4 Ekim 2010 Pazartesi

ADALET MÜCADELESİNDE 40 YIL

style="">BUGÜN YENİDEN

style=""> 

style="">     
1970'li yıllar,
yağmurlu bir Ankara gününün öğle sonrasında, bir
binanın ikinci katındaki bir odadayız. Ben o sıralar DİSK' e
bağlı sendikalarla, TÖB-DER' in Karadeniz Bölge
avukatlığını da yapıyorum. Bu oda TÖB-DER' in hukuk
bölümü. İki masanın arasındaki bir sandalyede oturuyorum.
Sağımdaki masada Av. Halit ÇELENK, solumdaki masada ise Av. Kemal
BURKAY oturuyor. Takip ettiğim davalardan konuştuktan sonra Halit
ÇELENK bana dönerek "Çağdaş Hukukçular
Derneği" adıyla bir derneğin kuruluş çalışmalarını
yaptıklarını, hatta ilerde koşullar oluştuğunda bir de dergi
çıkarmayı düşündüklerini söylüyor. Benim
de derneğe kurucu üye olmak isteyip istemediğimi soruyor.

O günlerde dillerden
düşmeyen bir türkü var. "Deniz mahkemeye
düşmüş avukatı ben olaydım." Bu dizelerin işaret ettiği
kişi ise Av. Halit ÇELENK. Bu manevi ağırlık ona, alanında
önderlik etme sorumluluğunu da yüklüyor. 
O da bu sorumluluğu tereddütsüz üstleniyor.
"Seve seve" diyerek, en kısa sürede gerekli belgeleri
hazırlayarak göndereceğimi söylüyorum. 

Çünkü, 12
Mart döneminden yeni çıkıyoruz. Yaralıyız. Dönem
içinde toplumda en çok tahribata uğrayan ise hukuk; Adalet
duygumuz zedelenmiş bulunuyor. Bu nedenle ortak çalışmalar
yapıyoruz. O yıllarda sıkça kullanılan TCK'nın 141 ve 142
maddeleri; Bu konularda savunmalar hazırlıyoruz. Bunları
kitapçıklar haline getiriyoruz. Çalıştığımız alanlarda
dağıtıyoruz. Dernekler, sendikalar ve kişiler davalar
açıldığında, avukata ihtiyaç duymaksızın kendilerini
savunabilsinler istiyoruz. Mahkemeleri ve yargıtayı da ortak bir
içtihata zorlamaya çalışıyoruz. Bu durumu sağlamanın en
uygun araçlarının da bir dernek bir dergi vb olduğunu
düşünüyoruz.

  
O yıllarda soğuk savaş bütün şiddetiyle devam ederken,
12 Mart Darbesinin Türkiye toplumunu bütünüyle zapturapta
almayı hedefleyen 1961 Anayasasını etkisiz hale getirmeyi amaçlayan
yarım kalmış bir karşı devrim olduğunu henüz bilmiyoruz.
Demokratik bir topluma, bir hukuk devletine ulaşma yolundaki umudumuz ve
beklentimiz hala sürmekte. 12 Mart döneminden ağır yaralar alarak
çıkmış olmakla birlikte, Türkiye solu 1960'lı yıllarda
kazandığı dinamizmi koruyordu. Sol, bir gençlik hareketi olmaktan
çıkıp kitleselleşmeye yönelen bir ivme de kazanmıştı.
Dönemin yargılamaları son bulmuş, sonuçları ise erken bir
genel afla tasfiye edilmişti. CHP ve diğer sol hareketler, dönemin
yarattığı öfkeyi örgütlemiş, sol ülke çapında
manevi üstünlüğü tarihinde ilk kez ele
geçirmişti.  12 Mart yargılamalarında
yer alan yargıç ve savcılar, meslekten ayrılıp da Avukat olmak
için Barolara başvurduklarında siyasallaşan bir yargı
sürecinin parçaları durumuna geldikleri gerekçesiyle
mesleğe kabul edilmiyorlardı. Uğur Mumcu "sakıncalı
Piyade"'yi yazıyor, darbecileri, işkencecileri, sorgucuları,
yargılayanları alaya alıyordu. Darbecilerin istediği mahkumiyet
kararını vermeyip de yargılamayı beraate götüren askeri
mahkemenin lağvedilmiş olması, sadece istisnai bir örnek olarak kabul
ediliyordu. Türkiye solu kontrgerilla ile ilk kez işte bu dönem,
sorgulamalarda ve işkencelerde yüz yüze geldi. Toplumu belli
siyasal hedeflere doğru yönlendirmenin aracı olarak psikolojik
savaşı, bunun yanı sıra ajan provokatör kullanmayı, style=""> 

ve bütün bunların ne anlama geldiğini
öğrendi. Ne var ki, daha yeni yeni bilince çıkardığı olgu
ise, mahkemelerin ve yargılamaların da soğuk savaş kurallarına uygun
olarak belli siyasal amaçlar elde etmek için yaygın
biçimde kullanıldığı gerçeğiydi. Henüz şunu
bilmiyorduk ve gerçeği, tam gerçeği, ancak 12
Eylül'ü yaşayanlar öğrenebilecekti.

Genel olarak bilinenin aksine,
henüz 2. paylaşım savaşı bitmeden soğuk savaş başlamıştı.
Berlin düştüğünde ABD'liler oradaydılar. Kendilerine
ait hegemonik bir yüzyılın başladığının bilincinde olarak
hazırlıklarını yapıyorlardı. Nazi rejiminin önde gelen
kişilerinden birkaçını Nürnberg mahkemelerinde yargılanmak
üzere geride bırakırken, aynı rejimin binlerce deneyimli istihbarat
mensubunu yanlarına alarak ülkelerine götürdüler ve
kimliklerini değiştirerek kendilerine yurttaşlık verdiler. Nazi savaş
makinesinin bu deneyimli ve çalışkan mensupları ile Hitler'in
istihbarat örgütünün başı Amerika'da var olan
yapıları yeni koşullara uyarlayıp yeniden örgütlediler. Aynı
kişi hala bütün kontrgerilla mensuplarının başucu kitabı olan
örgüt anayasasını da yazdı. Soğuk savaşın örgütsel,
ideolojik ve maddi alt yapısı artık hazırdı. Amaç çok
açıktı; Sovyetler Birliği içten ve dıştan kuşatılırken,
Amerikan egemenlik sistemi içinde kalan ülkelerde de
"sol" tasfiye edilecek, bu mümkün olmazsa etkisiz hale
getirilecekti.

 

style="">     
Savaş bittiğinde
Türkiye tercihini yapmıştı. Amerikan sistemine dahil oldu. 1952
yılında da NATO' ya girdi. Çok geçmeden kafileler
halinde elemanlar yıllar boyu sürecek bir düzenlilik
içersinde eğitim almak üzere kontrgerilla merkezlerine
gönderildiler. Rejimin çelik çekirdeği oluşturulmaya
başlandı. Türkiye toplumunun tarihsel ve toplumsal özellikleri
göz önüne alınarak psikolojik savaşın, provokasyonların vb
manipülasyon araçları oluşturulmaya başlandı. Aynı binalarda
hatta aynı odalarda çalışarak tasfiye sürecini
götürecek unsurlar, siyasal partilerden sivil
örgütlenmelere, tetikçilere kadar planlandı ve
örgütlendi.

1961 anayasası
yürürlüğe girdiğinde öngörülemeyen durum,
toplumsal ve siyasal yaşamın bu denli hızlı sola açılacağıydı.
Düşünce üretme alanı genişlemiş, toplumda
örgütlenmeler başlamış, sola doğru bir açılım
sağlanmış, hatta açıktan Amerika'ya ve NATO' ya
karşı olduğunu söyleyen ve emeği savunan bir parti meclise girip
grup bile kurmuştu. Aslında kontrgerilla Avrupa ülkelerinde de vardı.
Aynı projeye bağlı olarak oralarda da faaliyet sürdürüyordu
ama Avrupa yüzlerce yıllık mücadele gelenekleri olan,
demokrasisini ve demokratik kurumlarını çok öncelerden
oluşturmuş, kazanımlarını içselleştirmiş durumda idi.
Türkiye ise farklıydı. Jeopolitik durumundan dolayı işi şansa
bırakmamak gerekiyordu. Öncelikle 1961 anayasasının ortadan
kaldırılması şarttı Bu nedenle de anayasanın bu toplum için
lüks olduğu iddiası ortaya atılıyordu. Üstelik ordu
içinden bir kesiminde "sol" 
bir darbe yapması olasılığı belirmişti. 12 Mart Darbesi bunu
engelledi ama birkaç yıllık bir baskı dönemine karşın sol
yükselmeye devam ediyordu. Ancak artık rejim tamamen kontrgerilla
temeline oturmuş ve gereken tecrübe kazanılmıştı. Türkiye
hızla eksik kalanın tamamlanması amacıyla iç savaş koşullarına
itildi. Yargının bu süreci, yani siyasal amaçların elde
edilmesinin bir aracı durumuna getirilmesi de artık sağlanmış
bulunuyordu. İç savaş yoğunlaştırıldı. Her gün onlarca
kişi çatışmalarda hayatını yitiriyordu. Ve 12 Eylül 1980
günü,  askeri darbe Amerika'da
planlandığı gibi gerçekleştiğinde, 
iç savaş görüntüsü veren
çatışmalar da birden kesiliverdi.

Bu dönemde bizler
için önemli olan olgu yargının hızla siyasallaşmasıdır. 12
Eylül döneminde yargı öylesine solun tasfiye sürecinin
gönüllü bir parçası durumuna geldi ki, sorgu ve
yargılamalar  , "12 Eylül
Yargılamaları" adıyla kategorik bir anlam da kazandı. Askeri
mahkemelerin atanmış yargıç ve savcıları kıta subaylarının
başkanlığında ve kışla terbiyesi içinde hüküm
kurarlarken, sivil mahkemelerde başka bir yöntem izlendi: Adliyelerde
bu işe yatkın mahkemeler, yargıç ve savcılar tespit edildi. Bunlar
istihbarat örgütü tarafından bilgi ve kanıt
yönünden destekleniyor, dosyalar hep bunlara düşüyor,
zaman zaman bazı yargı mensupları işkenceli sorgulara da
katılıyorlardı. 12 Eylül'ün 10. yılında yargılamalar
sonrasında ortaya çıkan durum şöyleydi: Türkiye'yi
12 Eylül Darbesine götüren koşullarda, genel söylenişi
ile sağ ve sol örgütlerin çatışmalarında yaklaşık
10.000 kişi yaşamını yitirmişti. Bu örgütlere karşı
açılan davalarda sorumluluk aşağı yukarı eşit dağıtılmış
gibi gözüküyor ise de, Ancak 10. yılın sonunda
hapishanelerde on binlerce solcu, güç şartlar altında hapis
yatarken, sağcı parti ve örgütlerden yargılananlardan
içerde pek kimse kalmamıştı. Onlar, kamuoyuna mal olmuş toplu
katliam suçluları dışında, ilk birkaç ay ya da
birkaç yıl içinde ya bırakılmışlar ya da beraat
ettirilmişlerdi. Ceza alanların davaları ise daha 10 yıl bile
geçmeden çoktan zamanaşımına uğramış bulunuyordu. Zaten
kendileri de savunmalarında hep "devlete yardımcı
olduklarını" söylüyorlardı. Yardımcı olduklarını
söyledikleri devlet aracılığı ile destek verdikleri gerçek
güç ise aslında ABD'nin dünya hakimiyeti projesi
idi.

style=""> 
Sonuçta kendi tarihleri ile hesaplaşabilen
toplumlar, soğuk savaştan daha az zararla çıktılar. Soğuk
savaşın provokatif örgütleri ya tasfiye edildi ya da yeni
koşullara göre yeniden örgütlendi. Topluma karşı suç
işleyenler cezalandırıldılar. Yunan cuntasının elebaşları halen
hapisteler. Türkiye bunu yapamadı. Demokratik toplumlarda
"istisna" olan bir durum, Türkiye için
"Esas" konumuna yükseldi ve kalıcılaştı. Zira bu durum
egemen oligarşinin tarih bilinci, kültürü, ahlakı ve daha da
önemlisi ruh durumuyla gayet iyi örtüşüyordu. Onlara
adaletten ziyade şiddet çok daha yakışıyordu. Halk deyimiyle
"derin devlet" iyice derinleşti. Ancak derinleştikçe
sığlaşıyor, kendini ele veriyordu. İtiraflar, rastlantılar daha
çok da pervasızlıkları, isimlerin, olayların, insanların kamuoyu
gözünde daha da belirgin hale gelmesine yol açtı. Tablodaki
renkleri giderek belirginleşmeye başladı. Türkiye toplumu
büyük acılardan ve fedakarlıklardan sonra resmin tamamını
yaklaşık 50 yıl sonra görebildi. Artık herkes tarafından
görülen bu fotoğrafın adını da Talat Turhan koydu.
"Kontrgerilla Cumhuriyeti" .

Mardin hapishanesindeyiz. 12
Eylül'ün hemen ertesinde, hep birlikte TRT'nin siyah
-beyaz ekranına şaşkınlıkla bakıyoruz. Onlar oradalar. Kötü
yazılmış ahlak dışı bir bulvar komedisinin başarılı aktörleri
olarak. Bildik bir oyun bu. Aynı yıllarda Pakistan'da, Şili'de
de sahneye konmuş olan bir oyunun Türkiye uyarlaması. Dekorda meclis
protokol salonu var. Müzik olarak da bir senfoni orkestrası
Bethoveen' in 5. senfonisini seslendiriyor. Onlar oradalar ve
bütün toplumdan itaat bekliyorlar. Spikerin sesini duyuyorum.
Şöyle söylüyor: "Şimdi yüksek yargı
organlarının başkanları, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve
Sayıştay başkanları huzura geliyorlar." Her yanı tiksinti ve
utanç kaplıyor. Müesses anayasal nizamı, mülkün
temeli olan adaleti korumak görev ve sorumluğunda olanlar, müesses
anayasal nizamı silah zoru ile değiştirmiş olanlara bağlılıklarını
ve tartışmasız sadakatlerini sunmak üzere huzura giriyorlar.
"Yüce Türk Milleti adına" hüküm kuranlar,
Yüce Türk Milleti'ne şiddet yoluyla verilecek yeni nizamın
gönüllü destekleyicileri olarak oradalar. 
Kutlama ve teşekkür cümleleri, 
"kader" senfonisinin kreşendolarına karışıyor.
Şiddet artık bir kader olarak Türkiye toplumunu sarıp sarmalayacak
bütün ülke bu işbirliği içinde üretilmiş olan
şiddetin egemenliğine girecektir. Bilincimde, nesneye insan kimliği veren
sesler silikleşiyor. Yüzleri zaten yok. Onlar artık bir kukla
tiyatrosunda iplerin ucunda devinen nesneler kadar sessizdirler ve boş
kalıpları içinde ruhsuz deviniyorlar. Sadece ikballeri için
koştuklarında gürültü çıkarıyorlar. Daha sonraki
yıllarda olup biten hiçbir şey artık kimseyi şaşırtmıyor...
Tıpkı bundan 5 yıl sonra yaşıyor olacağım ve hiç
şaşırmayacağım gibi:

O gün, style=""> 
"kararın sanığın yüzüne okunması
gerekir" kabilinden bir usul kuralını yerine getirebilmek
için, ülkenin değişik hapishanelerinde yıllardır
sürgün bulunan sanıkları duruşmada bir araya getirdiğinde
mahkeme başkanı bana dönerek: "haydi, son savunmanı yap"
demişti de, ben de "dosya içinde aleyhime bir delil yok, neyin
savunmasını yapayım" demiştim de, o da bana şöyle demişti:
"Siz zaten bu dosya içinde yer alan delillerle değil, dosyaya
girmeyenlerle yargılanıyorsunuz." Ama yine de bir şeyi çok
merak etmiştim: Dosya içindeki işkence raporlarını nasıl
değerlendireceğini. Çok zaman sonra hatırlayarak gerekçeli
karara baktım.  Aşağı yukarı şöyle
yazıyordu: "Sanıklar her ne kadar nezarette iken kötü
muameleye uğramış ve bu da adli tabip raporları ile tespit edilmiş ise
de, sanıklar bu durumu cezalarını hafifletebilmek için kullanmak
istediklerinden,  dikkate alınmamıştır."
Buradaki, işi amacına göre formüle etme kabiliyeti, onu kendi
türdeşleri arasından bu işler için seçilmiş
olmasındaki isabeti de gösteriyor. Doruğa bir basamak kala,
şartların kendisi için uygun hale geldiğini düşünerek,
Mahmut Esat Bozkurt'un hukuk devriminin son bulduğunu
açıklaması pervasızlığını; gazetelerde rastladığım
haberlerde, bazı sağcı katliam sanıklarının onun imzaladığı tahliye
kararları ile geçici de olsa serbest kalmaları ise, 12
Eylül'e bağlılık anlamında samimiyetini ifade ediyor.

style=""> 
Türkiye'yi 12 Eylül rejimine
götüren koşulların üzerinden bugün 30 yıl
geçti. Ne var ki, müdahalenin yarattığı insanlık durumu ile
oligarşik egemenliğin işlediği insanlık suçları tarih
tarafından kayda geçmiş durumda. Suçlar ve suçlular
apaçık ortada duruyor;  Tarihin
iddianamesi bu dönemde işlenen insanlık suçları için
şöyle yazıyor:

 
"12 Eylül 1980 sürecinin yeniden siyasi parti
faaliyetleri başlatılıp normalleşmeye geçişe kadarki sürede,
ulaşılan bilgilerle bilânço şöyle:

* 650 bin kişi
gözaltına alındı.

* 1 milyon 683 kişi
fişlendi

* 210 bin dava
açıldı. Bu davalarda 230 bin kişi yargılandı.

* 71 bin kişi TCK'nin
141, 142 ve 163. maddesinden yargılandı.

* 7 bin kişi için idam
cezası istendi.

* 517 kişiye idam cezası
verildi.

* Haklarında idam cezası
verilenlerden 49'u asıldı.

* İdamı istenen 259 kişinin
dosyası Danışma Meclisi'ne gönderildi.

* 98 bin 404 kişi
örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.

* 30 bin kişi sakıncalı
olduğu için kamu görevinden uzaklaştırıldı.

* 14 bin kişi
vatandaşlıktan çıkartıldı.

* 30 bin kişi siyasi
mülteci olarak yurtdışında yaşamaya başladı.

* 171 kişinin işkencede
öldüğü belgelendi.

* 14 kişi cezaevlerindeki
uygulamaları protesto etmek için açlık grevi sırasında
öldü, 43 kişiye de intihar raporu verildi.

* 3 bin 854 öğretmen,
120 üniversite görevli öğretim üyesi ve 47 hâkimin
işine son verildi.

* 23 bin 667 derneğin
faaliyeti durduruldu. 7 bin 233 devlet görevlisi bölgelerinin
dışına sürüldü.

* 400 gazetecinin
cezalandırılması istendi, bu gazeteciler için 4 bin yıl hapis
cezası talep edildi.

* Gazetecilere 3 bin 315 yıl
6 ay hapis cezası verildi.

* Gazeteler yasaklamalardan
dolayı toplam 300 gün yayın yapamadılar.

* Sakıncalı olduğu
için imha edilen gazete ve dergi miktarı 39 ton.

* Yasaklanan yayın sayısı
927." style="">                

 

Bu politikaların doğrudan
sonucu ise, halkın adalet duygusunun rencide olmasıdır. Kamuoyu 12
Eylül döneminde  Türk yargı
sisteminin,  hukuk ve adalete karşı olan
tutumları ve yargılamalarıyla, Türkiye toplumunun hukukun
üstünlüğüne sahip demokratik bir yaşam düzeyine
ulaşmak yolundaki çabalarına destek olmak yerine, toplum
içinde şiddetin egemenliğinin kalıcı hale getirilmesi hedefine
yönelik çabaların açıktan destekleyicisi ve style=""> 

toplumun bu biçimde
dönüştürülmesinin asli unsuru durumuna gelmiştir. Bu
durumun doğrudan sonucu ise, halkın adalet duygusunun rencide olmasıdır.
Kamuoyu yoklamalarında "yargı" güvenilir kurumlar
sıralamasında en altlara düşmüştür. Kaygı verici ve
düşündürücü olan da budur.

40 yıl önce yola
çıktığımızda, umudumuz vardı; Şimdi ise tecrübemiz.
Yurttaşların yargıya olan güvenlerini yitirmiş olmaları, sistemin
ciddi ve gerçekçi bir eleştiriden geçirilmesi
ihtiyacını ortaya koyuyor. Ne var ki, yargının öncelikle kendisini
tabu olmaktan çıkarıp özeleştiri yapar hale getirmesi
gerekiyor. Bir yargı sistemi kendi özeleştirisini ancak
içtihadını geliştirerek yapabilir. Yargı hukukun
üstünlüğünü sağlama mücadelesinde, demokratik
değerlere ve özgürlüklere sahip çıkarak, insan
haklarına saygı göstererek bunu başarabilir. 
Devlet bekasını ancak, şiddetle değil de, adaletle
temellendirebildiğinde sağlayabilir. Bu anlamda yargının kendisine
çekidüzen verebilmesinin biricik yolu ise kendi
geçmişiyle hesaplaşabilmesidir. Buna yardımcı olunmalıdır.
Derneğimiz gücü oranında buna katkı yapabilir. style=""> 

Hesaplaşmanın esas yolu, 12 Eylül yargısının
teşhirinden geçer. Son 30 yılın mahkeme arşivleri bunu sağlayacak
sonsuz malzeme ile dolu. Bunlardan birkaç tanesi bile, tek başına,
Türkiye'nin yakın geçmişinde insanlık ve hukuk adına
yaşadığı ayıbı ve bundan kaynaklanan insan trajedisini gözler
önüne sermeye yeter.  Kendisini
siyasetin emrine vermiş, bunun verdiği rahatlıkla kendini geliştirmek
ihtiyacını duymayan bir yargı, sonuçları itibariyle önce
trajik ama giderek de ölçüsüz bir
gülünçlüğün pençesine düşer. Adaleti
bırakıp siyasete tabi olunduğunda, artık hâkim karakter cehalettir.
Sonrası, sonrası ise, "inkıraz!" Perde kapanır. Oyun biter.

Ta uzaklarda, yani
yargılandığım mahkemeden çok uzakta, sınırda bir kentin
hapishanesinde sürülmüş olarak yıllardır yatıyorum. Bir
sabah "ifaden var" diyerek mahkemeye götürüyorlar.
Yargıcın karşısında, çift jandarma arasında, ellerim
kelepçeli olarak ayakta duruyorum. Jandarmalar kelepçemi
açmaya davrandığında yargıç onlara "iki dakikalık
bir iş, gerek yok" diyor Ve zaptı yazdırmaya başlıyor. Yılların
alışkanlığıyla kimlik tespiti yapıyor. Ve soruyor:
"Okuryazarlığın var mı?" Kısaca "Avukatım"
diyorum. Birden duruyor, yazdırmaya ara veriyor. "Yani okuryazarım
diyorsun. Peki, sen nasıl okuyorsun?" Kahvehane sohbeti tadında bir
ilgi, bir sıcaklık diye düşünüyorum. Kabartma yazı,
Türkçe, İngilizce türünden bir şeyler söylemeye
çalışıyorum. Sözümü kesiyor "bırak şimdi
bana hikaye anlatmayı" diyor. "Yani sen, adliyeye gittiğinde
dosyayı nasıl okuyorsun?" Gayet iyi anlıyorum. Kısaca
"Yardımcım okur ben dinlerim" diyorum. Soruyor:
"Dilekçeleri nasıl yazarsın?" Artık 10 parmak daktilo
yazarım gibi gereksiz açıklamalara girmiyorum. "Ben
söylerim, yardımcım yazar" diyorum. 
Kendi kendine "öyle okuryazarlık mı olur" diye
söylendiğini duyuyorum. Yargıç yazdırmaya devam ediyor:
Soruldu: "Avukat olduğunu söyler, cahil." style=""> 

 

style="">                                             

style="">                                             
 Eşber
YAĞMURDERELİ

style="font-size: 10pt; font-family: "Lucida Sans Unicode";"> style=""> 

style="font-size: 10pt; font-family: "Lucida Sans
Unicode";"> 

"ADALET MÜCADELESİNDE 40 YIL" GECESİNDE
BULUŞUYORUZ

 

KONSER

GRUP
YORUM

BULUTSUZLUK
ÖZLEMİ

LEMAN
SAM

 

TARİH :
10.10.2010

SAAT  : 17.00

YER    : CEMAL REŞİT REY KONSER
SALONU

 

İLETİŞİM: 05554827596 / 212- 2450440

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder