürt coğrafyasında ulusal
talepli kayda değer bir harekete rastlanmıyor. '60'lı
yılların ortalarında Kürt demokratları ve aydınları,
''geri bıraktırılmış Doğu'' vurgusuyla ulusal
talebe değen bazı adımlar atmaya başladılar.
 
Ulusal yeniden uyanışta, Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve
değişik gruplarca organize edilen 'Doğu Mitingleri'nin
hatırı sayılır bir yeri vardır. Ulusal devrimci güçler, bu
mitinglerde ve siyasal faaliyetlerinde, Kürt egemenlerinin iktidarlarla
ve emperyalistlerle işbirliğini gündeme getiriyorlardı. Diğer
yandan, son derece geniş bir katılım bulan Doğu Mitingleri'nde
Kürt egemen sınıf temsilcileri de kürsüye çıkıyor
ve ''Doğu Batı dengesizliği''ni işleyip,
devletten daha fazla yatırım, yol, su, baraj, elektrik, fabrika vesaire
istiyorlardı.
 
Kürt egemenlerinin isteklerinde ulusalcı bir yan yoktu; onlar,
feodal sömürünün 'küçük' bir
sömürü olduğunun farkına varmışlar, artık
ürünün azlığının, birikimin yavaş ve yetersiz olmasının
nedenlerini görmüşler, emperyalizmin ve işbirlikçi
Türk burjuvazisinin çifte sömürüsünü
yaşayan Kürdistan pazarının 'geçek sahipleri'
olarak kendilerine düşen payı arttırmanın yolunun kapitalize
ilişkilere açılmaktan geçtiğini anlamışlardı!.. Kürt
egemenlerinin, aynı zamanda kendi devletleri olarak benimsedikleri Türk
devletinden sınıf çıkarlarına uygun taleplerde bulunmaları,
üvey evlat muamelesi görmekten yakınmaları bundandı.
 
Bu gelişmenin Kürt ulusal sorunu açısından ürettiği
siyasal sonuç önemlidir; ulusal kimliklerini bir kenara
fırlatıp emperyalist – kapitalist sömürü mekanizması
içinde işbirlikçilik boyutuyla yerini almış ve
sömürü pastasından aldıkları payı büyütmenin
derdine düşmüş bulunan 'Kürt' egemenleri, artık
ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik edebilecek bir konumda
değildir.
 
Böylece, 19. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan ve
bugün de olanca yakıcılığıyla çözüm bekleyen
Kürt ulusal sorununu çözme işini, Kürt sosyalistleri
ve ulusal duyguları körelmemiş Kürt küçük
burjuvazisi üstlenmiştir. 
 
(… )
 
 
Kısaltmalar ve bazı düzeltmelerle yeniden yayımlanan bu
yazı, Devrim Dergisi'nin Mart 1992 tarihli sayısında, Yalçın
Atabey imzasıyla yayımlanmıştı.  
 
1992'den bu yana çok şey değişti. Zamanla Kürt
hareketinin ana dinamiği haline gelen PKK de değişti; siyasi arenaya
'Sosyalist Kürdistan'  programıyla çıkan PKK,
önce programından sosyalizmi çıkartıp 'Devletli
Kürdistan' hedefine yöneldi, daha sonra bundan da
vazgeçip 'Demokratik Özerklik'le
 yetinebileceğini açıkladı.
 
Ve Kürdün tarihsel yarası hala kanamaya devam
etmektedir…
 
Sadık Varer href="http://www.enternasyonalle.com/">www.enternasyonalle.com
                             

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder