TÜSİAD–DİSK
buluşması: Sınıf mücadelesi 'out', sınıf işbirliği 'in' –
Tülin Öngen
Niyeti ifşa eden ifadeler için
kullandığımız bir atasözü vardır; "dervişin fikri
neyse zikri de odur" diye. Gerçekten de dil nötr
değildir; duygu ve düşüncelerimizin aracı olan
sözcükler aynı zamanda anlam dünyamızı da imlerler.
Sözcük dizinlerinin analizine dayanan anlam okuması
günümüzde artık ayrı bir uzmanlık alanı haline geldi.
'Söylem analizi' denen yöntemle edebi, siyasi vb
metinler incelenip, arkadaki fikirler deşifre edilebiliyor.
Kelâmın hikmeti abartılmadığı sürece toplum
çalışmalarında veya politikada söylemden yararlanılabilir.
Yani dil düşünceye öncelenmedikçe ve
sözcükler anlam dünyasının bağımsız kurucuları
sayılmadıkça bir sakıncası yoktur. Aksi halde sorunludur.
Çünkü anlam, olgusal dünyadan soyutlanırsa
düşünce de nesnel gerçeklikten
bağımsızlaştırılmış olur ki, bu özcülüktür.
Düşünceyi maddeye önceleyen idealist felsefe ile söz
dışında başka hakikat kabul etmeyen post yapısalcı felsefenin hatası
budur.
Bilimsel sosyalizmin özgün yanı ise tam tersi bir
metodolojiye sahip olmasıdır. Marx ve Engels, kendilerinden önceki ve
çağdaşları idealist filozoflarla önce bu noktada
hesaplaşmışlardır. İdealistleri "düşünceye maddi
dünyadan bağımsız bir varoluş verir vermez dili de bağımsız bir
dünya haline getirmek zorundaydılar" diyerek eleştiren
Marx, "dili düşüncenin dolaysız fiilliği"
sayar (Alman İdeolojisi).
• • •
Konuşma (eylem) dışında dil tek başına bir
hiçtir; ölü bir dünyadır. Konuşma dediğimiz pratik
ise, sonuçta insan ilişkilerinin bir boyutudur. İktidar
hiyerarşilerinin geçerli olduğu bir toplumda, insanlar ancak verili
hiyerarşik konumlardan birbiriyle ilişkiye geçerler. Dolayısıyla
dil (söylem) iktidarı değil, iktidar ilişkileri konuşmayı
(gerek içerik gerekse biçim açısından)
belirler/kurar.
Toplumsal yapının bütün zıtlıklarını
bünyesinde taşıyan sınıf ise, iktidar ilişkilerinin en
önceliklisidir. İki sınıf arasındaki 'antagonistik'
ilişki, yaşamın tüm sahaları ve süreçlerinde işler.
Sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz çelişki ile bundan
türeyen bağımlılık ve egemenlik biçimleri, dili de
kuşatır. Bu yüzden konuşma, sınıf mücadelesi alanlarından
biridir, ancak post-marksistlerin sandığı gibi tek başına var olan veya
bağımsız iş gören bir alan değil.
Her sınıfın kendine özgü bir dili vardır. Daha
doğrusu (bağımsız) bir sınıf olabilmek için özerk bir dil
de gerekir. Öyleyse sınıf adına konuşan herkes, kullandığı dil
konusunda da özen göstermelidir. Ayrıca sınıf
mücadelesinin öteki alanlarında olduğu gibi söylem
sahasında da iktidarın tek aracının zor olmadığını bilmelidir.
Çünkü hâkim sınıflar ile siyasal temsilcileri,
ezilenlerin rızasını örgütlemek için alternatif (daha
ılımlı) söylemler de geliştirirler. Özellikle kriz gibi
sermayenin ekonomik ve siyasal şiddetinin yoğunlaştığı dönemlerde
toplumsal muhalefeti kontrol etme veya etkisizleştirmeye yönelik dil
oyunlarına başvururlar.
Uzlaşı, sosyal diyalog ve müzakere çağrıları
ile 'ekonomik ve sosyal konsey', 'üçlü
istişare kurumu', 'demokratik açılım' benzeri
hamleler, sermayenin iktidarını meşrulaştırma ihtiyacını duyduğu her
durumda gündeme gelir. Sahte ve pratikte herhangi bir karşılığı
veya yararı olmayan taktiklerdir.
Bir kere uzlaşı ve diyalog, partnerler
arasında eşit bir ilişki ile karşılıklı ve
gönüllü ödünü varsayar. Buna karşılık
sınıf gibi baştan eşitsiz güçler arasında, üstelik
birinin ötekini kıyasıya ezdiği ve neredeyse tümüyle
teslim aldığı koşullarda uzlaşı yalandır ya da ahlaksız
tekliftir.
• • •
Meğer bu konuda da yanılmakta imişiz! Temmuzun ilk
haftası TÜSİAD Başkanı Boyner ile bir araya gelen DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi'ye göre eşit olmayan
güçler arasında da ortak bir dil ve anlayış birlikteliği
mümkünmüş! Zaten sınıfın da artık 'yeni bir dile,
yeni kucaklayıcı dillere ve yeni bir anlayışa ihtiyacı
varmış'!.
Sanki aynı teksten okur gibi benzer sözleri Boyner de
sarf etmekte. Çelebi ise, 'ruh ikizini' bulmuş
insanların mutluluk ve heyecanıyla Boyner'e (TÜSİAD'a)
övgü üstüne övgü dizmekte. Hatta bir ara
hızını alamayıp 'kadın elinin TÜSİAD'a değmesiyle
artık daha sıcak ilişkiler yaşamaya başladıklarını'
söyleyerek artık saçmalamakta (öncekinin cinsiyeti neydi
ki!).
Uzlaşı ve işbirliği söylemi sermaye
açısından anlaşılabilir bir şey. Ne var ki ilerici
geçinen ve adında devrimci sözcüğü geçen bir
işçi konfederasyonu temsilcisine hiç yakışmadığı
gibi koşulsuz bir teslimiyet mesajı içerdiği için de
son derece vahim. Özellikle DİSK'in halihazırdaki savunmacı ve
teslimiyetçi konumdan daha geriye düşüp, Türk-İş ve
Hak-İş gibi işbirlikçi bir sendikal yapıya
dönüşeceğine işaret eden ifadeler.
Hani sınıf dilinin ne olduğu, nasıl olması
gerektiğinden söz ediyorduk ya, nasıl olmaması gerektiğine dair
bundan daha iyi bir örnek bulamazdık.
• • •
Kapitalist sistem, zaten emek sermaye çelişkisini
soğuracak bir örgütlenme ve işleyiş tarzına sahiptir. Ekonomik
ve siyasal yapıların birbirinden ayrıldığı kapitalizmde sınıfsal
çıkarlar ile çatışma da ayrı alanlarda ve farklı
biçimlerde kurumsallaşmıştır: Sendika, toplu pazarlık ve grev
gibi kurumlar ekonomik çıkar çatışmasının; parti,
parlamento, seçim benzeri kurumlar ise siyasal çatışmanın
yasal biçimleridir. Çatışmanın parçalanması, iki
sınıf arasındaki karşıtlığın bir pazarlık ve oydaşma sorununa,
dolayısıyla demokrasi mücadelesine indirgenmesini
sağlamaktadır.
Oysa ekonomi siyaset ayrımı tümüyle yapay ve
zahiridir; iki alan arasında sadece göreli özerklik söz
konusudur. Çünkü ekonomik iktidar ile siyasi iktidarın
kaynağı aynıdır: Sömürü olgusu. Dolayısıyla
sömürü sonlanmadıkça emek gerçek anlamda
özgürleşemez. O halde sınıf örgütlerinin (sendika ve
parti) öncelikli görevi sınıf mücadelesidir, demokrasi
değil.
Dil, niyetin göstergesi ise niyet bozulunca dil de
değişecektir. Sınıf mücadelesinden cayınca ekonomizme, siyasal
mücadeleden kaçınca demokratizme, hiçbiri göze
alınamayınca ise liberteryenizme niyet edilecek, zorunlu olarak da
onların diliyle konuşulacaktır. Gayet normal!
BirGün /
25.07.10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder