11 Ekim 2010 Pazartesi

Bir "İmkansız Aşk" Hikayesi: "Akademi ve Özgürlük" / Sibel Özbudun

Bir "İmkansız Aşk"
Hikayesi: "Akademi ve Özgürlük" / Sibel Özbudun

align="RIGHT">SİBEL ÖZBUDUN
 
geleceğe hazırlamaz
geçmişe gömer
çocuklarını
toplum.” size="2">[1]
 
Bu başlığı nereden buldunuz, Tanrı aşkına?
“Akademi ve Özgürlük”
… “Romeo ve Jüliet”, “Leyla ile Mecnun”,
“Ferhat ile Şirin”, “Kerem ile Aslı” gibi bir şey:
Umutsuz, kavuşmasız bir aşk, bir karasevda…
Hele ki yakın tarihimizin en yerin dibine
geçesi, en karanlık döneminin miladının 30.
yıldönümünü eda etmemize şunun şurasında bir hafta
kalmışken…
Ve de “özgürlük
mücadelesi” fikrini bir karikatüre, bir farsa
dönüştüren nafile bir referandumun tozu dumanı altında
soluğumuz kesiliyorken…
O zaman gelin “O”ndan başlayalım: Bu
ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, öğrencilerinin,
Kürtlerinin, azınlıklarının, Alevîlerinin,
sanatçılarının, aydınlarının, devrimcilerinin “yakalamaya
bir adım kaldı” dedikleri düşlerini lime lime edip boşluğa
fırlatan o karanlık darbe günlerinden… Çünkü
bu oturum vesilesiyle tartışmaya açmayı istediğim şeyin, yani
“bizim” bozgunumuz -kim ne derse desin- orada başlar.
12 Eylül rejimi ve onun eseri YÖK Akademia
üzerine çöreklendiğinde, doğru, Türkiye
üniversiteleri dünyanın “en özgür”
mekânları değildi. İsmail Hoca yanıbaşımızda otururken bunu
iddia etmek, en hafif deyimiyle, “safdillik” olacaktır.
12 Eylül öncesinde Türkiye
üniversiteleri, ihbarcılığın, kayırmacılığın, yeteneksizliğin,
ezberciliğin, klikçiliğin, vb. kol gezdiği, vasatın
hâkimiyeti altında kurumlardır büyük
ölçüde. İktisadın, sosyal bilimlerin, edebiyatın,
sanatın en muhafazakâr, ekolleri egemendir genellikle
kürsülerde. Akademik hiyerarşide yukarılara doğru
çıkıldıkça konformizm ve statükoculuğun dozajı
artmaktadır.[2]
Ama aynı zamanda müthiş, zaptedilemez bir şeyi
barındırmaktadırlar bünyelerinde: umudu ve o umudu
gerçekleyecek dinamizmi… İsyancı 68 ve ardından da 78
kuşağı, yalnızca siyasal olarak değil, entelektüel, bilimsel, etik,
estetik anlamda da muazzam bir eleştirellik kesbetmiş, ülkenin
düşünsel, edebi, estetik ve akademik yaşamına büyük
bir dinamizm getirmiştir. Hocalar, tartışmacılığından, itirazlarından
yıldıkları gençlere karşı akşam ertesi günkü
“derslerini çalışıp” girmektedirler amfilere… Ve
bu dinamizm, Akademia’nın genç kadrolarına, asistanlara,
yardımcı doçentlere de sirayet etmiştir.
Kim ne derse desin, 1970’lerin Muzaffer
Sencer’li, Oya Sencer’li, Oya Köymen’li, Mübeccel
Kıray’lı, İsmail Beşikçi’li, ne bileyim, Halil
İnalcık’lı, Nuri Karacan’lı, Gülten Kazgan’lı,
İzzettin Önder’li sosyal bilimler sahnesi, bu dinamizmin
etkisiyle zirve yapmıştı…
12 Eylül, üniversitede öncelikle bu
dinamikleri boğmaya yöneldi. Bu vahşetin öyküsünü
burada anlatmayacağım; bu hem saatler sürer, hem de çoğunuzun
tanış olduğu bir öykü. 12 Eylül sonrasında Cunta
yönetiminin yayınladığı 1402 sayılı yasa ve kampüslerde
estirilen devlet terörü sonucunda (erkeklerde favori hizasını
kulak memesi boyuyla, bıyık hizasını dudak kenarlarıyla, kadınlarda
etek hizasını diz kapaklarıyla sınırlayan ve hem öğrencilere, hem
de öğretim elemanlarına dayatılan “kıyafet
yönetmelikleri” bu terörün en hafif
veçhesiydi…) binlerce öğretim elemanının
üniversite ile ilişkisinin kesildiğini anımsamakla yetinelim.
Evet, 12 Eylül, hocaların ve öğrencilerin en
iyilerini, en dirilerini, kendini topluma karşı sorumlu hissedenlerini,
“aykırı” konuları kurcalamaktan çekinmeyenlerini,
“tabu” tanımayanlarını, eleştirel olanlarını
üniversiteden çekti aldı…
Geriye en silik, en “neme lazım”cı, en
“bana dokunmayan yılan”cı, en “emir demiri keser”ci
“tortu”yu bırakarak… Hocasını gördü mü
koşup çantasını elinden kapan asistan; “Ben Türk
Silahlı Kuvvetleri mensuplarından her zaman ve her yerde emir almaya ve onu
ifaya hazırım,” diyen postal yalayıcı profesör; 12 Eylül
rejiminin üniversiteleri içine soktuğu demir cendere
YÖK’ün her uygulamasında keramet arayan, üniversitenin
“Fatih Terim”i İhsan Doğramacı karşısında ceketini
ilikleyen rektör… Birbirlerinin sırtını kaşıyarak adına
“üniversite” denilen bu arpalıkta sonsuza dek
mamur-müreffeh bir yaşam sürdürebilirlerdi bundan
böyle…
Bakın YÖK’ün “reformcu”
başkanlarından Kemal Gürüz, 2000’li yıllarda
TÜSİAD’ın arkaladığı “hamle”yi başlatırken,
nasıl “şecaat arz ediyordu”:
“Biz uyduruk raporlarla nasıl doçent
olunduğunu, 22 sene hukukla ilgili bir kelime yazılmadan hukuk
fakültesinde nasıl profesör olunduğunu (…) isim isim
biliyoruz. Bütün bunlar ortadayken, şimdi bizim susmamız nasıl
beklenebilir? (...) Bunların hesabı hukuk düzeni içinde
sorulacaktır.”[3]
Dikkat, bu sözler 2003’de sarf edilmişti!
YÖK’ün başkanı, YÖK’ün eseriyle ne kadar
öğünse azdı: Uyduruk raporlarla dağıtılan doçentlikler;
22 yıl boyunca (yani tam da YÖK’ün kurulduğu tarihten
itibaren) hukukla ilgili tek bir makale yazmadan hukuk profesörü
olan öğretim üyeleri… YÖK’ün Türkiye
üniversitelerine en büyük hediyesi… Yeter ki akademik
camia, o zaman Milli Askerî Strateji Konsepti’nin tayin ettiği
“baş tehdit”ten uzak dursun: Anti-komünist, anti-Kürt,
milliyetçi, dönemine göre ya ılımlı-İslâmcı, ya
militan laik, ya muhafazakâr Atatürkçü ya radikal
Kemalist olsun. Ama her zaman iklime ayak uydursun, değişen
rüzgârlara göre davranmasını bilsin.
12 Eylül’ün bu topluma
verdiği en büyük zarar ne olmuştur?” diye soracak
olursanız, bu topraklardan idealizmi söküp atmasıdır,
derim.
12 Eylül’den sonra bu ülkenin
insanları -Kürtleri bunun dışında tutuyorum- düş görmeyi
ve düşleri için özveride bulunmayı terk ettiler.
Tabii üniversitede de…
Evet, 12 Eylül rejimi, Türkiye
üniversitelerinde en büyük maharetin susmak, uyum sağlamak,
rüzgârın ne yönden eseceğini önceden kestirip oraya
doğru eğilmek, kraldan fazla kralcı davranabilmek olduğu bir iklimin
önünü açarken, bu çürümeye karşı
direnebilecek, taze bir soluk olabilecek unsurları devredışı
bırakmıştı. Ülke üzerindeki MGK otokrasisi, üniversitede
de mediyokrasiyi devreye soktu. 1402 “temizliği”nden
başlarını kuma gömerek “yakayı kurtaran” akademik camia,
yeni yüksek öğrenim yasasıyla birlikte, Cumhurbaşkanı
tarafından “seçilen” ve mevkiini korumak için tek
yapması gereken, “üstleriyle” iyi geçinmek olan
rektörlerin mutlak otoritesi altında işleyen
“kışla-üniversiteler”de buldular kendini.
Öğrenciler “iki vize bir sınav”
kıskacında başlarını derslerinden kaldırmaz hâle getirilip,
nasılsa kalabilmiş birkaç “kılıç artığı”
“sağa bakmayı kabahat, sola bakmayı suç” sayan disiplin
yönetmelikleri ve kampüslerde ellerini kollarını sallayarak
dolaşan “güvenlik güçleri” ile terbiye
edilirken, öğretim elemanları da 1981’den bu yana neredeyse
hiç değiştirilmeden hüküm süren bir disiplin
yönetmeliğinin cenderesi içerisinde soluksuz bırakılmıştı.
“Toplu müracaat veya şikâyet etme”yi “aylıktan
kesme”; “siyasal ve ideolojik amaçlar dışında olan
boykot, işgal, işi yavaşlatma gibi eylemlere teşebbüs etmek veya
kamu hizmetlerini aksatacak davranışlarda bulunma”yı “kademe
ilerlemesi durdurmak”; “Kamu yararına olan dernekler dışında,
Rektörün yazılı izni olmadan, herhangi bir derneğe üye
olma”yı, “görevden çekilmiş sayılma” ile
cezalandıran bir disiplin yönetmeliği!
Ya “Kamu görevinden çıkarma
cezasını” yani en ağır cezayı gerektiren fiil ve hâller
hangileridir mi diyorsunuz? Hemen birkaçını sıralayayım:
1) Cumhuriyetin niteliklerinden herhangi
birini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik eylem yapmak;
ideolojik, siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlarla
eylemlerde bulunmak veya bu eylemleri desteklemek suretiyle kurumların
huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak; boykot, işgal,
engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak ya da bu
amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve
teşvik etmek, yardımda bulunmak,
2) Yasaklanmış her türlü
yayını veya siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart,
bant ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları iş
yerine veya iş yerindeki eşya üzerine yazmak, resmetmek ve asmak,
teşhir etmek veya sözlü ideolojik propaganda yapmak,
(…)
7) Yetki almadan gizli belgeleri
açıklamak,
8) Siyasi ve ideolojik eylemlerden
arananları görev mahallinde gizlemek,
9) Yurt dışında Devletin itibarını
düşürecek veya görev haysiyetini zedeleyecek tutum ve
davranışlarda bulunmak,
10) 5816 sayılı Atatürk Aleyhine
İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna aykırı fiilleri
işlemek,
11) Kanun dışı kuruluşlara üye
olmak, bu kuruluşlarda faaliyet yapmak veya yardımda bulunmak,
12) Yükseköğretim
kurumlarının çalışmalarını sekteye uğratacak nitelikte bir
disiplin suçuna üniversite öğrencilerini veya
mensuplarını teşvik veya tahrik etmek…
size="2">[4]
“Disiplin Yönetmeliği” kisvesi
altında tepesinde böyle bir “Demokles kılıcı” sallanan
öğretim elemanlarının, vazgeçtim YÖK’ten,
rektörden, dekandan; aynı zamanda sicil amirleri olan bölüm
başkanları karşısında “öksürmeleri”
mümkün mü?
Ya da bu yönetmelik, her amire, hiyerarşinin kendi
altındaki tüm unsurlar üzerinde mutlak ve sonuna kadar keyfî
bir yetke sağlamaz mı? Böyle bir yönetmeliğe dayanarak, diyelim
ki işyerinde sendikal örgütlenme yapan, ulaşım zamlarının geri
alınması için imza toplayan, ne bileyim, amirinin hoşuna gitmeyecek
bir kurumda (örneğin KESK, DİSK, Özgür Üniversite,
herhangi sol bir dernek…) konferans veren, yurtdışında
“resmî görüş” dışında bir görüş
ifade eden… (örneğin “Ermeni soykırımı olmuştur”
diyen) bir öğretim elemanını “süründürmek”
işten değildir.
Hele ki, 12 Eylül’ün en
“yaratıcıları”, dolayısıyla da en kişiliklileri eleyip de
en vasatları, en “uyaroğlu”ları bıraktığı
“doğal-olmayan seçilim” ortamında, MGK (önce
“Konsey”, ardından da “Kurul”) - YÖK -
Rektör - Dekan - Bölüm Başkanı - Profesör -
Doçent - Yardımcı Doçent - Doktoralı Öğretim
Görevlisi - Araştırma Görevlisi hiyerarşisiyle kayıt altına
alınmış bir üniversite-kışlada, Akademi ve
Özgürlük’ten söz etmek, kusura bakmayın ama, dalga
geçmek olmuyor mu? Bugünün rektörlerinin
çoğunun, 12 Eylül’ün “dokunmaya tenezzül
etmediği” asistanlar olduğunu unutmayalım…
* * *
Evet, 12 Eylül rejimi üniversiteleri,
yönetici atamalarını büyük ölçüde
merkezî otoriteye bırakan düzenlemeler ve sıkı bir yasa ve
yönetmelikler (11 yasa, 57 yönetmelik) ağıyla “devletin
organları”na dönüştürdü. 27 Mayıs’la gelen
“Özerklik” fikri, bir daha dirilmemek üzere toprağa
verilmişti. Üniversitede görevli olanlarınız, YÖK eliyle
Rektörlükler, oradan Dekanlık ve bu kanaldan da
bölümlere intikal eden “talimatları”
hatırlayacaktır: “Kürtçe’nin
Türkçe’nin bir diyalekti olduğunu kanıtlayacak
araştırmalar yapılmasının teşviki…”; “Anıt
Kabir’de düzenlenecek irticayı protesto mitingine öğretim
üyelerinin cübbeleriyle katılımının
sağlanması…”; “Öğrencilerin yeni öğretim
yılında terör örgütlerinin tuzağından uzak durmalarını
sağlayacak önlemlerin görüşüleceği Emniyet
Müdürlüğü brifingine bölüm başkanlarının
katılımını…”; “Ermeni tasarısının ABD Kongresinde
oylanmasını protesto eden bildirinin bölümünüz
elemanları arasında dolaştırılarak imza toplanmasını…”
Bölüm sekreterinizin tuttuğu gelen evrak dosyasını inceleyin; bu
türden müdahalelere yüzlerce örnek
bulabilirsiniz…
Hiç kuşku yok ki, öğretim
elemanlarının “neyin” etrafında seferber edileceği,
konjonktüre göre değişiyordu… “Kürt
savaşı” sırasında dozajı yüksek bir milliyetçilik; 28
Şubat’ta militan Laiklik; Cumhurbaşkanlığı makamı ve YÖK
AKP’nin denetimine geçtikten sonra ise,
Anti-Ergenekon’culuk…
* * *
Ancak öyküyü burada bırakmak, eksik
anlatmak olacaktır.
Çünkü malûm, 12 Eylül
darbesi, “durumdan vazife çıkartan” üç-beş
işgüzar generalin “vatanı kurtarma”
teşebbüsünün ötesinde bir şeydir:
Türkiye’nin kamu sektörü ile özel sektör
arasında bir denge gözeten, ithal ikameci kalkınma modelinden,
neo-liberal modele geçişin kanlı ebesi olmuştur aynı zamanda. Ve
bu yeni model, bizzat YÖK’ün kurucusu, ilk başkanı ve
duayeni eliyle ilk “vakıf üniversitesi”, Bilkent’in
kurulmasıyla neredeyse ilk icraatını üniversiteler alanında
gerçekleştirmiştir.
Evet, kimilerine tezatmış gibi gelebilir, ama YÖK
ile birlikte üniversiteler, eşzamanlı olarak hem merkezî
devletin, hem de serbest piyasanın cenderesine sokuldu. Ve neo-liberalizm
Türkiye’de attığı her adımda, üniversiteler
üzerindeki hükmünü biraz daha derinleştirdi.
Üniversitelerde neo-liberal süreçler konusunda
çoğunuzun mürekkep harcamışlığı olduğunu biliyorum;
tereciye tere satmak niyetinde değilim. Ancak Türkiye
akademia’sında 12 Eylül rejiminin mirası üzerine yerleşen
neo-liberal siyasaların bugün “Akademi ve
Özgürlük” imkânsız aşkının
“Kötü Adam”ı rolünü üstlendiğini
vurgulamak gerekiyor.
Gayet basit bir nedenle:
Türkiye’de üniversitelerin neo-liberal
tasalluta teslim oluş/ediliş tarihini, 1980’lerin başından bu yana
iki evreye ayrılabilir: YÖK’ün (ve tabii Bilkent Holding
A.Ş.’nin de) “imparator”u İhsan Doğramacı ile
karakterize olan “Vakıf Üniversiteleri” evresi: YÖK
patronunun kapı kapı holdingleri dolaşıp patronları “vakıf
üniversiteleri” kurmaya ikna etmeye çalıştığı size="2">[5] birinci dönem. Bu dönemde
“özelleştirme” söylemi, arazileri devlet tahsisli,
kamu bütçelerinden desteklenen özel üniversitelerin
“Vakıf üniversitesi” adı altında birbiri ardı sıra
açıldığı dönemdir. Sermayenin
“yükseköğrenim” alanının kârlı bir yatırım
alanı olduğunu keşfetmeye başladığı dönem.
İkincisi ise, TÜSİAD’ın (sonradan YÖK
Başkanı olacak) Kemal Gürüz, Celal Şengör gibi
profesörlere hazırlattığı “Türkiye’de ve
Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji

başlıklı raporla açılır (1994). Bu, neo-liberal hegemonyanın
Türkiye üniversiteleri üzerinde bir öncekine göre
çok daha etkin bir işlerlik kazandığı bir dönem olacaktır.
Üniversitelerin serbest piyasa ekonomisinin ve sermayenin talepleri
doğrultusunda yeniden yapılandırılmasını öngören bu rapor (ve
TÜSİAD’ın daha sonra yayınlanan benzeri raporları) Kemal
Gürüz’ün YÖK başkanlığı döneminde
(1995-2003) “resmî politika”ya dönüşecek, ve bu
politika, Gürüz’ün “Ergenekon terör
örgütü üyeliği” suçlamasıyla
yargılandığı günümüze kadar süregidecektir.
(Böylelikle, Kemal Gürüz, “fikri iktidarda, kendisi
zindanda” olan “tarihi şahsiyetler” arasına
katılacaktır.)
1994 raporundan bu yana süregelen (ve Bologna
süreciyle tahkim edilen) ve kamu-vakıf tüm üniversiteleri
serbest piyasa ekonomisinin aygıtlarına dönüştürmeyi
öngören süreç, yükseköğrenim kurumlarının
“girişimci, işletmeci ve piyasacı üniversite modeli”
doğrultusunda yeniden yapılandırılması girişimidir.
Üniversiteler, bu yöneliş içerisinde
(Üniversite-Sanayi İşbirliği adı altında) binaları, teknolojik
donanımları ve personelleriyle birlikte şirketlerin AR-GE kurumlarına
dönüştürülür ve varlıklarını
sürdürebilmelerini sağlayacak kaynakları özel sektörden
proje almalarına bağlanırken, akademisyenlerin “akademik
özgürlükleri” de böylelikle
anlamsızlaşmaktadır.
Kamu ve vakıf üniversitelerinin sayısı her yıl
katlanır ama bütçeden yükseköğretime ayrılan pay her
yıl biraz daha kısıtlanırken (2010 yılı bütçesinde
yükseköğrenime ayrılan payın milli gelire oranı ise, yüzde
0.91’dir[6]), bölümlerin
üniversite kaynaklarından aldıkları pay, “döner”e
yaptıkları katkıya endekslenmektedir. Bu ise, doğrudan öğretim
elemanlarının, “ne yapıp edip bölümlerine kaynak
sağlama” görevine koşulmaları anlamına gelir: şirket şirket
dolaşıp “proje pazarlayan”, ürün reklamı yapan,
bilirkişi raporlarında şirketleri kayıran, özel sektöre hizmet
sunmak üzere firmalar kuran “bilim” insanları…
“Teknokent” adı altında arazilerini, binalarını ve
elemanlarını özel sektöre pazarlayan ve borsada oynayan
“üniversite”ye de böylesi yakışır zaten.
Ama iş bununla da kalmaz. Akademik yükseltme
kriterleri, her öğretim üyesinin, kadro alabilmek için,
belirli bir puanı doldurma zorunluluğunu getirecek tarzda yeniden
düzenlenir. Bu puan, bilindiği üzere, öğretim elemanının
yayınları, yürüttüğü projeler, lisansüstü
danışmanlıkları, katıldığı bilimsel toplantılar vb. üzerinden
hesaplanmaktadır. İşin sırrı şudur ki, en yüksek puanı uluslar
arası atıflı yayınlar sağlamaktadır ve metropol üniversitelerinde
bu puan, akademik istihdam ve ilerleme için bir önkoşuldur. Bu
tip dergiler ise genellikle kendi alanlarında zeitgeist’ı
yansıtan/biçimlendiren ve merkez-çeper ilişkilerini,
işbölümünü tayin eden dergilerdir; örneğin,
Marksist iktisat alanında yazılmış bir makalenin, bilimsel
yetkinliğinden bağımsız olarak, böyle bir dergide yayınlanma
şansı sıfıra yakındır… Bu ise, akademisyenleri, (siyasal,
adlî, disipliner kovuşturmalara gerek kalmaksızın) “terbiye
eden” bir başka baskı aracı işlevi görür…
Üniversitelerin, “özerklik” adına
ne kalmışsa onu da yitirmelerine yol açacak son adım ise,
“mütevelli” modelinin kamu üniversitelerine
dayatılması gibi gözükmekte. Bilindiği üzere,
üniversite yönetimlerini üniversite mensuplarının elinden
alarak “alanlarında temayüz etmiş” iş adamları,
tüccarlar, yerel yöneticiler, siyasetçiler vb.ne veren proje
kapıdadır:
Bunun sonucunda da toplumsal yarar
hâkim sermaye kesimlerinin, dolayısıyla da sermaye birikiminin
çıkarlarına, toplumsal sorumluluk ise sermaye kesimlerine olan
sorumluluğa indirgenmiştir. Bir kere bu zincirin halkalarına
size="2">hapis olunduğunda da
üniversitelerin ve Yükseköğretim Kurulu’nun
yönetim kurullarında sadece bilim, kültür ve sanat
alanlarında değil aynı zamanda ve daha da önemlisi ‘sanayi,
ticaret ve finans alanlarında temayüz etmiş özel sektör
mensuplarının’ da bulunması garip karşılanmayacaktır.
Böylece sermayenin üniversiteleri, yükseköğretimi ve
bilgi üretim sürecini kontrolü altına almasının
mekanizmaları da oluşturulmuş olur.”
size="2">[7]
diyor Ahmet Bekmen ile İsmet Akça…
Bu koşullar altında, yaldızlı lâfların ne
anlamı kalıyor, sizce? Örneğin Sabancı Üniversitesi, dilediği
kadar “Avrupa ve Dünyanın çeşitli yerlerinden 388
üniversite rektörünün 1988’de Bolonya’da
imzaladıkları ‘Magna Charta Universitatum’”a atıfla,
“üniversitede sunulan öğretim ve üretilen bilimsel
araştırmanın, etik ve entelektüel açılardan her
türlü siyasal ve ekonomik güç odağından bağımsız
olma”sı gerektiğini geveleyedursun; “Sabancı Üniversitesi
Mütevelli Heyeti, öğretim kadrosu ve yönetimi araştırma,
düşünce ve ifade özgürlüğünün eksiksiz
bir biçimde sağlanması ve korunmasında ortak sorumluluk
üstlenirler,” göz boyamacılığına sarılsın… size="2">[8] Araştırma konu ve alanlarının
piyasanın “görünmez eli” tarafından dikte edildiği
bir ortamda, merak etmeyin, sayın Mütevelli heyeti, öğretim
elemanlarınız, örneğin Sabancı Holding’in nükleer
enerjiye olan ilgisini sorgulayamaz; Sabancı Holding’e ait
işyerlerinde çalışan işçilerin sorunları,
yakınmaları[9] üzerine bir
araştırma yapamaz, ya da gıda sektörünün tekellerin
denetimine girmesi konusunu araştırmayı hayal dahi edemez! Üstelik
yalnızca sizinkiler değil, “neme lazım, yarın-öbür
gün oraya kapılanırım” diye düşünen,
güvenceszleştirilmiş öğretim elemanlarının hiçbiri sizi
karşısına almayı göze alamaz…
Üstelik, “üniversitenin dili”nin
de öğretim elemanlarının eskaza “başka türlü”
şeyler akıl etmelerini önlemek üzere, “şirket
dili”ne tahvil edildiği bir dönemeçte… Farkında
mısınız, artık “idarî özerklik” yerine
“toplam kalite yönetimi”nden, “bilim
özgürlüğü” yerine “proje
çalışmaları”ndan, “bilimsel başarı” yerine
“performans”tan, “kalkınma hedefleri” yerine
“Üniversite-sanayi işbirliği”nden,
“kampüs” yerine “Teknokent”ten,
“öğrenci” yerine “müşteri”den,
“kamu yararı” yerine “vizyon-misyon”dan söz
eder olduk. Öğrenci başarısını “üretim şeridi”
mantığıyla ölçüp “öğrenim
girdileri-öğrenim çıktıları” arasındaki farkı
kantitatif olarak saptamaya yönelen bir “AKTS”nin
muhasebecilerine döndük hepimiz…
* * *
“Despotik bir merkeziyetçilik ile piyasa
sarmalına teslim olmuş bir “Akademia”dan nasıl bir
‘Özgürlük’ beklenebilir ki?” sorusunun
yanıtını ise, dilerseniz gelin kantitatif ve ampirik (yani bilimsel!) bir
küçük “etüd”le vermeye
çalışalım.
Ne yapalım? Örneğin, son otuz yıldır
toplumumuzu sarsan, “hassas” anahtar sözcüklerle
YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi’ne ait arama motoruna girelim
ve bu süre içerisinde toplumun sinir uçlarına dokunan,
duyarlı konulara üniversitenin ne kadar tepki verdiğini
araştıralım. Sizi şimdiden temin ederim, sonuçlar gerçekten
de ilginç olacak…
Merkez’de kayıtlı toplam 258 668 adet tez
çalışması (y. lisans + doktora) bulunuyor. Bunlar arasında Sosyal
Bilimler Enstitülerine sunulan tezlerin sayısı, 100 496 adet. Kabaca
yüzbin diyelim…
Bu yüz bin tez arasında başlığında bir
iktisadî-toplumsal konum olarak “sınıf” kavramı
geçen tez sayısı kaç dersiniz? Tam tamına 85 adet! size="2">[10] Bunlar arasında “İşçi
sınıfı
” teriminin başlıkta geçtiği tez sayısı: ise
iki elin parmaklarını bira aşıyor. “İşçi sınıfı
üzerine tam 19 tane tez yapılmış 1980’den bu yana Türkiye
üniversitelerinde.
Diyeceksiniz ki, “Eh, bu normal. Bu dönem,
aynı zamanda bir toplumsal-siyasal konum olarak “sınıf”
kavramının gözden düştüğü, “kimlik”
paradigmasının öne çıktığı postmodern yükselişe denk
düşüyor sosyal bilimlerde.
O zaman, buyurun, son otuz yılın en yakıcı konusu,
“Kürt sorunu”na bakalım. Başlığında
“Kürt” sözcüğünü kullanmaya cesaret
edebilmiş tez sayısı (tyabii kürtaj, Kürtün gibi
terimler elendikten sonra) 54’ü geçmiyor. Bunlara tarihsel
incelemeler ve Irak, İran Kürtleri vb. üzerine olanlar dahil.
İşin ilginç yanı,
“özgürlükçü” Vakıf
üniversitelerinde “Kürt” konusunda yapılabilmiş tez
sayısı 8’i geçmezken, bu çalışmalardan
44’ü kamu üniversitelerinde gerçekleştirilmiş.
(İkisi ise Polis Akademilerinden gelmekte…) Daha da ilginci,
“Kürt sorunu”nun ülkeyi kasıp kavurduğu 1990-99
arasında adında “Kürt” ibaresi bulunan toplam tez
sayısının sadece 6 (yazıyla: ALTI) olması! “Akademia,
“Kürt” dersini ancak 2005’ten sonra çalışmaya
başlamış: 50 tez…
Devam edelim. Hızınızı alamayıp, “12
Eylül
” anahtar sözcüğüyle girdiğinizde tez
tarama motoruna, karşınıza kaç tez çıkıyor, dersiniz?
Tamı tamına 17. [11]
Başlığında “cezaevi” terimi
geçen tez sayısı: 22.
Tarikat/(dinsel) cemaat
terimlerinin başlıkta yer aldığı tez sayısı ise, 82.
Görüldüğü üzere, 100 bini
aşkın sosyal bilim tezi arasında, 30 yılı aşkın süredir
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal sahnesinin en yakıcı konuları,
yükseköğrenim kurumlarının lisansüstü programlarında
son derece marjinal bir ilgi görüyor…
Üniversitelerin bilgiyle bu kadar dolu
olmalarının nedeni, öğrencilerin pek çok bilgiyle gelip pek az
bilgiyle ayrılmaları
,” demesi nafile mi Marshall
McLuhan’ın?
* * *
Bu “uyuyan güzel” hâlini salt
devletin ve piyasanın baskı ve basıncına ciro edip ellerimizi
yıkayabilir miyiz, peki? Ya da kaçımızda “Üniversiteler
bizimle özgürleşecek” diye haykıran öğrencilerimizin
cüreti var?
O zaman gelin, sözü, iğneyi kendimize
batırarak tamamlayalım…
Hakan Mıhçı bir tarihte “Öğretim
Elemanları Örgütlü Mücadeleye Neden
‘Mesafeli’ Bakar?”[12]
diye sormuş ve şu başlıklarla yanıtlamıştı:
  • Öğretim elemanları statükoyu
    savunur;
  • Öğretim elemanları bireyci ve
    rekabetçidir;
  • Öğretim elemanları kariyeristtir;
  • Öğretim elemanları elitisttir, fildişi
    kulelerde yaşamayı sever.
  • Herkesin zamanı vardır, ama öğretim
    elemanlarının asla!
  • Maddî ve manevî tatminsizlik,
    öğretim elemanlarını ‘meslekî deformasyon’a
    sürükler;
  • Öğretim elemanlarının bazıları, yolun
    daha başında hayal güçlerini yitirirler;
  • Öğretim elemanlarının bazıları
    ‘eleklerini duvara asmışlardır’…
Mıhçı’nın, öğretim elemanlarının
örgütlenme konusundaki “çekinser” (!)
tutumlarını açıklamak için başvurduğu saptamalar, aynı
zamanda, “Akademi’nin ne kadar özgür
olabileceğinin” de ölçütü.
Akademik kariyer basamaklarında
yükseldikçe törpülenen, uyumlulaşan, ılımanlaşan,
coşkusunu yitiren bizler ne kadar istekli, ne kadar hazırız
“özgür olma”ya?
Özgürlüğün daima bir bedel
ödemeyi göze almayı gerektirdiğinin canlı kanıtı, 17 yılını
mahpushanelerde geçirmiş Sarı Hoca şurada, yanıbaşımızda
dururken, -en azından içimizden
düşünelim…
Kaçımız yaka paça güvenlik
görevlilerinin sürüklediği öğrencilerimizin yanında
durmayı, onlara sahip çıkmayı becerebildik?
Kaçımız üniversitede çeşitli
nedenlerle kovuşturmaya uğrayan arkadaşlarımıza, meslektaşlarımıza
-örneğin şu an, bu paneli yöneten İzge Günal
Hoca’nın yanında olduğumuzu haykırabildik?
Kaçımız, akademik
çalışmalarımızda “akıntıya karşı kürek
çekmeyi” başarabildik? Örneğin Kürtlerin adı
yasaklıyken, resmî görüşe aykırı görüşleri
dillendirebildik? Devletin gözünün içine baka baka
“Ermeniler soykırıma uğratılmıştır!” demeye cesaret
edebildik?
Kaçımız, 50 d’ye karşı atağa kalkan
araştırma görevlilerini destekledik?
Kaçımız, kitaplarımızdan,
makalelerimizden, projelerimizden başımızı kaldırıp da sokağa, onun
direnişine karışmayı denedik?
Kaçımız üniversitelerin piyasa
ekonomisinin bir aygıtına, bir şirkete, Üniversite A.Ş.’ye
dönüştürülmesi karşısında rektörlerimize kafa
tutmayı göze alabildik?
Parmakla sayılacak kadar azımız; değil
mi?
O zaman, bu “İmkânsız aşk
hikâyesi”nin “Kötü Adamları” biziz,
arkadaşlar… YÖK yapması gerekeni, MGK yapması gerekeni,
TÜSİAD yapması gerekeni, AKP yapması gerekeni yapıyor.
Yapması gerekeni yapmayan, ya da her daim daha
azını yapan, bizleriz, arkadaşlar.
Bizim “Yeter Artık!” ımızı
yükselttiğimiz yerde, “Üniversiteler bizimle
özgürleşecek!” cüreti hayat bulur.
Romeo Jüliet’e, Leyla Mecnun’a,
Ferhat Şirin’e, Kerem ise Aslı’ya o zaman
kavuşur…
 
30 Ağustos 2010 15:31:10, Ankara.
 
N O T L A R
[*] 5 Eylül 2010 tarihinde 5.
Karaburun Bilim Kongresi’nin (Karaburun) “Akademi ve
Özgürlük” başlıklı kapanış oturumunda yapılan
konuşma… Esmer, No:65/1, Ekim 2010…
[1] Veroc Serenas,
“Aforizmalar”, Felsefe Yazın, Yıl:5, No:15, Kasım/ Aralık
2009, s.83.
[2] color="#000000"> “Kepi kafana takıp cüppeyi
sırtına geçirdin mi, ağzını açman yeter. Ağzından
çıkan her saçmalık bilgelik olur, ne zırvalarsan bir cevher
yumurtladın sanırlar,” diyordu
Molière…
[3] Gürkan
Akgüneş, “Gürüz: Hesap soracağız,”
color="#000000">Milliyet, 22 Ocak 2003,
s. 19.
[4] color="#000000">Yükseköğretim Kurumları Yönetici,
Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği, color="#000000">Resmî Gazete Tarihi: 21.08.1982 Resmî Gazete
Sayısı: 17789. href="http://www.yok.gov.tr/content/view/458/183/lang,tr/"> color="#000000">http://www.yok.gov.tr/content/view/458/183/lang,tr/
[5] size="1">“İhsan Bey (eski
Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı, Bilkent
Üniversitesi’nin kurucusu İhsan Doğramacı) Bilkent
Üniversitesi’ni kurarken yalnızlığın sıkıntısını
çekmişti. İstiyordu ki başka üniversiteler de kurulsun ve
kendisi hükümete ve kamuoyuna karşı kuvvetli olsun; yani bir
cephe oluştursun. Onun için bu üniversite fikrini çok
destekledi. Hatırlıyorum, ilk defa Vehbi Bey’le yanyana
geldiklerinde, tabi Vehbi Bey işadamı olduğu için, ‘Bu
kaça çıkar?’ deyince, İhsan Bey, ‘Beyefendi, 15
milyon dolar koyun siz, gerisini hiç düşünmeyin’
dedi...’
color="#000000">1988 yılının ocak ayıdır. Anlatan
Rahmi Koç! Koç Üniversitesi’nin kuruluş tarihini
anlatan ‘Bilimin Kapısı’ başlıklı kitapta Rahmi Koç,
10 yıl önce başlayan eğitimcilik serüvenine çıkış
yolunu böyle anlatıyor.” (Nedim Şener, “Doğramacı
’15 Milyon Dolara Çıkar’ dedi, Koç’a 500
Milyon Dolara Mal Oldu”,
color="#000000"> size="2">Milliyet color="#000000">,
16 Ekim 2003,
href="http://www.milliyet.com.tr/2003/10/16/business/bus11.html"> color="#000000">http://www.milliyet.com.tr/2003/10/16/business/bus11.html color="#000000"> size="2">.)
[6] color="#0000ff"> href="http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441"> color="#000000"> size="2">http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441
[7] color="#000000"> Ahmet Bekmen-İsmet Akça,
“Sermaye, Üniversite ve Kamusal Fayda(sızlık)”
(
href="http://www.sbu.yildiz.edu.tr/%20ismetakcayayinlar/universite-sanayi.doc"> color="#000000">www.sbu.yildiz.edu.tr/
ismetakcayayinlar/universite-sanayi.doc
color="#000000">)
[8] “Akademik
Özgürlük Anlayışımız”,
color="#0000ff"> href="http://www.sabanciuniv.edu/tr/?genel_bilgi/felsefemiz/"> color="#000000">http://www.sabanciuniv.edu/tr/?genel_bilgi/felsefemiz/ color="#000000"> akademik_-ozgurluk_anlayisimiz.html
[9] Bkz.
“İşçi gözüyle Carrefoursa”, 3 Ekim 2007,
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=13484.
[10] color="#000000"> Yıllara göre dökecek olursak;
1980-1999 arası: 14 adet; 2000-2004: 21 adet; 2005 ve sonrası: 50
adet.
[11] color="#000000"> Yıllara göre dağılımı ise
şöyle: [1980-1989: 3; 1990-1999: 9; 2000- 2004: 3; 2005- :
17
[12] Hakan
Mıhçı, “Öğretim Elemanları Örgütlü
Mücadeleye Neden ‘Mesafeli’ Bakar?” F. Alpkaya, T.
Demirer, F. Ercan, H. Mıhçı vd.
color="#000000">Eğitim: Ne İçin? Üniversite: Nasıl?
YÖK: Nereye?
, Öğretim Elemanları
Sendikası Yayını, Ütopya Yayınları, Ankara, 1999:
113-121.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder